• Sonuç bulunamadı

C. Entelektüel Kişiliği ve Metodolojisi

1.5. BURHÂNÎ EPİSTEMOLOJİ

1.5.2. Beyân ve İrfân Arasında Burhân

Câbirî beyân ve burhânın hizmetinde burhân ifadesiyle Aristoteles mantığının bir araç/alet olarak beyân ve irfân episemolojik dairesi içine nasıl ve hangi yollarla girdiğini ve bunun ne gibi sonuçları olduğu üzerinde durur. Ona göre epistemolojik paradigmalar arasında çatışmalar belli filozoflar üzerinden gerçekleşmiştir. Özellikle üzerinde durduğu iki önemli İslam düşünürü vardır: Gazzâlî ve İbn Sinâ.

Burhân, Arap-İslam kültüründe Gazzâlî ile birlikte şâhid ile istidlâl olarak bilinen bir zihnî ve şeklî mekanizma haline geldiğini ve bu durumda burhânın Aristoteles’in hedeflediği “analiz” ve “ispat” görevini yapamaz hale gediğini belirtir.

İbn Sinâ ile ilgili olarak da bir dünya görüşü olarak burhânın İbn Sinâ’nın marifetiyle kelamcıların problematiğine dâhil edildiğini, âtıl aklın, yani hermetik irfânın ürünlerini benimser hale geldiğini belirtir. Sonuç olarak, hem İbn Sinâ hem de Gazzâlî’nin çabaları ve felsefî tercihleri sonucu Aristotelesçi burhânî bakış açısının aklî ve ilmî karekterini kaybetmiştir.

Burhânın aklî ve ilmî özelliğini kaybetmesinin altında yatan en önemli neden, onun gerek irfânî gerekse de beyânî epistemoloji içinde düşüncelerini inşâ edenler tarafından bir alet/araç haline gelmesidir. Bu bağlamda burhânı alet/araç olarak görenler tarafından mantık artık onu kullanan kişilerin inançları ve düşüncelerini ispat etmek amacıyla kullanıldığını ancak Aristoteles’in mantığı kesinlikle böyle bir amaç için kullanmadığını belirtir. Aristoteles kendi tabiat bilimini burhânî olarak kurmak için gerek mantıkta gerekse de metafizikte olsun ‘prensiplere’ müracaat etmek durumundaydı. Bu yüzden Aristoteles’e göre metot ve bakış açısı, mantık ve metafizik arasında sıkı bir ilişki vardı. Diğer bir deyişle, Aristoteles mantığının metafiziksel bir takım zorunlu sonuçları olup Aristoteles’i metafizik görüşlerini mantığından kopartarak

532 Câbirî, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 520.

veya mantığını metafiziğinden kopartarak tek başına ele almak kesinlikle mümkün değildir.

Açıkça anlaşılaşacağı üzere Câbirî’ye göre Arap aklı esasen burhâna ile beyân ve irfânın ilişkileri neticesinde teşekkül etmiş bir akıl olmaktadır. Yalnız burada önemli bir tespitte bulunan Ali Harb Câbirî’nin Arap Aklının Eleştirisinde bu akıl yapısını üçe ayırdığını, bunların; “Araplara ait ma’kûl”, “Yunan’a ait ma’kûl” ve “Araplara ait olmayan gayri ma’kûl” olduğunu, Arap aklı içinde yer alan “gayri ma’kûl” (irrasyonel) kısmın esasen Arap aklına dışarıdan girmiş olduğunu, dolayısıyla Arap aklının irrasyonel alanı içermeyen saf akıl alanı olduğunu söylediğini tespit eder ve bu yaklaşım hem “Arap merkezci” hem “seçmeci” olduğunu ifade eder. Harb’e göre dînî söylem, doğası itibariyle aklî yönlere sahip olduğu gibi gayri aklî yönleri de ihtiva eder ve herhangi bir akıl yapısının gayri aklî yönlerden arınmış olduğunu söylemenin tutarlı bir zemini yoktur.533 Buna göre Arap-İslam kültürünün artık bir parçası haline gelmiş olan ve bu yönüyle dinî söylem olarak burhân gayri aklî yönlerden tamamen arınık değildir.

Bunun gibi irfân da tamamen gayri aklî bir unsur olarak görülemez. Ancak anlaşılan o ki Câbirî burhânı, irfâna karşı bir dıştalama aracı olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda Ali Harb, Câbirî'nin sözkonusu kurgusuna benzer eleştiriler yöneltirken, onun bu “akıl”

kurgusunu bir dıştalama aracı olarak kullanışını iki örnek üzerinden gösteriyor.

Bunlardan biri İbn Arabî diğeri İbn Sina'dır. Câbirî, birincisini Arap aklına sızmış irrasyonelliğin temsilcisi olarak almakta, diğerini ise Arab olmadığı için Arap aklının sınırları içerisinde mütalaâ etmeyerek dışlamaktadır. Aslında Câbirî'nin Arap aklı kurgusu çoğu yönüyle de İslâm aklının bir analizidir. Çünkü eserine hakim olan genel varsayıma göre Arap aklı ancak İslâm sonrasında kendi gerçek muhtevasına kavuşmuştur. Dolayısıyla Arap aklının tarihi aynı zamnda İslâm düşüncesinin tarihiyle aynı anlama gelmektedir. Bu durumda herhangi bir insanın Arap aklının tarihi içerisinde kendine yer bulmaması aynı zamanda İslâm düşünce tarihinin de dışında kalması anlamına gelmektedir. Diğer yandan, Muhyiddin İbn Arabî'ye atfedilen irrasyonalite üzerine, Harb, bunun ancak Aristocu veya bilimselci rasyonalist bir bakış açısından mümkün olabileceğini düşünür. Oysa daha geniş bir bakış açısından bakıldığında, sözgelimi Hegel ve Heidegger'in rasyonalitesinden bakıldığında, o, kapalı diyalektik

533 Ali Harb, En-Nass ve'l-Haqîqah I: Naqdu'n-Nass, El-Merkezu's-Saqafî el-Arabî, Beyrut 1993, s. 118-119; ayrıca bkz. Ali Harb, “Tarikatu’t-Taamuli ma’an-Nas el-Felsefi Inde Arkon ve’l-Cabiri”, Fikru’l-Arabi el-Muâsır, Sayı: 88-89, 1990.

daireyi ilk kıran ve akıl konusundaki ayrılık, fark veya differánce'ın önünü ilk açan kişidir. Aynı zamanda hayale ontolojik bir düzey ve bilişsel bir meleke olarak ilk kez itibarını iade eden kişi olduğu kadar, anlamın oluşması ve çıkarsanmasında işaretlerin veya îmâların rolünü ilk kez teslim etmiş kişidir:

“O, aynı zamanda, diğer sûfîler gibi, mantıksallık koşuluna mahkum felsefî söyleme, beden, rağbet ve aşka açılan yazılarıyla önemli bir aşılama yapmıştır. Bunu da metinlere kendine özgü yeni bakışı, anlamı çoğaltıp çeşitlendirmeyi mümkün kılan yöntemi sayesinde yapabilmiştir.

Gerçekten de ...Varlığın özünde ihtilaf ve değişim vardır ve bu değişim hakim oldukça benlik ona bağımlıdr; akıl vehimlerle içiçedir ve hakikatin bilgisi hiç bir zaman tahayyül ve metafordan ayrılamaz"534

Corci Tarâbâşî ise, Câbirî’nin çalışmalarında dikkatlerimizi çok önemli bir noktaya çeker. Ona göre Câbirî İslam düşüncesindeki epistemolojik yapıları coğrafî sınıflandırmaları gözönüne alarak yapmaktadır. Câbirî’nin epistemoloji tasniflerine dikkatlice baktığımızda dilsel bilgi sisteminin aslında Arapları, Gnostik bilgi sistemlerinin aslen Farisîleri, aklî bilgi sistemlerinin aslen Yunanlıları ifade ettiği görülecektir. Onun beyan, irfan ve burhan sınıflandırması açısından bakarsak; beyân Arapların bilgi sistemi, irfân Farisilerin bilgi sistemi, burhân da Yunanlıların bilgi sistemidir. Câbirî’ye göre coğrafî olarak dağılmış bu bilgi sistemleri yapısal olarak birbirinden tamamen farklıdır. Yine onun bu üçlü tasnifi, daha önceki ulemanın bazı tasniflerinde de görülebilir. Peki, Câbirî’nin farkı ne? Maalesef onun bakış açısı milliyetçi ve coğrafî bakış açısındaki ısrarıdır.535 Tarâbâşî’ye göre Câbirî’nin hem akıl üzerindeki analizleri, hem aklın yapısal unsurları hakkındaki Fransız düşüncesinden ödünç aldığı kavramsallaştırmalar tamamen yanlış anlamalar ve çarpıtmalar üzerine kuruludur.536 Mesela oluşturucu ve oluşturulmuş akıl tanımlamalarını Lalande’nin çalışmalarından ilham almış olmasına rağmen Câbirî ne Lalande’yi okumuş ne de Lalande’nin kendine özel bağlamını göz önünde bulundurmuştur.537 Özellikle

534 Ali Harb, Harb, Ali, En-Nass ve'l-Haqîqah I:, s.121.

535 Corci Tarâbâşî, Nakdun Nakdu’l-Akli’l Arabî -Aklu’l-mustakîl fi’l-İslam-, Dâru’l-Sâkî, Beyrut 2004, s.

12.

536 Michel Mounir Kabalan, Criticism Of Essentialısm in Contemporary Arab Thought, (Department Of Philosophy of The Faculty of Arts and Sciences At The American University of Beirut, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Beyrut 2006, s. 26-27.

537 Aslında Câbirî’nin eserlerindeki bilimsel tutumu, çağdaşı pek çok kişi tarafından çok ciddi bir biçimde sorgulanmış ve eleştirilmiştir. Bunlardan birisi olan Halid Kebîr Allâl Câbirî ve Arkoun karşılaştırdığı doktora tezinde Câbirî’nin eserlerindeki tarihsel yanlışlıklara ve yanlış bilimsel atıflarına yüzlerce sayfada çok fazla sayıda örnekler getirerek eleştiriler yöneltir. Bkz. Allâl, Ahtau’l-Tarihiyye ve’l-menheciyye fi

Lalande’nin La raison et les normes adlı çalışmasına karşı tamamen ilgisizdir. Levi-Strauss’un teorilerini iç tutarlılıklardan yoksun bir şekilde adate kopyala yapıştır sistemine göre ele almıştır. Tüm bunların bir sonucu olarak da o, aklı kültürlere, milletlere ve coğrafyalara göre ayırmış, aklın evrenselliğini görememiştir. Evrensel akıl ona göre Yunanlıların şahıslarında sadece Aristoteles özel bir yeti ve durumdur. Aklı tarihselleştirerek ve göreceleştirerek sınırlayıp oluşturucu aklıdan uzaklaşmıştır.538 Bunun bir sonucu olarak O, bazı akılların diğer akıllardan daha iyi çalıştığını, bazı kültürlerin rasyonel bazı kültürlerin de irrasyonel anlamında ilkel oldukları gibi oryantalist ve emperyalist bir tavır içine girmiştir.539 Tarâbâşî, Câbirî’nin aşağıdaki ifadelerinin bu durumun açık bir göstergesi olduğunu ifade eder:

“Evet, Mısır, Hindistan, Çin, Babil ve diğer ülkelerde de büyük medeniyetler yaşanmıştı. Bu medeniyetlerin evlatları da bilimden yararlanmışlar, onu üretip uygulamışlardır. Ama mevcut bilgilerimize göre eski medeniyetlerin beşiği olan bu ülkelerin genel kültür yapıları, bilimin değil de temel de büyücülük ve benzerlerinin aktif rol oynadığı yapılardan ibaretti. Bilimsel düşünceyi bilinçli bir şekilde uygulayan ve bunun sonucunda da bilim ve felsefe üreten; aklın tam egemen olduğu demesek de, felsefî ve bilimsel bilgi yani rasyonel bir bilgi sistemi üretmeyen medeniyetlerdeki, sihir kadar irrasyonel düşünce türleri kadar etkin olduğu medeniyetler bu üç medeniyetten ibarettir… Ancak Arap, Yunan ve Modern Avrupa medeniyeti, sadece bu üçü sırf bilim değil aynı zamanda bilimle ilgil teoriler de üretmişlerdir. Yine sadece bu üçü – bilgilerimize göre- düşüncede aklı kullanmakla kalmamışlar daha ileri giderek bizatihi akıl üzerine düşünmüşlerdir”540

Tarâbâşî, devamla kültürleri ve düşünme tarzlarını ne ölçüde ilkel ve rasyonel ayrılaşacağı konusunun tamamen göreceli ve keyfi bir durum olarak görür. Özellikle Câbirî’nin Batılı ve Arap olmayanları doğal olarak ilkel ve kendi içlerinde rasyonaliteden uzak diye nitelendirmesi bu açıdan çok sorunludur. Bu durum aslında aydınlanmanın rasyonelite projesinin düştüğü hataya Câbirî’nin de düştüğünü göstermektedir. Câbirî’nin bu tespitlerin de hem kültürlere özcü (essentialist) ve atomcu bir tarzda baktığını, bu anlamda arkaik bir yaklaşım içinde olduğunu, Batılı ve Arap müellifat Muhammed Arkoun ve Muhammed Abid Câbirî, İslam Devletleri Tarihi Bölümü, (Basılmamış Doktora tezi), Cezair 2008, yine bkz. Hurâfât Havle’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’n-Nebiyy Muhammed (sav) – Dahz Ebâtîl Âbid el-Câbirî ve Hurâfât Hişâm Cuayd Havle’l-Kur’ân ve Nebiyyi’l-İslam, Dâru’l-Muhtesib, Cezayir, 2008.

538 Tarâbâşî, Nakdun Nakdu’l-Aqli’l Arabî -Nazariyyatu’l-Akl-, Dâru’l-Sâkî, Beyrut, 1996, s. 25.

539 Tarâbâşî, Nakdun Nakdu’l-Aqli’l Arabî -Nazariyyatu’l-Akl-, s. 35.

540 Câbirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu, s.21. Benzer bir tespiti Ali Sami En-Neşşar’da Yunanlılar özelinde Ari milletinin karakteristik özelliğine bağlayarak yapar. Bkz. İslam’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu-I, s.23.

olmayanların doğal olarak ilkel ve kendi içlerinde rasyonalitenden uzak oldukları gibi ayrımcı ve tarafgir hal içinde olduğunu iddia eden Tarâbâşî’ye göre bu durumu kabul etmek mümkün değildir.541 Özellikle Arap zihnini Arap olmaklık bakımından ele alan Câbirî’nin tutumu özcü yaklaşımın ta kendisidir.

Tarâbâşî, ayrıca Câbirî’nin kültürleri ve epistemeoloji kendi gelişim ve değişim süreçlerini ve evrilen yapılarını göz önüne almadığını, onları tamamen homojen yekpare yapılar olarak ele aldığını iddia eder. Bu durum da onun epistemolojik bir eleştiri yapmaktan ziyade ideolojik bir savaş güttüğünü göstermektedir.542 Tarâbâşî’ye buradaki esas problem ise, Batı düşüncesinde özellikle E. Durkheim ile M. Weber’in ilkel ile modernler arasında yaptığı ayrımın Câbirî tarafından aynen kabul edilmesidir.543

Tarâbâşî, özetle Câbirî’ye dört temel noktadan eleştirir: i. Câbirî, İbn Rüşd ile yirminci asır arasındaki bilimsel ve felsefî bütün gelişmeleri göz ardı etmiştir.544 ii.

Câbirî atıfta bulunduğu yunan filozoflarını yanlış anlamıştır ve onları dayanarak öne sürdüğü bütün fikirler de doğal olarak yanlıştır.545 iii. Câbirînin Lalende ve Renan’dan yapmış olduğu alıntıların problemlerini göz önüne alırsak onun kendisinden beslendiği kaynaklar tamamen sorunludur. Özellikle alıntıda bulunduğu kaynakları şüphelidir.546 iiii. Câbirî’nin rasyonalite tasavvuru tamamen Batı merkezlidir ve Doğu aklına, Şii felsefeye, irfanî geleneğe bağnazca bir tutum içindedir.547

Aslında düşünce tarihinde bu tür bir milliyetçi bakış açısı daima görülmüştür.

Mesela Yunanlılar, Perslilerden barbarlar diye söz ederken, Persliler de onlara benzer ifadelerle karşılık vermişti. Yahudiler kendileriden olmayan herkesi ‘günahkâr’

addederken, sonradan kendileri de onların Yahudi kimliklerini tanımayan Hristiyanlar tarafından ‘kâfir’ addedildiler. Çinli filozofların, başta bugün dünyanın en özel ve en karmaşık toplumlarından birini meydana getiren Japonlar olmak üzere kendilerini

541 Tarâbâşî, Nakdun Nakdu’l-Aqli’l Arabî -Nazariyyatu’l-Akl-, s. 35, 121. Sosyal bilimlerde özcü bakış açısının eleştirisi için bkz. Stephan Fuchs, Against Essentialism: A Theory of Culture and Society, Harvard University Press Cambridge, Massachusetts, and London, England 2001; Halil Nalçaoğlu, Kültürel Farkın Yapısökümü, Phoenix Yayınları, Ankara 2004.

542 Tarâbâşî, Nazariyyatu’l-Akl-, s.24.

543 Katharine, Louise Wright, The Incoherence of the Intellectuals: Ibn Rushd, al-Ghazali, al-Jabir and Tarabichi in Eight Centuries of Dialogue Without Dialogue, Faculty of the Graduate School of The University of Texas at Austinin Partial Fulfillment, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Texas, 2012.

544 Tarâbâşî, Nazariyyatu’l-Akl-, s. 116-118.

545 Tarâbâşî, Nazariyyatu’l-Akl-, s. 13-15.

546 Tarâbâşî, Nazariyyatu’l-Akl-, s.25-28.

547 Tarâbâşî, Nazariyyatu’l-Akl-, s. 8-9.

çevreleyen hemen bütün toplumları barbarlar diye niteledikleri iyi bilinir. Asırlar boyunca Romalılar kuzeyden gelenlere, Avrupalılar Türklere barbarlar diye hor bakmamışlar mıdır? 548

Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi adlı kitabında Brian Fay, toplumsal yaşamın temel birimlerinin kapalı-devre özde bağımsız ve ayrı varlıklar olduğu tezine hücrecilik (atomism) adını verir. Buna göre her birimiz – bunu her toplum, kültür, medeniyet, dünya görüşü diye de anlayabiliriz- sadece kendimize açık olan eşsiz bilinç durumlarını yaşıyoruz. Bundan dolayı bir mahremiyet duvarı bizi birbirimizden ayırıyor. Dahası, her birimiz, kendi içinde inançları ve arzuları temelinde eylemlerini yönlendirme gücünü barındıran eşsiz kişilikleriz. Zira her insan öteki benliklerden ayrı bir benliktir.549 Hücreciliğin bu yaklaşımı sonucunda ortaya şöyle bir soru çıkıyor; “Kendimiz olmak için başkalarına muhtaç mıyız?” Eğer özcü bir noktadan baktığımızda bütün kültür arasında kalın duvarlar vardır ve herkes kendi hücresinde huzur içinde yaşayabilir.

Ancak bu tespit ancak tarihsel verilere ve amprik sonuçlara dayanmayan bir kurgunun önceden kabulüyle gerçekleşecek bir şeydir. Câbirî’nin de yapmaya çalıştığı aslında böyle bir kurgunun tasdikini gerçekleşetirecek stratejiler üretmeye çalışmaktır. Yasin Aktay‘a göre de, Câbirî aslında tarihsel verilere ve amprik sonuçlara dayanmayan ve tamamen önceden belirlenmiş bir kurguyu hakikat diye bizlere dayatmaya çalışmaktadır.

“İmdi, bütün çalışmasına sözkonusu sorunun yön verdiği Câbirî çalışmaları boyunca bu sorunun bize önceden hazır ettiği bir kurgunun tasdikini sağlamaktan başka ne yapabilecektir? Tabiî ki, sözkonusu sorunun altında yatan Avrupa-merkezci tarih kurgusunun kendini meşrulaştırdığı tüm gerekçelere, tüm anlatılara sahip çıkarak ve bu anlatıları yeniden üreterek ilginç bir oryantalizm yapacaktır. Bu durumda terkip cidden ilginç oluyor: Arap milliyetçisi bir oryantalizm. Câbirî'nin eserine hakim olan rasyonalizmin, bilimselciliğin, hümanizmin ve aslında sözmerkezciliğin tasdiki niteliğindeki yoğun vurgular, Batı’nin gelişmişlik anlatısının veya kurgusunun bir yeniden üretiminin gereklerinden başka bir şey değildir aslında. Arap Aklının yapısını ortaya çıkarmaya çalışan Câbirî, bu yolla Batılı bir akıl yapısının tecessümünü sağladığının ne kadar farkındadır bilinmez, ama, onun Arap aklının yapısına isnad ettiği üç unsurdan beyânî aklı tercih etmesinin temelinde, salt yukarıdaki soruyu sormuş olmasından dolayı bile iddia edilebilir ki, böylesi bir insiyak gizlidir.”550

548 Ahmet Cevizci, Thales’den Baudrillard’a Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul 2010, s. 26.

549 Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, (Çev. İ. Türkmen), Ayrıntı Yay. İstanbul 2001, s. 50.

550 Aktay, “Aklın Sosyolojik Soykütüğü: Soy Akıldan Tarihsel ve Toplumsal Akla Doğru”, s. 129.

Aktay Câbirî’nin rasyonel ve irrasyonel arasında yaptığı ayrımı ve bu ayrımdan tek belirleyicinin ve dolayısıyla tek suçlunun irfânî gelenek olmasını da sorunlu bulur.

Ona göre özellikle vahya dayalı dinlerden saf bir rasyonalite söylemi ve bu söylem adına İslam düşünce geleneğinde irrasyonel tüm unsurların dışlanmaya çalışılması tam bir çelişkiyi ifade etmektedir. Asıl önemlisi de ona göre Câbirî’nin karşımıza çıkardığı epistemolojik paradigmalar arasında mutlak bir tercihin de mümkün olamamasıdır:

Çünkü Câbîrî Arap aklının rasyonel boyutunu irrasyonel olanından ayırırken, tedvin döneminde ortaya konulan ve katı metodolojik kurallara bağlanan beyânî aklın, aslında içerdiği vahy unsuruna rağmen, niçin rasyonel sayıldığı, buna mukâbil diğerinin niçin irrasyonel sayıldığı konusunda açık bir çelişkiye düşmektedir. Zira normalde, irfânî olduğu için irrasyonel sayılan aklın veya düşüncelerin epistemolojik konumu vahy temelli olanlarınkinden pek farklı değildir. İkisi de görünmeyenle veya metafizikle kurdukları ilişkiler bakımından, ancak kendilerine inananlar, kendilerini ciddiye alanlar açısından bir farka sahiptirler. Dolayısıyla vahyle temellenmiş bir bilgi ile, ilham veya rüya ile temellenmiş bir bilgi arasında epistemolojik açıdan nasıl bir kategorik ayırım çizgisinin konulabileceği pek açık değildir; ve sonuçta başvurduğu ayırım, Câbirî'nin Arap Aklı'nın yapısını ortaya koyabilmek, aslında inşâ edebilmek için, başvurduğu bir

“insiyatif” veya tercihten başka bir şeyi yansıtmıyor. Kuşkusuz burada vahyden kıyasla veya reyle hüküm çıkarsamanın yolunu rasyonel bir prosedüre bağlamış olan beyânî akla esas muhtevasını veren şey, bunun kendi içindeki tutarlılığı, kendi rasyonalitesidir.

Rasyonaliteninse ancak bir paradigma veya bir kapalı mantıksal örgünün içinde ölçülüp biçilebilen bir şey olduğu da bilinmesine rağmen gerek tasavvufun, gerekse Câbirî'nin genel olarak irfânî aklın kapsamına aldığı bilgi türlerinin de üretildiği bir paradigma veya ideolojinin mantıksal iç tutarlılığınca “doğru”, “tutarlı” veya “rasyonel” kabul edilme ihtimali nasıl gözardı edilebilir? Aslında her üç akıl yapısı arasında hüküm verebilecek bir üstaklın mevcut olmadığının, en azından Kuhn'un paradigmalar arasındaki ortakölçülemezlik ilkesine işaret ettiğinden beri bilincinde olan bir entellektüel vasatta Câbirî'nin bu kurgusu çok tartışmalı bir hale gelmektedir.551

551 Aktay, “Aklın Sosyolojik Soykütüğü: Soy Akıldan Tarihsel ve Toplumsal Akla Doğru”, s. 132.

İKİNCİ BÖLÜM

CÂBİRÎ’YE GÖRE ARAP-İSLAM AKLININ KRİZİ ve YENİDEN YAPILANMANIN İMKÂNI

Bu bölümünde Câbirî’ye göre Arap-İslam aklının krize girdiği alanları tespit edip bunların bir çözümlemesini yapmaya çalışacağız. Câbirî Arap-İslam düşüncesinde burhânî akıl ve bu aklın ortaya koyduğu epistemolojik yapı ile beyânî dinî yapı ve irfânî, tasavvufî epistemolojiler arasında çatışma ve krizler tespit eder. Bunların hem metodolojik ve teorik düzeyde var olduğunu belirten hem de bu epistemolojilerin önemli bazı aktörleri üzerinde duran Câbirî, tam da bu tespitlerin üzerinden yeniden yapılanmanın imkânını aramaya koyulur. Ona göre epistemolojik yapılar arası çatışma alanları nahivciler ile mantıkçılar arasındaki tartışmalarda, İbn Sinâ’nın epistemolojik yapılar arasındaki geçişkenliğinde, Gazzâlî’nin sistemler arası iç içe geçmişlik durumlarında, İbn Rüşd’ün beyân ve burhân arasındaki gerilimlerinde, siyasal olarak ideolojiyi epistemolojiye tahakkümünde, evrensel akıl ile âtıl arasındaki mücadelelerde, coğrafî olarak Meşrikî felsefe kültürü ile Mağribî felsefe kültürleri arasında net bir biçimde görülebilir. Şimdi bu kriz ve çatışma alanlarını analiz edelim.

2.1.EPİSTEMOLOJİK PARADİGMALARIN ÇATIŞMASININ

MANTIKSAL VE GRAMATİK TEMELLERİ

İslam düşünce geleneğinde mantıkçılar ve nahivciler arasındaki tartışmaları hem gramer hem de mantık tarihi açısından önemli bir muhtevaya sahiptir.552 Tartışmada

552 Konuyla ilgili geniş bilgi ve literatür için bkz. Ebu Hayyan el-Tevhîdî, Kitabu'l-İmtâ ve'l-Müânese, C.

552 Konuyla ilgili geniş bilgi ve literatür için bkz. Ebu Hayyan el-Tevhîdî, Kitabu'l-İmtâ ve'l-Müânese, C.