• Sonuç bulunamadı

AHKÂM AYETLERİNİ TARİHSEL BAĞLAMDA DEĞERLENDİRME

120 Age, s:95

121 Age, s:96-99

Bu bölümde bazı ahkâm ayetlerini inceleyip, günümüzde nasıl anlaşıldığı hakkında değerlendirmelerde bulunacağız.

4.1) Müellefe-i Kulûb Ayeti( Zekât Ayeti):

Allah-u Teâla, kimlere zekât verileceğini şöyle açıklamıştır: ‘’Sadakalar(zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlar(müellefe-i kulûb), âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda çalışanlar ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilen ve hikmet hikmetle yönetendir.’’122Ayette de gördüğümüz üzere, zekât sekiz sınıfa verilmelidir. Bu sekiz sınıfın müellefe-i kulûb kısmı geçmişte olduğu gibi günümüzde de tartışılmaktadır. Bu kısım hakkındaki tartışmaya girmeden önce, müellefe-i kulübün kimleri ihtivâ ettiğine bakalım. Müellefe-i Kulûb, aslında gayri müslim oldukları halde kalpleri İslâm’a ısındırılmak yahut İslâm’a yönelik düşmanlıkları azaltılmak gibi ya da yeni İslam’a girmiş olup henüz imânı iyice yerleşmemiş kimselerin imânını pekiştirmek gibi amaçlarla kendilerine zekât verilen kimselerdir.123 Elmalılı’da bu kısmın kimlerden oluştuğuna dâir şunları söylemiştir:

Çeşitli rivâyetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirlerdi ki Rasulullah, bunların şerlerini defetmek ve Müslümanlara eziyetlerini önlemek, diüerkafirlerle ve müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslam tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslam’a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısım ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumundaydı ki Hz.Peygamber, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslam’a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslam’a girmeleri ve İslam’da sebat etmeleri gibi bir takım İslami amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısımda, İslam’a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişilerdi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalpleri iyice İslam’a ısınsın, imanları pekişsin ve İslam’ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki, UyeyneİbnHısn, Akrâ Bin Hâbis ve Abbas Bin Mirdas bunlar

122Tevbe/ 60

123 Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, s: 413

arasındaydı. İşte müellefe-i kulûb vasfı, her üç kısma da verilir.124Müellefe-i Kulûb kavramını ele aldıktan sonra, bu kavram hakkındaki tartışmaya geçebiliriz.

‘’Hz. Ebubekir’in hilafeti sırasında yukarıda adı geçenlerden Uyeyne bin Hısn ile Akra bin Habis, ki ikisi de Necid bölgesindendiler, gelmişler ‘’Ey Allah’ın Rasül’nün halifesi, bizim tarafta otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi var, re’yin olursa onu bize ver, tahsis et.’’demişler. Hz.Ebubekir’de o araziyi onlara bağışlama yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair de yazılı belge düzenleyip, şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada hâzır olanlar arasında Hz. Ömer yoktu. Bu ikisi şahit olsun diye Ömer’e vardılar, durumu anlattılar. Hz. Ömer bunu işitince yazılmış olan yazıyı ellerinden aldı, sildi ve yırttı attı. Dedi ki; Rasulullah sizi İslam’a ısındırıyordu ve o gün Müslümanların sayısı azdı. Şimdi ise Allah-u Teala Müslümanların sayısını çoğalttı.

Gidiniz gücünüz yettiği kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah’ta sizi gözetir. Bunun üzerine öfkelenerek Hz. Ebubekir’e müracaat ettiler. Halife sen misin, Ömer mi? Dediler. Ebubekir’de, isterse odur dedi, bu konuda Ömer’e muvafakat ettiğini göstermiş oldu. Onun yaptığını yanlış bulmadı, ashaptan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse de olmadı.’’125

Okuduğunuz üzere, Hz.Ömermüellefe-i kulûba verilen zekâtın verilmesine engel olmuştur. Engel olma sebebi ise, Müslümanların Hz. Peygamber’in (s.a.s) zamanından daha güçlü olması ve bunlar gibi kimselere Müslümanların artık ihtiyaç duymamalarıydı. Ama burada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir husus var. Hz.

Ömer bu engeli yukarıda ismi geçen üç şahsa mı koydu yoksa bu sınıfın tamamına mı? İşte tartışmanın asıl noktası burasıdır. Kimileri, Hz. Ömer’in bu fiilinin bu grubun tamamına olduğunu iddia etmiş, sebep olarak da Hz. Ömer’in zamanı ile Hz.

Peygamber’in zamanının bir olmadığını ve Hz. Ömer’in müellefe-i kuluba verilmesi gereken zekâtın hükmünü değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Ama ehl-i ilimden birçoğu demiştir ki; Müellefe-i Kulub kıyamete kadar mevcuttur.126Bize göre de Hz. Ömer, bu konuda ki hükmü değiştirmemiştir. Nitekim Hz. Ömer’den sonra, halife Ömer bin Abdulaziz kendi döneminde müellefe-i kuluba zekâttan bir hisse vermiştir. Peki, Hz.

Ömer ne yapmıştır? Hz. Ömer sadece bu isimleri müellefe-i kulübün dışında bırakmıştır. Bu konu hakkında Ebubekir Sifil hocamız şunları söylemiştir:‘’Burada

124 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, age, s: 410-411

125 Age, s:411

126 Age, s:412

Hz. Ömer’in (r.a) yaptığı, sadece yıllardır bu fondan yararlandığı halde durumunda herhangi bir ilerleme olmayan, adeta bedavadan geçinmeye alışmış bulunan kimseleri, talep ettikleri şeyden mahrum etmekten ibarettir. Eğer Hz. Ömer (r.a) yaptığı bu uygulamayı tamamen durdurmuş olsaydı, Uyeyne b. Hısn’ı, hilafeti döneminde yine Hz. Ömer (r.a)’in kapısında göremezdik… Uyeyne, Hz. Ömer (r.a) nezdinde itibarı olan yeğeni El- Hurr b. Kays’tan, Hz. Ömer’in (r.a) huzuruna çıkarılmasını sağlamasını ister. Girdiğinde son derece kaba bir şekilde şöyle der: Ey Hattab oğlu!

Bize çok mal vermedin, hiç adil davranmadın! Bunun üzerine sinirlenip Uyeyne’nin üzerine gidecek olan Hz. Ömer’i (r.a), el-Hurr, Kuran’dan okuduğu bir ayet ile teskin eder. Burada Uyeyne’nin, Beytulmal’den aldığı hissenin miktarından memnun olmadığı ve daha fazlasının peşinde olduğu açıkça görülmektedir.

Müellefe-i kuluba yapılan tahsisat sadece zekât gelirlerinden yapılmıyordu. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s), adı geçen şahıslara ve onların konumunda bulunanlara ganimet gelirinden pay verdiğini biliyoruz. Ancak bu uygulamanın bağlayıcı olmayıp Hz. Peygamber’in (s.a.s) engin merhamet duygusunun bir yansıması olduğunu söylemek yanlış olmasa gerekir. Öyle ki, ganimet gelirlerinden müellefe-i kulübün önde gelenlerine yüzer deve gibi hayli yüksek paylar verdiği olmuştur. İşte Hz. Ömer’in (r.a) durdurduğu uygulama, müellefe-i kuluba zekât dışı fonlardan yapılan bu tarz ödemelerdir…Uyeyne b. Hısn, ez-Zibrikan b. Bedr gibi, Hz.

Ömer(r.a) zamanına kadar Beytülmal’den geçindiği halde bir türlü İslam için ihlas ve fedakârlıkla çalışmaya yanaşmayan, adeta bedavadan geçinmeye alışmış kimselerin kalbinin, arzu edilen noktaya gelmeyeceği artık anlaşılmış olmalıdır. Dolayısıyla ilgili ayetin hükmünün sadece bu gibi kimseler için durdurulmuş olması, yani onlara zekâttan verilen payın kesilmiş olması, ayetin hükmünün mutlak olarak ve herkes için durdurulması anlamına elbette gelmez.’’127 Son olarak şunları söyleyebiliriz:

Müellefe-i kulub hakkında ki tartışma, zekât bu gruba mı verilmeyecek, yoksa belirli kişilere mi? Bizlere ulaşan rivayetlere baktığımızda, Hz. Ömer(r.a), müellefe-i kuluba verilmesi gereken zekata dokunmamıştır, onun yaptığı sadece ve sadece bu gruba zekât konusunda uygulanan esnekliği kötüye kullananları, bu haktan mahrum etmek olmuştur.

127 Ebubekir Sifil, Hz. Ömer’in Sünnet Anlayışı,Konya,2006, s: 189-191

4.2) El Kesme Cezası:

Allah azze ve celle el kesme konusunda şöyle buyurmuştur: Yaptıklarına karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.128Ayetten de anlaşılacağı üzere, erkek olsun kadın olsun, kim hırsızlık yaparsa elleri kesilecektir.

Peki, biz bu ayeti daha doğrusu bu cezayı nasıl anlamalıyız? Allah-u Teala’nın koyduğu evrensel bir kanun olarak mı yoksa o günün Arap toplumunun yapısına uygun bir kanun olarak mı anlayacağız? Bu soruların cevabına geçmeden önce şuna değinmek isteriz. Ayette, el kesme cezasının mutlak bir ifade olduğu açıkça görülmektedir. Yani hırsızın iki eli mi yoksa tek eli mi, el kasıt kolun tamamı mı yoksa bilek mi, hangi miktarda bu cezanın uygulanacağına dair açık bir hüküm yoktur. İşte burada devreye Peygamberimiz (s.a.s) girerek bu konulara açıklık getirmiştir. Yani mutlak olan ifadeyi tahsis etmiştir. Böylelikle bu hükmün kimlere ve hangi miktarda uygulanacağı belirlenmiştir. Nitekim bu konuda Elmalılı hocamız şöyle demiştir: ‘’Bunun için hırsızlık fiilinin cezayı gerektirecek derecede tam anlamıyla oluşması iki şarta bağlıdır ki, birisi alınan malın az çok beğenilebilecek bir ölçüye ulaşması, diğeri de bir mekânda veya muhafızlı bir yerde saklanmış olmasıdır.

Ancak İbn Abbas, İbnZübeyr, Hasen-i Basri ne miktarın, ne de saklamanın, şart olmadığına ve azın, çoğun hırsızlık olup ceza lazım geleceğine kâni olmuşlardır ki, Zahiriye mezhebinden Davud-ı İsfahani’nin ve Haricilerin görüşleri de budur. Gerçi az veya bekçisiz, açıktaki bir malı alıvermek de hırsızlık kabilinden ise de, bu genellemenin tam bir hakikat olduğu şüphelidir. Zira örfün müsaade ettiği miktarı alıvermek terbiyesizlik olmakla beraber ne açığına gasb, ne de habersiz alınmasına hırsızlık denilmediği de bilinmektedir.

Halbukicezalar her yönden kesin ve yakini ve şüphe ile düştüklerinden, eli kesilecek hırsıza tam manasıyla ve şüphesiz olarak sârik(hırsız erkek) ve sârika(hırsız kadın) denilebilmek için nisab ve hırz(saklama) her halde şart olmalıdır. Ve bunu ispat için rivayet edilen haberler hiç dikkat nazarında alınmasa bile, hırsızlık kelimesinin tam bir örfi manâsı bunu gerektirir. Ve fıkıhçıların çoğunluğu bunda ittifak etmişlerdir. Ancak nisabın ölçüsünde ihtilaf etmişlerdir.’’129Elmalılı hocamızın da belirttiği gibi el kesme cezası her hırsızlık yapana uygulanmaz, bir mal hakkında el

128 Maide/38

129 Elmalılı, age, C:3, s: 257

kesme cezasının uygulanabilmesi için; o malın belirli bir kıymeti olmalı ve belirli bir yerde muhafaza edilmesi gerekir. Bu şartlar meydana gelirse o zaman el kesme cezası hâkimin kararıyla uygulanabilir. Hırsızlık ayetinin hangi durumlarda meydana geldiğini kısa bir şekilde açıkladık. Bu açıklamayı, yukarıda ki sorularımızın cevabını vermeden yaptık, çünkü kimileri el kesme cezasını uygun görmeyip, bunun değiştirilmesi gerektiğini vurgulamış, İslam dini bu hükmü, bu fiilden insanları men etmek için getirmiştir, bizde günümüzde başka yollarla insanları bu fiilden uzaklaştırabiliyorsak bu uygulamayı alırız demişlerdir. Bu isimlerden birisi Hasan Hanefi’dir. Onun bu konudaki görüşü hakkında Recep Demir hocamız şöyle demiştir:

‘’El kesme cezası ile ilgili düşüncelerini açıkça dile getiren bir düşünür de Hasan Hanefi’dir. Hanefi’ye göre bazı insanların zihninde İslam, bedeni cezalar sebebiyle, insan haklarıyla en az uzlaşan, tabiatın zıddı bir din olarak görülmektedir. Bir anlık zaafın sonucu olan hırsızlığın, el kesme cezası ile cezalandırılmasının kalıcı bir sakatlığa sebebiyet verdiğini, hâlbuki bedene sahip olmanın tabii bir insan hakkı olduğunu söyleyerek, eli kesilmiş bir kişinin toplumdaki konumu ve onurunu nasıl kazanacağı, tekrar eliyle iş görebilecek hale nasıl gelebileceğini sorgulayarak metne rağmen bu cezanın uygulanmaması gerektiğini ileri sürer.’’130Hasan Hanefi’nin görüşlerine katılmadığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü; İslam dini bir anlık zaaf ile insanların belirli uzuvlarına kıyacak bir din değildir. Yukarıda da Elmalılı hocamızın belirttiği gibi, el kesme cezasının meydana gelebilmesi için belirli bir miktar olması ve bu malın muhafaza halinde olması gereklidir. Bu iki durumda örflere göre farklılık teşkil edebilmektedir. Aynı şekilde açıkta olan ve bekçisiz olan bir malı çalmak her ne kadar ayıplansa da el kesme cezası bu durumda bile uygulanmaz. Cezanın uygulandığı durum, sârikin bu fiili keyfi yapmasıdır. Nitekim sârik, hırsızlığı keyfi çıkarları için yapmışsa tabiki de cezasını çekecektir. Böylelikle toplum huzur bulacaktır, hem de bu durum, bu fiili işlemek isteyenlere bir korku, engel olacaktır.

Bu konuda son olarak şunları söylemek istiyoruz ki; Allah-u Teala biz kulları için her zaman, maslahatımızı düşünerek, hükümler koymuştur. El kesme cezası da bu hükümlerinden biridir, ama had cezasıdır. Makalemizin değişim konusu ile ilgili bölümünde de değindiğimiz üzere, İslam dini değişime tam anlamıyla kapalı bir din değildir ancak onun bazı sabiteleri vardır. Bu sabitelerden biri de had cezalarıdır. Yani Allah azze ve celle tarafından konulan cezalar. Bu cezalarda bir değişime gidilemez.

130 Demir, age, s: 294

Şayet biz, kendi düşünce dünyamız miktarınca, kendimiz için iyi olanı yapmaya kalkıp, Allah’ın bizlere koyduğu bu sabitelerden vazgeçersek, ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Bu sorunlardan en büyüğü ise her kafadan bir sesin çıkması ve dini sabitelerin itibara alınmamasıdır. Değinmek istediğimiz bir başka hususta şudur: El kesme cezası, Kuran’ın ilk muhataplarına yönelik bir olaydı, günümüz insanları ile Arap toplumunda ki bedeviler bir olmadığı için hükümden öte maksada bakmaya çalışmak. Burada şu hususu belirtmekte fayda vardır. El kesme cezası ilk olarak Kuran’ın hitap ettiği topluma uygulanmamıştır. Cahiliye devrinde de uygulanıyordu.

Nitekim bu konuda İbn Kesir tefsirinde şöyle demiştir: ‘’Denilir ki; Cahiliye devrinde eli kesilen ilk kişi Kureyş’tendir. O kişiye Diveyk(?) denilirdi. Huzaa kabilesinden Muleyh Bin Amr oğullarının mevlasıdır. O, Kabe’nin hazinesini çaldı. Ve denildi ki:

O hazineyi bir kavim çaldı, ve bu kavim o hazineyi Diveyk’in yanına koydu’’131Görüldüğü üzere el kesme cezası ilk olarak Cahiliye’de uygulanmıştır. Şu hususu belirtmek isteriz ki; İslam, cahiliye adetlerini ya aynen almıştır ya ıslah etmiştir ya da iptal etmiştir.İşte el kesme cezası da İslam’ın devam ettirdiği bir uygulamadır. Yani İslam el kesme cezasını baştan koymamıştır, bundan dolayı bu hükmün, Kuran’ın ilk muhataplarının durumuna göre indirildiğini, günümüzde ise değişecebileceğini savunmak doğru olmayacaktır.

4.3) Kadının Şahitliği:

Kadınların şahitliği konusunda birçok tartışma vardır. Bu tartışmaların temelinde, şahitlik konusunda bir erkeğe karşılık iki kadının şahitliğinin geçerli olmasıdır. Tartışmaya konu olan bir başka husus ise, kadının iki şahitliği meselesinin İslam hukukunda çoğu alana yayılmış olmasıdır. Biz bu tartışmalara girmeden önce, ilk olarak Kuran’da bir erkeğe karşılık iki kadının şahitliği konusunun açık bir şekilde ifade edildiği müdâyene(borç) ayetine değinmek istiyoruz. ‘’Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Üzerine hak olan(borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin(hepsini tam yazdırsın).

Eğer borçlu, aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise, ya da yazdıramıyorsa, velisi

131İbn Kesir, Tefsiru-l Kur’ani-l Azim, Tayyıbe Yayınevi, Suud, 1999, c:3, s:107

adaletle yazdırsın. (Bu işleme) şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun borcu süresine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da, şahide de bir zarar verilmesin. Eğer aksini yaparsanız, bu sizin için günahkârca bir davranış olur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor.

Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.’’132Ayette de gördüğümüz üzere şahit olarak iki erkek bulunmazsa bir erkek ve iki kadının şahit tutulması emredilmiştir. Normalde erkek ile kadın arasında yaratılış bakımından bir fark olmamasına rağmen, Allah’ın iki kadının şahit olması gerektiğini söylemesinin illeti, ayette geçen ‘’en tedılle’’

kelimesidir. Bu kelimenin manası unutmak, yanılmaktır. Yani iki kadının şahit olmasının nedeni, kadınlardan birinin yanılması/unutması durumunda diğerinin ona hatırlatması içindir. Peki, bu yanılma veya unutma sadece bayanlara mı aittir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Erkek olsun, kadın olsun her insan yanılıp, unutabilir.

Ama her insanın meşguliyet ve ustalık alanları farklıdır, haliyle her insan da usta olduğu yerde daha az yanılıp, daha az hata yapacaktır. İşte Allah-u Teala’nın birisi yanılıp veya unutursa diğeri ona hatırlatsın diye buyurması, kadının alışveriş konusunda ve alışveriş sonucu şahitlik olayında pek bir ustalığı yoktur, bundan dolayı unutma veya yanılma ihtimaline karşılık iki kadın şahit olarak bulunmasıdır. Bu konu hakkında Diyanet Tefsiri şöyle bir açıklama yapmıştır:

‘’Mali konulardan şahit ya iki erkek ya da bir erkek, iki kadın olacaktır. Daha azı iddianın ispatı için yeterli değildir. Tek erkeğin yeterli olması, onun akıl ve dürüstlük bakımlarından eksik olduğu gerekçesine değil, hakkın ve alacağın zayi olmaması için daha ihtiyatlı ve tedbirli olma hikmetine bağlıdır. Bir kadın yerine iki kadının şart koşulması da tek kadının akıl ve dürüstlüğünün yeterliği konusundaki şüpheden veya hükümden değil, onların özel durumları, konumları, psikolojileri, ev dışındaki hayatla ilgileri bakımından unutma veya şaşırma ihtimallerinin daha fazla olmasındandır; yani yine hakkın zayi olmamasına yönelik bir tedbirden ibarettir.

Kadın bu bakımdan da ikinci sınıf ve dereceden bir insan olarak algılanmadığı içindir

132 Bakara/282

ki, ‘’erkek bulunmadığı takdirde’’ denilmemiş, erkek bulunsa bile kadınların tanıklığı kabul edilmiştir. Ayetin ifadesine dikkat edildiğinde anlaşılacağı üzere iki kadının şahitliğinde tanıklık eden yine bir kadındır; yani nisabı( şahitlik için gerekli sayı) doldurma bakımından bir kadın, bir erkek gibidir. Diğer kadının işi, hemcinsinin unutması veya yanılması halinde ona hatırlatmaktan, hatırlamasına yardımcı olmaktan ibarettir.’’133Diyanet tefsirinin de söylediği gibi kadının iki şahitliği meselesi, kadınların özel konumlarından dolayıdır, bu durumun erkeklerin yaratılış bakımından kadınlardan üstün olduğu meselesiyle bir alakası yoktur.Yine bu konu hakkında Elmalılı hocamız şunları söylemiştir:

‘’Sonra bir erkek yerine iki kadın olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın, yahut Hamze kıraatinde olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır. Görüldüğügibi, şahitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de hakkıyla zabtve hıfzetmek, yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlak açısından güvenilir olmayanların da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için olayı başından sonuna kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkarmamak şart değildir. Elverir ki, şahitlik edeceği sırada hakkıyla hatırlasın ve aklına getirmiş bulunsun… Şahit sayısının en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti, iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan kaldırarak zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle göz önünde bulundurulduğu zaman erkeklere nispetle kadınlarda zabt denilen akılda tutma gücü biraz eksiktir, unutma ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna göredir. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Evvela kadınlığın yaratılışında duygusallık ağır basar, duygusallığın ağır bastığı kimselerde aşırı heyecan ve etkilenme söz konusu olur, yani duygusallık etkilenmeyi gerektirir. Etkilenmenin çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve bir şeyi aklında iyi tutmak sadece bir zekâ ve hafıza meselesi değildir. Pek çok zeki insan vardır ki aşırı duygusallıktan, fazla etkilenmeden dolayı, hafızasına güvenilmez. İkinci olarak; kadında enfüsiyet(sübjektiflik) daha ileridedir. Dış çevredeki olaylar onu ilk anda ilgilendirir ve telâşa sevk eder. Doğrusu ticari işlemler ve insanlar arasındaki borçlanmalar gibi dışarıya ait olaylar ile ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul edilmek kadınlık açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir. Bu gibi işler esas itibariyle erkeklerin

‘’Sonra bir erkek yerine iki kadın olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın, yahut Hamze kıraatinde olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır. Görüldüğügibi, şahitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de hakkıyla zabtve hıfzetmek, yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlak açısından güvenilir olmayanların da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için olayı başından sonuna kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkarmamak şart değildir. Elverir ki, şahitlik edeceği sırada hakkıyla hatırlasın ve aklına getirmiş bulunsun… Şahit sayısının en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti, iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan kaldırarak zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle göz önünde bulundurulduğu zaman erkeklere nispetle kadınlarda zabt denilen akılda tutma gücü biraz eksiktir, unutma ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna göredir. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Evvela kadınlığın yaratılışında duygusallık ağır basar, duygusallığın ağır bastığı kimselerde aşırı heyecan ve etkilenme söz konusu olur, yani duygusallık etkilenmeyi gerektirir. Etkilenmenin çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve bir şeyi aklında iyi tutmak sadece bir zekâ ve hafıza meselesi değildir. Pek çok zeki insan vardır ki aşırı duygusallıktan, fazla etkilenmeden dolayı, hafızasına güvenilmez. İkinci olarak; kadında enfüsiyet(sübjektiflik) daha ileridedir. Dış çevredeki olaylar onu ilk anda ilgilendirir ve telâşa sevk eder. Doğrusu ticari işlemler ve insanlar arasındaki borçlanmalar gibi dışarıya ait olaylar ile ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul edilmek kadınlık açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir. Bu gibi işler esas itibariyle erkeklerin

Benzer Belgeler