Eskiden Adalılar için balık önem li bir gıda maddesi değildi. Et ise önemliydi, hele koyun eti, hem lez zetli hem de çok kıymetli. Karşı ta raftan, Maltepe’nin, Bostancı’nın oralardan yahut Kartal’dan, Pen dik’ten koyun getirmişler Adaya. Sü rüler oluşturmuşlar, boyunlarında çıngıraklar yeşil yamaçlarda otlatma ya koyulmuşlar, inek de varmış, hattâ sahilde, bugünkü mendirek’in oralar da bir küçük mezbaha bile varmış. Et ve taze süt çok önemli. Zenginler ve hastalar için koyun eti ve süt çok ge rekli, balık da ne ki? Balığı fakir, fu kara yesin. Balığın değerli bir besin olduğu bilinmezmiş o zamanlar, aksi ne balık da pek bolmuş.
Bizim Heybeliada manastırları, okulları, bir de balıkçıları ile ünlü. Heybeliada’nın zengin ve de çok ma hir balıkçı reisleri varmış, eskiden ba lıkçılık Adada adeta bir sanayi halini almış. Adada 6 çifte, 8 çifte hattâ 10 çifte büyük balıkçı kayıkları inşa e-
Son Uskumru
den tersaneler varmış. Bizans zamanında, bugünkü Çınar’ın olduğu yerde bir tersanenin varlığı biliniyor, benim dedi- ğim o değil, son zamanlarda 1800’lü yıllarda balıkçı kayığı imal eden tersane, yani kayık yapım yerleri, kuyu mahalle sinin oralardaymış.
Bizim bakkal Niko Raf- yos’un (geçen yıl kalpten öl dü, toprağı bol olsun) babası Baba Rafyos, balıkçı reisleri nin son temsilcilerindendi, o da babasından dinlemiş, kuyu mahallesinin oralarda, içeri lerde büyük kayıklar imal edi lirmiş, sonra bu kayıklar özel kızaklarla deniz kenarına gö türülüp suya indirilmiş. Ada yapısı olan bu tekneler dar, fakat uzun, başı ve kıçı yay gibi yuka rı kalkık, kıç üstünde ağların yığıldı ğı geniş bir küpeştesi olan, şiddetli dalgalara, fırtınalara dayanıklı, sağ lam tekneler. Bir oturağa iki kişi yan- yana oturuyor, sağ küreği bir tayfa, sol küreği bir tayfa çekiyor iki eliyle. Bunlar çok büyük kayıklar, uzun yıl ların deneyimiyle biçimlenmiş, ayrı ca renk renk boyalı, süslü, şimşir ıs- karmozlu, sağlam kayıklar. Her türlü havaya dayanırlar, bunlar Karade niz’e bile çıkarlarmış.
Çocukluğumda limanın arka taraf larında, karaya çekilmiş olan bu büyük kayıkları görmüştüm. Beş altı çifte olanları hâlâ kullanılıyordu, denizde idiler. Büyükleri limanın kara kısmın da, gerilerde idiler. Orada büyük bir ır gat vardı. Bu ırgatla büyük kayıklar denizden çekilirdi. İrgat, iri bir adam boyunda, kalın bir kütüktür, ekseni et rafında dönen bir vida gibidir, bir ne vi dik duran palangadır, tahtadan uzun kollar takılır ve büyük kayıklar gerilen iplerle denizden karaya çekilir. Limanın arkalarına karaya çekilen ka yıklar boyanır, ziftlenir, onarılır.
Liman, suyunun içi de, kıyıları da
kumluk olan ve giderek derinleşen ta bii bir koydur. Poyraz yönüne kocaman taşlar dizilmiştir. Bu taşlar bir mendi rek oluşturur ve doğuya, Büyükada’ya doğru uzanır. Mendireği 30’lu yıllarda onardılar, ucuna da bir fener diktiler. Sahili ve kara kısmı yine kumluktu, te mizdi, sandallarla, balıkçı kayıkları ile süslüydü. İkinci aşama, 1950’den sonra oldu. Taradılar, suyu derinleştirdiler, büyük beton bloklarla mendireği güç lendirdiler, uzattılar, su vapurlarının yanaşabileceği hâle getirdiler.
Limanın kara kısmı da küçüldü, da raldı, kumu kalmadı, hattâ betonlan- dı, eski özelliği hiç kalmadı. Bahsetti ğim süslü, renkli, kalkık burunlu ba lıkçı kayıklarından bir tane bile kal madı. Eskiden hiç olmazsa onların hurdaları dururdu limanda. Bu kayık ların sonuncusu ne zaman yok oldu, ne zaman kırıldı da yakıldı bilmem.
Denizle İlişki
Benim doğup büyüdüğüm ev, deniz kenarında değildi. Adanın ortalarına düşen büyük çayırın kenarındaydı. O nedenle çocukluğumda balıkçılarla, balıkçı kayıklarıyla, limanla pek iliş
kim olmadı. Evleri limanın tam kar şısında olan sınıf arkadaşım Turhan ise bütün gün limanı, balıkçıların ge lişini gidişini seyrederdi, balıkçıların yaşamı konusunda uzmandı. Takala rı, büyük balık kayıklarını, balıkçı fi lolarını, reisleri bile bilirdi. Biz ise çayırda oynardık, limana deniz ke narlarına gitmemiz yasaktı. Bizim mahallenin çocukları ancak yazları anneleriyle beraber deniz kenarları na gidebilirdi. Genellikle  saf’ın, Çınar’ın oralara gidilirdi. Bazılarımız basit oltalarla balık tutmaya çalışırdı, o kadar. Kıyıdan ne balığı tutulur, nasıl tutulur. Bir kere ben de dene miş, Çınar’ın orada, kayadan kayaya atlarken denize düşmüş, yeni elbise lerimi ıslattığım için annemden bir güzel dayak yemiştim.
Benim denizle ilişkim, lise sıraların da gelişti. Balıkçılığım ise çok daha sonraları. Çocukluğumda, babalarımı zın, amcalarımızın, büyüklerimizin ba lıkçılıkla hiç ilgisi olmazdı. Ne demek balık tutmak? Böyle bir kavram yoktu. Balıkçılık bir meslekti. Profesyonel balıkçılar, reisleri, tayfaları ile balık tu tarlardı, fukara Rum balıkçılar da san-
Son Uskumru
dallan ile tek başlarına denizden nafa kalarını çıkarmaya çalışırlardı. Bey kısmının bir sandala binip balığa çıktı ğı görülmemişti. Zaten Ada’da yaşa yanlar kimlerdi? Ya verem nedeniyle Adaya gelmiş hâli vakti yerinde kişi ler, yahut Bahriyeliler ve Bahriyeli emekliler. Bugünün ölçülerine göre genç emeklilerdi ama olsun, savaş ge milerini, koca zırhlıları yönetmiş Bah riye zabitlerinin küçücük bir sandalda elde olta, balık beklemesi, herhalde haysiyet kırıcı bir işti. O zamanlar sa dece profesyoneller balık tutardı. Bey lerden balığa çıkan hiç olmazdı.
Sonraları, 70’li, 80’li yıllarda balık tutma moda oldu, o başka. Beylerden bir tek Süleyman Bey vardı, balıkla uğraşan, o da satıcıydı. Süleyman Bey, Altunizade Süleyman Bey, elin de bir çavalye sokak aralarında balık satardı. Annem de “Altunizade Sü leyman Bey”den balık satın alırdı, alacağı zaman. Annemin en sevdiği balık uskumru idi. Uskumrunun yağ lı zamanı bol bol ızgarada uskumru pişirirdi. Genellikle ızgarayı bahçede yapardı, balık kokusu bütün mahalle yi sarardı. Çarşıda bir-iki balıkçı dük kânı vardı, onlar nadir balık satarlar dı. Rumlar özellikle iskorpit balığı
alırlardı. İskorpit’in dikenleri zehirli dir, çarpar. Balıkçı ayıklar da öyle ve rirdi müşteriye. Annem iskorpitin çorbası olur, ama ben hiç sevmem derdi. Hiç de balık çorbası pişirmez- di. Halam, uskumru dolmasını çok iyi yapardı. Uskumru dolması yap mak büyük maharet ister, iri uskum rular alınır ve kılçıkları balık zede lenmeden çıkartılır sonra içi pirinç, fıstık ve üzüm ile doldurulur, öyle pi şirilirdi. Annem uskumru dolması yapmayı beceremezdi. Ben yapamı yorum derdi. Halam uskumru dolma sı pişirdiği zaman bize de yollardı.
Babam hamsi buğulamasını çok se verdi, kendisi hamsi alır, eve getirir, anneme pişirtirdi. Annem de hamsi yi hiç sevmezdi, o sevmiyor diye ben de sevmezdim.
Bu anlattıklarım 30’lu 40’lı yıllar. Mevsiminde palamut da yerdim. Önce çingene palamutu, sonra yağlı ve lezzetli palamut çıkmaya başlardı. Torik de çıkardı kuşkusuz ama torik ağırdır, pek yenmez. Kış gelince, Adaya Karadeniz’den Laz balıkçılar gelirdi, takalarıyla, takaların arkası na takılmış uzun, büyük kayıklarıyla, ağlarıyla, yığın yığın ağlar.. Kuyu ma hallesinde fakir Rum evlerini kiralar
lardı. Liman takalarla dolar taşardı. Kışın bir palamut, torik şenliği başlardı ki...
Palamut ve torikler Adaların civa rından gidince, Karadenizli balıkçılar da Adadan giderlerdi. Sonra kılıç avcı ları da gelirdi. Burnuna kereste uzatıl mış, kılıç balığı avlayan takalar, büyük tekneler, küçük tekneler, ağlar, metre lerce ağlar, irip kayıkları, ırıpçılar...
Oltacılar, yerli balıkçılardır. Oltayla ne avlanır ki? Gerçi bü yük, uzun çapariler atarlar sinarit av larlar ama, ne olsa tek tek tutulan balıklar. Büyük balıkçı reislerinin çok pahalı olan büyük ağlarının ta mir için serilmesi, kurutulması gere kirdi. Ağları zeytinliğe sererlerdi, ba zen de hava müsaitse, rıhtıma.
Zeytinlik neresi mi?
Limanın tam üstü, limandan papaz okuluna kadar olan yamaç. Bugün burası bahçeli evlerle örtülü, eskiden zeytin ağaçları ile süslü yemyeşil bir çayırdı. Muntazam aralarla dikilmiş yaşlı zeytin ağaçları vardı. Bunlar Aya Triada manastırından kalma zeytin ağaçlarıydı.
Adanın iklimi o kadar güzeldir ki, Ada’nın her tarafında zeytin de yetişir. Sanırım bu Akdeniz ağacının kuzeye, kuzey doğuya doğru son durağı bizim Adadır. Güneyde, çam limanın üstün de zeytin ağaçları vardır, Panayia ma nastırının zeytinleri. Hattâ Adanın or ta yerlerinde, bizim çayırda, Müstecip Onbaşı Sokağı’ndaki evlerin bahçele rinde bile zeytin ağaçları vardır.
Zeytinlikte balık ağları tamir edi lirdi dedim, bazen balıkçılar coşar, ağlarını bugün herkesin piyasa yaptı ğı iskeleden mendireğe kadar uzanan rıhtım boyunca da sererlerdi. A ğla rın böyle serilmesi gerekirdi ki tamir edilebilsin, eğer ağa kılıç girmişse, paramparça ederdi. Ağların tamiri gerekir, İstanbul’dan, genellikle Kumkapı’dan yaşlı Rum ve Ermeni kadınları gelirdi ağ tamirine. Ellerin deki mekik görünmez bir hızla çalı-
Son Uskumru
şırlardı. Yaşlı Rum balıkçılar da bü yük bir maharetle ağ tamir ederlerdi. Rıhtımda, limana yakın olan bir yer de, şimdi izi bile kalmamış olan ah şap, küçük bir kulübe vardı, kurşuni renkli, sanki askerî bir yapı gibiydi. Kapıları, pencereleri vapur iskelesin deki bilet gişesine benziyordu. Bura dan balık resmi alınır derlerdi.
Balık resmi, balıkhanede satılan balık bedeli üzerinden, sebze halinde olduğu gibi, alınan bir nevi vergi, ya hut harç.
İstanbul’a, balık haline götürülme yen balıklar için, bu kulübede oturan memur, makbuz karşılığı balık resmi alırmış, ben hiç görmedim, ama ço cukluğumda öyle söylenirdi.
Olta balıkları herhalde bu resimden muaftı. Büyük reislerin tuttuğu büyük miktardaki balıklar için vergi alınırdı herhalde. Bu büyük reislerin takaları, büyük kayıkları çok pahalı olan dona nımları vardı. Onlar tonlarla balık tu tarlardı. Olta ile tek tek balık tutmak fakir işi. Fukara balıkçılar, tek başları na kürekle denize açılırlar, Allah ne verdiyse tutarlar, tuttukları balıkları satıp geçinmeye çalışırlardı.
Büyük balıkçılar, reisler, tayfası olan reisler ise ırıpla balık tutarlar, irip yu varlak biçimde denize atılan büyük bir ağdır, eni birkaç metre, boyu beş altıyüz metre, ağı daire biçiminde su ya atarlar, sonra çeke çeke daireyi kü çültürler, daire küçülür, küçülür, so nunda bir torba halini alır, ağ batma sın diye üstte kalan kısmında mantar lar, altta ise, ağ dik dursun diye kur şunlar vardır. Eğer çevrilen irip Adaya yakınsa, bizim kürekle giden fukara balıkçıların erişebileceği bir mesafede ise bunlar ırıpın çevresinde dolanırlar, irip küçüldükçe, içine dolan balıkları taşıyamayacak hâle gelir ve bazen ağ batmaya başlar, ağ batarsa, o batan ta raftan tutulan balıklar denize kaçar. Sandaldaki balıkçı bağırır:
- Reis, ağ batıyor, ıskarmozuma ta kayım mı?
Ağı suyun üstündeki mantarlı kalın ipinden çekip sandalının ıskarmozuna takar yani bir bakıma giderek küçülen ağın suyun üstünde kalmasına yardım etmiş olur, reis takadan bağırır:
-T ak !
Bu cevap, aynı zamanda, bu hiz metin karşılığı, alabildiğin kadar ba lık al, sandalına at demektir, bizim fakir balıkçı, vıcır vtcır balık kayna yan, gitgide küçülen ağın içine sallar kakıcı, alabildiği kadar torik mi pala mut mu, her neyse sandalını doldu rur. Nasıl olsa balık akıp gidecekti gerisin geri, sevinsin fıkara diye dü şünür Reis. Zaten çok balık tutuldu ğunda balıkhanede fiyatların düşük olacağı bellidir, Adaya döndüklerin de, balıkçılar sahilde bekleşen fakir lere çifter çifter fırlatırlar koca koca torikleri, on, onbeş kiloluk torikleri. Artık sivri mi, zindandelen mi denir ne denirse bu toriklere.
Kuyu mahallesinde Rumlar lâker- da yapmaya başlarlar, teneke teneke. Bugün, eğer bulunursa kilosu bilmem kaç milyon liraya satılan lakerdalar o zamanlar fakir gıdası. Rakı ite iyi gi der ama ne olsa fakir gıdası. Lakerda bir bakıma basit ve ucuz torik kon servesidir ne olsa. Torik’in tazesi de pek para etmez ki.
Laz balıkçı reisleri Karadeniz’den tayfaları ile birlikte gelirlerdi ama, ihtiyacı olunca, Adalı delikanlılar dan da tayfa alırlardı.
Uzun balıkçı kayıkları takanın ar kasına takılır, taka, taka-taka sesleri ile enginlere doğru açılır, reis direğin tepesine çıkar, gözleri radar gibidir, denizin ürpertisinden balığın nerede olduğunu anlar, çok az yanılır, çevir dedi mi, orada balık vardır.
işte kürekçilerin işi o zaman başlar, ağlar dökülür, kürekler çekilir ve irip çevrilir, denizin ortasında ağ bir daire halindedir, tayfalar ağı çeke çeke kü çültmeye başlarlar daire ufalır ufalır, sonunda içi balık dolu büyük bir tor ba olur.
Bizim Adanın kopukları da, yev miyeye tamah edip Lazların yanında küreğe otururlar, satılan balıktan pay alırlardı. Satış tutarının yarısı reisin payı, yarısı da tüm tayfanındır.
Sabahın ayazında saat dörtte, beşte hareket edilir. Adaların arasında, Adaların arkasında dolanır, bazen tonlarla balık tutulur kolayca, he men Adanın yakınında, bazen ta Sivriada’nm arkalarında.. Kimi sefer üç saat sürer, kimi sefer on saat. Balık çıkmaz, yahut tutulan balık para et mez, şansına.
Son Uskumru
O zamanlar şimdiki gibi naylon ce- ketler filan yok, gerçi muşambadan giysiler var ama, bizim fakir Adalılar da ne gezer, ıslanırlar, yağmur altın da, tek küreği iki kişi birden çeker bazen. Ağı denizden çekmek, küreğe asılmak, soğuğa ayaza dayanmak zor iştir, zor, tayfalık.
Reislik de zor, o kadar para topla yıp ağ alacaksın, takalar, kayıklar do natacaksın. O kadar insan sana bakı yor, taa Karadeniz’den alıp getiriyor sun, balık tutacaksın, satacaksın, ka zanacaksın, tayfaların payını verip onları da kazandıracaksın.
Öyle radar madar, elektronik cihaz filan yok. Ağlar da pahalı mı pahalı, hep ithal malı. Denizin ürpertisin den balığı anlayacaksın. Zor zanaat tır balıkçılık zor.
1950’de Demokrat Parti iktidara ge lip ithalat bollaşana kadar, sandalların arkasına takılan deniz motorları yay gın değildi, bu tip motorlar vardı ama pek nadirdi, tabiî pek de pahalıydı.
Sonraları takma deniz motorları çoğalmaya başladı, sandalı olan her kes bir motor edindi, Johnson, Evin- dud, Merküri marka takma motorlar. Artık kürek kayığı yerine motor takı labilen biraz daha geniş, daha otu raklı sandallar yapılmaya başlandı.
Hemen her ai lenin bir motorlu sandalı vardı, ba lık tutma da mo da hâlini aldı, bil sin bilmesin her sandalı olan balık tutmaya başladı. Böylece, bu bü yük, rahat sandal larla hem gezme, hem istenilen yerde denize gir me olanağı olu yordu, hem de ba lık tutmak için açıklara, kürekle gidilemeyecek ka dar uzak yerlere, Neandros’a, Yassı- ada’ya, Sivriada’ya rahatlıkla gidilebi liyordu.
Çok eski zamanlan anlatmıyorum, 70’li yıllar, 80’li yılların başları. Ç o cuklarımız, torunlarımız hep açık de nizlerde yüzme öğrendi bu motorlu sandallar sayesinde.
Bol bol uskumru, kolyoz, istavrit tutardık. En olmayan zamanlarda iz marit ve mezgit. Yahut kırlangıç. Kırlangıç oldukça enayi bir balıktır, kolay tutulur. Hele istavrit, eğer sü rüye rastlamışsan, çapariyi salla, salla çek. Akın akın gelirdi istavrit, olta çekmekten yorulurduk, tuttuğumuz balıkları taşıyamazdık. Çoğumuz ai lece sandala binerdik, önceleri balık tutar, sonra denize girerdik.
Biz geç vakit denize çıkardık, bazı arkadaşlar sabah çok erken, güneş yükselmeden denize çıkarlar, uzak larda nadir balıkları tutarlar, sonra bizim yanımıza gelirlerdi.
Koca denizde nasıl bulurduk birbi rimizi? Balık neredeyse sandallar top lu olarak oradadır, kolaylıkla bulur duk birbirimizi, balık tutmaktan "sıkı lınca, hem de vakit öğleye yaklaşınca, poyraz çıkmadan ya Kaşık Adası’nın orada ya Kablo’da yahut Değirmen- bumu koyunda buluşurduk, hep bir
likte yüzer, eğlenirdik.
Biz ailece, çoluk-çocuk hep birlik te denize çıkardık, önce balık tutar dık, arada denize girerdik, balık çok sa Nüzhet tutmaktan bıkmaz, saat bir olur, iki olur hep tutmaya devam ederdi, ben artık denize girelim der dim. Büyükbaba sandalın baş tarafın da oturur, ağzında sigarası, olta sallar, Recep daha sekiz on yaşında, Recep şanslıdır, uskumruları beşer, altışar çeker ve her seferinde oltayı karıştı rır, olta ziyan eder. Nüzhet hiç boş çekmez, neresi olursa olsun orada ba lık bulur. İstavrit çaparisini havaya kaldırır, Safiye istavritleri ağaçtan meyva toplar gibi toplar. İstavrit ça parileri uzundur, 70’li, 10’lu.
Bilge’nin babası Ramiz amca, plaj koyundan hiç ayrılmaz, sürekli kır langıç tutardı, günde 3-5 kilo tutardı, en aşağı ben istihkakımı aldım, derdi.
Vangel, sabah erkenden Sivri- ada’nın, Neandros’un aralarına gider mercan, dülger filan tutardı. Biz is tavrite çıkarken o dönüyor olurdu, ne tuttun dediğimizde “yok vre bir şey” derdi, yanaşır, livarın içine ba kardık. Turgay da erkencilerdendi, erkenden balığa çıkar sonra on, on- buçukta döner, karısını kızını alır, bu kere bizlerin arasına katılırdı.
Biz öyle nadide balıkları tutamaz dık, işin kolayına kaçardık, bol bol çapari yapardık, çapariyle hem kolay hem de çok balık tutardık. O kadar çok ki taşıyamazdık.
Bu anlattığım çok eski yıllar değil, 60’lı 70’li yıllar. Oktay Akbal’ın ünlü öyküsü var ya, “Önce ekmekler bo zuldu” diye. Önce kılıç balığı yok ol du. Bizim tutacağımız balık değil ta biî kılıç ama, tutulanı ve satılanı azaldı, azaldı ve sonunda kılıç hiç kalmadı. Kılıçbalıklarını katlettiler, küçük büyük demeden, tuttular de miyorum, katlettiler. Kılıç, Çanak kale Boğazı’nı tutar, sürülerin Akde niz’e girmesini önlerdi. Kılıç bitince denge bozuldu.
Son Uskumru
Sonra uskumru yok oldu, kolyoza düştük, kolyoz da yok oldu, istavrite düştük.
Artık sürekli istavrit avlar olduk, us kumru çaparilerini kaldırdık, yanımıza bile almaz olduk, varsa yoksa istavrit.
Hiç unutmam, bir istavrit akını sı rasında, Burgaz Adası ile Hayırsız adaların arasında, sandallar yayılmış, deniz dümdüz, üç beşyüz metre uzak lıktaki bir sandalda konuşulanlar du yuluyor. Herkes çapari sallıyor, istav rit çekiyoruz. Nüzhet oltasını hızlı hızlı çekti ve heyecanla bağırdı.
- Uskumru!..
Sesi hızla yayıldı dümdüz denizde. Gerçekten uskumruydu. Nüzhet aya ğa kalkmış, oltanın ucundaki uskum ruyu gösteriyordu, bizim sandaldaki herkes ayağa kalktı, çevremizdeki sandallardan motor işletip yanımıza gelenler oldu, bakalım sahiden us kumru mu dediler...
Baktılar, evet uskumruydu. Sanki deniz kızı tutmuştu Nüzhet. Herkes uskumruya baktı, baktı. Belki de son gördüğümüz uskumruydu bu.
İstavrit devam etti.
Artık snavrit, mercan da azalmıştı, tekir bile azaldı, iskorpit bile kalmadı.
Kırlangıçlar gitti. Denizde balık kalmadı.
Neredeyse horozbinaya fit olacaktık. Kıyılarda horozbina bile kalmadı, ka ya balığı bile kalmadı.
En son istavrit...
Arada sırada, kış vakti istavritin arkasından gelen lüfer.. Bir yılda kaç defa?
Palamut da kışın birkaç kez ya gel di ya gelmedi.
Deniz küstü. Deniz pis tutmaz!
Öyle derlerdi eskiden, deniz pis tutmaz. Öyle bir tutuyor ki.
Bir kova düşünün, bu kovaya iki- üç damla mürekkep damlatın, suyun rengi değişmez, ama mürekkep mik tarını arttırırsanız, nihayet bir şişeyi olduğu gibi dökerseniz bakın rengi
değişiyor mu, değişmiyor mu? Rakı da öyle. Rakıya biraz su ko yarsanız beyazlanmaz, biraz daha ko yun yine beyazlanmaz. Önce bulan maya başlar ve son tek bir damla ile bardaktaki rakı süt rengini alır.
Bizim Marmara da öyleydi. Lağım lar akıyordu, artık sular dökülüyordu.