• Sonuç bulunamadı

2.2. Türkiye ve İsrail Rol Konseptleri: Siyasi Konuşmalar Analiz Sonuçları

2.2.1. Bölgesel İstikrar Destekçisi

Bölgesel İstikrar Destekçisi rol konsepti, Türk ve İsrailli karar alıcıların çevre bölgelerdeki ülkeler ile istikrarlı ve öngörülebilir ilişkiler geliştirilmesi yolu ile bölgesel istikrar ve güveni destekleyen politikalar üretilmesine atıfta bulunmaktadır. Gerek Türkiye gerekse İsrail’de karar alıcılar ülkelerinin bölgesel istikrar ve güvene katkıda bulunmayı amaçladıklarını ifade etmektedirler. Fakat bu rol konseptini oluşturan unsurlara daha detaylı olarak bakıldığında, Türk ve İsrailli politikacıların bu rol konseptinin içeriğini birbirinden farklılaşan dış politika perspektifleri ve muhakeme esasları üzerinden şekillendirdikleri görülmektedir.

Türkiye örneğinde, Dışişleri eski Bakanı Ahmet Davutoğlu 2011 yılında Dördüncü Büyükelçiler Konferansı açılışında yapmış olduğu konuşmada son 30 yıl içerisinde uluslararası alanda büyük depremler yaşandığını ve komşu bölgelerin uzun yıllardır zorlayıcı siyasal süreçler içerisinden geçtiğini ifade etmiştir: 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından kaynaklanan jeopolitik deprem, 2001 yılındaki 11 Eylül olaylarından kaynaklanan güvenlik depremi, 2010 yılında başlayıp hala devam eden gerek Avrupa’da ki ekonomik kriz ve küresel ekonomik kriz ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan halk ayaklanmaları sonrası yaşanan siyasi deprem. Davutoğlu’na göre, Soğuk Savaş’ın bitmesi sonrası savaştan galip olarak çıkmış olan bir ülke olarak değerlendirilen Türkiye, bu dönemde ciddi dış politika hamleleri ortaya koymuştur. 1991’de Sovyetler Birliği’nin sona ermesiyle birlikte yükselen değer demokratikleşme ve insan hakları olmuş fakat bu konularda 2001 yılına kadar köklü adımlar atılamamasının bir sonucu olarak dünyada demokratik alanda gereken seviyeye ulaşamamak Türkiye adına bir takım olumsuz sonuçlar meydana getirmiştir (Davutoğlu, 2011b).

1 Bazı bölümlerde parantez içerisinde aktarılan orijinal dildeki ifadeler, ilgi duyan okuyucuların orijinal metine özgü çevirilerde kolayca iletilemeyen belirli çağrışımları veya anlamları daha kolay anlamalarına olanak sağlaması için metne eklenmiştir. Metin içerisinde italik olarak yazılmış kısımlar aksi belirtilmediği müddetçe sadece vurgu amacıyla kullanılmıştır.

Karar alıcılar tarafından, 2001 sonrası iktidara gelen hükümetler tarafından özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin vurgulandığı ve siyasi meşruiyetin temin edilmediği ve özgürlüğün olmadığı yerde istikrar ve güvenliğin kalıcı olmayacağının ifade edildiği görülmektedir (Gül, 2007: 56; Davutoğlu, 2004). Burada 2001 sonrası Türkiye’nin etrafındaki kriz halkalarının anlamlandırılmasında karar alıcıların güvenlikle alakalı bir bakış açısı değişikliğinin egemen olduğunu ifade etmek önemlidir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile Türkiye, bir taraftan Soğuk Savaş’tan arta kalan kriz ve sorunlarlameşgul olurken (Aksu, 2017), diğer taraftan da Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni güvenlik riskleriyle karşı karşıya kalmıştır. Soğuk savaş dönemi dış politikada bekle-gör olarak tabir edilen durağan ve içe kapanık bir yaklaşım benimsemiştir. 2001 sonrası, bu yaklaşımın ülkenin dış politika seçeneklerini daralttığı ve güvenlik eksenli bir tutum sergilenmesine sebebiyet verdiğini düşünen karar alıcılar, geleneksel olarak isimlendirilebilecek bu dış politika yaklaşımını terk ederek aktif, barış ve istikrarın yayılması temelli bir dış politika tercih etmişlerdir. Karar alıcılar, belli bir aktör dairesi tarafından nispeten istikrarlı bir şekilde sürdürülen Türk dış politikasının çatışma psikolojisinden uzaklaşarak iş birliği ve diyaloğu ön plana çıkaran bir hüviyet kazanmasına imkân tanımıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 22 Aralık 2003 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bu yaklaşım değişikliğine atıfta bulunmuştur:

“Türkiye, bölgeyi güvenli bir bölge yapma yolunda önemli adımlar atmıştır. […] ‘Çevremiz düşmanlarla çevrili’ varsayımına dayanan çatışma psikolojisinden hızla çıkarak, ‘çevremizle iş birliği ve diyalog ortamının kurucu aktörü psikolojisini benimsemek zorundayız. Büyük ülke ideali, ancak ve ancak böyle bir özgüven psikolojisiyle gerçekleştirilebilir diye düşünüyoruz ve bunun gereklerini yapma gayreti içinde bulunduk son bir yıl içinde.”(Gül, 2007: 56)

Türk karar alıcılar bu yaklaşım ile çevre bölgelerde sürekli olarak devam eden siyasal dönüşüm süreçlerini ikili, bölgesel ve uluslararası girişimler üzerinden yürütmektedirler. Karar alıcıların çatışmaların azaltılması, vizesiz seyahatin yaygınlaştırılması, ticaretin artırılması, bölge ülkeleriyle bankacılık faaliyetlerinin yürütülmesi, telekomünikasyon, inşaat ve güvenlik gibi birçok alanda iş birlikleri

yoluyla bölgesel entegrasyona katkılar sunmaya gayret ettikleri görülmektedir. Türkiye’nin ayrıca Arap/ Filistin ile İsrail halkı, Irak’taki Sünni ve Şiiler gruplar, Afganistan - Pakistan ve Bosna ile Sırbistan arasında arabuluculuk çabalarında bulunduğu görülmektedir (Dinç, 2011: 68). Ortaya konulan bu gayretler, karar alıcıların bölgesel istikrarın teminine katkıda bulunma isteklerinin bir dışa vurumu şeklinde okunmalıdır.

Proaktif ve çok boyutlu bir dış politika icra etmenin bekle-gör anlayışının yerine konulmasındaki önemli sebeplerden biri şüphesiz, Türkiye’nin yakın bölgelerde yaşadığı istikrarsızlık durumlarının kendisini doğrudan etkilemesi olmuştur (Davutoğlu, 2013n; Babacan, 2007b). Türkiye’nin komşu bölgelerinde barış ve güvenliğin artması için aktif bir şekilde gayret etmesinin en önemli sebebi olarak görülen istikrar meselesi karar alıcılar tarafından Türkiye’nin çevre bölgelerdeki en önemli çıkarı olarak değerlendirilmektedir (Davutoğlu, 2012g; Babacan, 2009b).

Karar alıcılar uygulamaya konulan girişimlerin verimliliğinin artırılması için bölgesel ve küresel krizlerin çözümü ve önlenmesinde uyum ve hareketin aynı anda devreye sokulması anlamına gelen ritmik diplomasi üzerinden uygulanması gerektiği ifade edilmektedir. Ritmik diplomasi aracılığıyla, Türkiye’nin çevre bölgelerde daha barışçıl, müreffeh ve demokratik bir düzenin oluşmasına katkı yapması amaçlanmaktadır.

“Hareket olur uyum olmazsa o hareket kaos da çıkarabilir. Gereksiz öne çıkışlar, gereksiz riskler de getirebilir. Ama ritim olur, hareket de olmaz yerinde sayarsanız bir sonuç alamazsınız. Uyum da olacak. Ama mükemmel bir uyum olsun deyip hep uyumu beklerseniz hareket de olmaz. Bizim bu kadar hareketli olmamız, uyumla hareketi birleştirme çabası." (Sabah, 2009)

Türk karar alıcılar, dış politika açısından getirmiş oldukları zorluklara rağmen çevre bölgelerde yaşanan siyasal geçiş süreçlerini doğal ve kaçınılmaz olarak değerlendirmektedir. Yukarıda bahsi geçen Türk dış politikasındaki yaklaşım değişikliğine paralel olarak, çevre bölgelerdeki geçiş süreçleri üç unsur üzerinden şekillenmekte ve uygulanmaktadır: değişimi anlamlandırmak- nedenlerini anlamak,

değişime yönelik uygun stratejiler geliştirmek ve değişime karşı koymak yerine dâhil olmak. Karar alıcılar, ülkelerinin dış politika uygulamalarında muhafaza etmeye gayret ettiği güçlü yönler zemininde tasarlanan proaktif ve çok boyutlu bir dış politika aracılığıyla çevre bölgelerde yaşanan siyasal geçiş süreçlerinde meydana çıkan zorluklara karşılık vermeyi ve bu şekilde bölgesel (ve dolayısıyla uluslararası) istikrara katkılar sunmayı hedeflemektedirler. Karar alıcıların yaşanan siyasal geçiş süreçlerinde pozisyon almasına rehberlik eden bu güçlü yönler, bütüncül ve ihtiyatlı bir yaklaşıma sahip olunması, istikrarlı ve barışçıl bir iç düzen kurma gayreti ve bölgedeki halklarla bağlantı içerisinde olunması şeklinde ifade edilmektedir (Davutoğlu, 2012: 3-4). Bahsi geçen yaklaşım biçimi, Türkiye’nin çevresinde istikrarın sağlanması konusunda askeri, iktisadi, siyasi, tarihi, coğrafi, kültürel ve insani boyutları hesaba katan çok boyutlu yapıcı müdahalelerde bulunulması gerektiğine işaret etmektedir (Davutoğlu, 2001: 15-65). Çevre bölgelerdeki kriz ve çatışma alanlarının ülkelerine yönelik güvenlik tehdidini çoğaltması nedeniyle bu müdahale çerçevesi içerisinde askeri boyut her ne kadar gerektiğinde devreye sokulabilecek bir faktör olarak değerlendirilse de, karar alıcılar mevcut ve muhtemel tehditlere karşı askeri gücün maksimize edilmesine dayalı bir dış politika yaklaşımı takip etmeyi reddetmektedirler. Karar alıcılar devletlerinin sahip olduğu materyal kapasite ile güç arasındaki bağı kurarken neo-realist güç anlayışındaki değişimi göz ardı etmedikleri görülmektedir. Burada materyal ölçekteki kapasitelerin yanı sıra kültürel ve tarihsel öğelere vurgu yapılmakta ve bu öğelerin devletlerin güç mekanizmalarını etkileyen unsurlar olduğuna dikkat çekilmektedirler (Davutoğlu , 2009: 16).

Karar alıcılara göre yukarıda bahsi geçen unsurlar dışında uluslararası ve ulus- üstü yapılarında bölgesel istikrara katkılarının kuvvetlendirilmesi gerekmektedir. Uluslararası ve ulus-üstü yapıların bölgesel ve uluslararası istikrara yaptıkları katkıların yetersiz olması nedeniyle eleştirel bir bakış açısına sahip karar alıcılara göre, çevre bölgelerdeki savaş, çatışma ve kriz durumlarını önleyebilmek ve bölgesel istikrarı artırmak için mevcut yapıların eklemlenebilir unsurlar ile birlikte tekrardan kurgulanıp etki gücünün artırılmasına gayret edilmelidir (Erdoğan, 2014; Çavuşoğlu, 2017, 2017b, 2017c). Bu kurgulamanın yapılabilmesi için bölgesel ve küresel alanda

çok boyutlu yakınlaşma ve iş birliklerini zorunlu addeden karar alıcılar, sürekli olarak kriz durumları yaşayan yakın bölgelerde gerginliklerin tırmanmasını önlemek amacıyla inisiyatif alarak taraflar arası diplomatik kanallar kurma ve kurulan kanalların açık tutulması gayreti içerisinde olmanın önemini vurgulamaktadırlar (Erdoğan 2014, 2015, 2016h, 2017c; Çavuşoğlu 2014, 2017d).

Türkiye’nin bölgesel vizyonunu oluşturan iki önemli unsur demokratikleşme ve ekonomik kalkınmanın2 sağlanması meselesidir. Karar alıcılar bu unsurlar üzerinden komşu bölgelerde demokrasiye ve ekonomik refaha dayanan düzenlerin inşa edilmesi amaçlanmıştır (Davutoğlu, 2012b: 4-5) Demokrasi konusu karar alıcılar tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması sonrası dizayn edilmeye çalışılan dünya düzeni içerisinde Türkiye’nin sağlamlaştırıp güçlendirilmeye çalıştığı en temel mesele olarak değerlendirilmektedir. İçinde bulunulan dönemin en temel ilkesi olarak değerlendirilen demokrasi ile alakalı eden Eski Başbakan Davutoğlu şunları kaydetmektedir:

“[…]demokrasi, güçlü bir demokrasi birinci şiarımız. Bizim için modern dönemin en vazgeçilmez, en temel değeridir ve bunu koruma zaruretiyle karşı karşıyayız. Demokrasimiz 1950’lerde inşa edilirken, birçok meydan okumalarla da karşı karşıya kalındı. Darbeler yaşandı, geçiş süreçleri yaşandı. Ama 19. yüzyılın başlarına kadar giden oy verme, kendi iradesini siyasete yansıtma gücü ve bu güçten kaynaklanan demokrasi bilinci Türkiye’de hep güçlü bir şekilde yaşadı”.(Davutoğlu, 2014e)

Karar alıcılar tarafından, demokratikleşme ile Türkiye’nin yakın bölgelerde yaşanan siyasal geçiş süreçlerinde pozisyon almasına rehberlik eden güçlü yönlerinden biri olan barışçıl bir iç düzen kurma arasındaki ilişkiye sıklıkla vurgu yapılmaktadır. Zira barışçıl bir iç düzen kurma bölgesel ve uluslararası istikrara katkıda bulunan yapıcı bir dış politika üretmek açısından önemli görülmektedir. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu bağlamda, ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının ardından ortaya çıkan güvenlik kaygılarına bağlı olarak özgürlüklerin daraltıldığı ve daha içe kapanık bir döneme girilmesine rağmen bu yeni

2 Türkiye’nin bölgesel vizyonunu oluşturan ikinci unsur olan ekonomik kalkınma meselesi, tekrarların önlenmesi açısından Bölgesel İşbirliği Katılımcısı rol konsepti içerisinde ele alınmıştır.

dönemdeki Türkiye’nin güvenlik ve özgürlük arasındaki dengeyi koruyan politikalar ürettiğini ifade etmiştir:

“(Bu süreçte) Türkiye,[...]güvenlik konularını bir taraftan dikkatli bir şekilde götürürken, diğer taraftan da özgürlükleri geliştirmiş, reformları ülke içinde yapmaya devam etmiştir. Bu ikisini birleştiren tek ülke olarak dünyada dikkati çeken bir ülke olmuştur. (Gül, 2007: 56)

“11 Eylül sonrasında başta ABD olmak üzere, küresel aktörler, sivil toplum kuruluşları ve akademi camiası güvenlik ağırlıklı bir söyleme yönelmiştir; ancak bunun bir tek istisnası Türkiye’de yaşanmıştır. Bu dönemde, güvenliğini riske etmeden, sürekli demokratikleşme paketleriyle özgürlük alanını genişleten tek ülke Türkiye’dir.” (Davutoğlu, 2004)

Ülkelerinin barışçıl bir iç düzene kavuşması konusunda ciddi adımlar attığını ifade eden karar alıcılar, uygulanan demokratikleşme reformları sayesinde Türkiye’nin iç politik korkularla politikasını şekillendiren bir ülkeden uluslararası konumu hakkında özgüven sahibi, komşularının ve uluslararası toplumun güvendiği bir ülkeye dönüştüğünü ifade etmektedirler. Karar alıcılar, Türkiye’nin bölge ülkeleri açısından güvenirliğinin artması ile bölgesel sorunların çözümüne olumlu katkı sağlaması arasında direk bir ilişki kurmaktadır. Diğer taraftan, Türkiye’nin demokratik bir dönüşüm ve reform sürecine devam ederken bölgesiyle bağlarını sağlamlaştırması bölgesel ve küresel düzeyde konumunu güçlendiren ve dolayısıyla bölgesel istikrara olan katkısını kuvvetlendireceğine vurgu yapılmaktadır.

“[…]dış politikamızın güçlü yönlerinden biri, bölgemizde ortak bir tarihi paylaştığımız ve ortak bir kaderi paylaşmaya hazır olduğumuz halklarla devam etmekte olan yeniden bağlantı kurma sürecidir… Kısa vadeli siyasi çıkarlar uğruna bizi bölgemizdeki insanların gönüllerinden ve zihinlerinden uzaklaştıracak adımlar atmayacağız… Türkiye, komşularıyla bağlarını artırarak küresel düzeyde sorumlu bir ülke olma rolünü oynayabileceği çok daha iyi bir konuma sahip olacaktır.”(Davutoğlu, 2012: 4).

Güç kavramının karar alıcılar tarafından kapsamının genişletilerek tanımlanmasının bir sonucu olarak güç kullanım araçlarının profili de değişmekte,

askeri yöntem ve müdahale imkânlarının mevcut olmasına rağmen diplomasi ve arabuluculuğa yapılan vurgunun artırılarak bu araçları ön plana çıkaran bir dış politika üslubunun tercih edildiği görülmektedir. Bu bağlamda, bölgesel ve küresel alanda krizlerin çözümü ve önlenmesinde aktif olunması gerektiği ifade eden karar alıcılar Türkiye’yi uluslararası toplumun sorumlu bir üyesi olarak görmekte ve bölgesel ve uluslararası meselelerin çözümüne katkılar sunmayı hedeflemektedirler (Babacan, 2007b). Enhancing Peace through Mediation temasıyla 24-25 Şubat 2012 tarihinde düzenlenen III. İstanbul Arabuluculuk Konferansı’nda konuşan dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Orta Doğu’da gelişen olaylar neticesinde devletlerarası sorunların yerine devletlerin iç sorunlarının gündeme geldiğini ve bunların da arabuluculuk gerektirdiğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak karar alıcılar, Türkiye’nin bölge ülkeleri arasında çok taraflı arabuluculuk konusunda diplomasinin tüm araçlarını kullanarak tarafları bir araya getirecek uzlaşmalar kurmaya gayret etmeye, güven artırıcı tedbirlerle çatışma içinde olan ülkeler arasındaki farklılıkların üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar. Bu bağlamda karar alıcıların birçok farklı bölgeden politikacıları ve yetkililerle bir araya getirmeye, çeşitli coğrafyalarda önlenememiş çatışmaların çözümüne yönelik platformların oluşturulmasında kolaylaştırıcı bir rol oynamaya ve barış bilincini kuvvetlendirecek faaliyetlere vurgu yaptıkları görülmektedir (Babacan, 2007b; Davutoğlu, 2009). Karar alıcılar barış bilincinin daha kapsamlı bir şekilde inşa edilmesi gerektiğine dikkat çekmekte, küresel anlamda bir barışın ortaya konulabilmesi ve ülkelerinin barış zemininde varlığını devam ettirebilmesi için farklı bölgelerdeki çatışma durumlarının sona ermesi gerektiğini ifade etmektedirler.

“Bölgemiz huzura ermeden Türkiye’nin huzurunun

olamayacağını gayet iyi biliyoruz. Dünyanın bir tarafı kan revan içindeyken, küresel barış iddiasının ancak bir ham hayal olduğunun farkındayız. Somali’nin açlık sorunu çözülmeden, Orta Afrika’da iç savaş bitmeden, Asya’da istikrar sağlanmadan Avrupa’nın refah içinde yaşamayacağını gayet iyi biliyoruz, gayet iyi görüyoruz […].” (Erdoğan, 2016b)

Bu arabuluculuk ve uzlaşma politikalarında Türk karar alıcılar bilhassa uluslararası örgütlerin ve bölgesel inisiyatiflerin sürece katılımını ve bu ittifakların sadece tehditler karşısında değil, kimlik, kültür ve tarih gibi ortak değerler ile de

oluşması gerektiğini ifade etmektedirler. Uluslararası örgütleri uluslararası barış ve istikrar açısından önemli bir diplomatik araç olarak değerlendiren karar alıcılar çevre uluslararası örgütlerle gerek doğrudan üyelik gerek stratejik diyalog ortaklığı gerekse gözlemci statüsü ile bir şekilde ilişki içerisinde olmak gerektiğinin altını çizmektedirler (Davutoğlu, 2012a). Karşılıklı bağımlılıkların giderek arttığı küreselleşme sürecinin de etkisi ile daha aktif hale gelen uluslararası örgütler (Babacan, 2008g) dış politikaya esneklik ve kuvvet kazandıran stratejik bir araç olarak değerlendirilmektedir (Davutoğlu, 2004: 224-225). Uluslararası alanda yaşanan gelişmelere yönelik olarak uluslararası örgütler nezdinde girişimlerde bulunulması ve konu ile alakalı kamuoyunun ilgisinin sağlanması yahut çoğaltılması önem arz etmektedir. Karar alıcılar ayrıca, uluslararası örgütlerin yaşayan organizmalar oldukları ve değişen şartlara paralel olarak uyum sağlaması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar (Davutoğlu, 2010c). Uluslararası örgütlerin yanı sıra, ayrıca, yeni tehdit ve risklere karşı korunmak ve getireceği fırsatlardan faydalanmak üzere bölgesel örgütlenmelerle de birlikte çalışılması yahut (gerektiği durumlarda) bu tarz bir örgütlenmenin oluşmasına öncülük edilmesi gerekmektedir. Karar alıcılara göre, bölgesel istikrarın artması için bölge ülkelerinin bölgesel sorunlarla alakalı oluşturulan bu mekanizmalara dâhil edilmeleri ve bunun yanı sıra bu mekanizma içerisinde etkin bir rol oynama imkânına sahip olmaları önem arz etmektedir (Babacan, 2009c; Davutoğlu, 2013c, 2013d). “Tepeden inme çözümlerin […] bölgeye fayda getirmeyeceği […] ve kalıcı olmayacağı […]” (Babacan, 2009d)ifade eden karar alıcılar bu bağlamda çok taraflı bölgesel kurumların derinleşmesi ve genişletilmesini bir zorunluluk olarak görmektedirler. Bu yolla elde edilecek bölgesel bütünleşmenin bölgedeki istikrar ve bütünleşmeye zarar verecek eğilimlerin engellenmesi yahut zayıflatılmasına katkıda bulunacağı düşünülmektedir (Davutoğlu, 2012a).

İsrail örneğinde ise, İsrailli karar alıcılar kuruluş yıllarından itibaren territoryal derinlik, demografi, bölgesel ve uluslararası meşruiyet unsurlarını öncelemişlerdir. Bu konuların hepsini kapsayan en temel mesele, karar alıcılar tarafından Yahudi ve demokrasi (Netanyahu 2009a, 2011, 2012, 2015b, 2016g, 2016j, 2017d, 2017e) özelliklerine vurgu yapılan devletin varlığının nasıl devam ettireceği konusu

olmuştur. Hasson’a göre devletin varlığının devamı konusunda toprak ve sınırlar ile alakalı meselelerde nasıl bir yaklaşım benimseneceği sorusu ön plana çıkarken, bahsedilen hedeflere hangi yöntemlerle ulaşılacağı konusunda müzakere ve anlaşmalarla mı, yoksa çatışma ve rekabetle mi olacağı sorusu ön plana çıkmıştır (Hasson, 2013: 7). İsrail’in yaşamış olduğu bu jeopolitik çıkmazlar bilhassa 1967 savaşı sonrası İsrail’in Batı Şeria’yı, Golan tepelerini ve Sina yarımadasını kontrol altına alması ile tesirini artırsa da kurulduğu yıl olan 1948 yılından beri İsrail’e eşlik etmektedir.

Türk karar alıcıların donmuş çatışmalar ve mezhepsel gerilimlerle kuşatma altında olan bölgede yaşanacak yeni gelişmelerin dış politika açısından yeni zorluklar getirme ihtimaline rağmen ilerleyen zamanlarda bölgesel istikrara katkıda bulunacağı düşüncesi ile bu tarz geçiş süreçlerine olumlu bakarken, İsrailli karar alıcıların bölgede yeni durumların ortaya çıkmasına şüphe ile baktıkları görülmektedir. Karar alıcılar tarafından, Soğuk Savaş dönemi Türk dış politikasına hâkim olan bekle-gör yaklaşımına benzer bir bakış açısı ile gözlemlenen gelişmeler getireceği avantajlar ve dezavantajlar nedeniyle pasif bir yöntem ile takip edilmektedir.

Türk karar alıcılar ortaya çıkan yeni durumlardan çıkabilecek dezavantajları yönlendirebilme yetisini kendilerinde görüyor iken, İsrail başbakanı Netanyahu tarafından böyle bir yorumlamada bulunan bölge ülkelerinin ‘poliyannacı bir bakış açısına’ sahip olduklarını ifade etmiştir:

“ Liberal demokratik güçlerin Arap dünyasını ele geçirmesi konusunda herkes Poliyannacı bir bakış açısına sahipti… Kim haklı çıktı? Bu ortamda uyanık ve yenliklere açık olmak zorundasınız. Ortaya çıkan bu değişim, Orta Doğu'yu tehdit eden üç İslamcı terörizm kaynağının yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor: Bunlardan birincisi Mısır'da Müslüman Kardeşler'in liderliği; ikincisini El-Kaide'nin çeşitli şube ve dalları ve Jahbat El-Nusra ve IŞİD de dâhil olmak üzere kendi dalları; Üçüncüsü Şiiler, İran tarafından yönetilen radikal Şiiler ve onun Hizbullah vekâletleri. “ (The Jerusalem Post, 2014)

Karar alıcıların yaşanan gelişmelere İsrail açısından getirdiği ve getireceği zorluklar nedeniyle yaşanan değişikliklere yeni ve ezber bozan bir üslup ile

yaklaşmak yerine kuşku ile yaklaştıkları görülmektedir. İsrailli karar alıcıların sürece karşı dikkatli olmayı tercih etmelerinin bir sonucu olarak Türk karar alıcılar ile karşılaştırıldığında yenilikçi bir tutum yerine İsrail dış politikasında uzun zamandır etkili olan mevcut durumun muhafazasına dayanan bir tutum benimsedikleri görülmektedir.

“İsrail'in başbakanı olarak, Yahudi devletinin geleceğini sadece düşünceyle riske edemem. Liderler gerçekliği olduğu gibi görmek zorundadırlar, olması gerektiği gibi değil. Geleceği şekillendirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmak zorundayız, ancak bugünün tehlikelerini atlamak istemiyoruz… İsrail’in etrafındaki dünya kesinlikle daha tehlikeli hale geliyor. Militan İslam Lübnan ve Gazze'yi ele geçirdi ve İsrail ve Mısır ile İsrail ve Ürdün arasındaki barış antlaşmalarını parçalamaya kararlı. Ve (militan İslam) benzer şekilde Yahudilere ve İsrail'e karşı, Amerika'ya ve Batı'ya karşı birçok Arap zihnini zehirledi.(Militan İslam)İsrail politikalarına karşı değil, İsrail'in varlığına karşıdır.” (Netanyahu,