• Sonuç bulunamadı

2.2. Türkiye ve İsrail Rol Konseptleri: Siyasi Konuşmalar Analiz Sonuçları

2.2.2. Bölgesel İşbirliği Katılımcısı

Bu rol konsepti, Türkiye ve İsrail’in bölgesel iş birliklerine katılım konusundaki pozisyonları ile alakalı ifadelerine atıfta bulunmaktadır. Her iki ülkedeki karar alıcılar yapmış oldukları konuşmalarda, bölgesel ve uluslararası

konularda iş birliği temelli bir dış politika yürütmeyi amaçladıklarını, bölge ülkeleri arasında iş birliğinin aktif bir şekilde genişletilmesi ve yoğunlaştırması gerektiğini ifade etmektedirler. Her iki ülkede bu konuda var olan ihtiyaç konusunda hem fikir iken, iş birliği yapılmak istenilen alanlar ve iş birliğini karakterize eden unsurlarda iki ülkenin birbirinden farklılaşan öncelikleri bulunmaktadır.

Türkiye örneğinde, karar alıcılar bölgesel iş birliğine katkıda bulunmayı önemli bir dış politika unsuru olarak görmektedirler. Ekonomik ve kültürel bağlaçlar üzerinden geliştirilen iş birliklerinin uzun süreli diyalog ve iş birliğini geliştireceği düşünülmektedir. Politika yapıcılar Türkiye’nin bölgesel iş birliği ve entegrasyonu ilerletme ve teşvik etmede önde giden bir rol oynaması konusunda kendilerini sorumlu görmektedirler. Karar alıcılara göre çevre bölgelerdeki devletlerle çok boyutlu ve kapsamlı iş birlikleri oluşturulmalı ve bu konuda karşılıklı taahhütlerde bulunulması gerekmektedir. Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu yapısının getirdiği kısıtlamaların sonuçlarından biri olarak geçmişte Türk karar alıcıların öncelikli çıkar tanımlamalarının dışında tutulan yakın çevrelerle güçlü ekonomik ve siyasi bağlantılar kurulması ve bölgenin birbirine entegre olmasına teşvik edilmesi gerekmektedir. Önceki dönemlerde kimlik odaklı argümanlar nedeniyle arka plana itilen bölgenin birbirine entegre olması için gayret edilmesini bir yükümlülük ve aynı zamanda bilinçli ve rasyonel bir tercih olarak ifade edilmektedir. Karar alıcılar yakın bölgelerde istikrarlı ve kooperatif bir bölgesel ortamın inşa edilmesinde Türkiye’nin önemli bir rol oynayabilme kapasitesine vurgu yapmakta ve bir barış düzeni inşa etmeyi hedeflediklerini ifade etmektedirler.

Türkiye’nin kurulduğu yıllardan itibaren ilke olarak benimsediği yurtta barış dünyada barış ile uyuşan bu tutumun dış politika amaçlarının ve ilkelerinin ortaya konulmasında etkili olduğu görülmektedir (Canbolat, 2009: 232). Çalışma kapsamı içerisinde yapılan dış politika tercihlerinin salt çıkar amaçlı kurgulanmadığı ve bahsi geçen yaklaşımlara uygun olduğu dikkat çekmektedir. Bölgesel barışın temininde çok boyutlu iş birliği konusunun Türkiye tarafından kurgulanan barış düzeni kavramsallaştırması içerisinde önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Türkiye’nin bir barış düzeni inşa etmek bağlamında etkin bir güce sahip olduğunu ifade eden karar

alıcılar bu iddialarını tarihi, kimlik ve demokrasi ve ekonomik ilerleme ile alakalı argümanlara dayandırılmaktadır. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 2012 yılında TBMM Genel Kurulu’nda Suriye’deki olaylar hakkında yaptığı konuşmada, bu barış düzenine vurgu yaparak Türkiye’nin bölgede dikta rejimlerle değil “seçme seçilme, fikir özgürlüğü gibi ilkeler ve temel haklar adına ayağa kalkan”(Davutoğlu, 2011b) kardeş halklarla kucaklaştığına vurgu yapmıştır. Aynı zamanda “ yeni Orta Doğu iddiasının temelinin etnik ve meslek farklılıklarına dayalı değil kardeşliğe” dayandığını(Davutoğlu, 2012c) ve bu düzeninin öncülüğünü Türkiye’nin yapacağını ifade etmiştir (Davutoğlu, 2012c). Karar alıcılar, bir zamanlar çok uluslu ve geniş topraklar üzerinde hüküm süren bir imparatorluk olan Osmanlı Devletinin mirasına sahip olduklarına vurgu yaparak ülkelerinin farklı kimliklerle donatıldığını ifade etmektedirler. Bu bağlamda, Türkiye’nin kendi coğrafyasından ve kendi tarihinden gelen temel dinamiklerini göz önünde bulunduran bir ülke olduğu (Davutoğlu, 2013e) sıklıkla hatırlatmaktadırlar. Türkiye'nin hâlihazırda tekrar edilen batılı kimliğine yapılan vurguyu bu zamana kadar yeterince önem atfedilmeyen diğer kimlikleri ile dengelemek istediklerini ifade eden karar alıcılar, kimlik faktörünün Türkiye’nin çok yönlü ve dengeli bir dış politika inşa etmeye gayretindeki temel motivasyonlarından biri olarak değerlendirmektedirler. Ülkelerinin sahip olduğu kimliğin bölünebilir bir unsur olmadığını savunan bir yaklaşımla ortak bir insanlık kimliğine vurgu yapılmakta ve bu durumun yoksunluğunun bölgenin bütünleşmesi ve iş birliği içerisinde olmasının önünde engel teşkil ettiği vurgulanmaktadır:

“Kadimden moderniteye geçerken maalesef Avrupa’daki feodal beylikleri bir araya getirerek ulus devleti kuran ulusal kimlik süreci, bizde de doğal olarak belli kimlikler oluşturdu. Ama Avrupa’yı bütünleştiren bu kimlikler, bizi parçalamaya başladı. Ve yan yana yaşadığımız komşumuza yabancılaşmaya başladık. Etnik kimlikle yabancılaştık, dini kimlikle yabancılaştık, mezhebi kimlikle yabancılaştık.” (Davutoğlu, 2012h)

“Şimdi sormamız gereken, son iki yüzyıldır gittikçe parçalanan, parçalandıkça daha küçük kimliklere inen ve İbn-i Haldun’un tabiriyle asabiyesi daralan bu coğrafyayı tekrar nasıl bütünleştireceğiz?” ( Davutoğlu, 2012h)

Karar alıcılar bölge ülkeleri arasında ekonomik ilişkilerin ilerletilmesinin bir sonucu olarak artan ticaret hacimlerinin ülkeler arasında karşılıklı bağımlılığı ve derinliği artıracağını ve bu durumun bir sonucu olarak ülkelerin sorunlarını daha kolay çözecekleri ve çatışma temelli politikalardan uzaklaşacaklarını ifade etmektedirler. Bu yaklaşım ayrıca uluslararası barışın ilerletilmesi, sürdürülebilir barışın inşa edilmesi ve bölgesel istikrarın sağlanmasının temel koşullarından biri olarak görülmektedir (Davutoğlu, 2010: 13, Babacan 2007, 2009c) .

İsrail örneğinde, İsrailli karar alıcılar Türk karar alıcılara benzer bir şekilde bölgesel diyalog ve iş birliklerinin barış ve istikrarın sağlanması önemli bir işleve sahip olduğunu düşünmektedirler. Fakat bu durumun Türk karar alıcılar kadar temel bir işleve sahip olduğunu ve kapsamlı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini ifade etmemektedirler. İsrailli karar alıcılar bölgesel diyalog ve iş birliğinin bölgedeki tüm devlet ve devlet dışı aktörlerle sağlanamayacağı inancının bir ifadesi olarak diyalog ve iş birliklerinin ancak bu potansiyele sahip Ilımlı Arap devletleri (Netanyahu, 2016c) ile mümkün olacağını ifade etmektedirler. Ilımlı Arap Devletleri kavramının tercih edilmesi şüphesiz İsrail ve bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin geçmişi ile birebir alakalıdır. İsrail imzalamış olduğu barış ve güvenlik koordinasyonu anlaşmaları nedeniyle inişli çıkışlı da olsa Mısır (1979) ve Ürdün (1994) ile diplomatik ilişkiler yürütme zemine sahip iken bölgedeki birçok devlet ile resmi ilişkiler yürütme zemininden uzaktır. Bu durum ayrıca, Türk karar alıcılar ile karşılaştırıldığında İsrailli karar alıcıların kendilerine daha ‘pasif’ bir rol biçmelerinin arkasındaki sebeplerden biri olarak değerlendirilebilir. İsrailli karar alıcıların yapmış oldukları siyasi konuşmalarda bölgesel entegrasyona katkı sağlayacak çok taraflı iş birliklerine yönelik teklif ve fikir beyanatları yerine konu temelli ve ikili iş birliklerine yoğunlaştıkları görülmektedir. Bahsi geçen konu temelli ve ikili bölgesel iş birliği potansiyelleri içerisinde ise öncelikli olarak ekonomik iş birliklerine yoğunlaşıldığı görülmektedir. İsrail’in içerisinde bulunduğu bölge, ekonomik entegrasyon açısından düşük bir profil sergileyen ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) , Arap Birliği gibi çoğunluğu Arap ülkelerden oluşan organizasyonlar üzerinden ekonomik olarak örgütleşen bir bölge olarak dikkat çekmektedir. Halliday’a göre bölgenin sahip olduğu ekonomik ve siyasi şartların, bölgenin coğrafi

olarak bir parçası olan İsrail’in bölgedeki ilişki ve temas ağlarına etkisi olduğu bir gerçektir (Halliday, 2005: 261-76). Fakat bu etkinin kendisini siyasi alanda daha fazla göstererek ekonomik alanda daha zayıf kaldığı görülmektedir. 22 Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkesini bünyesinde barındıran Arap Ligi, İsrail devleti kurulduğundan beri İsrail menşeli ürünler ve İsrail şirketlerine karşı resmi bir boykot uygulamaktadır. 3 katmanı bulunan boykot, birinci katmanda Arap Ligi üyesi ülkelerin İsrail hükümeti ve vatandaşları ile alış-satış ve herhangi bir ticari faaliyette bulunmasını yasaklamaktadır. İkinci ve üçüncü katman boykotun kapsamını biraz daha genişletmekte Arap Ligi üyesi ülkelerin İsrail ile iş yapan uluslararası firmalar ve bu firmalarla iş yapan firmalarla ticari faaliyette bulunmayı yasaklamaktadır. Uygulanan boykotun İsrail ekonomisi üzerinde ekonomik anlamda kapsamlı bir etkisi bulunmadığını ifade eden Weiss, boykotun daha ziyade sembolik anlam içerdiğini ifade etmektedir. ABD hükümetleri tarafından boykotun sona erdirilmesine dair sıklıkla talepte bulunulmasına rağmen birçok Arap Birliği üyesi boykot uygulamasını desteklemeye devam etmektedir (Weiss, 2017: Summary).

Çalışma kapsamı içerisinde iktidara gelen hükümetlerin İsrail’in askeri ve ekonomik imkânlarını göz önünde bulundurarak ülkelerinin güçlü yönlerini ön plana çıkardıkları ve ekonomi alanının güvenlik konseptleri ve politikalarının belirlenmesi konusunda önemli bir faktör oluşturduğu görülmektedir. Ekonomi alanının bölgedeki ülkelerle olan ilişkiler bağlamında güçlü kalmasının en önemli sebebi, devam eden siyasi boykota rağmen İsrail İş Dünyası ile Arap ve İslam ülkelerindeki girişimciler arasındaki ticari temas imkânının sürdürülmesi olmuştur (Hofmann, 2008: 189). 1995-1996 yılları arasında başbakanlık yapan Shimon Peres ekonomi ile İsrail’in siyasi açıdan bölgesel entegrasyonu arasında sıkı bir ilişki kurmuştur. Fakat bu ilişkinin halefi Netanyahu tarafından 1996-1999 yılları arasında arka plana itildiği görülmektedir. Bu dönemde Netanyahu’nun daha önceki politikacılar ile karşılaştırıldığında, Mısır ve Ürdün dışında bölgedeki diğer devletler ile diplomatik ilişkilerin başlaması için barış görüşmelerinin ilerletilmesinin İsrail ekonomisinin iyiye gitmesi arasında direk bir ilişki olduğu fikrine katılmamaktadır. İsrail’in ekonomik gücünü bölgedeki pozisyonunun temel gücü olarak değerlendiren Netanyahu’nun, siyasi istikrarın ekonomik gelişmelerdeki belirleyici rolünü uzun

vadede önemli bulmadığı görülmektedir. Bu dönemde karar alıcıların bölgesel gelişmelerden çok iç politika meselelerine yoğunlaştığı ve bölgedeki iş birliği sorunlarına rağmen ekonomik ve teknolojik kapasiteler marifeti ile ülkenin yatırım açısından cazip hale getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu bağlamda barış bölgesel ekonomik iş birlikleri açısından mutlaka ihtiyaç duyulan bir şey olarak değerlendirilmemektedir:

“Serbest piyasa olmadan barış büyüyemez. Ancak barış olmadan serbest pazarların büyümesi mümkündür.” (The Jerusalem Post, 1999)

Netanyahu sonrası iktidara gelen Barak döneminde (1999-2001), askeri gücü ön plana çıkaran bir güvenlik konseptinin oluşturulduğu ve Netanyahu dönemine benzer bir şekilde ekonomi konusundaki iş birliğinin elde edilen siyasi pozisyonlara bağlı bir değişken olarak algılandığı görülmektedir. 2006 yılında Başbakan seçilen Olmert işgal altındaki Batı Şeria'daki Filistin topraklarından tek taraflı çekilmeyi destekleyerek İsrail’i gerek bölgesel gerekse uluslararası alanda boykot görmesini engellemek istemiştir (Olmert, 2008b).

“İsrail tarafından yürütülen barış görüşmeleri ve diplomatik süreçler, aynı zamanda ülkenin ekonomik istikrarına katkıda bulunmaktadır. Benim hükümetim zamanında İsrail ile iş birliğinin dünyayı daha iyi yaşanan bir yer haline getirdiği bir uluslararası çevre meydana getirilmiştir. İsrail'in gelecekteki güvenliği bu ya da bunun ötesindeki bir durum tarafından değil, stratejik güç ve ekonomik güvenliği üzerinden belirlenecektir. Bu durumu ise bütün komşularımızla barış görüşmeleri yaparak başarabiliriz.” (Olmert, 2008)

2009 yılında tekrardan iktidara gelen ve halen iktidarda olan Netanyahu’nun ilk başbakan olduğu döneminden farklı olarak güvenlik, çevre ülkelerle kurulan ekonomik ilişkiler ve barış arasında daha sıkı bir bağlantı kurduğu gözlemlenmektedir. Fikirsel alt yapısı Netanyahu’nun 2003 yılında ekonomi bakanı görevini devraldığı zamanda kurulan bu plana göre ekonomik gelişme ve refah bir barış sürecinin gerçekleşmesinde birbirini tamamlayan unsurlar olarak değerlendirilmektedir. Netanyahu ekonomik barışın kapsamlı barışa götüren bir ön

koşul olarak görülmemesi gerektiğini aksine “gelecekte siyasi barışın mümkün olmasını sağlayacak bir koridor” (Netanyahu, 2008) olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştır.

“Ekonomik bir barış, siyasi bir barışın yerini tutmaz, ancak bunun sağlanması için önemli bir unsurdur. Birlikte, bölgemizdeki yokluğunu çektiğimiz durumların üstesinden gelmek için projeler üstlenebiliriz…El ele verip barış için birlikte çalışırsak, -ekonomide, tarımda, ticarette, turizmde ve eğitimde- elde edeceğimiz refah ve gelişmenin sınırı bulunmamaktadır. …Barışın avantajları bu kadar belirginse, neden barışa bu kadar uzak kaldığımızı kendimize sormalıyız? Bu çatışma neden altmış yılı aşkın süredir devam etmektedir?”(Netanyahu, 2009a)

İsrail başbakanı Netanyahu’nun yapmış olduğu bir başka konuşmada birbirine bağımlı ekonomik çıkarlar fikri üzerinden barışın sağlanabileceğine vurgu yaptığı görülmektedir.

“Büyük fırsatların önünde durmaktayız ve sanırım bunlardan bazıları büyük zorluklardan kaynaklanmaktadır. (Önümüzdeki)ilk fırsat İsrail ile ılımlı Arap devletleri arasındaki bağları derinleştirmektir, bu barış ve istikrar için sağlam bir temel oluşturmamıza yardımcı olabilir. Ayrıca İsrail’i enerji alanında bağımsız, bölgeye ve ötesine doğal gaz ihraç eden bir ülke yapabiliriz. Ve İsrail'in ileri teknolojisini dünyamızı daha iyi bir hale getirmek için kullanabiliriz.” (Netanyahu, 2016c)

Türk karar alıcılar ile karşılaştırıldığında, bölge ülkeleri ile bölgesel ve uluslararası konularda iş birliği amaçlı çizilen çerçevede güvenlik konusunda iş birliği ile alakalı başlıkların daha nadir konulduğu görülmektedir. Analiz edilen konuşmalarda bölgedeki bölünme ve çatışma durumlarına karşı iş birliği vurgusu yapılmakla (Netanyahu 2009a, 2013f) birlikte bu durumu kuvvetlendirecek güven telkin eden söylemlere rastlanmamaktadır.

Orta Doğu bölgesi dışına çıkılarak karar alıcıların yapmış olduğu konuşmalara bakıldığında ise, karar alıcılar tarafından ekonomik iş birlikleri ile birlikte daha geniş kapsamlı ve çok boyutlu ilişkilere ilgi duyulduğu görülmektedir (Netanyahu 2013, 2014, 2016k, 2017 k, 2017l, 2017m). Başbakan Netanyahu’nun tarafından bölge

dışındaki ülkelerin tarım, su, altyapı, sağlık hizmetleri, teknoloji, savunma ve terörizm ile mücadele konusunda İsrail'in güçlü bir ortak olarak görülmesi gerektiği ile alakalı davetlerinin (Netanyahu 2016g) son olarak 2017 Birleşmiş Milletler Genel kurulunda yapmış olduğu konuşmada başarıya ulaştığını vurgulamıştır. İsrail’in (uzun yıllardır Avrupa’da devam eden müttefiklik ilişkileri dışında) dünyanın farklı bölgelerinde giderek daha fazla sayıda ülke tarafından bir ortak (Netanyahu, 2017j) olarak kabul edildiğini ifade etmektedir.

Politika yapıcılar tarafından benimsenen iş birliği anlayışını karakterize eden unsurlar açısından bakıldığında, Türkiye örneğinde Türk karar alıcıların bölgesel iş birliği yönelimlerinde kalıcı, resmi ve yasal açıdan bağlayıcı yapılarla hareket etmeyi tercih ettikleri görülmektedir. Bu yönelimin sadece Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgedeki iş birliklerinde değil siyasi ilişkiler yürütülen diğer bölgelerde de vurgulandığı görülmektedir (Davutoğlu 2010d, 2010e, 2013p, 2014g). Fakat burada, Türkiye’nin 2000 sonrası Orta Doğu coğrafyasına yoğun bir şekilde yönelmesinin bir sonucu olarak yeni kurulan yahut revize edilip geliştirilen iş birliği teşkilatları arasında Orta Doğu bölgesindeki iş birliği yapıları dikkat çekmektedir. 2010 yılında Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında serbest ticaret ve serbest vize bölgesi oluşturulmasına ilişkin ortak bildirge açıklanması dönemin başbakanı Davutoğlu, bu bütünleşme süreçlerinin yürütülen diğer bütünleşme süreçlerine alternatif olarak değerlendirilmediğini ifade etmiştir:

“Bu dörtlü serbest ticaret, serbest vize bölgesi hiçbir şekilde AB'ye alternatif değildir. Onu ikame etmez. Türkiye açısından AB'ye yönelik taahhütler geçerlidir ve AB'ye tam üyelik konusunda da Türkiye kararlıdır…Bizim bu ilişkileri geliştirmemiz ileride Türkiye AB'ye üye olduğunda, hem AB'ye, hem de ilişkilerimizi geliştirdiğimiz dost ve kardeş ülkelere kazanç sağlayacaktır. Bunları birbirlerine alternatif kutuplar gibi görmek doğru değil” (Sabah, 2010).

Türk karar alıcılar herhangi bir bütünleşme sürecine alternatif olarak değerlendirilmeyen tüm bütünleşme süreçleri ve açılımlar (Babacan 2008c, 2008d) Türkiye’nin uluslararası etkisi ve manevra kabiliyetine katkıda bulunacağı dolayısıyla Türkiye’nin gücü ve etkisinin komşuları tarafından daha iyi bir şekilde

algılanmasına zemin hazırlayacağını düşünülmektedir. Bu bağlamda sıklıkla vurgulanan Türkiye’nin AB giriş süreci, gerek Türkiye ile bölge ülkeleri arasında gerekse bölge ülkelerinin kendi arasındaki istikrar ve iş birliğine katkıda bulunacak önemli bir araç olarak değerlendirmektedir. Avrupa Birliği ile entegrasyon süreci içerisinde olunması yapısal olarak bakıldığında devletin kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudretinin bazı yönlerini zayıflatmasına rağmen, çeşitli bölgelerle entegrasyon ve iş birliğine imkân sağlayacağı fikri ile Türk politika yapıcıları tarafından kuvvetli bir şekilde benimsenmektedir. Türk politika yapıcılarının bu tutumu, devletlerinin kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudretiyle alakalı yetki paylaşımında temkinli davranan İsrailli politika yapıcıları ile karşılaştırıldığında, daha katılımcı, yenilikçi ve yapıcı olarak değerlendirilebilir. İsrailli karar alıcılar bölgesel iş birliği çerçevesini tanımlayan sıfatlar açısından bakıldığında Türk karar alıcılardan farklı olarak daha esnek, uzun süreli bağlayıcılığı olmayan, ulus-üstü yerine ikili taraflı iş birliği biçimlerini tercih ettikleri görülmektedir. Karar alıcıların yapmış oldukları konuşmalarda bölgesel iş birlikleri konusunda böyle bir yaklaşım tercih etmelerinin arkasındaki temel saiklerden bahsettikleri görülmektedir. Orta Doğu’nun kültürel çeşitliliğinin İsrail toplumuna yansıyan tarafları İsrailli karar alıcılar tarafından her ne kadar bir güç faktörü olarak değerlendirilse de (Netanyahu 2014b, 2017b;The Jerusalem Post, 2016), İsrail’in genel anlamda self-determinasyon fikri ile alakalı kısıtlı fikirler ortaya koyduğu görülmektedir. İsrail başbakanı Netanyahu katılmış olduğu bir mülakatta -Filistin halkı bağlamında- self- determinasyon hakkı ile alakalı şunları kaydetmiştir:

“Bu (self-determination) meselenin düğüm noktası(dır). Bu yüzyıl, Lenin tarafından ifade edilen ulus-üstü fikri ile Wilson tarafından açıklanan ulusal fikir arasında uzunca bir mücadeleye şahit olmuştur. (Bu gün baktığımızda) Wilson’un kazandığını görmekteyiz. Bununla birlikte, yüzyılın sonlarına doğru, Wilson tarafından ortaya konulan self-determination fikrinin ciddi hasarlar aldığını görüyoruz. Günümüzdeki ortak görüş, bağımsızlık talep eden herhangi bir ulusal azınlığın bunu elde etmesidir. Bu yaklaşım, uluslararası sistemin parçalanması ve düzinelerce devletin ortaya çıkmasına (sebep olacak bir durumdur.) Kabul edilirse, Doğu ve Orta Avrupa'da ve hatta Batı Avrupa'da ve Kuzey Amerika'nın bir bölümünde derin istikrarsızlığa neden olacaktır.” (Netanyahu, 1996)

Netanyahu tarafından ifade edilen ulus-üstü ve bununla intisaplı fikirlerin ciddi hasarlar aldığı ve günümüzde etkili olmadığına dair inanç İsrail’in ulus-üstü entegrasyon konusundaki genel pozisyonunu göstermektedir. Bu durumun İsrail’in ulus-üstü entegrasyon konusunda politikalar üretmemesinin sebeplerinden biri olarak değerlendirilmesi mümkündür. İkinci olarak, İsrailli politika yapıcıların ulus-altı (sub-national) ve özel amaçlı (ad-hoc) çerçevelere dayanan bir yaklaşımın, yakın bölgelerde ele alınması gereken iş birliği konularının birçoğu açısından daha etkili bir yaklaşım olduğunu düşünerek hareket ettikleri görülmektedir (Pardo ve Peters, 2012: 323; The Jerusalem Post, 2017b).

İsrailli politika yapıcıları tarafından İsrail’in artan ikili ilişkilerine nazaran daha zayıf kaldığı ifade edilen çok taraflı iş birlikleri ve bununla ilişkili meseleler analiz edilen siyasi konuşmalarda nadiren ifade edilmektedir. Başbakan Netanyahu yapmış olduğu bazı konuşmalarda konuşmada İsrail’in artan ikili ilişkileri ve çok taraflı diplomasisi arasında bir uçurum olduğu ve bu boşluğun doldurulması gerektiğini ifade etmiştir (Netanyahu, 2017c). İkili ilişkilerdeki yakınlığın uluslararası forumlarda İsrail’e verilen destek şeklinde yansımadığını ifade eden Netanyahu burada inkâr etmeyeceği bir gecikme durumunun yaşandığını ifade etmiştir (Netanyahu, 2016f). Çok taraflı bir şekilde başlayan Arap-İsrail dolayısıyla Filistin-İsrail barış görüşmelerinin de zaman içerisinde iki taraflılık vurgusu ile ele alındığı görülmektedir. Başbakan Netanyahu 2016 yılında Fransız Dış işleri Bakanı’nın Kudüs’e yapmış olduğu ziyarette şunları kaydetmiştir:

“Ona(Fransız Dışişleri Bakanı), bizimle Filistinliler arasındaki gerçek bir barışa ulaşmanın tek yolunun, ön şartlar olmaksızın doğrudan görüşmeler gerçekleşmesi olduğundan bahsettim. Tarih Mısır ve Ürdün'le barışa ulaştığımızı göstermektedir. Diğer her türlü girişim barışı daha da uzaklaştırmakta ve Filistin tarafına anlaşmazlığın kökü olan İsrail devletinin tanınmaması konusunda bir kaçış fırsatı [escape hatch]vermektedir.” (Netanyahu, 2016e)

İki taraflılığı ön plana çıkaran siyasi üslubun, İsrail’in Filistin ve Arap coğrafyası dışında farklı bölgelerdeki ülkelerle ikili ilişkilerini artırmaya yönelik faaliyetlerinde ön plana çıktığı görülmektedir (Netanyahu 2013, 2014, 2016k, 2017

k, 2017l, 2017m). Karar alıcılar bu durumun bazı çevrelerce iddia edilen bölgede izole bir şekilde varlığını devam ettiren bir devlet olduğunu yanlışladığını ifade etmektedirler.

“Elbette, bir avuç akademisyen ve yanlış yönlendirilmiş protestocular İsrail'in izole edildiğini söylemektedirler. Hayır değil.