• Sonuç bulunamadı

Batı ve İslamın Karşılaşması

Belgede Avrupa fikrinin inşası (sayfa 52-63)

Dünya üzerinde tüm toplumlar birbiriyle az çok iletişim haline geçmiştir. Network marketing / çok katlı pazar ağı olarak nitelenen organizasyonlar bunun örneğidir. Bu sadece ekonomi alanında işlemez, aynı şekilde kültür, sanat faaliyetlerinde de işler. Batı ve İslam ise tarih boyunca birçok kez karşılaşmıştır. Bu iki toplumun birbirini tanımasından bazen öteye gitmiştir. Zaman olmuş birbirine yakın topraklarda varlığını sürdürmüş kimi zaman da iç içe geçmiştirler. Bazen ticaret ile bazen savaşlarla başlayan bu süreç uzun yıllar farklı şekillerde devam etmiştir. İslam ve Batı'yı açıklamak için birçok değişkeni göz önüne alarak

46

konuşmak gerekir. Ancak etkileşim halinde olan bu iki toplumun tarih içinde geçirdikleri olayları kronolojik bir sıra düzeni ile açıklamak objektif sonuçlar verir. Bunu delillendirmek için de İslam-Batı ilişkilerinin en başına gitmek gerekmektedir.

Batı ve İslam’ın tanışması 7. Yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bu iki toplumun kesişen tarihleri, aynı zamanda iki algılama biçiminin de tarihidir; gerçek ile efsanenin, olgu ile algının, kimlik ile imajın, hakikat ile tahayyülün iç içe geçtiği bir tarihtir (Kalın, 2017: 15). Avrupa’nın İslam’ı ‘ötekileştirmesi’ de bu döneme kadar dayanmaktadır. Ötekileştirme kavramından bahsederken ‘ötekinin’ var olması için bir ‘ötekine’ de ihtiyaç olması durumudur. Burada Avrupa’nın tek taraflı bir ötekileştirmesinden çok iki faklı toplumun da birbirini farklılıklarıyla bir öteki olarak tanımlamalarıdır. Aynı zamanda nereden baktıklarına göre birbirlerini konumlandırmaktadırlar: Bir dost mu düşman mı, rakip mi tehdit mi? Aslında bu sorulara verilecek cevaplar, konumlandırmanın ötekisi ile olan ilişkisini belirleyecektir.

Bilindiği gibi “öteki” kavramı bireyle başlar. Birey kendisi dışındaki her şeyi tanımlamak ister. Burada insan ‘ben’ ile başladığı serüveni, bulunduğu ortamı içinde tanımlamayı sürdürür. Kapının dışına çıktığında bir başka kapıyı, komşu olarak tanımlar. Bu çemberi daha da genişletirsek, öteki tanımlarına mahalle, semt, şehir ve ülkeler de dahil olur. Hatta insan, ilk kapıdan çıktığı anda karşısındakini bir ‘öteki’ olarak tanımlamakla kalmaz, çember büyüdükçe içinde kalanları ‘biz’, dışarıdakileri ise ‘öteki’ olarak tanımlamayı sürdürür. Elbette farklı toplumların da ‘kendileri’ ve ‘ötekiler’ şeklinde tanımladıkları diğer toplumlar vardır. Başa dönecek olursak tanımlama için aslında bir diğerine ihtiyacımız vardır. ‘Ben’i var eden bir başkasının olmasını. Burada toplumların birbirini var etmesi yani bir ‘ötekinin’ varlığı ile mümkün olmuştur.

Öteki kavramı bireyin dışındaki diğer bireyler, gruplar ve topluluklar açısında bu grup ve topluluk dışındaki bireyleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Öteki kavramı zihinlerde olumsuz anlam ifade etmektedir. Toplumsallaşma açısından bakıldığında ise hem olumlu hem de olumsuz yanları vardır. Her birey, içinde bulunduğu toplumun dışındakileri öteki olarak zihninde taşır. Bu da onların hayatları boyunca değişimine sebep olacaktır. Bu süreç kendisini bulunduğu topluma ait hissetmesini sağlamaktadır (Akın, 2011: 117-119). Toplumların içindeki bu süreç kolektif bir bellek oluşturur. Kolektif bellek ise toplum bireylerinin dışında oluşturdukları bir bellek vardır.

47

Öteki ile algı arasında da doğrudan bir ilişki vardır. İslam dünyasının Batı algısına baktığımızda, karşımıza bir dizi benzer sorun çıkıyor. Müslüman dünya için ‘Batı’, aslında iki asırlık bir olgudan ibarettir. 11. ya da 12. Yüzyılda İslam coğrafyasında yaşayan bir aydın ya da sanatçı için ‘Batı’ diye bir şey yoktur (Kalın, 2017: 16). Avrupa da yaşayan toplumlar vardı ve bunlar biliniyordu. Ancak kelimenin bugünkü karşılığıyla bir batı yoktu. İslam Doğu toplumlarına da Batı toplumlarına da eşit mesafedeydi. Bir konum ifadesinin dışına çıkarak kullanılan “şark/doğu” kavramı modern anlamda sadece Avrupa’nın yerini bildirmekle kalmayıp diğer toplumları ifade etmek için de kullanılıyordu. Burada İslam dünyası Avrupa’nın kullandığı anlamda bir doğulu toplum olarak en azında eski dönemlerde kabul edilmemektedir. Doğunun kullanımı farklı coğrafyalarda yaşayan insanları konumları ile belirtmek idi. Bugün ise doğu kavramı Batıyı takip eden, onun gibi olmak isteyen toplumlara atfedilen bir kavram olarak zihinlerde işlemiştir. Böylece “doğu” kavramı bir coğrafyayı ifade etmekten öte zihinlerde ideolojik anlamda “Batı” kavramının bir ötekisi algısını yaratıyordu.

Batı kelimesi Occident ‘güneşin battığı yer’ anlamıyla Avrupa dilinde 14. Yüzyıldan beri kullanılmıştır. Bugünkü anlamda yani modern kullanım şekli 18. Yüzyıla dayanmaktadır. Occident kelimesinin ifade ettiği coğrafi Batı, ‘Asya’nın batısı anlamını da taşır. Ortaçağlarda Avrupa kendisini ‘Asya’nın Batısı’ olarak görmekteydi (Kalın, 2017: 26). Bir başka ifade ile Batı, merkezine Asya’yı alarak kendisini tanımlayan bir kavramdır.

‘İslam’ kelimesi İslam dini için kutsal kitap olan Kur’an’ı Kerim de geçen bir kelimedir. ‘Allah’a teslim olmak yoluyla barış ve huzura kavuşmak’ anlamına gelmektedir. Dini manada, Kur’an öngördüğü inanç ve yaşam biçimini ifade ediyor. Tarihi ve kültürel manada ise, bu inanç ilkelerinin zaman ve mekân boyutunda farklı biçimlerle ortaya çıkışını dile getiriyor (Kalın, 2017: 25). Bu anlamda İslam hem bir inanç sistemi hem de kültür ve medeniyeti kapsamaktadır. İslam dini kendi için de emir ve yasakları ile gündelik hayatı için belirli sınırlar ortaya koymuştur . Bu doğrultuda oluşturulmuş kurallar çerçevesinde toplumlar hayatlarını devam ettirmektedirler. Bir nevi İslam, yazılı hukuk sistemi olan bir dindir.

9. ve 10. yüzyıla gelindiğinde İslam medeniyetinin bilim, sanat ve düşünce alanında önemli atılımlar yaptığı görülüyor. İslam öncesi düşünce ve bilim geleneğini özümseyerek yeni bir sentez ürettiğini görüyoruz (Kalın, 2017: 68). 11. Yüzyıla gelindiğinde Arapça Avrupa’da okunan ve takip edilen bir bilim dili olmaya başlamıştır.

Müslüman eğitim kurumları, medreseler ve medrese dışındaki araştırma kurumları, tercüme odaları ve aynı zamanda bilimsel araştırma kurumları olan rasathane ve hastaneler,

48

Avrupa’daki kolej ve üniversite sisteminin gelişimini doğrudan etkilemiştir. Örneğin ‘kampüs sitemi’, ilk olarak medreselerde uygulanmıştır. Doktora, kürsü, cübbe gibi uygulamalar, yine İslam eğitim sisteminden alınmıştır (Makdisi, 1981). Bugün avrupadaki pekçok üniversitenin mimariden eğitim sistemine kadar pekçok uygulamanın islam eğitimi kaynaklı olduğu görülmektedir.

Zaytuniye Medresesi (732) Kureviyyîn Medresesi (859)

Oxford Üniversitesi (1167) Edinburg Üniversitesi (1583) Şekil 2: İslam medeniyeti kampüs sisteminin günümüz Avrupa üniversite mimarisine etkileri

Avrupa kıtasının tek toprak bağlantısı olan kıta Asya kıtasıdır. Günümüz için böyle bir bağın pek bir önemi kalmamış olsa da yüzyıllar öncesi için önemli bir bağlantıydı. Yeryüzü şekillerinin ulaşımı günümüzde de etkilediği bellidir. Fakat ulaşımın gelişmediği zamanlara göre bu daha büyük bir önem arz etmektedir. Toprakları birbirine yakın olan en ufak topluluktan en büyüğüne kadar etkilenme şekli yakınlığa göre benzerlik teşkil etmektedir. En yakınımız olan komşumuzun bize etkisi ile mahallenin dışında yaşayan bir başka ev arasında ilişkimiz farklıdır. Fakat aynı şehrin insanı olmamız bizim için mikro düzeyde bir bağlantı kurmamıza vesile olacaktır. Bunun gibi uzaklıklar arttıkça ilişkiler değişim gösterecektir. Kıtalar üstü düşündüğümüzde ise bu yakın topraklarda yaşayan insanların birbirinden etkilenmelerini daha da kolaylaştıracaktır. Asya ve Avrupa kıtaları da bu oranda birbirinden etkilenmiştir. Kendisinden uzakta kalan diğer kıtalara nazaran bu iki kıta arasındaki etkileşim çok daha farklı boyutlarda gerçekleşmiştir.

49

Asya kıtası yüzölçümü bakımından Dünya’nın en büyük kıtasıdır. Asya’nın anlamı ise Asur dilinde doğu anlamına gelmektedir. Bu isim de muhtemelen Ortadoğu’da yaşayan Asurluların, doğusunda kalan geniş dünyaya verdikleri daha sonra kıtanın adı olarak kaldı (Aydın, 2011: 43). Arkeolojik kazılar sonunu insanlık tarihine ait en eski kalıntılar Aysa kıtasında keşfedilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Asya kıtası dünyanın en eski kıtasıdır. İnsanlık tarihinin başladığı bu topraklar ilk medeniyetlerin ve daha sonra birçok medeniyetin kurulduğu topraklar olmuştur. Batıyı temsil eden Hristiyanlık da dâhil, İslam, Yahudilik, Budizm, Konfüçyanizm, Hinduizm, Jainizm, Sihlik, Taoizm, Zerdüştlük gibi, insanlık tarihinde tanıdığımız dinlerin tamamına yakını Asya kökenlidir. Önce burada doğmuş ve sonra Avrupa ve diğer kıtalara yayılmışlardır (Aydın, 2011: 43). İnsanlık tarihinin Asya topraklarında başlaması ve buradan dünyaya yayılması ile başlayan yolculuk dinlerinde keşfedilen yolları izlemesini sağlamıştır.

İlk olarak tarım da bu topraklar üzerinde başlamış ve dünyaya yayılmıştır. Bununla birlikte diğer keşiflerde aynı yolu izlemiştir. Ve bu takip ediş 18.yüzyılda sanayi devrimine kadar benzer şekilde sürmüştür. 18. yüzyıldan önce Asya Avrupa’ya göre çok ileri seviyedeydi. Avrupa’dan Asya’ya düzenlenen seferlerin amaçlarından birisi de yenilikleri görme merakı idi. 18.yüzyıldan sonra Asya’nın geri kalmasının nedeni iddia edildiği gibi sosyal/kültürel dokusunun yanlışlığı değil, Batının Asya’yı yağmalaması, sömürmesi ve gelişimini sabote etmesidir. Fiili sömürgecilik bitmiş olmasına rağmen Asya ülkelerinin önemli bir kısmı hala kendilerine gelememişlerdir. Çünkü söz konusu sabote etmek devam etmektedir (Aydın, 2011: 44).

Asya’da dünden bugüne sosyal/politik, kültürel yönden ön plana çıkmış bölgeler vardır. Bir kere bugün Ortadoğu olarak adlandırılan bölge hem genel kültür, hem de stratejik ve politik olarak büyük önem taşımaktadır. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur. Kur’an’ın bize örnek olarak tanıttığı peygamberlerin hemen hepsi buraya gelmişler, bu kültür çerçevesiyle de bağlantılı olarak önemli medeniyetler burada doğmuştur. Ortadoğu önemini hala korumaktadır. Doğu-Batı gibi kültürel, Haçlı-İslam gibi dini/kültürel, Filistin-İsrail, Irak/Afganistan-ABD gibi siyasal örneklerinde olduğu gibi mikro ve makro, fiili veya potansiyel düzeyde çatışmalar burada hala yaşanmaktadır (Aydın, 2011: 44).

Doğu-Batı ayrımını ilk belgeleyen doğan Antikçağ tarihçisi Herodot’tur. Herodot, genel olarak toplumları gelenek ve görenek bakımından Doğulu ve Batılı olarak ikiye ayırıyordu. Modern çağlardaki Doğu-Batı anlamında olmasa bile Roma döneminde Romalılar

50

ve dışında doğusunda kalanlar olarak bir ayrımın varlığı biliniyordu (Aydın, 2011: 122). Doğu-Batı ayrımı tarih boyunca kendini göstermiştir. Ve bu ayrım hayatın her alanında kendini göstermeye devam etmiştir. Bu ayrımda dini açıdan İslam, Doğu’yu; Hristiyanlık ise Batı’yı temsil etmiştir. Benzer durumlar, siyasi, ekonomi gibi diğer alanlarda da kendini göstermiştir.

Şekil 3: Oturan Heredot heykeli

Cemil Meriç Doğu ile Batı’yı birbirini tamamlayan iki parça olarak tasvir etmektedir. Doğu ve Batı bir potansiyel olarak eskiden beri vardı ama modern çağlarda yeniden üretildi ve geriye doğru temellendirilip örneklendirildi. 16. Yüzyıla kadar bir Hristiyan (Avrupa) âlemi vardı. Batının bugünkü anlam da inşası, 16. Yüzyıldan itibaren başlar. Yani Batı, dünyamızda kendini yeniden tanımlama ve konumlandırmasıyla oluşmuştur. Bu süreç yayılmacılık ve sömürgecilikle paraleldir. Yani Batıcılık bir güç vurgusuna dayanır (Aydın, 2011: 123). Doğulu ve Batılı ayrımı ile zihinde oluşturulan inşa süreci hayatın her alanını etkilemiştir. Burada sözü edilen şey, üstün olan örnek alınması gereken her şeyin var olduğu bir yapıdan bahsedilmiş olmasıdır.

Doğu ve İslam, Batı ve Hristiyanlık bu iki birleşim birbiri ile bağdaştırılmıştır. Hatta biri söylendiğinde diğerini çağrıştıran iki kelime haline gelmiştir. Çağrışım, bilinçteki öğelerin ya da bileşenlerin, irade aracılığı olmadan ya da iradenin karşı koyuşuna rağmen, birbirlerine bağlanmaları ya da birbirleriyle birleştirilmeleriyle ilgili psikolojik fenomene verilen addır. Düşüncelerin otomatik bir biçimde, adeta kendiliğinden ve hatta imge ve duyguların birbirlerini hatırlatacak şekilde birbirlerine bağlı olma olgusudur. Bir başka deyişle bu, bir şuur halinin bitişiklik, benzerlik, karşıtlık ilgileriyle, kendiliğinden bir ya da birçok halini uyandırması durumudur (Akarsu, 1996: 114). Şu halde üç tür çağrışım ilişkisi vardır: Benzerlik, karşıtlık, zaman ve mekan içinde bitişiklik. Örneğin, bitişiklik sözkonusu olduğunda kış düşüncesi kar fikrini uyandırır; benzerlik sözkonusu olduğunda ise, bir şeyin

51

resmi ya da fotoğrafı, aslını akla getirir. Buna karşın karşıtlık söz konusu olduğunda da, ak, karayı çağrıştırır (Cevizci, 2017: 114-115). Doğuş yeri olarak benzerlik sözkonusu olduğunda İslam ve Hıristiyanlığın hatta birçok dinin de ortaya çıktığı yerler doğu topraklarıdır. Semavi dinler, Doğu topraklarında filizlenmiş dünyaya yayılmıştır. Batı toplumları kendilerini Hristiyanlık ile tanımlamışlardır. Hristiyanlık Semavi üç büyük dinden biridir ve Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul eder. Hıristiyanlık doğuş yeri olan Kudüs’ten Batı’ya taşındığında artık Hz. İsa insanilikten ilahiliğe terfi ettirilecektir. Hristiyan kelimesi Yunanca Hristos, Arapça Mesih’dir. Kutsayıcı ve kurtarıcı anlamı taşımaktadır. Hristiyanlık doğrudan İsa’ya nisbetle İsevilik olarak adlandırılır. Bir başka adlandırılışı Nasraniliktir. Bu adlandırma, Hz. İsa’nın doğduğu yerin Kudüs olması hasebiyle Nasıra kasabasından gelmektedir. Ama günümüzde Hristiyanlık olarak kutlanılmaktadır (Aydın, 2011: 186). İncil ve Tevrat onlar için kutsal kitap olarak kabul edilir. Hıristiyanlık tarih içinde üç ana mezhebe ayrılmıştır. Bunlar Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır. Dünya da yaklaşık 2,5 milyar insan Hristiyanlığa inanmaktadır.

Her ne kadar Hristiyanlık Hz. İsa ve İncil’e dayanıyorsa da orijinal haliyle bu metinler korunamamıştır. Günümüzde Havariler ve ilk Hristiyanların aktarımlarıyla oluşturulmuş bir İncil bulunmaktadır. Aktarıcıların değişiklik yapması Havarilerinin saklayamaması nedeniyle bugünkü halini almıştır.

12. yüzyılda sosyo-politik yönden kendi içine kapanmış kalmış bulunan Avrupa, dışarıya ancak Hristiyanlık üzerinden bir açılım yapma ihtiyacı duymuştur. 12. ve 13. yüzyıllar boyunca doğuya Haçlı Seferleri olarak bilinen akınlar düzenlendi. Görünüşte amaç, Hristiyanlığın çıkış yeri olan Kudüs’ü Müslümanların işgalinden kurtarmaktı. Bu akımlarda Haçlı orduları Kudüs’e ulaşabilmişlerse de çok fazla zayiat verdiklerinden sonra Anadolu’da tutunamamışlar, hayatta kalabilenler Avrupa’ya geri dönmek zorunda kalmışlardır (Aydın, 2011: 188).

Hristiyanlık modern kültürün başlangıç aşamalarından birisi sayılan 16. Yüzyıl Rönesans dönemine kadar 1600 yıllık Avrupa kültürüne damgasını vurmuştur. Bu dönemin düşünce sistemi bile Hristiyan felsefesi olarak adlandırılmıştır. Avrupa’da 11. ve 16. Yüzyıllarda kurulup faaliyet gösteren pek çok üniversite kiliseden farklı bir dünya görüşüne ve bilim anlayışına sahip değildir. Esasen 8-15. Yüzyıllar arasında kilise, yalnızca bir mabet teşkilatı değil, aynı zamanda bu ortaçağlarda Avrupa’nın ortak bir din devleti idi (Aydın,

52

2011: 188). Din, yönetimi her yönüyle şekillendirmiştir. Öyle ki, Kilise kurallarının dışına çıkılamayan bir yapı hâkim olmuştur.

16. yüzyılda gelindiğinde Avrupa’daki ekonomik, fikri, siyasi gelişmelere uygun olarak din yeniden yorumlanmış ve ortaya üçüncü bir mezhep olarak Protestanlık çıkmıştır. Weber’in tezinde ileri sürüldüğü gibi Protestanlık denen Hristiyanlık yorumu kapitalizmi doğurmamış, tam tersi kapitalist gelişme ortamı, kendine uygun bir Hristiyanlık tarzını yani Protestanlığı ortaya çıkarmıştır (Weber, 1985: 27-28). Protestanlık sınırlı bir mezhep olarak kalmamış, günümüze kadar bir düzineyi aşkın alt mezhep oluşturmuştur (Aydın, 2011: 188). Kilisenin hâkim olduğu kuralların dışına çıkarak Protestanlık ekonomik yapıyı şekillendirmiştir. Avrupada Protestanlık sermaye birikimi olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanlar gündelik hayatta boş vakti olması yerine bunu çalışarak değerlendirmesi gerekmektedir. Bu da daha sonrasında bir çalışma disiplini olarak dinin şekillendirmesi olarak sonuçlanmıştır. Weber’e göre Avrupa insanını dünyanın efendisi yapan şey kapitalizm’dir. Bunun sebebi Avrupa akılcıdır ve kalvinizmin vatanıdır (Meriç, 2016: 20). Calvin ikinci neslin reformcusudur. O Cenevre’de, burjuva ahlâkını ve kapitalizmin ilkelerini ideoloji haline getirdiği bir cumhuriyet kurmakla kalmamış, son derece katı bir uygulama ile “sapkın”ları ölümle cezalandırmıştır. Martin Luther kiliseyi devletin eline vermişti. Calvin ise, ondan farklı bir tutumla devleti kilisenin yönetmesi gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle kurduğu devlet, bir teokratik cumhuriyettir. Faiz yasağını kaldırarak bugünkü İsviçre bankacılığının gelişmesine de büyük katkısı olan Calvin’in öğretisi kapitalizm ideolojisinin öncüsü sayılmaktadır (See, 1972: 37-38).

İslam medeniyeti Arap yarım adasında ortaya çıkmıştır. İslam medeniyetinin ortaya çıkışına baktığımızda büyük bir kültür ve medeniyete sahip değildir. Bu dönemde iki büyük güç olan Bizans(Roma) ve Sasani(Fars) medeniyetleri bulunmaktadır. Fakat Arap yarım adası bu iki medeniyetin de uzağında kalmaktadır. Bir bakıma bakir bir alandır. Daha öncesinde yerleşmiş kültürel bir yapıya sahip değildir. İslam dininin oluşumunun doğallığı da bunun bir işaretidir.

İslam dininin temelinde tek tanrı inancı yani tevhit vardır. Bunun yanında peygamberlik anlamına gelen nübüvvet inancına da dayanır. Allah’ın gönderdiği her şeyi anlama ve açıklama konusunda ve bunun yanında uygulamayı da anlatan peygamberleri vardır. İslam dininin hukuk sistemi de kültürel yapılara dayanmayan şeriat hükümler geçerlidir. İslam dini kendine has belirleyicileri hayatın tümünü kapsayacak emir ve yasaklar

53

içermektedir. Tüm bunlar özgün şekildedir. İslam medeniyetinin Arap yarım adasında ortaya çıkmasının gereklerin de biri de kültürel yapıların hâkim olmadığı, sabitlenmiş geleneklerin olmayışı delil olarak verilmektedir. Arap yarım adası o dönemde ticaretle uğraşmaktaydı.

İslam medeniyeti oluşması ve yayılmasıyla birlikte diğer toplumların ilgi kaynağı olmuştur. Hatta Avrupa kaynakları da İslami yapıya bağlı olarak yenilikleri takip ederek uygulamaktadır. 17. Yüzyılda eserlerinde dahi bunu görmek mümkündür. Bu düşünceyi daha sonra çok daha ileri götürerek aslında önemli İslam düşünürlerinin de Hristiyan olduğunu söyleyeceklerdir. Aslında burada olan şey toplumların birbirleri ile iletişim halinde olduklarının birebir göstergesidir. Homojen bir yapıya sahip olan bu toplumlar birbirleri ile sürekli alış veriş içinde olmuşturlar. Farklı olan, insanlık tarihi boyunca merak edilmiş ve öğrenilmeye çalışılmıştır. Toplumlar için bu arayış her zaman devam etmiştir. Bu sadece Avrupa toplumuna özgü olan bir durum değildir. Bilim, siyaset, felsefe, sanatın yanında toplumlar dini konularda da birbirinden etkilenmişlerdir. Burada her alanda yapılan karşılıklı alış-verişler etkileyici olmuştur. Asıl burada yanlış anlaşılan nokta, bir kültürü diğerine göre yüksek ya da düşük olarak nitelendirmektir. İslam medeniyeti 17. Yüzyıla kadar Avrupalılarca yakından takip edilmiştir. Bu dönemden sonra Avrupa merkezci yaklaşım ile Avrupa gibi olmak her yönüyle Batılı olmaya çalışan bir düşünce hâkim kılınmıştır. Olması gereken bunun sentezleyerek almaktır. Ne tamamen kabul etmek ne de tamamen reddetmektir. İşte İslam ve Avrupa, bu değişken göz önüne alınarak incelenmelidir.

İslam’ın tarih sahnesine çıktığı 7. Yüzyılda Hristiyanlık, Avrupa’nın ortalarında Arap Yarımadasına kadar yayılmış bir dindi (Kalın, 2017: 59). Bu kadar yakın olmalarına rağmen İslam’ı tanımaları uzun zaman almıştır. Hristiyan dünyası, İslam’ı en baştan itibaren dini- teolojik bir meydan okuma ve rakip olarak algıladı (Kalın, 2017: 59). Fakat 16. yüzyıla kadar İslam medeniyeti Avrupa’yı etkisi altına alacak bilim, sanat ve düşünce sistemini inşa etti.

İslam dini yeni bir din olarak gelmemiş ve kendini böyle anlatmamıştır. Tevhit inancı İslam’ın temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden tüm dinlerin asıl kaynağı İslam’dır. Bu açıdan İslam dini Hristiyanlık için teolojik bir meydan okuma olarak algılanmıştır. Aslında Kur’an okunduğunda Hz. İsa ve Hz. Meryem’i geniş bir şekilde anlatmıştır. Belki de bu yüzden İslam ilk dönemlerde kendini Hristiyanlığa yakın hissetmiştir.

İslam hızla ilerledikçe Hristiyanlık için siyasi açıdan bir tehdit olarak algılanmaya başlayacaktır. İslam dini kısa sürede sınırlarını genişletmiş Avrupa’ya dayanmış hatta ilerleyen süreçte Avrupa içlerine kadar yayılacaktır. İslam ve Hristiyanlığın yayılma hızlarına

54

bakacak olursak Avrupa’nın bir Hristiyan kıtası olması yaklaşık bin yıl sürmüştür. Kuzey

Belgede Avrupa fikrinin inşası (sayfa 52-63)

Benzer Belgeler