• Sonuç bulunamadı

C. Çıkardığı Dergi ve Gazeteler

I. BALKAN SAVAŞLARI DÖNEMİ

Fransız İhtilali’nin meydana getirdiği Milliyetçilik fikri, 19. yüzyılda yıkılma sürecine giren Osmanlı Devleti’ni nerdeyse kalbinden vuracak bir etki yapmıştır. Bu fikrin ilk ve en şiddetli etkisi, imparatorluğun gayrimüslim unsurlarının yaşadıkları topraklarda kendisini göstermek olmuştur. Süreç içerisinde, imparatorluğun sınırları dâhilindeki Müslüman unsurlar da doğrudan bu fikrin etkisinde kalacak, asırlardır Osmanlı idaresinde yaşayan bölgeler birer birer Halifeliğin idaresinden kopmaya başlayacaktır. Özellikle gayrimüslim unsurların yoğunlukla imparatorluğun Avrupa toprakları üzerinde yaşamaları, hem milliyetçilik fikri ekseninde baş gösteren kopmaların kolay ve hızlı bir şekilde gelişmesine, hem de Avrupa devletlerinin bu unsurları tahriklerine sebep olmuştur178. Öyle ki bu süreç, Balkan topraklarının artık bir kaynayan kazan ismiyle anılmasına sebep olacaktır.

Rusya’nın özellikle 1870’li yıllardan itibaren, Pan-Germen blokuna karşı bir tedbir olarak ortaya koyduğu milli politikası olan Panslavizm179 doğrultusunda, Balkanları kendisine tampon bölge yaparak Akdeniz’e inmeye çalışması, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Ancak Avusturya- Macaristan’ın Adriyatik Denizi konusundaki eğilimi dolayısıyla Sırbistan ile çatışması daha şiddetli bir hal alacaktır. Bu çatışma, bazı araştırmalarda şiddeti bakımından neredeyse Birinci Dünya Savaşı’nın sebebi olarak görülmüştür180.

Osmanlı bürokrasisi ve ordusu, bu süreç içerisinde kendi içinde çatışmalar yaşıyor ve dolayısıyla da bu kaynayan kazanın bir gün kafasından aşağı döküleceğini nerdeyse hesap dahi edemiyordu. Cevat Rifat Atilhan’ın, eserlerinde konuyla ilgili olarak özellikle üzerinde durduğu durum budur. Öyle ki daha sonra da görüleceği üzere, yaptığı tenkitlerin şiddeti yaşadığı ruh halinin çok açık ifadeleri olarak kabul edilebilir. Zira yaptığı tenkitlere paralellik teşkil eden benzer tespitler de yok değildir. İttihat ve Terakki Hükümetinin Dışişleri Bakanı olan Asım Bey, 15 Temmuz 1912 tarihinde Mebusan Meclisi’nde yaptığı konuşmasında,

“Balkanlar’dan vicdanım kadar eminim.” 181 diyebilecek kadar olayları tahlil ve tespit konusundaki acizliğini göstermekteydi.

Bürokrasi ve ordunun içinde bulunduğu gaflet, önemli stratejik hataları da beraberinde getirmiş, Balkan Savaşları’nda Osmanlı Devleti’nin düşmanlarına umulmadık bir galibiyet

178

Fahir Armaoğlu, 20 Yy. Siyasî Tarihi, C.1, Türkiye İşbankası Yay., Ankara 1994, s. 42. 179

Balkanlar’da Slav Birliği düşüncesinin hızla yayılmasında Atilhan, özellikle Farmasonların önemli rol oynadıklarını ve bölgede hızla bir çatışma ortamı oluşturduklarını belirtmektedir (Atilhan, Farmasonluk İnsanlığın Kanseri, s. 204.).

180

Armaoğlu, 20 Yy. Siyasî Tarihi, s. 54. 181

yaşatmıştır. Halaskârların kurdurmuş olduğu Büyük Kabine182 olarak bilinen Gazi Ahmet

Muhtar Paşa’nın sadrazamlığındaki hükümet, iktidara geldiğinin ilk günlerinde, 22 Temmuz 1912’de yaklaşık olarak 65. 000 eğitimli askerinin terhis edilmesine karar vermişti. Bu karar, İttihat ve Terakki tarafından alınmış, uygulaması ise bu hükümete kalmıştı. Bu talimli askerlerin terhisi, şartların getirdiği zorunluluk olarak açıklanmış olsa da genelde büyük bir hata ve orduya vurulmuş bir darbe olarak kabul edilmektedir183.

İstanbul’da siyasî çatışmalar devam ederken, Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde ayaklanmalar vardı. Söz konusu olan Osmanlı’nın Avrupa topraklarında, Katolik Arnavutlar, Avusturya- Macaristan’ın tahrik ve teşvikleriyle isyan halindeydi184. Yıllar sonra Cevat Rifat Atilhan, geleneksel bir görüş tarzı olan Osmanlı Adaletine işaret ederek, bir Yunan gazetesi olan Hristiyan Demokrat gazetesinin 1 Mayıs 1961 tarihli sayısının 2. sayfasından yer alan bir yazıyı referans göstermiştir: “Balkanlar, Balkanlılar ve Doğu Avrupalılar en hakiki

demokrasiyi Osmanlı Türklerinin hâkimiyeti altında yaşadıkları yıllarda görmüşlerdir. Bir veyahut da yarım asırdır Balkanlı ve Doğu Avrupalı hürriyet ve saadeti görmüş değildir. Neden? Çünkü Türk hâkimiyeti altında yaşamamaktadır da ondan…”185

Yine Arnavutluk İsyanı ile ilgili olarak, Cevat Rifat Atilhan tarafından İttihat ve Terakki Fırkasının şiddetle tenkit edildiği, hatta bunun isyancıların ağzıyla dile getirildiği görülür. Bu ikili bir konuşmadır ve bunun ispatının söz konusu olamayacağı da muhakkaktır. Atilhan, Edirne Muhasarası sonucunda esaretteyken başından geçen bir hadiseyi şu cümlelerle ifade edecektir: “Arnavutlar acaba niçin silaha sarılmış, isyan etmişlerdi? Bunu da

Metroviçe'de asilerin reislerinden İsa Bolatin'den öğrendim:

- Bre arkadaş, şimdiye kadar bizi kardeş gibi idare eden bir insanı, gavurların, çıfıtların hatırı için yok ettiniz. Ama onun gidişatını (politikasını) takip edemediniz. Bu oyunların bir arkası var ama sizde onu anlayacak kafa yok!”186

Burada dikkat edilmesi gereken husus, hiç şüphesiz İttihat ve Terakki liderlerine olduğu kadar Çıfıt sözüyle hedef alınan kitleye yapılan salvodur ve bu salvolar, Atilhan’ın tüm yazılarında adeta vazgeçilmez üslup halini almıştır 187.

182

Cevat Rifat Atilhan, Türk İşte Düşmanın, (Baskı yeri yok) 1959, s. 225. 183

Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 57. ; Cavit Baysun, “Muhtar Paşa”, İslam Ansiklopedisi, C.8, İstanbul 1959, s.528.

184

Rifat Uçarol, Siyasî Tarih (1789-1994), Filiz Kitabevi, İstanbul 1995, s.433. 185

Atilhan, “Tarihin Yeni Bir Perdesi Açılıyor”, Yeni İstiklal, 2 Kasım 1961, Nu: 46, s.2. 186

Atilhan, “Sultan 2. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğu'nda Komitacılar”, Yeni İstiklal, 2 Aralık 1964, Nu:173, s.2

187

Çıfıt, sözcüğüyle kastedilen Yahudilerin, bu sözcük aracılığıyla yaşadıkları yerlerdeki bazı hâkim otorite ve halk tarafından aşağılanmaları, ileriki yıllarda daha demokratik ve çağdaş fikirler nazarında, “çiğ bir antisemitizm” olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla Atilhan’daki bu üslup, karşıtları tarafından daima “çiğ bir antisemitizm” taşıdığı şeklinde eleştirilecektir. Ancak bunun yanında Türk düşünce tarihinde daha milliyetçi ve

Orduda disiplinsizlik ve siyasî çatışmaların kaynağında Farmasonları gören Atilhan, Farmasonların en büyük ihaneti Balkan Harbi’nde yaptıklarını vurgulamaktadır. Bu güçlerin orduyu firara teşvik ettiklerini ve hatta sigara paketlerinin altına propaganda yazıları yazarak hezimete sebep olduklarını belirtir188. Arnavutluk Harekâtı sırasında, bazı kıtaların İttihatçıların ve Farmasonların telkinleriyle silahlarını terk etmeleri üzerine Arnavutlar Üsküp'ü işgal ederler. Ordu-siyaset ilişkisinin daha çetrefilli bir hal aldığı bu dönemi tahlil eden Atilhan, “…Gayet nazik ve buhranlı günler yaşıyoruz. Devletimizin istikbâli ve

mevcudiyeti mevzu bahistir. Kendimizi iğrenç politika girdaplarına kaptırırsak vatanımıza ihanet etmiş oluruz. Şu veya bu partinin iktidarda bulunması bizi alâkadar etmez. Bizler partilerin aleti değil, vatanın emrindeyiz. Askerlik şerefimizi partizanların şerrinden koruyalım…”189 düşüncesini, yaşadığı endişelerle birlikte subaylara şu şekilde ifade etmiştir:

"Arkadaşlar, biz askeriz. Elimizde silah var. Bu silah yalnız vatanın müdafaası içindir. Siyasetten anlamayız. Aramızda ihtilaf çıkar da silahlar çarpışırsa vatan elden gider. Asker olan siyasetle uğraşmaz, uğraşanlar vatana hıyanet ederler…"190

Atilhan’ın hıyanetle suçladığı ordu mensuplarına doğrudan Farmasonluk yaftası yapıştırması, bir bakıma onun Masonluk karşıtı söyleminin de başlangıcını teşkil eder. Şöyle ki; Edirne muhasarası sırasında şehirde şık kıyafetleriyle dikkati çeken zabitlerin bu imtiyazı

muhafazakâr çizgisiyle ön planda olan Peyami Safa dahi bu aşağılayıcı ifadeleri eleştirdiği bir yazısında şunları vurgulamaktadır: “Pis Yahudi, korkak bezirgân, hain çıfıt, cimri Musevi... Bu terkipler, adeta yeşil salata,

kırmızıturp, kuduz köpek, uyuz kedi gibi meşhurdur. Bizde “Kanında çıfıtlık mı var?” suali “ne kadar hainsin” manasına geldiği gibi, “Yahudi misin be mübarek?” suali de para verirken elleri titreyenlerin cimriliklerine telmih sayılır. Dünyanın bütün Yahudi hikâyeleri, pislik, cimrilik, ürkeklik, muziplik ve hainlik gibi en sefil tabiatları ve ihtirasları bu kavme isnat eder... Ne buyurursunuz ki, bugünkü felsefenin ve riyaziyenin en büyük kafaları Yahudi'dir; bugünkü musikinin ve birçok güzel sanat şubelerinin en önde gidenleri Yahudi’dir… Her yerde itilen, sömürülen, ezilen, hırpalanan, tartaklanan Yahudi'nin suçu nedir? Korkak değil, herkesi korkutan, cimri değil, malı elinden alınan, hain değil her devirde hıyanete uğrayan bu kavim niçin umumi ve beşeri kinin hedefi olmaktan kurtulamamıştır? Çünkü Yahudi en beynelmilel insan tipidir… Dünya onlara soruyor: “Kimdensin?” ve “Hepinizdenim” cevabına tahammül etmiyor. Milliyet ve beşeriyet duygularının çarpışmasına kurban giden Musevi, hâlbuki en insani kavmin oğludur… Yahudi'nin suçu ne midir? Sadece insan olmaktan başka hiçbir şey değil!” (Peyami Safa, “Yahudi'nin Suçu Ne?”, Yedi Gün, 12 Nisan 1933, Yıl.1, S. 5, s.1).

Peyami Safa’nın bu ifadeleri Atilhan’da büyük tepkilere yol açacak, bir makalesinde şu sert açıklamaları yapacaktır: "Yedi Gün gazetesinin beşinci sayısında Peyami Safa Beyin kudretli kalemi ve tatlı üslubu

maatteessüf, Türklüğe kendisini asla sevdirmemiş ve Türk'ün müşkül günlerinde fena imtihandan geçmiş olan Yahudiliği müdafaa için kullanılmıştır… Fakat birçok ecnebi dostlarımızdan işittiğimize göre kendilerine "Siz Türk müsünüz?" diye sual soranlara: "Teessüf ederiz, biz Türk değil, Yahudi’yiz" diye mukabele eden bir cemaati müdafaa etmek, böyle yüksek bir kalem için büyük ve milli bir günahtır" (Cevat Rifat, "Bir Yahudi

Müdafii -ve İlk Defa Türkiye'de Vukua Gelmiş Bir Hal", İnkılap, Mayıs 1933, S. 2, s. 5, 6). 188

Atilhan, Kendi Vesikalarına Göre Masonluk Nedir?, Doğan Güneş Yay., İstanbul 1964, s. 31. Atilhan’ın bu konuda da bazı Farmason söylemlerini referans kabul ettiği ve olaylarla bu şekilde bağlantı kurduğu görülmektedir. Bir Farmason olan Gabr Saulacroix’in şu sözlerine yer verir: “İnsanlık namına asker ruhunu

mahvediniz, disiplin yerine de insan haysiyetini ikame ediniz. Masonluğun ideali orduda disiplini mahvetmek ve daimi ordu yerine milis ikame etmektir.”

189

Atilhan, Kendi Vesikalarına Göre Masonluk Nedir?, s. 33. 190

Atilhan, "Milletin Mukadderatını Şahıslara Bağlayanlar ve Partiyi Vatandan Üstün Tutanlar Bize Koca Bir Vatan Kaybettirdiler", Hüradam, 4 Eylül 1959, Nu: 398, s. 4.

nereden aldıklarını merak eder ve sorduğu soru üzerine Yüzbaşı Kastamonulu Veli Bey kendisine şu şekilde cevap verir: " Bunlar İttihat ve Terakki Cemiyetini sırtlarına dayamış

Farmason züppelerdir de ondan....” Atilhan, bu cevap üzerine kafasında oluşan düşünceleri

de kısaca şu şekilde ifade edecek ve hayatının diğer devresinde bu bakış açısı hiç değişmeyecektir: "İşte o zaman, canlı hadiselerle ve manalı manzaralarla kuvvetli bir

Farmason düşmanlığı tohumu kafamın ve şuurumun rahmine düştü ve orada büyüye büyüye bu güne geldi."191

Büyük devletlerin nazarında olduğu kadar Balkan Savaşları’nda merkezde yer alan Bulgaristan için de Osmanlı Payitahtı ayrı ve öncelikli bir önem taşıyordu. Ege Denizi ve İstanbul, asırlardan beri Bulgar şairlerinin hayallerinde yaşamış, hatta bu şairler Bulgarları ülkeler fethine teşvik eder mahiyette eserler neşretmişlerdi192. Ama Atilhan’a göre işin en üzücü tarafı, Bulgar Farmasonlarıyla Osmanlı Farmasonlarının aralarında cereyan eden ittifaktı. Demiryolu işçilerinin grevinde dahi uyduruk bir hadise çıkarma konusunda anlaşan bu güçler, Osmanlı Devleti’nin hezimetinde birinci derecede rol oynamışlardı193.

Parti ihtirası ama bunun yanında da kurtuluş çareleri arama endişesi, ordu personelinin kendilerini değişik güç dengeleri içerisinde bulmalarına sebep olacak, sanki “bitaraf olan

bertaraf olur” düşüncesi subaylar içinde vazgeçilmez düstur olacaktı. Bu konuda şahsî

menfaatlerini her şeyin üstünde tutanlar olduğu kadar, gerçekten samimi duygularla vatanın ve devletin kurtuluşu için buhrandan kurtulma alternatifi arayan devlet adamları ve subaylar da yok değildi. Atilhan’ın büyük vatanperver ve büyük kahraman olarak andığı Kazım Karabekir Paşa, Balkan Harbi’nden önce Harbiye Nezaretine verdiği bir raporda “Ordu

siyasete karıştı. Farmasonluk zabitleri mahvetti. Bizi felakete sürüklüyor.” diye feryat

etmiştir. Karabekir’in feryadına ortak olan Atilhan "Türk'ü cepheden yere vurmanın

imkânsızlığını görenler, kaleyi içinden fethetme ve hançeri arkadan namertçe saplama yolunu bulmuşlardı. Balkan Harbi’nde orduya giren Farmasonluk belası muhteşem Türk ordusunu tarumar etmiş ve bir avuç Bulgar önünde tarihte misli görülmemiş bir mağlubiyete uğratmıştı. Birinci Dünya Harbi'nde Galiçya dağlarında savaşan küçük bir Türk müfrezesinin Moskof sürülerini önüne kattığını gören Alman, Avusturya ve Bulgar kıtaları hayretten dona kalmışlardı. Yüksek rütbeli bir Bulgar zabitinin bu emsalsiz manzara önünde ağladığını ve nasıl oldu da bu arslan ordu bize mağlup oldu diye dövündüğünü arkadaşlarımdan işittim… Evet, bizim sırtımızı yere getiren şey sadece maruz kaldığımız hıyanetlerdir...” dedikten sonra

191

Atilhan, Farmasonlar, s. 195. 192

Atilhan, Türk İşte Düşmanın, s. 62. 193

sözlerini şu şekilde bağlayacaktır: “Nitekim öyle de oldu. Biz o zaman Metroviçe'de idik.

Farmason zabitlerin alçakça terk-i silah ve vazife ettiklerini nefretle gördük. Balkan Harbi’nin kaybedilmesindeki başlıca mesul Farmasonluk’tur."194

Osmanlı Devleti için Siyonizm kavramı, genelde Birinci Dünya Harbi ile anılsa da Atilhan, bunu daha da gerilere hatta Balkan Savaşları öncesine götürür ancak konuyu yine Balkanlar ile bağdaştırır. Sultan II. Abdülhamid’e karşı girişilen 1905’deki suikast denemesinin, aslında bir Siyonist işi olduğunu vurgulayarak, bundaki asıl amacın Osmanlı Devletini Ermenilerle uğraştırıp Rumeli’yi serbest bırakmak olarak algılanması gereği üzerinde durur195. Atilhan’ın fikirlerinde Farmasonluğun Siyonizm’le içselleştirilmesi, Farmasonların kurulması planlanan İsrail’e giden yolda, yıllar öncesinden mihenk taşı görevi yaptıklarını göz önüne getirmiştir. Atilhan’a göre sonuçsuz da olsa –orduyu tamamen ellerine geçiremediklerini belirtiyor- Balkan Harbi’nden kısa bir süre önce orduya Masonik sızmaların hız kazandığı açıktır. Buna göre “Edirne 2. Ordu ve Manastır 3. Ordu Farmason zabitlerin

elindeydi.”196

Her ne kadar Atilhan, casusluk ve casuslar hakkındaki söylemlerini Birinci Dünya Savaşı ve Filistin Cephesi üzerinde yoğunlaştırmış olsa da Balkan Savaşları için de Yahudi casuslarının ve ayrıca bölgedeki Yahudilerin faaliyetlerini de ön plana çıkarmaktan kaçınmamıştır. Edirne’de esarette iken İttihat ve Terakki’nin Yahudilerinin197 Edirne’deki bütün ağır bataryaların mevki ve vaziyetlerini düşmanlara sattıklarını öğrendiğini söylemektedir198. Yine Yahudi asıllı olduğu anlaşılan Nikolaos Zahariyadis’in, daha on bir yaşındayken Bulgar istihbaratına Türklerin harekâtına dair planları götürdüğü anlaşılmış, 1918 Mütarekesi’nde İstanbul’da önemli casusluk işlerinde kullanılmıştır. İleriki yıllarda da Türk sosyalistlerinden A.C ve T.F ile de yakın temas kurmuş, kendisine New York’tan ayrılan tahsisattan bolca para verilmiştir199. Özellikle Edirne Müdafaası sırasında harbin en şiddetli evrelerinde, “Kıyık ile Kayapa arasına Bulgarlar tarafından yerleştirilmiş ve maskelenmiş

bataryaların şehri dövmeleri üzerine yapılan hasarlar ve isabetlerin derecesi, Meriç ve Tunca nehirlerine atılan şişeler içindeki raporlarla günü gününe düşmana bildiriliyordu.”200

194

Atilhan, “En Büyük Tehlike Farmasonluk", Hüradam, 6 Şubat 1951, Nu: 45, s. 2. 195

Atilhan, Türk İşte Düşmanın, s. 32. 196

Atilhan, Türk İşte Düşmanın, s. 17. 197

Bu betimleme oldukça ilginçtir. İlk bakışta İttihat ve Terakki’nin sanki Yahudileri kullandığı anlaşılıyor gibi olsa da Atilhan, aslında burada doğrudan parti ve ordu içindeki Dönme olarak tabir edilen gücün etkisine vurgu yapmaktadır.

198

Atilhan, İslam’ı Saran Tehlike ve Siyonizm, Aykurt Neşriyatı, Gün Matb., İstanbul 1955, s. 83. 199

Atilhan, İslam ve Beni İsrail, Aykurt Neşriyat, İstanbul 1957, s. 234. 200

Casusların yanı sıra yukarıda da değinildiği gibi, bölge halkından olan bazı Yahudilerin davranışları üzerinde duran Atilhan, ordunun karşılaştığı önemli güçlüklerden birisinin de gıda meselesi olduğunu, Yahudilerin müthiş stoklara sahip oldukları halde Türk ordusuna yardım etmediklerini vurgulamaktadır. Buna göre, harp sırasında Edirne’de tuz ve şeker üzerinde Yahudilerin ihtikârı söz konusudur. Gıda konusunda çok zor anlar yaşayan ordunun ancak altı ay dayanabildiğini ve bunda da gıdasızlığın pek etkili olduğunu belirtmektedir201. “Edirne müdafaa ordusu, altı ay tuzsuz ve şekersiz, eşek eti ve süpürge

tohumu yiyerek ordunun ve Türk’ün namus ve şerefini aslanlar gibi müdafaa etti.”202 Bir başka yerde de “Edirne’nin bütün gıda maddeleri, bütün tuz ve şekeri bir anda Yahudiler

tarafından toplattırılmıştı. Yani İsrael’in görünmez kanlı hançeri, Edirne müdafaasını arkadan vurdu ve bu yüzden yetmiş bin asker ve yüz bin sivil halk, altı ay mahrumiyet ve sefalet içinde kıvrandı ve nihayet kale açlıktan düştü.”203 ifadelerini kullanmıştır. Bu türden ihtikârlarla bağlantılı olarak Karaağaç’ta bakkallık yapan Moiz adında bir Yahudi’nin Atilhan’ın kıtasında can verdiğinin204 ve ele geçirilen büyük çaptaki stokun Türk askerlerine dağıtıldığının205 ifşası da ileride Filistin Cephesi üzerindeki anlatımla örtüşmektedir. Ancak arka planda Türk ordusunun sanki yağma ve gasp olayına bulaştığı gibi bir yanlış anlaşılma söz konusudur. Atilhan, belki bunu hatalı olarak ifade ettiğinin ya farkında değildir ya da şartların bunu gerektirdiği gibi bir savunmaya gitme eğilimi göstermiştir. Şartların zor olması savaş hukuku açısından böyle bir eğilimi haklı çıkartmayacaktır. Ancak ifadelerinde kesinlik yoktur ve herhangi bir mazerete sığınmamıştır. Fakat anlatımlarında rastlanılan ve üzerine basarak belirttiği bazı hususların Atilhan’ın sinirlerini bir hayli germiş olabileceği düşünülebilir. İfadelerinde açlığın düşman tarafını da bir hayli sarstığı anlaşılmaktadır. Yine

201

Aynı Yer. 202

Atilhan, İslam’ı Saran Tehlike ve Siyonizm, s. 32. 203

Atilhan, "Nasıl Yahudi ve Mason Düşmanı Oldum?", Büyük Doğu, 18 Ağustos 1950, S. 22, s. 12. 204

Atilhan, bu infazı şu şekilde aktarmaktadır: “… Judah’ı (Yahudi kelimesine vurgu yapmak için kullanmıştır)

aldık ve cepheye gittik. Cephede askerler onun aksine vatanı savunmak için savaşıyorlardı. Demir pençeli Türk askeri Judah’ı aldı ve onu katır vagonuna attı. Judah’ın çığlıklarını duymamazlıktan geldik çünkü dünyada Yahudilerin sebep oldukları çığlıklar yükseliyordu. Bu onların yanında hiçbir şeydi. İsrailoğlu cepheyi gördü ve onursuzca öldü. Hemen onun dükkânını boşalttık. Tuz, şeker ve suyu unutan askerimiz dört gün boyunca bayram etti… Askerimiz moral depoladı. Topçularımızın Bulgarlara karşılık verdiğini gördüm. Bu karmaşa içinde çayımı içerken, herhalde bir zengin pahalı şampanyasını yudumlarken benim aldığımdan daha az zevk duyduğunu düşündüm” (Atilhan, “A Bullet For A Traitor”, The Islamic United Nations, February 1957, Nu: 1,

s. 2). Atilhan, dünyada açlık ve sefaletin sebebi olarak gördüğü Yahudilerden iki kişiyi de Milli Mücadele yıllarında Taşköprü’de infaz ettiğini açıkça anlatmış, ifadelerini şu şekilde bağlamıştır: “… Bu şüpheli çifti

ordunun sırlarını bildikleri gerekçesiyle zindana attım. Sonrasında her gece onların çığlık ve ağlama seslerini duydum… Günün birinde bu çığlıklar son buldu. Sonunda açlık ve susuzluktan öldüler. Aradan otuz beş sene geçmesine rağmen bu çığlıklar hâlâ kulaklarımdadır fakat bundan dolayı pişmanlık duymadım. Çünkü Yahudi ırkı, her zaman açlık, felaket, savaş ve ölümlerin sebebi olmuştur” (Atilhan, “They Saw The Turk As He Is…”,

The Islamic United Nations, August 1957, Nu: 2, s. 2).

205

de söz konusu Türk Ordusunun düştüğü fena durumdur. Şöyle ki; "…Parti ihtirası ile gözleri

kararmış mesuller açlıktan teslim olmak raddesine gelmiş olan Bulgarlarla bir mütareke yaparak onlara erzak ve cephane yetiştirmek müsaadesi verdiler ve bizi hiçe saydılar. Vagonların tepelerine kadar erzak ve cephane dolu trenler, Maraş Köprüsü üstünden ve iki metre yakınımızdan mağrurane süzülüp giderken bazı efradın ölmüş kedi etlerini yediklerine şahit olduk…"206

Düşman kuvvetlerinin halk arasında –ki muhtemelen casuslar vasıtasıyladır- yaydığı bir takım söylentiler, psikolojik harp tekniklerinin son derece dikkatli bir şekilde uygulandığının göstergesi olarak da kabul edilebilir. Müstahkem kumanda heyetinin hamamlarda eğlence yaptıkları, kaleyi yarım milyon altın mukabilinde teslim edecekleri yolundaki Atilhan’ın asılsız dediği iddialar yaymaları, bu konuda verilecek somut bir örnek olarak görülmektedir207. Atilhan’ın Albay Piyaron de Mondezir (kendi yazdığı gibi) Edirne

Muhasarası adlı kitabının 15. sayfasından yaptığı alıntıda da Bulgar tarafına çalışan

casusların faaliyetleri hakkında benzer ifadeler olduğu görülmektedir208.

Sultan II. Abdülhamid’in Hassa askerleri209, Söğütlü erler ve Ertuğrul Alayı askerlerinden mürekkep olan, Atilhan’ın da bizzat görev yaptığı 11. Nişancı Taburu, büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar sonucunda Bulgarların Deliorman halkından teşekkül etmiş 12. Numune Alayı ile yaptığı muharebe sonunda, bir alay Bulgar’dan tek nefer kalmayacak şekilde hepsini süngüden geçirmişti. Bu çatışmalar esnasında Atilhan da iki süngü yarası alacaktır210. 11. Nişancı Taburunun kumandanı Bnb. Hafız Ali Bey, 2. Bölük Kumandanı

Benzer Belgeler