II. Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın galibi olan ülkeler, yani ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa’nın devlet başkanları, Yalta’da düzenlenen toplantıda, dünyaya yeni şeklini vermişlerdi. II. Pazar Paylaşımı da diyebileceğimiz ve 64 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan bu korkunç savaş, beklenenin ötesinde sonuçlar vermiş, galipler dünya hammadde kaynaklarını ve pazarlarını kendi çıkarları ve ulusal hedefleri doğrultusun da paylaşmışlardı. Zamanla NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi Batı çıkarlarını temsil eden kurum ve kuruluşların karşısında, Sovyetler Birliği önderliğinde Varşova Paktı ülkeleri de bir araya gelerek güçlerini birleştiriyor ve böylece Dünya, iki farklı kutba ayrılıyordu. ABD ve Sovyetler Birliği’nin önderliklerindeki bu iki kutuplu dünya, nispeten istikrarlı diyebileceğimiz, güçler dengesinin sağlandığı ve 45 yıl devam eden bir döneme sahne oldu. Bitmeyen bir gerginlik içinde geçen bu dönem, tarihe Soğuk Savaş olarak geçti. Çünkü iki kutup arasında ne sıcak bir savaş vardı, ne de sıcak bir barış. Ama süre gelen örtülü, psikolojik bir savaşın varlığından söz etmek hiç de yanlış olmayacaktır.
Bu karanlık döneme aslında Soğuk Savaş denmesi, tam olarak doğru da sayılmaz. Çünkü İran-Irak, ABD-Vietnam ve SSCB-Afganistan savaşlarından dolayı, dönem yine de sıcak çatışmalara sahne olmaktan geri kalmamıştır. Ancak yine de bu savaşlar, bölgesel nitelikte kalmış ve I. ve II. Dünya
Savaşlarında olduğu gibi geniş bir coğraf yayı ve dünya nüfusunun önemli bir kısmını etkisi altına almadan sönümlenmiştir.
Soğuk Savaş dönemi, Batı ve Doğu’nun, karşılıklı olarak bir rekabet içerisinde ve tarafların birbirlerini yıpratma mücadelesiyle geçti. Neyse ki, bu gerginlik ve karşılıklı n ükleer ve konvansiyonel silahlanma yarışı, bir sıcak savaşa dönüşmeden 1989’da Almanya’dan başlayarak çözüldü. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasını televizyondan naklen izleyenler, o günden sonra hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını tahmin ediyorla rdı, nitekim haklı da çıktılar. Tıpkı bundan 12 yıl sonra, 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kulelere yapılan korkunç terör saldırısından sonra, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını tahmin ettikleri gibi. Berlin duvarının yıkılması, hiç tartışmas ız bir şekilde artık bir dönemin tamamen bittiğini, yepyeni bir dönemin başlamakta olduğunu gösteriyordu.150
Bunu takip eden süreçte, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Blok’unun dağılması ve Almanya’nın yeniden birleşmesi, bu beklentileri haklı çıkardı. Artık i ki kutuplu dünya sona ermişti ve ABD’nin tek süper güç olduğu yeni bir dünya düzeni kuruluyordu. Bu doğrultuda da, bütün dünya ülkeleri bu ‘Yeni Dünya Düzeninde’ bir an önce yerini alma kaygısı ve kavgası içine düştüler. 1992 yılındaki I. Körfez (ya da Irak) Savaşı da bu Yeni Dünya Düzeni’nin ilk çatışma noktası oldu. Kuveyt’i işgal ve ardından ilhak eden Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, BM’nin sert uyarılarına rağmen, Kuveyt’ten çıkmamakta diretince, ABD’nin önderliğinde Çöl Fırtınası Harekâtı başladı. Kısa süren savaşın ardından Irak birlikleri Kuveyt’ten çıkartıldı. Dünya petrol rezervinin %6’sına sahip olduğu söylenen Kuveyt petrol yatakları, artık eskisine oranla biraz daha ABD’li ve İngiliz petrol şirketlerinin kontrolüne girmişti.151
150
Durmazuçar, Vedat, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri , IQ Yayıncılık, 2002, İs tanbul,
s 33.
151
Böylece, 1990’ların hemen başlarında yaşanan bu gelişmeler, 20nci yüzyılın kapanış ve 21nci yüzyılın açılış senaryosunun, dünya coğrafyasının neresinde ve nasıl geçeceğini haber veriyordu. Öyle gözüküyordu ki, 21nci yüzyıl, enerji savaşlarının yoğun yaşanacağı bir çağ olacaktı.
Halen bilinen petrol rezervleri 1 trilyon varilden fazladır. Teknolojik gelişme ile mevcut rezervlerden 610 milyar varil petrole daha ulaşılacaktır. Ayrıca 650 milyar varil petrol daha keşfedilmesi de beklenmektedir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın ifadesi ile 2 trilyon varili aşan bir petrol rezervinden bahsedilebilir. Yıllık dünya tüketimi bugünkü seviyesi olan 30 milyar varil olarak alınır ise, 70 yıl; 40 milyar varil olarak alınır ise 50 yıl yetecek kadar petrol rezervi bulunmaktadır. Ancak Wa shington halen günlük 20 milyon varillik tüketiminin 7 – 8 milyon varilini iç kaynaklardan karşılayan ABD’nin bu kaynakların 11 yıl sonra tükenmesinden sonra açığını karşılamak üzere diğer ülkelerin tüketimlerini azaltacak ve ABD tüketimini güvence altına al acak bir düzenlemeyi yapacak güce sahip olması gerektiğine inanmaktadır. Ancak ABD’nin 21nci yüzyılda tek kutupluluğu devam ettirebilmesi için, sadece kendi petrol ihtiyacını karşılaması yetmemektedir. Washington bunun ötesinde petrol rezerv alanları ve pe trol rezervlerinin dünya piyasasına eklemlendiği coğrafyalar üzerinde denetim kurmayı hedeflemektedir. 152
Dolayısıyla, Enerji kaynaklarına sahip olan, bunların üretim ve pazarlamasını kontrol eden, petrol fiyatlarını elinde bulunduran hangi ülkeyse, güç de o ülkede ya da ülkelerde olacak, bu da olası bir III. Dünya Savaşı’nın hangi coğrafyalarda ve hangi sebeple yaşanacağının göstergesi olacaktı. Bilinen Dünya petrol kaynaklarının %65’inin bulunduğu Ortadoğu Bölgesi de, 21nci yüzyılın en sıcak coğrafyası olmaya da en kuvvetli aday olarak ön plana çıkıverdi.
Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından 10 yıl sonra, Putin’le birlikte yeniden dünya siyaset sahnesine çıkan Rusya Federasyonu da, 2000’li yıllarda yeniden bölge ve dünya liderliği iddiasını her fırsatta dile getirmekten çekinmemeye başladı. Bilinen dünya petrol rezervlerinin %13’üne sahip olan
152
Özdağ, Prof.Dr. Ümit, Cephe Ülke-Büyük Ortadoğu ve Yeni Bir NATO Stratejisi mi? Avrasya Dosyası, Kış 2003
Rusya da, enerji piyasasındaki kavgada yerini almak istemektedir. Bu arada, Hazar bölgesinde keşfedilen yeni petrol ve doğalgaz yatakları Batılı şirketleri n iştahını kabartıyor, diğer yandan İran inatçı tavırlarıyla nükleer araştırmalarına devam ediyor, Suriye, Irak ve İran teröre destek veren ülkeler olarak kara listede yerini alıyor, bir türlü barışın sağlanamadığı İsrail -Filistin gerginliği bir türlü dindirilemiyor, Afganistan’da Sovyet işgalinden sonraki boşluğu fırsat bilen Taliban rejimi kökten dinci akımlara destek sağlıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan boşluk, dünya barışını ve istikrarını tehlikeye sokmaya başlamıştı. Ta şların yeniden yerleştirilmesi gerekliliği kaçınılmaz olarak ortada duruyordu. Ancak bunun için bir kıvılcımın çakıp, biriken bu gerginliği bir patlamaya dönüştürmesi gerekiyordu.
İşte tam bu koşullar altında, akıllara durgunluk veren bir terör saldırısı başta ABD olmak üzere, tüm dünyada şok etkisi yaptı. 11 Eylül 2001 sabahı ABD, tarihinde ilk kez – Pearl Harbour baskınını saymazsak, çünkü açık denizde meydana gelmişti – kendi sınırları içerisinde bir saldırıya maruz kalıyor, hem İkiz Kuleler, hem de Pe ntagon bu terörist saldırılardan payını alıyordu. Taliban destekli olduğu söylenen Usame Bin Ladin’in liderliğindeki El Kaide örgütüne mensup 19 terörist, 11 Eylül sabahı kaçırdıkları sivil yolcu uçaklarıyla, önceden belirlenmiş bu hedefleri seçmişlerdi. Y eni Dünya Düzeninin simgesi haline gelen ve ABD’nin gururu Dünya Ticaret Merkezi Kuleleri ve yine Yeni Dünya Düzeni’nin kurucusu ve koruyucusu rolündeki ABD Savunma Bakanlığı binası Pentagon, bu saldırılarda hedef olmuşlardı. Hatta kaçırılan bir başka uçağın da Beyaz Saray’ı vurmayı planladığı ama ABD Hava Kuvvetleri uçaklarınca önceden fark edilerek düşürüldüğü de, bizzat ABD’li yetkililer tarafından dile getirildi.
11 Eylül saldırılarını, Madrid ve İstanbul terör saldırılarıyla, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgalleri izledi. Hemen ardından uluslararası ilişkiler uzmanları ve toplum mühendisleri, sıranın İran ve Suriye’de olduğunu dile getirmeye başladılar. Ortadoğu kaynamaya başlamıştı. Daha Balkanlar’da 10 yıldır devam eden ateş yeni sönmüşken, bir de Or tadoğu’nun böylesine karışması elbette ki, hem Ürdün hem de Türkiye için hiç de iç açıcı gelişmeler değildi. İşgalleri, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki halk ayaklanmaları
sonu gelen iktidar değişiklikleri izledi. Hem Türkiye hem de Ürdün, kaynayan koskoca bir kazanın tam da ortasında kalıvermişlerdi.