• Sonuç bulunamadı

327 L.Wittgenstein,Defterler 1914-1916, 8.7.16., TLP, 6.373. 328 L.Wittgenstein,Defterler, 7.8.16.

gerçekleşene kadar ayrı bir varlık olmaya devam edecektir. Dolayısıyla karşımıza koyamadığımız Ben ile bunun üzerine daha üst bir konuşma yapan ben arasında zorunlu olarak bir farklılık oluşacaktır. Bu farklılık Yunus’un dizelerinde açıkça kendini gösterir. Yunus’un başkalarının karşısında olan, başkasının bilmesine konu olan beni Ben’den saymaması derinlik açısından farklı okumalara açık olmasına karşın, bizi burada ilgilendiren daha çok Ben’e onun da sahip olmayışıdır. İşte Yunus’la Wittgenstein arasındaki ilişki - hatta benzerlik- bu noktada ortaya çıkar. Ben her ikisinde de elde olmayan bir şey olarak algılanır. Yunus’un dizelerinin son kısmına gelince; belki Yunus, Wittgenstein’in dışarıda bıraktığı Ben’in yerini ve işlevini işaret etmek suretiyle ona katkı yapmıştır denilebilir. Wittgenstein’ın ‘dünyanın sınırında duran Ben’ini daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek üzerinden düşünebiliriz:

Şayet açık bir alanda isem ya da açık alana açılan bir tarafı olan kapalı bir mekanda isem, muhakkak görüp tespit edebileceğim bir ufkum vardır. Ufku görmemi sağlayan şey üç boyutlu uzaydır. Wittgenstein’ın diliyle söylersek, zaman ve mekanda görürüm. Ufkumun olduğunu bilirim (Phaenomenon) Gözlerimi kapattığımda yine görebilirim ufkumu, yani tekrarlarım. Görebilmem için ufuk çizgisinin olması gerekir. Zaman ve mekan bu anlamda görme ortamı oluşturur. Ufuk çizgisini göze yaklaştırdığımızda derinlik gittikçe kaybolur. Nihayet ufuk çizgisi göze değdiğinde ne olur? En azından ortam kaybolmaz mı? Eğer bir görme ortamı belirlemişsek -ki belirledik- o ortam kaybolduğunda görme de olmayacaktır. Peki ufuk çizgisinin göze değmesi durumu nedir o zaman? Ve daha da önemlisi göz hala göz müdür? Göz hala göz ise gördüğü, noktalar ve onların oluşturduğu doğru parçası olmak durumundadır. Wittgenstein sub specie aeternitatis ile bunu mu anlatmak istiyor? Kuşkusuz tam olarak bunu demiyor ama nesneyi seyre daldığında, daha doğrusu onu dünya olarak düşündüğünde zaman ve mekan ile görme durumunda olmuyor. Nesneyi seyre dalmakla onu dünya olarak görmek ayrı şeydir. Nedir nesneyi seyretmek, seyre dalmak? Soykan’a göre bu kendini tümüyle vermektir. Yani diğer şeyleri önemsizleştirip silecek kadar seyre dalmak o zaman tabiatıyla bu nesne dünya olacaktır ve bu aynı zamanda seyredenin dünyasını oluşturacaktır. Beni seyreden birinin ve onu da seyreden birinin bulunduğunu düşünürsen bu sonsuza ıraksayan bir durum olur. Daha doğrusu seyredenleri bitirene kadar devam eder bu durum. Ama en son seyircinin dünyası da bir anlam oluşturur ve onun anlamını “benim dünyam” dan çıkarak “ben” söyleyemem. Bunu kim görecek ve söyleyecektir, Tanrı mı? “Sub specie aeterni” görüş, şeyi tam mantıksal mekan ile görür. Bu görü’nün öznesi olan ben, yalnızca görme alanı içinde olanları gören ben değildir. Wittgenstein için bu ben, dünyanın sınırında olan ve insan olmayan ben’dir. Bu ben, metafizik, psikolojik ve fiziksel bir özne değildir. Görme alanı içinde bulunanları gören ben, gördüklerine bu dünyadır diyemez. Çünkü görülenler her zaman dış dünyanın bir sekansına tekabül edecektir. Bir taş, ağaç, birkaç insan ve yollar dünyayı gördüğümüzü söylememize yetmez. Eğer dünyayı gördüğümüzü iddia ediyorsak, gözümüzün görme alanı içindekileri gören görü’den farklı olması gerektiğini söylüyoruz demektir. Bu

Wittgenstein’ın sub specie aeternitatis dediği görü’dür. Olağan görü zaman ve mekanda gördüğü halde, sub specie aeterni görü zaman ve mekan ile görür.330

‘Ben’, Tractatus’ta öne çıkan bir aktör gibi görülmeyebilir. Dünya’yı dilin içinden sınırlandırarak kurma girişiminin, Ben gibi açık olmayan bir kavramı dominant kılması tabiatıyla kabul edilemez. Ancak, dünyayı var kabul etmek bu girişimin ön kabulü olacağından, onu var kabul eden öznenin de var kabul edilmesi zorunlu olacaktır. Bu zorunluluk, herşeyden önce irade kavramı aracılığıyla incelemeye konu olabilen bir zorunluluktur.

1.5. İRADE

Wittgenstein Tractatus’ta ‘irade’ kavramına önemli bir yer verir. Bu kavram olmadan neredeyse

Tractatus’taki aşkınlık düşüncesi ortadan kalkar. Tractatus’ta ‘irade’ kavramını, onun Ben algılayışı

paralelinde düşünmek gerekir. Wittgenstein’ın Ben’i nasıl konumlandırdığını daha önce ortaya koymuş ve onun bilmeye gelir sabit bir yapısının olmadığını ifade etmiştik. Burada Ben’i aynı noktadan yola çıkarak farklı bir bağlamda yeniden ele alacağız.

Wittgenstein Günlükler 1914-1916 ‘da şöyle söyler: ”Çoktandır şöyle bir kitap yazmanın olanaklı olacağının bilincindeyim: Bulduğum Dünya331 (…) Bulduğum Dünya kitabında, aynı zamanda bedenim hakkında bilgi vermem ve hangi organların istemime boyun eğdiğini v.b. söylemem gerekecektir. Çünkü bu, özneyi yalıtmanın bir yoludur ya da daha çok önemli bir anlamda, özne gibi bir şeyin olmadığını göstermenin; çünkü o, bu kitaba g i r e m e y e n tek şey olacaktır.”332 Wittgenstein bu notta özneyi yalıtmaktan ve özneyi yalıtmak için, iradenin kullanımından bahseder. İrade organlara boyun eğdirebilen bir şeydir ve o varsa, artık özne iş görmez veya yoktur. İradenin eylemlerini anlatan bir kitaba özne giremeyecektir. Wittgenstein niçin böyle bir denklem kurar? İrade ile özne arasında niçin bir dışta bırakma ilişkisi olsun? Bu sorulara cevap vermek için onun şu cümlesine bakmak gerekir: “Etik dünyayı konu edinmez. Etiğin, dünyanın bir şartı olması gerekir, mantık gibi.”333 Wittgenstein’a göre ahlakın konu edinmediği dünya, olgusal dünyadır. Wittgenstein’in ‘benim dünyam’ dediği mikrokosmos, ahlakın taşıyıcısı olan iradenin merkezde durduğu dünyadır. Öte yandan o, olgusal dünyanın sınırında bulunur. Ahlak, mikrokosmosun bir şartıdır ve bu tarafıyla da o, neredeyse bütün dünyanın şartı haline gelir. Çünkü, dünyanın sınırında duran metafizik özne bütün dünyaya yayılır. Wittgenstein bunu şöyle ifade eder: “ Ve bu anlamda tüm dünya için ortak olan bir istençten de söz edebilirim. (…) Tasarımımın dünya olması gibi, aynı şekilde istencim de dünya-

330 Reel zaman ve mekanı insan, ancak rüyada tekrar eder. Muhayyilenin tekrarı ileri sürülerek buna itiraz

edilebilir. Ancak muhayyile dahi, bilinçli olmak bakımından reel zaman ve mekanın parçasıdır. Rüyadaki tekrar gözle yapılmaz. Fakat rüya bir göz olarak kabul edilebilir. Wittgenstein rüya görmüş olabilir mi?

331 Krş. TLP, 5.631.

332 L.Wittgenstein, Defterler 1914-1916, 23.5.16.; Ayrıca, krş., TLP, 5.631. 333 L.Wittgenstein, age., 24.7.16.

istencidir.”334 Böylece Wittgenstein’ın yaptığı ayrımın nasıl bir anlama sahip olduğu açıklığa kavuşur. Ben bu bağlamda iradeye sıkı bir şekilde bağlanır. Wittgenstein, ahlakın iradeyle ilgili olduğunu, iradenin olmayacağı bir durumda Ben’in de olmayacağını söyler.335 İradenin olmadığı bir dünyanın düşünülemeyeceğini söylerken Wittgenstein şöyle bir soruşturma yapar ve bu soruşturma da bazı çağrışımları bakımından hayli ilginçtir:

“Organlarından hiçbirisini kullanamayan ve böylece bayağı anlamda istencini yerine getiremeyen bir insan düşünelim. Yine de düşünebilecek, isteyebilecek ve düşüncelerini başka birine aktarabilecektir. Bu yüzden başka insanlar aracılığıyla iyilik ya da kötülük yapılabilir. Öyleyse etiğin onun için geçerli olacağı ve yine onun etik manada bir istenç taşıyıcısı olacağı açıktır. O zaman bu istenç ve insan bedenini harekete geçiren arasında ilkece bir fark var mıdır? Ya da burada şu yanlış mıdır: İsteme (düşünme) de bir istenç etkinliğidir? (Ve bu anlamda gerçekten istençsiz bir insan canlı olmayacaktır.) İstenç gücü olmayan, ama yalnızca tasarım (örneğin görme) gücü olan bir varlığı kavrayabilir miyiz? Bir anlamda bu olanaksız görünür. Ama eğer olanaklıysa, o zaman etiksiz bir dünya da varolabilir.”336

Bu cümleler, dünyayı iradeye bağlamanın yanında ilginç bir şekilde iradenin olmadığı, ama düşüncenin olabildiği bir dünyaya dikkatimizi çeker. Bu dünya, isteme dışında düşünemeyeceğimiz bir dünya olmasına rağmen, tıpkı organların iredeye boyun eğmesi deneyinde olduğu gibi, düşünmenin tasarımlandığı bir üst durumu tasarlamamıza da imkan vermemektedir. Gerçi Wittgenstein böyle bir durumu da irade edilen bir şey olarak nitelendirebilir ve o bu bakımdan iradenin dışına çıkmış olmaz, ama buradan böyle bir durumun imkan dahilinde olmadığı sonucu da kolaylıkla çıkarılamaz.

Wittgenstein, imkan dahilindeyse etiksiz bir dünya da varolabilir diyor. Biz böyle bir durumun imkan haricinde olmadığını, hatta Wittgenstein’ın böyle bir şeyi düşünürken İncil’den yardım almış olabileceğini kolaylıkla iddia edebiliriz. Çünkü Wittgenstein’ın tarifini yaptığı durum, mesela meleklerin durumuna oldukça uygun düşmektedir.

Wittgenstein, Günlükler 1914-1916’nın 4.11.16 tarihli uzun notunda irade ile ilgili ayrıntılı bir açıklama ve çözümleme yapar. O, bu notta her şeyden önce şunu tespit eder: İrade, öznenin dünyaya karşı bir tavır almasıdır.337 Özne, dünyaya irade aracılığıyla tutunurken bir dünyayı da inşa eder. Burada, ahlaki dünyanın merkezinde duran Ben ile olgusal-empirik dünyanın içinde bulunan ben arasındaki metafizik-hatta dinsel- bağlantıya dikkat etmek gerekir. Wittgenstein, “Dünya bana verilidir, yani istencim dünyaya zaten orada olan bir şeye katılır gibi, tamamen dışarıdan katılır” der.338 Bu cümle sadece iradenin dünyaya nüfuz ettiğini değil, onun dünyaya yabancı bir şey olduğunu da gösterir. Empirik dünyanın içinde olup bitenleri bilen Wittgenstein, bu yabancı şeyi acaba biliyor