Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı has-sas ve sâfî- kalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i kü-fürle iltibâs ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdi-ki sûretinde gösteriyor. Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hâtıraları hayaline gösteriyor.
Ve imkân-ı zâtîyi imkân-ı aklî şeklinde gösterip imandaki yakînine münâfî bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o bîçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü te-vehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibâsını çok işletti-rir, ya dîvâne olur yahut “her-çibâd-âbâd” der, dalâlete gider.
Dîvâne: Deli, aptal.
Her-çibad-âbâd: Nasılsa olan ol-du, artık çare yok!
İltibâs: Karıştırmak.
İmkân-ı aklî: Meydana gelmesi aklen mümkün olma, akla aykırı olmama.
İmkân-ı zâtî: Bir şeyin kendi zâ-tında, yani varlığı icabı mümkün olması.
Münâfî: Ters, uymayan.
Münezzeh: Arı, duru, temiz, uzak.
Sâfî- kalb: Saf kalbli.
Tahayyül-ü küfrî: Küfrü hayal et-me, düşünme.
Tasavvur-u dalâlet: Sapıklığı zi-hinde şekillendirmek.
Tasdik-i küfür: Küfrü doğrulama.
Tevehhüm: Kuruntuya düşme, vehimlenme, zannetme.
Yakîn: Şüphe etmeden, kesin bir şekilde inanma.
Yeis: Ümitsizlik
Zâil olmak: Geçmek, tükenmek, bitmek.
On Üçüncü Lem’a --- 59 Şeytanın bu desisesinin mâhiyeti ne kadar esassız ol-duğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl ki aynada yılanın sûreti ısırmaz ve ateşin misa-li yandırmaz ve murdarın aksi, telvis etmez. Öyle de, ha-yal veya fikir aynasında küfriyâtın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, iti-kadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz.
Çünkü meşhur kâidedir ki: Tahayyül-ü şetim, şetim ol-madığı gibi, tahayyül-ü küfür dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet de dalâlet değil.
İmandaki şek meselesi ise, imkân-ı zâtîden ge-len ihtimaller, o yakîne münâfî değil ve o yakîni boz-maz. İlm-i Usûl-ü Din’de kavâid-i mukarreredendir ki,
1
َّ ِ ْ ِ ْ ا َ ۪ َ ْا ِ אَُ َ َّ ِ اَّ ا َنאَכْ ِ ْا َّنِإ
1 “İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münâfî değildir.” Yakın mânâdaki kâideler için bkz.: el-Gazâlî, el-Menhûl s.122; el-Müceddidî, Kavâidü’l-fıkh s.11, 143.
İcmâlen: Kısaca, ayrıntısız olarak.
İlm-i Usûl-ü Din: İslâm’ın inanç esaslarını inceleyen Akâid İlmi.
Kavâid-i mukarrere: Herkes ta-rafından kabul edilmiş, kesin kâideler, kurallar.
Küfriyât: İnkâra, inançsızlığa ait şeyler.
Murdar: Kirli, pis.
Şek: Şüphe, zan, tereddüt.
Şetimli: Küfürlü.
Şirk: Allah’a (c.c.) ortak koşma.
Tağyir: Değiştirme.
Tahayyül-ü küfür: Küfrü hayal et-me, düşünme.
Tahayyül-ü şetim: Küfrü hayal et-me, düşünme.
Tasavvur-u dalâlet: Dalâleti zihinde şekillendirme, göz önüne getirme.
Telvis: Kirletme, pisletme.
Meselâ, Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Hâlbuki zâtında mümkündür ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun ve batması mümkinâttandır.
Bu imkân-ı zâtî, madem bir emâreden neş’et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünkü yine İlm-i Usûl-ü Din’de bir kâide-i mukarreredir ki,
ِلאَ ِ ْ ِ ْ ِ َةَ ْ ِ َ
1
ٍ ۪ َد ْ َ ِ ِ אَّ ا ِ َْ ْا
Yani, “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şüphe verip, ehemmiyeti olsun.” İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan bîçare adam, hakâik-i imaniyeye yakînini, böyle zâtî imkânlar ile kaybediyor zanneder. Meselâ, Hazreti Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) hakkında beşeriyet iti-barıyla çok imkân-ı zâtiye hatırına geliyor ki, imanın cezm1 Bkz.: Mecelle s.24; el-Müceddidî, Kavâidü’l-fıkh s.105; Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-i İslâmiye ve ıstılahât-ı fıkhiyye kamusu 1/279.
Barla Denizi: Eğirdir Gölü.
Beşeriyet: İnsanlık.
Cezm: Kesinlik.
Desise-i şeytaniye: Şeytanın hile ve entrikaları.
Emâre: İz, alâmet, ipucu.
Hakâik-i imaniye: İman hakikat-leri.
İhtimal-i zâtî: Meydana gelmesi-nin, varlığının mümkün olması, bir şeyin asıl itibarıyla varlığının imkân dâhilinde olması, henüz varlık hâline gelmemiş ancak var
olması muhtemel.
İmkân-ı zihnî: Zihinde varlığı mümkün olan.
Kâide-i mukarrere: Herkesin ka-bul ettiği kesin kâide.
Mümkinât: Gerçekleşmesi imkân dâhilinde durumlar.
Neş’et: Doğmak, ortaya çıkma.
Zâtî imkân: Bir şeyin kendi zâ-tında, yani varlığı icabı mümkün olması.
Zihnî: Zihne ait
On Üçüncü Lem’a --- 61 ve yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bazen şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zan-neder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor.
Hâlbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası de-lildir ki, o sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şey-taniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahay-yül ediliyor.
Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latîfe var ki, ihtiyâr ve iradeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazen o latîfeler hük-mediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyor-lar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istida-dın hakka ve imana muvâfık değil ki, böyle ihtiyârsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekâvete mahkûm etmiştir.” O bîçare adam, ye’se düşüp, helâkete gider.
Adem-i rıza: Razı olmama, kabul etmeme.
Bâtıl: Gerçek olmayan, hak olma-yan.
Helâket: Yıkılma, mahvolma.
İhtiyâr: Seçme, tercih etme kabi-liyeti.
Latîfe: Mânevî duygu.
Letâif: Mânevî duygular.
Lümme: İnsanın manevî kalbinde şeytanın vesvese verdiği yer.
Lümme-i şeytaniye: İnsanın ma-nevî kalbinde şeytanın vesvese ver-diği yer.
Muvâfık: Uygun, münasip.
Şekâvet: Bahtsızlık, talihsizlik.
Tahayyül: Hayal etme, hayalde canlandırma.
İşte şeytanın evvelki desiselerine karşı müminin tahassungâhı, muhakkikîn-i asfiyânın düsturlarıyla hu-dutları taayyün eden hakâik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur’âniye’dir. Ve âhirdeki desiselerine karşı, istiâze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü ehemmiyet ver-dikçe, nazar-ı dikkati celb ettirip büyür, şişer. Müminin böyle mânevî yaralarına tiryak ve merhem, sünnet-i seniyyedir.