• Sonuç bulunamadı

5. AÇIK POZİSYONLAR VE TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜNDE

5.1. Açık Pozisyon

Bankaların, herhangi bir döviz cinsinden bilançosunun aktifinde yer alan kalemleri ile bilanço dışında yani nazım hesaplarda izlene ve gelecekte alacak doğuracak kalemleri; o döviz cinsinden varlık ve alacaklarını , pasifinde yer alan kalemler ile bilanço dışında yer alan taahhüt kalemleri de o döviz cinsinden borç ve yükümlülüklerini oluşturur. Varlık ve alacak toplamı ile borç ve yükümlülükler toplamının birbirlerine denk olmadığı pozisyon uluslar arası terminolojide “açık pozisyon” olarak adlandırılır.

Varlık ve alacaklar toplamının , borç ve yükümlülükler toplamından fazla olması o döviz cinsinden “uzun veya fazla pozisyonu”, borç ve yükümlülükler toplamının varlık ve alacaklar toplamından fazla olması ise o döviz cinsinden “açık pozisyonu” gösterir.

Dövizli aktifler ile pasifler arasındaki fark, kur riskini belirlemede önemli bir göstergedir. Örneğin;bir banka, toplam dövizli borçlarını karşılayabilecek kadar dövizli aktife sahip değilse, diğer bir ifade ile bankanın belli bir para birimi cinsinden yabancı para yükümlülükleri varlıklarını aşıyorsa, banka “açık pozisyon riski” taşımaktadır.

Bankalar, örneğin döviz kredileri nedeniyle aktiflerinde yabancı para varlık bulundurur. Dolayısıyla eğer bir bankanın bilançosunun aktifindeki yabancı para cinsinden kredilerinin tutarı , pasifindeki yabancı para cinsinden mevduat ve sendikasyon kredilerinden daha fazlaysa banka uzun pozisyonda, tam tersi durumda ise kısa pozisyonda bulunacaktır. Kur riskinden korunmak için banka aktifindeki

yabancı para varlıklar ile pasifindeki yabancı para yükümlülüklerini eşitleyerek pozisyonunu sıfırlayabilir. Buna karşın, modern bankacılık sisteminde, bankaların amacı kur riskini sıfırlamak değil , kur riskini yönetmektir. Kurları doğru tahmin ederek pozisyon alan bir banka kurlardaki değişimlerden korunmakla yetinmeyip önemli oranda gelir elde edebilecek ve piyasa değerini arttırarak hisse senedi performansına katkıda bulunacaktır ( Candan,2006,s.267).

Candan ve Özün’e göre bir bankanın, bilançosundaki yabancı para kıymetlerle ilgili olarak üç farklı pozisyon alması mümkündür.

a) Nötr Pozisyon

Türk Lirası ve yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin, Türk Lirası ve yabancı para cinsinden varlıklarına eşit olması durumunda bana döviz pozisyonu açısından nötr durumdadır. Aktif kalitesinde herhangi bir bozulma olmaması durumunda, yıl sonu karının döviz kurları ile pek ilişkisi yıl sonunda alınan ve verilen faizlerin cari kurdan TL karşılıkları üzerindeki etkisi ile oluşacaktır. Kurların değişmesi yalnızca yabancı para cinsinden net faiz gelirlerinin yıl sonundaki TL karşılığını etkilemekte, kaynak ve plasman tutarları eşit olduğu için anapara tutarları üzerinden alınan ve verilen kur farkı gelir ve giderleri birbirine eşit ve net yabancı para kar/zararı sıfır (0) olmaktadır.

b) Yabancı Paraya Karşı Açık (Kısa) Pozisyon

Bankanın yabancı para yükümlülükleri yabancı para varlıklarından yüksekse, banka yabancı paraya karşı açık(kısa) pozisyon almış demektir.Bu bilanço yapısı ile banka yabancı paraya karşı açık, TL’na karşı ise uzun pozisyon taşımaktadır. Koşullar değişmez ve bankanın aktif kalitesinde bozulma oluşmaz ise banka bilançosundaki alınan ve ödenen faizlerin cari kurdan TL karşılıkları kurlara bağlı olarak değişecek, ayrıca, yabancı para pasif ve aktif tutarları farklı olduğu için anapara üzerinden alınan ve ödenen kur farkı geliri ve giderleri de farklılaşacak, banka, kurların yılbaşındaki kura göre artmasına, azalmasına ve değişmemesine bağlı olarak net kur farkı zararı ya da karı yazacaktır.

c) Yabancı Paraya Karşı Uzun Pozisyon

Kurlardaki değişim sadece yabancı para cinsinden net faiz giderinin TL karşılığını değil yabancı para aktif ve pasiflerin ana paraları üzerinde oluşan kur farkı gelir ve giderlerini de etkilemektedir. Kurların düştüğü koşullarda net kur farkı geliri TL’nin değerlenmesi durumunda ise net kur farkı elde edilirken kurların değişmediği koşullarda kur farkı gelir ya da gideri oluşmamaktadır. Diğer taraftan ,bir bankanın pasifindeki TL kıymetlerinin , aktifindeki TL kıymetlerinden tutarca daha fazla, yabancı para borçlanmalarının ise yapancı para plasmanlarından daha düşük olması durumunda ise yabancı paraya karşı uzun , TL karşı ise açık pozisyon almış olmaktadır. Bu koşullar yıl içersinde değişmez ve bankanın aktif kalitesinde bozulma olmazsa, kurlardaki değişim sadece yabancı para cinsinden net faiz gelirinin TL karşılığını değil yabancı para aktif ve pasiflerin ana paraları üzerinde biriken kur farkı geliri ve giderlerini de etkileyecektir.

Bu çerçevede değerlendirildiğinde, kur riski taşımakla birlikte, yerel parası pozisyon alınan paraya göre değer kaybeden ekonomilerde, yerel paranın faiz oranları ile kur artışları arasındaki ilişkide yerel para lehine olan avantaj nedeniyle, açık pozisyon taşımak, sağladığı yüksek kar potansiyeli nedeniyle tercih edilmektedir. Buna karşın, kurlar ile faiz oranları arasındaki denge bozulduğunda birkaç yılda elde edilen tüm karı ortadan kaldıran ve çok daha büyük zararlara yol açan sonuçlarla karşılaşılacaktır.

Konuya ilişkin yorumlamalarda bulunurken anılan çalışmada yer alan örneklerin aktarılması faydalı olacaktır.

Yabancı paranın değer kazanması durumunda, yabancı para cinsinden pozisyon açığı olmayan bankanın sermayesi nominal olarak değişmeyecektir. Bununla birlikte, bankanın sermaye/aktif toplamı oranında önemli oranda düşük kaydedilecektir.

Örneğin; Bir bankanın varlıklarının %50’sinin yabancı para cinsinden ve sermaye/aktif oranının ise %8 olduğu varsayılsın. Başka bir anlatımla aktif-pasifi

%100 risk ağırlıklı varsayılan ve YP cinsi aktif ve pasif tutarları eşit olan tablo gibi bir banka olduğu varsayılsın.

Tablo 5.1. Yabancı Para Pozisyon Açığı Bulunmayan Banka Bilançosu

AKTİF PASİF

Yerel Para Aktifler 50 Yerel Para Yükümlülükler 42

YP Aktifler 50 YP Yükümlülükler 50

Sermaye 8

Toplam 100 Toplam 100

Kaynak: www.tcmb.gov.tr/research/work/wp5.pdf

Bu durumda, yerel para cinsinden yaşanacak %100 oranındaki bir devalüasyon bankanın yabancı para cinsinden pozisyon açığı olmamasına rağmen, sermaye/ toplam aktif rasyosunu %8‘den %5,3’e indirmektedir.

Tablo 5.2. %100 Devalüasyonun Açık Pozisyonu Bulunmayan Bankaya Etkisi

AKTİF PASİF Yerel Para Aktifler 50 Yerel Para Yükümlülükler 42

YP Aktifler 100 YP Yükümlülükler 100

Sermaye 8

Toplam 150 Toplam 150

Kaynak: www.tcmb.gov.tr/research/work/wp5.pdf

Diğer bir örnekte ise; yabancı para cinsinden pozisyon açığının sermayeye oranı %25 ((50-48)/8= 0,25) olan bir bankanın, döviz kurunun %100 değerlenmesi durumunda hem sermaye/aktif, hem de nominal olarak sermaye miktarı düşmektedir ( Kaplan,2002,s.8-11).

Tablo 5.3. Yabancı Para Pozisyon Açığı Bulunan Banka Bilançosu

AKTİF PASİF

Yerel Para Aktifler 52 Yerel Para Yükümlülükler 42

YP Aktifler 48 YP Yükümlülükler 50

Sermaye 8

Toplam 100 Toplam 100

Kaynak: www.tcmb.gov.tr/research/work/wp5.pdf

Aynı şekilde, yerel paranın %100 devalüe olması durumunda %25 yabancı para cinsinden açığı olan bankanın sermayesi 6’ya, sermaye/aktif oranı %8’den %4.1’ e gerilemektedir.

Tablo 5.4. %100 Devalüasyonun YP Pozisyon Açığı Bulunan Bankaya Etkisi

AKTİF PASİF

Yerel Para Aktifler 52 Yerel Para Yükümlülükler 42 YP Aktifler 96 YP Yükümlülükler 100

Sermaye 8

Toplam 148 Toplam 148

Kaynak: www.tcmb.gov.tr/research/work/wp5.pdf

Diğer taraftan, yabancı para cinsinde pozisyon fazlası olan bir banka ise %100 devalüasyondan olumlu yönde etkilenecektir. Kapalı pozisyonda iken devalüasyon yaşanması durumunda bankanın hem sermaye /aktif oranı hem de sermaye miktarı artmaktadır.

Tablo 5.5. Yabancı Para Pozisyon Fazlası Bulunan Banka Bilançosu

AKTİF PASİF

Yerel Para Aktifler 45 Yerel Para Yükümlülükler 42

YP Aktifler 55 YP Yükümlülükler 50

Sermaye 8

Toplam 100 Toplam 100

Kaynak: www.tcmb.gov.tr/research/work/wp5.pdf

Devalüasyon sonrasında bankanın sermayesi 13’e , sermaye/aktif oranı ise %8,4 ‘ e yükselmektedir.

Tablo 5.6. %100 Devalüasyonun YP Pozisyon Fazlası Bulunan Bankaya Etkisi

AKTİF PASİF

Yerel Para Aktifler 45 Yerel Para Yükümlülükler 42

YP Aktifler 110 YP Yükümlülükler 100

Sermaye 8

Toplam 155 Toplam 155

Kaynak: www.tcmb.gov.tr/research/work/wp5.pdf

Yukarıdaki örneklerin ortak bir formül altında toplanması, başka bir ifade ile “bir bankanın döviz kurundaki bir değişimden , sermaye /aktif oranını koruyabilmesi için ne kadar pozisyon tutması gerektiği” Mitsuhiro tarafından tanımlanan formül aşağıdaki formül aracılığıyla hesaplanabilecektir.

Yabancı Para Cinsinden Pozisyon Fazlası =

Bankaların döviz varlık ve yükümlülükleri arasındaki ilgi ve dengelerin kurulmasının ve özkaynakları ile uyumlu bir seviyede döviz pozisyonu tutmalarını temin etmek üzere, döviz yönetimlerinde uygulayacakları yabancı para net genel pozisyon / özkaynak standart oranına ilişkin usul ve esasların tespit edilmesi amacıyla; BDDK tarafından “Yabancı Para Net Genel Pozisyon /Özkaynak Standart Oranının Bankalarca Konsolide ve Konsolide Olmayan Bazda Hesaplanması ve Uygulanması Hakkında Yönetmelik” yayımlanmıştır.

Yönetmeliğe göre bu oran yönetmelikte yer alan bildirim cetveline uygun olarak , yönetmelikte belirlenen esaslara göre günlük olarak hesaplanır. Yabancı para net pozisyon / özkaynak standart oranının mutlak değerinin haftalık basit aritmetik ortalamasını %20’yi aşamaz.

Bir ülkede uluslararası sermaye hareketleri serbest bırakılmışsa ve devlet bütçe finansmanı için yoğun bir şekilde borçlanmaya girişmişse, bu ülkede bankalar devletin tefecisi olur ve büyük döviz açık pozisyonları taşır. Sermaye hareketleri kontrole tabi ise , bankanın iç borç senedi piyasasında yatırım yapma imkanı kendi özkaynakları ve mevduatı ile sınırlıdır. Eğer ülkede sermaye kontrolleri kaldırılmışsa, o zaman banka bono/tahvil pastasından daha büyük pay kapmak için yurtdışından döviz borçlanır. Tabii bu döviz cinsi kaynağı iç borç piyasasında kullanabilmek için Türk Lirasına çevirmesi gerekir. Böylece banka bilançosunda açık pozisyon taşıyarak yani devamlı döviz borcu altında yaşamaya başlar. Eğer sıcak paranın yarattığı döviz fazlası merkez bankasında piyasadan çekilmiyorsa, yani yerli para dövize karşı değerlenme süreci içendeyse o zaman döviz kaynaklı fonlamayla bono/tahvil yatırımı yapmak, TL kaynaklı fonlamayla aynı yatırımı yapmaya göre daha karlı olur. Bu durumda bütün özel sektör iyice döviz borcuna gömülür (Somçağ,2006,s.34-35).

Özel sektörün, özellikle bankacılığın döviz borcuna gömülmesi sıcak para döngüsünde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan devalüasyonları bütün ekonomi için bir yıkıma dönüştürür (Somçağ,2006,s.35).

5.2. 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizi

Türkiye 2000 yılına çok önemli ekonomik kararların alındığı bir ortamda girmiştir. 1999 yılı Haziran ayında IMF ile yapılan görüşmelerde, Yakın İzleme Anlaşması’nın programa bağlı ve mali finans destekli bir anlaşmaya dönüştürülmesi benimsenmiş ve 2000-2002 döneminde uygulanacak makroekonomik politikaların çerçevesi çizilmiştir. Hükümet, IMF’e sunduğu ve kabul gördüğü 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu sonrasında, 1 Ocak 2000’den itibaren üç yıllık bir ekonomik süreci kapsayan, maliye, para, kur ve gelir politikalarının yanı sıra , yapısal değişimleri de içeren enflasyonu düşürme programını uygulamaya koymuştur. (Parasız, 2001,s. 425 ; Cansızlar, 2001,s.6).

Program genelde üç temel unsur üzerine kurulmuştur. (Erçel, 1999b, s.2) -Sıkı bir maliye politikası uygulayarak faiz dışı fazlanın arttırılması, yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve özelleştirmenin hızlandırılması birinci temel unsuru oluşturmaktadır.

- İkinci temel unsur, enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikasıdır. - Bu unsurların enflasyon ve reel faizlerin düşürülmesine yapacağı katkıyı desteklemek ve ekonomik birimlere uzun vadeli bir bakış açısı kazandırmak için enflasyonun düşürülmesine odaklanmış kur ve para politikası uygulaması, programın üçüncü temel unsurunu oluşturmaktadır.

2000 Enflasyonu Düşürme Programı’nın ana felsefesi açısından ortaya çıkan durum, planlanan uygulamaların sadece enflasyonu düşürme hedefi ile sınırlı teknik bir belge olmadığı, bunun çok daha ötesinde, yeniden yapılanma içine girerek, ulusal ekonomide kalıcı dönüşümleri amaçladığıdır. Burada söz konusu olan birçok iktisadi-sosyal tedbir doğrudan ya da dolaylı olarak enflasyonu düşürmeye hizmet etmekteyse de, kapsam açısından enflasyonun çok daha ötesinde makroekonomik ve sosyal alanların etkilenmesi amaçlanmıştır.

likidite sıkışıklığının neden olduğu döviz talebindeki hızlı artış, uluslararası piyasalardaki bozulma ve içerde yaşanan olumsuz etkilerden kaynaklanan bir kriz yaşanmıştır. Bu kriz ancak IMF kredisi ile önlenebilmiş, fakat enflasyonu düşürme programı büyük bir yara almıştır. Şubat 2001 yılında ise, mali piyasalardaki güvenin kırılgan yapısı bir kez daha finansal krize yol açmış, bunun bir sonucu olarak 2000 Enflasyonu Düşürme Programı’nda öngörülen para ve kur politikaları terk edilerek, 22 Şubat 2001 yılında dalgalı kur sistemine geçilmiş, böylelikle Enflasyonu Düşürme Programı da sona ermiştir (Uygur, 2001,s.54-55) .Türkiye ekonomisinde 2000’li yıllarda yaşanan her iki finans krizi de, başta bankacılık sektörü olmak üzere bütün sektörleri ve ekonomik yaşamı olumsuz yönde etkilemiştir.

Finansal krizler teoride iki farklı nitelikte olabilir. Birincisi, spekülatif amaçlı ataklar, ikincisi ise piyasanın likidite ihtiyacından doğan atakların yarattığı döviz talebi genişlemesiyle oluşan finansal krizlerdir. Türkiye ekonomisinde yaşanan her iki finansal krizin ikinci türden bir kriz olduğu söylenebilir. (Tunç, 2001,s.20).

Kasım uyarı krizi, 2000 Enflasyonu Düşürme Programı’nın ilk bunalım deneyimidir. On aylık başarılı uygulamalar sonucunda, mali piyasaların hiç öngörülmeyen bir anda karşılaştığı bir para krizine sürüklenmesi ve faiz hedeflerinin bir anda anlamını yitirmiş olması, programın geleceği konusunda da haklı kuşkular uyandırmıştır. Kasım ayında, mali sektörde çok ciddi bir kriz yaşanmıştır. Önce para piyasalarında hissedilen sıkıntılar daha sonra sermaye piyasasını da etkilemiştir. Kriz, temelinde bankacılık kesiminde likidite sorununun bir parçasıdır. Bankacılık kesiminde yeterli döviz fazlasının olmaması, yurt dışına sermaye çıkışlarının biraz hareketlendiği bir ortamda, piyasalarda güvensizliğin yaygınlaşarak, doğrudan bir panik havasına dönüşmüştür.

Kasım 2000’de yaşanan likidite krizinin nedeni, sadece piyasaların nakit talebine cevap vermeyişi değil, aynı zamanda likidite talebindeki olağanüstü artışlardır. Ayrıca, bankacılık sisteminde geçmişten gelen birikmiş sorunlar, bankaların TMSF’na alınmasıyla birlikte, daha açık görülmeye başlanmıştır. BDDK’nın faaliyete başlamasındaki gecikmeler, enflasyonu düşürme programının bankaların davranışları üzerine etkisi, bankaların kurumsal ve bireysel kredilere

yönelmeleri, kamu kağıtlarına olan kurumsal talebin deprem vergisinden sonra sadece bankalardan gelmesi, beyanname nedeniyle de gerçek kişilerden kamu kağıtlarına talep olmaması, Ağustos ayından itibaren programın özellikle özelleştirme hedeflerinde ortaya çıkan sapmalar, cari işlemler açığındaki büyüme, yabancı ve yerleşiklerin yıl sonu itibariyle bilançolarındaki yabancı para risklerini azaltma eğilimi, para politikası tercihlerine bağlı olarak, likidite yönetiminde Merkez Bankası’nın rolünün sınırlandırılması nedeniyle, kriz sırasında Merkez Bankası’nın davranışı, krizin ortaya çıkmasında ve derinleşmesinde etkili olmuştur (Keskin, 1999,s.2) .

Bankacılık sektörünün 1998-2000 yılları arasında etkin bir aktif-pasif yönetimi gösterememesinin altında yatan etkenlerden birisi de, devletin finansal sektörden sürekli olarak fon talep edici pozisyon almasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de bankalar uzun zamandır girişimcilere fon arz etmek olan asli fonksiyonlarını terk etmişler ve yüksek faizle devlete finansman sağlayan kurumlar haline gelmişlerdir. Böylece ticari bankaların portföyünün büyük bir kısmı, kamu kağıtlarından oluşmuştur. Bankalar uzun süre, bu yolla kolay, güvenli, yüksek faiz kazançları elde etmişlerdir (Demir, 2000,s.61-62). Hiç şüphesiz bu oluşum 1986 yılından itibaren başlamış ve kesintilerle de olsa süreklilik göstermiştir. Kamu kesimi borçlanma gereksiniminin yüksek olması, bu araçların yanında, kamu kesimi bankacılık sektöründen kaynak edinebilmek için munzam karşılıklar politikasının da kullanılmasına neden olmuştur. Bunun için izlenen yol, dönemsel olarak oranlar farklılaşsa da, umumi disponibilitenin devlet iç borçlanma senetleri olarak tutulması zorunluluğunun getirilmesi şeklinde olmuştur. Uygulanan karşılıklar politikası, kısa vadeli sermaye hareketlerinin de yardımıyla bankacılık sektöründe, bilançoların yabancı para cinsinden pasiflerin ağırlığının artmasına neden olmuş, bu da doğal olarak sistemin yüklendiği döviz kuru riskini arttıran bir unsur olmuştur. (Çolak , Altan, 2002,s.49)

Nitekim bankacılık sektöründe 1999-2000 döneminde karlılıklarını belirlemede en önemli faktör, elde ettikleri faiz gelirleri içerisindeki menkul kıymet faiz gelirlerinin payının yüksek olmasıdır. Bazı bankaların menkul kıymet faiz

gelirlerinin toplam faiz gelirleri içindeki payı, hazine bonosu faiz oranları yüksek düzeylerde seyretmesi nedeniyle, %75’lere kadar ulaşmıştır. Özellikle, küçük ölçekli bankaların izlediği bu pasif yöntem biçimi, onların yüksek karlılık ile çalışmasını sağlamıştır. Burada kilit nokta, bankaların açık pozisyon ile çalışmasını sağlayan sabit kur politikası olmuştur. Bu politika nedeni ile bankaların önemli bir kısmı, yabancı para cinsinden yüksek faiz oranı ile kamu borçlanmasını finanse etmekte kullanmışlardır. (Çolak , Altan ,2002,s.50) Fakat 2001 yılında uygulamaya giren istikrar programının bir sonucu olarak, devletin iç piyasalardan hem daha az, hem de daha düşük faizle borçlanabilmesi, bankaların kazançlarını önemli ölçüde azaltmıştır. Böylece söz konusu dönemde bankacılık sektörü, sendikasyon kredileri şeklinde dışarıdan borçlanmaya ağırlık vermişlerdir. (Uygur, 2001,s.10)

Uluslararası kuruluşların mali desteği ve uygulanmakta olan programın güçlendirilmesinin etkisiyle, mali piyasalardaki tedirginlik kısmen giderilmiş, kısa vadeli günlük çözümler üretilmiş ve krizin derinleşmesi bu sayede önlenmiştir. (Serdengeçti, 2001a,s.14 ; Yeldan, 2001,s.170) Kasım 2000 yılında meydana gelen likidite yetersizliğinden doğan kriz, ekonominin her kesimini programın oyun disiplininden çok az sapılmasının bile, ekonomi üzerinde olumsuz etki yapacağını ortaya koymuştur.

2000 Kasım Krizi’nin ardından, 2000 Enflasyonu Düşürme Programı’nın performans kriter değerleri gözden geçirilmiş olmasına rağmen, bankacılık sisteminin kırılgan yapısı devam etmiştir. Özellikle, faizlerdeki hızlı yükseliş kamu bankaları ve bazı özel bankaların mali yapılarını bozmuş ve bankacılık sisteminin mevcut yapısal sorunlarını daha da ağırlaştırmıştır.

Şubat 2001 yılına gelindiğinde, Hazine ihalesi öncesindeki olumsuz gelişmeler, uygulanan 2000 Enflasyonu Düşürme Programı’na olan güvenin tamamen kaybolmasına neden olmuş ve Kasım ayından sonra artan mali kırılganlığın da etkisiyle, doğrudan Türk Lirası’na karşı ciddi bir atak meydana gelmiştir. Ekonomide yaşanan likidite sıkışıklığı, özellikle kamu bankalarının aşırı düzeydeki günlük likidite ihtiyaçları nedeniyle ödemeler sisteminin kilitlenmesine neden olmuştur. Bu ortamda, uygulanmakta olan döviz kuru sisteminin sürdürülmesinin

bankacılık sisteminin sorunlarını daha da ağırlaştıracağı ve ekonomi üzerine ek yükler getireceği göz önüne alınarak, 22 Şubat 2001 yılında Türk Lirası yabancı para birimleri karşısında serbest dalgalanmaya bırakılmıştır.

Böylelikle 2000 yılı başında uygulamaya konulan Enflasyonu Düşürme Programı, döviz kurlarının 2001 yılı ortasında bir band içinde seyretmesini ve üçüncü yılın sonunda da enflasyonun tek haneye indirilmesi ile birlikte, kurların tamamen dalgalanmaya bırakılmasını hedeflemekteydi. Ancak, mali piyasalara olan güvenin kaybolması sonucunda, mevcut döviz kuru sisteminin terk edilmesi ve kurların dalgalanmaya bırakılması zorunlu hale gelmiştir. (Serdengeçti, 2001a,s.14)

Bu gelişmelerin sonucunda; zayıf sermaye yapısına rağmen, aşırı açık pozisyon taşıyan bankacılık sektörü, görev zararları nedeniyle işlerliğini kaybetmiş kamu bankaları, özelleştirme, yapısal ve hukuki reformlarda gecikmeler, Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi ve cari açığın kritik sınırı aşması karşısında döviz kuru band uygulamasının öne alınarak gerekli müdahalelerin zamanında yapılamaması, başarılı olabilecek bir programın başarısızlığa uğramasına neden olmuştur. (Keyder, 2001,s.53) Şubat 2001 yılında başlayan kriz, TL’nin yaklaşık %90 değer kaybetmesine yol açmıştır. Ulusal paranın bu denli yüksek bir değer kaybı, doğal olarak TMSF bünyesindeki bankaların piyasa değerini çok düşürmüştür. Böylelikle, devalüasyon, Fon’daki bankaların satışını yabancı para cinsinden kolaylaştırmış, ancak bunların Türkiye ekonomisine olan maliyetini önemli oranda arttırmıştır (Altay, 2002,s.78-79) .

Dalgalı kur rejimine geçilmesiyle birlikte, para ve kur politikası uygulaması ve kriz yönetimi yeni bir boyut kazanmış ve kriz ortamından çıkış önlemleriyle birlikte, Türkiye ekonomisinde yeni istikrar arayışları başlamıştır. Bu çerçevede özellikle enflasyon hedeflemesi konusu bu arayışların odak noktasını oluşturmuştur (Tunay, 2001,s.48). Bu çerçevede yürütülen yeni program çalışmaları sonrasında 14 Nisan 2001 yılında, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı kamuoyuna açıklanmıştır. Bu programla mali sektöre özel bir önem verilmiş ve alınacak tedbirler belirtilmiştir. Mali sektöre büyük önemin verilmesinin sebebi, bankacılık sektöründeki krizlerin güçlü yayılma ve dış etkilerinin olmasıdır. Çünkü bu etkiler, bankacılık sektörünün

doğrudan kapsadığı bireyler ya da firmalardan ileriye de gidebilmektedir. İşte bu nedenlerden dolayı, sektörü yeniden yapılandırma ve özellikle bankaların açık pozisyonlarını kapatma ve sermaye yapılarını güçlendirme yönünde bir çok tedbirler alınmıştır.

Benzer Belgeler