• Sonuç bulunamadı

ÜNİTE TÜRKİYENİN TOPLUMSAL VE EKONOMİK YAPISI İÇİNDEKİLER HEDEFLER TÜRKİYE CUMHURİYETİ NİN KURULUŞU VE KALKINMA SÜRECİ:

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ÜNİTE TÜRKİYENİN TOPLUMSAL VE EKONOMİK YAPISI İÇİNDEKİLER HEDEFLER TÜRKİYE CUMHURİYETİ NİN KURULUŞU VE KALKINMA SÜRECİ:"

Copied!
29
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İÇİ NDEKİLE R

• Cumhuriyetin ilk 10 yılı

• GSMH ve ekonomik sektörlerde gelişmeler

• Dış ticaretin yapısı ve gelişim

• Para ve maliye politikası

• 1940-45: 2. Dünya Harbi yılları

• 1946-53:Liberal politikalarla bütünleşme

• 1954-61: Dış ticarette liberalizasyonun sona ermesi

• 1962-79: İthal ikameci kalkınma dönemi

HEDE FL ER

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki iktisadi durumu açıklayabilecek,

• 1929 İktisadi Buhran' ın Türkiye açısından önemini kavrayabilecek,

• Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında uygulanan iktisat politikaları hakkında bilgi edinebilecek,

• Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan liberal politikaların yerine neden devletçi politikaların uygulanmak zorunda olduğunu algılayabilecek,

• Büyük Buhranla birlikte Keynesyen politikaların uygulanma amacını kavrayabilecek,

• Türkiye'nin liberal politikalarla bütünleşme çabasını görecek ve dış ticarette serbestisinin ülke için ne kadar gerekli olduğunu

açıklayabileceksiniz.

ÜNİTE

10

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞU VE KALKINMA SÜRECİ:

1923-1980

TÜRKİYENİN

TOPLUMSAL VE

EKONOMİK YAPISI

(2)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Türkiye 15 Ağustos 1945’te Birleşmiş Milletler Anayasası’nı kabul ederek teşkilatın

tam üyesi oldu.

GİRİŞ

Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları sonucunda Osmanlı İmparatorluğu yerini Cumhuriyet’e bıraktı. Bu dönemde genç, fakat yorgun bir milletin kendini yeniden bulma çabasını görmekteyiz. Bu ünitede Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980 yılına kadar olan dönemde ekonomik gelişmeler ve bunlara ilişkin ilave konular ele alınacaktır. Kuruluş yılları olarak adlandırılan dönemi anlamamız, daha sonraki gelişmeleri, hatta günümüzde de devam eden birçok meseleleri anlamamızı sağlayacaktır. Bu dönemde ekonomi politikasının başlıca ilkeleri, yeni kurumsal ve yasal düzenlemelerle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’ndan tamamıyla farklı bir biçimde belirlenmiştir. 20 Nisan 1923’te meclisin yasama yetkisini teyit eden ve yargı fonksiyonunu “millet adına” eylemde bulunan bağımsız mahkemelerin tekeline veren Cumhuriyet Anayasası kabul edildi. İkinci Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesiyle birlikte dünya siyasi sistemi “kapitalist” ve “sosyalist” ülkeler arasındaki çekişmeler tarafından belirlenir oldu. Bu maksatla bu yıllarda bazı uluslararası örgütler kuruldu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan uluslararası bir örgüt kurma çalışmaları neticesinde 24 Ocak 1945’te Birleşmiş Milletler Teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatın amacı; dünya barışı ve güvenliğini korumak ve ülkeler

arasında ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirmekti. Yine bu yıllarda Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) kuruldu. Dünya Bankası, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1945 yılında uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma bankası adıyla kuruldu. Dünya Bankası 1947 yılında Birleşmiş Milletlerin özerk uzman

kuruluşlarından biri olma özelliğini kazandı. Günümüzde 185 ülke Dünya Bankası’nın üyesidir. Bu ülkelerden 11’i banka sermayesinin %55’ine sahiptir.

Türkiye’nin payı ise %0.5 oranındadır. Uluslararası Para Fonu, ya da daha yaygın olarak kullanılan kısaltmasıyla IMF’nin, bugün 185 üyesi vardır. Küresel parasal birliği sağlamak, finansal istikrarı yakalamak ve devam ettirmek, yüksek istihdamı ve ekonomik büyümeyi sağlamak ve dünyada yoksulluğu azaltmak IMF’nin amaçları arasındadır. 1930’lu yıllarda gerçekleşen Keynesyen devrim ile yeni bir sermaye birikim modeline geçildi ve krizde toplam talebin artırılması için devletler gelir artırıcı politikalar uyguladı. Keynesçi yaklaşım, kapitalist bir ekonominin eksik istihdamda dengeye gelebileceğini söyleyerek, klasik ve neoklasik iktisadi

yaklaşımların ancak özel bir durumu yansıttığını ifade etmiştir. İşte, bu anlayışta merkez kapitalist ülkelerde Keynesçi politikalar uygulandı. Bu ünitede ilk olarak Cumhuriyet’in ilk on yılı, sonra 1940-1945 İkinci Dünya Harbi yılları ayrıntılı bir şekilde analiz edilecektir. Ayrıca, 1946-1953 yıllarında liberal politikalarla bütünleşme çabaları, 1954-1961 döneminde dış ticarette kontrole dönüş, 1961- 1979 dönemi incelenecektir.

(3)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1923-1929 yılları itibarıyla uygulanan iktisat politikaları dışa dönük, liberal eğilimli

politikalardı.

CUMHURİYETİN İLK ON YILI

Cumhuriyet’in ilk altı yılında uygulanan politikalarda İzmir İktisat Kongresi’nin etkileri vardır. Kılıçbay (1992)’ın da belirttiği gibi İzmir Kongresi, Türk ekonomisinin sorunlarını çözecek reçetelere temel teşkil edecek fikri ortamın yetersiz, bu

alandaki uygulamanın çok sınırlı olduğu şartlarda, akılcı, tutarlı ve gerçekçi fikirlerin oluşturulmasına zemin oluşturarak önemli bir katkı sağlamıştır. Aslında, İktisat Kongresi başlıca iki amaçla toplanmıştı. Birinci amaç, değişik sektör temsilcilerinin kendilerine özgü sorunlarını ileterek, bunlara yönelik çözümlere ulaşmaktı. İkinci amaç ise yabancı sermaye çevrelerine ekonominin gelecekte alacağı biçimi ve niteliği açıklamaktı.

Ancak, Türkiye’nin Lozan Barış Antlaşması’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun 1 Eylül 1916 tarifesinin beş yıl süreyle yürürlükte kalması gibi zorlayıcı bir maddeyi kabul etmesiyle, sözünü ettiğimiz liberal politikalar kesintiye uğramıştır. Lozan Antlaşması’nda gerek yurt içinde üretilen mallara, gerekse yurt dışından ithal edilen mallara aynı satış ve tüketim vergilerinin uygulanması öngörülmekteydi.

Böylece, dönem boyunca dış ticaret dengesi Türkiye aleyhine oldu. Yani, sattıklarımızdan daha çok mal ve hizmet ithal etmek zorunda kaldık. Ancak, devletin bizatihi üretimini ve satışını yaptığı mallar istisna teşkil etmekteydi.

Cumhuriyet hükûmetleri bundan yararlanarak önce devlet tekelleri kurdular, daha sonra da bu tekelleri yerli ve yabancılara satarak bu sektörleri koruma altına aldılar.

Hükümet, İzmir İktisat Kongresi’ndeki amaçlar doğrultusunda ekonomik yapıyı yeniden düzenleyecek girişimlere başladı. Bu amaçla; ihracata yönelik sanayilerin ithal ettikleri ara malların gümrük vergisinden muaf tutulması sağlanmıştır.

Sanayileşme, Cumhuriyetin ilk yıllarında da çok önemli bir hedefti. Kemalist kadro iktisadi gelişmenin sanayileşmekten geçtiğini biliyordu. Bunun için de ne gerekirse yapılacaktı. Mustafa Kemal sanayileşmenin önemini şu cümlelerle anlatıyordu:

“Sanayileşme en ileri ve gönençli Türkiye’ye ulaşmak için en kısa yoldur. Vatan savunması da buna bağlıdır”. Bununla birlikte Türkiye ekonomisi için tarım da çok önemliydi, çünkü tarım nüfusun %80’ini barındırıyordu. Sanayileşme için gerekli fonlar tarımdan sağlanacaktı. Tarımdan sanayiye doğru bir bağlantı, bir ivme olmalıydı ki sanayileşme çabası da amaca uygun neticelensin. Bu amaçla, devlet gelirlerinin %28.6’sını tutan aşar vergisi 1924 yılında kaldırıldı. Aşar vergisinin uygulandığı dönemlerde köylü vergi yükü altında eziliyordu. Aşar vergisi, ürünün onda biri olarak alınan ve bazen ürünün beşte birine kadar artan ve tarımsal ürünün zekatı olarak devletin topladığı bir vergidir. Aşar vergisinin bir zekat olarak alınması bu verginin İslami bir vergi olduğunu da göstermektedir.

(4)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1925 yılında İsviçre Medeni Kanunu kabul

edilerek toprağın mülkiyeti konusu yasal temele oturtulmuştur.

1930 yılında Merkez bankası kuruldu ve kambiyo işlemlerini kontrol altına aldı.

1927 ve 1929 yılları arasında çıkarılan kanunlarla topraksız köylüye hazine arazilerinden dağıtım yapılmıştır. Amaç, ekilen alanları genişletmek ve tarımda üretim artışını sağlamaktı. 1923-1929 döneminde dış ticaretimiz devamlı açık veriyordu. İhracatın ithalatı karşılama oranı %74’tü. Aynı dönemde millî gelirin yıllık ortalama artış oranı %9 oldu. 1923-1929 döneminde yatırımların millî hasılaya oranı ortalama %9 kaldı. Sanayinin GSMH içindeki payı %11’idi. Lozan

Antlaşması’nın getirdiği kısıtlamalar 1928 yılında sona erdi. 1929 yılından itibaren sanayi koruyan bir gümrük tarifesi yapılması kararlaştırıldı. Yeni gümrük tasarısı 1499 sayı ile kanunlaştı ve Ağustos 1929’dan itibaren yürürlüğe girdi. Bu koşullarda 1923-1929 döneminde dış ticarette açık vermemiz normal bir sonuçtu.

1929 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde patlak veren küresel krize kadar neoklasik iktisat kuramının pürüzsüz bir şekilde işlediği varsayımı vardı. Neoklasik iktisat kuramına göre ekonomilerde mükemmel piyasalar, tam rekabet ve mükemmel malumat vardır. Rasyonel bir şekilde hareket eden birey başkalarını düşünmek zorunda değildir. Bu çerçevede piyasadaki her aktör sınırlı bütçesiyle satın almış olduğu mal ve hizmetten elde ettiği faydayı maksimize etmeye çalışır.

Ekonominin gidişatında talepten çok arz belirleyici bir konumdadır. Bu bağlamda

“her arz kendi talebini yaratır” şekline özetlenen bir anlayış vardır. Böyle uç kabullerin olduğu bir ekonomide devletin düzenleyiciliğine de gerek yoktu.

Piyasada meydana gelen dengesizlikler gene piyasa mekanizması yardımıyla çözülür anlayışı vardı. Örneğin, neoklasik iktisat kuramına göre ekonomide işsizlik varsa, bunun baş sorumlusu işçilerdir, çünkü onlar halihazırda piyasada geçerli ücreti beğenmediklerinden dolayı işsizdirler.

Türkiye için 1929 yılının iyi tarafı Lozan Antlaşması’nın iktisat politikasını kısıtlayan hükümlerinin süresinin dolduğu bir yıl olmasıdır. İktisadi Buhran merkez ülkelerin ithalatını olumsuz etkileyince, Türkiye gibi çevre ülkelerinin ihraç ettiği ürünlerin fiyatlarında hızlı düşüşler yaşandı ve devletlerin ekonomide ağırlıklarının artması gündeme geldi. Diğer çevre ülkeleri gibi Türkiye’de iktisadi krizin olumsuz etkilerini bertaraf etmek için ithalatı kontrol etme ve ithal ikameci sanayileşmeye ağırlık verdi. Bu önlemler neticesinde ithalatta hızlı ve büyük daralmalar meydana gelmiştir. İthalattaki daralma dış ticaret açığını azaltmada faydalıymış gibi

gözükürken, ihracata dayalı sektörlerin de hammadde yönünden dışa bağımlı olmasından dolayı ihracat gelirlerindeki azalmayı hızlandırmıştır. Bu yaşananlar 1929-1930 yıllarında iktisat politikalarında önemli değişikliklere yol açmıştır.

Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Büyük Buhrana kadar klasik iktisat anlayışı hâkimdi, dolayısıyla fiyatlara olduğu kadar kurlara da müdahale gereksizdi. Oysa, bu buhrandan önce ülkeye gelen yabancı sermaye millî paranın değerini artırmış ve dış ticarette açıklar meydana gelmişti. Buhranla birlikte ekonomiye yön verme düşüncesi ağırlık kazanmış ve bu amaçla da kambiyo işlemleri kontrol altına

(5)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Türkiye’de devletin ekonomik kriz esnasında iktisadi hayata müdahalesi,

önceleri ılımlı devletçilik, daha sonraları devletçilik

şeklinde olmuştur.

GSMH bir ülkede belirli bir dönemde üretilen nihai mal ve hizmetlerin

değerini göstermektedir.

alınmıştır. Yine 1930’lu yıllarda Osmanlı Devleti’nden kalan bazı yabancı yatırımlar millîleştirildi. Devlet fiyatlar ve faiz hadleri üzerinde etkili olmaya başladı.

Türkiye’nin özellikle 1927-1935 döneminde sürekli bir deflasyon-depresyon dönemi yaşadığı gerçeği göz önüne alındığında, ekonomiyi canlandırıcı politikaların uygulanması gerektiğini daha iyi anlarız.

Ancak, şunu da hemen belirtelim ki özellikle sanayileşme çabasında devlete önemli bir rol ve öncelik verilmiştir. Devletin sanayileşme hedefinde kilit rol oynamasının haklı sebepleri vardı. Özel sektör bugünkü gibi gelişmemiş, bu yüzden de Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine götürecek bir plan ve projei de yoktu.

Öte yandan, özel sektörün mevcut fabrikaları satın alacak maddi gücü de yoktu. Şu halde yapılması gereken, devletin elini taşın altına koymasıydı. Bu maksatla 1933’te Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamaya başlandı. Planın uygulanmasına 1934 yılında başlanmış, planda öngörülen tesisler beş yıl içinde tamamlanarak işletmeye açılmıştır. Plan hedefleri doğrultusunda kurulan sanayiler sayesinde ülke dokuma, un ve şekerde dışa bağımlılıktan kurtuldu. Yine bu dönemde planda yer almayan askeri fabrikaların modernizasyon ve genişletilmesine de devam edilmiştir. 1933- 1938 yılları, Türk sanayiinin ilk ve planlı kuruluş yıllarıdır. Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamasının sonuçlarını değerlendirdiğimizde, sanayinin millî hasıladaki payı 1929’da %10 iken, 1939’da %18 yükselerek neredeyse iki katı bir artış olması, yapılan hamlelerin ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir. 1930-1939 yılları arasında ekonomik büyüme yaklaşık olarak %6 olmuştur. Hatta, millî gelirin büyüme oranı 1933-1939 yılları arasında yaklaşık %9 gibi önemli bir rakamdı. Bu yıllar, daha önce de değindiğimiz gibi tüm dünya ülkelerini derinden etkileyen bir iktisadi krizin yaşandığı yıllardır. Gelişmiş ülkelerde, örneğin ABD’de yüksek işsizlik oranlarının yaşandığı, mal ve hizmet fiyatlarında önemli düşüşlerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde Türkiye gibi çevre ülkelerin ihracatları hem miktar olarak, hem de değer olarak azalmıştır.

GSMH ve EKONOMİK SEKTÖRLERDE GELİŞMELER

Eğer bu değeri cari fiyatlarla ifade edersek nominal GSMH’dan, enflasyondan arındırarak ifade edersek reel GSMH’dan söz ederiz. Bir ülkenin ekonomisinde meydana gelen gelişmeleri en iyi reel GSMH’da meydana gelen değişmeler yansıtır.

Bu bakımdan cumhuriyetin ilk on yılı içerisinde GSMH’da ve ekonomik sektörlerde meydana gelen değişmelere değinmekte fayda vardır.

Cumhuriyet’in kurulduğu yıl Türkiye’nin GSMH’sı, cari faktör fiyatları ile, 1078.2 milyon TL idi. Özellikle 1923’ten 1929’a kadar GSMH 1929 yılı dışında sürekli olarak artmıştır. 1983 üretici fiyatlarıyla 1923’te 633.1 milyon TL olan GSMH, 1929’da 1150 milyon TL olmuştur. Burada tarım kesiminin payı 1923’te

(6)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1929 depresyonu ve ondan doğan sıkıntılar

Batı aleyhtarı ve anti- kapitalist duyguları

canlandırdı.

%38.7, 1929’da %45.8 olurken, sanayi de %12.7 ve % 11 olmuştur. Bu dönemde GSMH yaklaşık olarak %17 artmıştı. Aynı dönemde tarımsal hasılada toplam

%125.8, sınai hasılada %66.9 ve diğer sektörlerin hasılasında %96.1 oranlarında artışlar meydan geldi. Bu dönemde tarım sektöründeki büyüme sanayi ve hizmet sektörlerinden daha hızlı olmuştur. 1929’dan sonra GSMH’da ve temel ekonomik sektör hasılalarında ciddi gerilemeler olduğunu görmekteyiz. Bu dönem Büyük Buhran’ın etkisinin görülmeye başlandığı yıllardır. Tarımsal ürün ihracatçısı olan Türkiye’nin tarımsal ürün fiyatlarındaki önemli düşmelerden etkilenmesi normaldi.

1930-1932 yılları da krizin etkilerini fazlasıyla hissettiğimiz yıllardı. Şöyle ki; GSMH endeksi (1923-24 = 100) 1929’da ulaştığı 209.8 seviyesinden 1932’de 118’e kadar düşmüştür. 1925-29 döneminde %16.3 büyüyen tarım sektörü, 1930-32 yıllarında

%23.3 gerilemeye maruz kalmıştır (Şahin, 2002: 40).

GSMH’daki gözlenen daralmaların sebeplerini şu şekilde izah edebiliriz: 1929 Ekiminde New York esham ve tahvilat borsasının ani düşmesi, ticaret durgunluğu ve ardından fiyat düşüşleri ve işsizliğin artması ve bu etkilerin ABD ile sınırlı

kalmayıp tüm dünyayı etkilemesi neticesinde Türkiye’nin ihracatında önemli bir yer tutan tarım ürünleri fiyatlarında hızlı düşüşlerin yaşanması ve bunlara ek olarak iklim koşulları dolayısıyla tarımsal üretimde meydana gelen düşüşler nedeniyle GSMH’da daralmalar olmuştur. Tarım ürünlerine yönelik dış talebin azalması neticesinde, iç piyasada da tarımsal ürün fiyatlarında düşme yaşanmıştır. O günün Türkiye’sinde tarımın GSMH içindeki payının %45 olduğu düşünülürse, reel

GSMH’da yaşanılan daralmaları açıklamak kolaydır. Yaşanılan iktisadi krizin etkileri sanayi ve hizmet sektöründe de kendini hissettirmiş ve bu sektörlerde reel

hasılalar küçük oranlarda olsa da artarken, cari fiyatlarla bu sektörlerin hasılaları da düşmüştür.

ABD ’deki rejimin aksine sosyalizmi benimsemiş olan Sovyet Rusya’daki özel teşebbüsü yasaklayan-devletçi zihniyet, kendi içindeki güçlüklerine rağmen, kapitalizmin bu krizinden en az etkilenmişti. Şimdi, haklı olarak zihinlerde “devlet ekonomiye nereye kadar müdahale etmeli “ düşünceleri hakim olmaya başladı.

Çünkü buhran bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin tarımsal ürün fiyatlarında meydana gelen hızlı düşüşler neticesinde dış ticaretinde önemli açıklara sebep olmuştu. 1923-29 döneminde Türkiye’de kişi başına düşen millî gelir 110 TL iken, 1932 yılında kişi başına düşen GSMH 78 TL olmuştur. Yaşanan bu olumsuzlukların üstesinden gelebilmek için devlet, tüm dünyada olduğu gibi, bir kurtarıcı olarak kendini gösterdi. Örneğin, tarımda yaşanan olumsuzlukları bertaraf etmek için Ziraat Bankası aracılığıyla kredilerin genişletilmesine gidildi. 1924 yılında Ziraat Bankasının tarıma yönelik olarak vermiş olduğu krediler 17 milyon TL iken, bu rakam 1930’da 35.7 milyon TL’ye çıkmıştır. Kalkınmanın yolunun sanayiden geçtiği

(7)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1929 Dünya ekonomik buhranı devletin

piyasadaki başarısızlıkları gidermede önemli bir

rol üstleneceği anlayışını getirmiştir.

bilinmesine rağmen, Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğu gerçeğinden hareketle devlet imkânları dahilinde tarım desteklenmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayi sektörü oldukça zayıftı. Bir yandan sermayenin olmayışı öte yandan girişimci sınıfın yetersizliği nedeniyle Osmanlı Devleti’nden devralınan sermaye yapısı fazla bir değişiklik göstermedi. Servet sahibi kimseler paralarını, haklı olarak yeni ve alışılmamış türden teşebbüslere yatırmayı göze alamadılar. Rejim yapı itibarıyla asker-memur rejimi olduğundan ticarete ve tacirlere karşı geleneksel olarak devam eden bir küçümseme mevcuttu. 1927 sayımında belirlenen sınai işletmelerin %43.6’sı gıda ve tütün sanayinde, %14.3’ü tekstil sanayiinde, %22.6’sı maden, metal, toprak ve makine sanayi yan dallarında ve %12.2’i ağaç sanayinde faaliyet gösteriyordu. Sanayi dalları ise istihdamdaki payına göre şöyle sıralanmaktaydı: Gıda, tütün, deri %43, tekstil %18.7, metal ve madencilik %20.6 ve ağaç işleri %9.5.

Böylece, devlet özel sektöre öncelik vermekle birlikte, özel sektörün yapamayacağı bazı yatırımları üstlenmek zorunda kalmıştır. Ne var ki devletin de bu yatırımları gerçekleştirecek kaynakları kıttı. Eldeki kaynakların önemli bir kısmı demiryolu yapımında ve yabancıların ellerinde bulunan demiryollarının satın alınmasında kullanılmıştır. Bu maksatla yapılan harcamalar 1931 yılına kadar 225.6 milyon TL’yi bulmuştur. Devletin demiryoluna bu kadar önem vermesindeki amaç ise iç piyasanın genişlemesine katkıda bulunmak ve bu sayede yerli sermaye birikimini sağlamaktı.

Kazgan (2006) belirttiği gibi 1930’lu yılların getirdiği koşullarla birlikte, devletin ekonomide düzenleyici ve koruyucu bir rol üstlenmesi gerekti ve dışarıya kapalı bir ekonomik yapıda, büyük ölçüde iç kaynaklarla finanse edilen bir sanayileşme kalkınmanın motoru oldu. Türkiye’nin dışa kapalı ve kendi kendine yeterli olma çabası kendi tercihinin bir sonucu değildi. Diğer pek çok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi, kapalı bir ekonomi ve dolayısıyla ithal-ikamesi yoluyla sanayileşme Büyük Buhran ve sonrasında yaşanılanların bir neticesiydi. Yani, devletin ekonomiye müdahalesi öyle sanıldığı gibi ideolojik kaynaklı bir yeniden yapılanmanın ürünü değil, karşılaşılan sorunlara bir çözüm bulma girişiminin bir sonucuydu.

Devletin, karşılaşılan sorunlara bir çare olması amacıyla kalkınma ve büyüme amacını gerçekleştirme hedeflerini bir plan dâhilinde gerçekleştirmesi gerekiyordu.

Bu maksatla 1933’te Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanmaya başlandı. Türkiye, plan dahilinde kurulan fabrikalarla dokuma, un ve şeker gibi temel maddeleri üreterek dışarıya bağımlıktan kurtuldu. Kalkınma planının uygulanmasıyla birlikte sanayinin millî hasıladaki payı 1929’da %10 iken, 1939’da %18’e kadar çıkmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi sanayileşmede motor güç devlet oldu. Kurulan kamu iktisadi

(8)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Bu maksatla 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu

ve Sanayii Teşvik Yasası’da 1927 yılında

çıkarıldı.

1923-1932 yıllarında ticaret politikası üç sözcük ile özetlenebilir:

Korumacı, müdahaleci, kısıtlayıcı.

girişimlerinin (KİT) Türkiye’nin kalkınma sürecindeki rolü unutulmamalıdır. KİT’lerin imalat sanayi üretimindeki ve katma değerindeki payı 1970’li yıllara kadar sürdü.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye ekonomisi oldukça dışarıya açık ve bağımlı bir hammadde ekonomisinin tüm özelliklerini taşıyordu (Şahin, 2002: 44). Osmanlı Devletinden miras kalan tarıma dayalılık devam ediyordu. Bununla birlikte, yeni devlet kalkınmanın yolunun sanayileşmekten geçtiğini biliyordu. Ayrıca, dış satıma yönelik sanayilerin dış alım girdilerinin vergiden bağışlanması, esnaf ve sanat kârların örgütlenmesiyle ilgili olarak düzenlemeler yapıldı. Denilebilir ki siyasal bağımsızlığın kazanıldığı ve iç güvencenin sağlandığı bir ortamda yapılan bu düzenlemeler özel kesim aracılığıyla olabildiğince sanayileşmeyi hedeflemekteydi (Kepenek ve Yentürk, 2007:45). Ancak, 1929 yılında ABD ’de başlayan iktisadi kriz ve bu krizden kurtulma çabası zorunlu olarak devletin önemli görevler üstlenmesini gerekli kıldı.

DIŞ TİCARETİN YAPISI VE GELİŞİMİ

Tablo 2’de Türkiye’nin ihracatının 1923’ten 1927’ye kadar arttığı 1927’de ihracatımızda bir azalma olduğu görülmektedir. 1929 Büyük Buhran’ın tüm piyasaları etkilemesinden dolayı bu yılda ihracatta meydana gelen azalma 1927 yılından daha fazladır. 1939 yılında ihracatta meydana gelen daralma bir önceki yıl ihracat rakamları dikkate alındığında yüzde ikinin üzerindedir. Ancak, 1932 yılına baktığımızda ihracattaki daralmanın 1930 yılına göre yüzde 33’ten fazla olduğunu görmekteyiz. Diğer yandan, ihracattaki daralmanın çok fazla olduğu 1930 ve 1932 yılları Türkiye’nin dış ticaret bilançosunun da fazla verdiği yıllardır.

1923-1932 döneminin alt dönemi olan 1923-1929 yılları arasında dış ticaret bilançosunun açık vermesinin çeşitli sebepleri vardır. Öncelikle, Büyük Buhran’a kadar tüm dünyada liberal uygulamalar vardı, dolayısıyla ticarette önemli kısıtlamalar yoktu. Böyle bir durumda ithalat artışının ihracattan fazla olması halinde tabi olarak dış ticaret aleyhte oldu. Ayrıca, yeni kurulan Türkiye

Cumhuriyeti yöneticilerinin gümrük tarifelerini Lozan Antlaşması uyarınca ancak 1929 yılından sonra yükseltebilmeleri de ithal mallarını daha cazip hele

getirdiğinden ithalat artışının ihracat artışından fazla olmasına sebep olmuştur.

Diğer bir husus da, ticareti ellerinde bulunduran azınlıkların ileride gümrük tarifelerinin artacağı beklentileriyle yurt içi stoklamaya gitmeleri durumudur.

Böylece, ele alınan dönemde dış ticaret sürekli aleyhte olmuştur.

Analiz edilen dönemin ilk yıllarında ticaret hacminin artması, dünya ekonomisinde her şeyin yolunda gittiği, hatta konjonktürün yükselmeye devam ettiği yıllardır. Bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin üretmiş olduğu tarımsal ürünlere

(9)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1929 yılına kadar bir gümrük tarifesinin olmayışı, fiyat artışına

rağmen ithalatı cazip hale getirmiştir.

olan talebin de artmaya devam ettiği, dolayısıyla tarımsal ürün fiyatlarının da arttığı bir dönemdi. Öte yandan, iklim şartlarının tarımsal üretimi artıracak şekilde iyi gitmesi Türkiye ihracatını artırmıştır.

Aşağıdaki tabloda 1923-1932 yılları arasındaki dış ticaretimiz görülmektedir.

Tablo 10.1: Dış Ticaret 1923-1932 (Cari Fiyatlarla Milyon TL Olarak: İhracat ve İthalat Değerleri ve Endeksler) (Şahin; 2002:45).

1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1932

İhracat 84.7 158.9 192.4 186.4 158.4 173.5 155.2 151.5 101.3 İthalat 144.8 193.6 241.6 234.7 211.4 223.5 256.3 147.6 85.5 Dış Ticaret Farkı -60.0 -34.7 -49.2 -48.3 -53.0 -50.0 -101.1 +4.0 +15.8 İhracat Endeksi 53.5 100.0 121.1 117.6 99.7 109.2 97.5 95.0 63.5 İthalat Endeksi 74.7 100.0 124.8 121.3 109.2 115.4 132.0 75.8 44.3 İhracat/İthalat(%) 58.5 82.1 79.6 79.4 74.9 77.6 60.6 102.7 117.8

İhracat/GSMH(%) 8.9 13.2 11.3 07.4 09.6 08.6

İthalat/GSMH(%) 15.2 16.1 14.2 13.3 09.3 07.3

DışTicaret Hadleri(px/pm)

77.0 103.0 109.0 100.0 89.0 90.0 85.0 72.0 57.0

1923’ten 1929’a kadar ithalatın sürekli olarak arttığını görmekteyiz. Halbuki, bu dönemde ithal malların fiyatlarında da bir artış vardı. 1929 yılından itibaren ithalattaki artış ve bunun neticesinde dış ticaret açığının iki katına çıkma sebebi olarak, gümrük tarifelerinin yükseleceği beklentisiyle ithalatçıların stokçuluğa gitmelerini gösterebiliriz. 1929’dan itibaren ise Büyük Buhran neticesinde gerek ihraç, gerekse ithal malların fiyatlarında düşme yaşanmıştır. Ancak, Türkiye’nin ihraç mallarının fiyatları ithal malları fiyatlarından daha büyük oranda düştüğü için dış ticaret hadleri aleyhimize olmuştur. Özellikle, Büyük Buhran’la birlikte

ihracatımız değer olarak azalmıştır. İhracattaki bu düşüş hükümeti ithalatı miktar olarak daha fazla kısıtlamak zorunda bırakmıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi incelenen dönemin bariz özelliklerinden biri de korumacılıktı.

Büyük Buhran ve buna ek olarak olumsuz iklim koşulları neticesinde karşılaşılan dış ticaret bilançosu açığı hükümeti ikili antlaşmalara dayalı bir dış ticaret politikası yürütmeye zorladı. Bu sayede dış ticaret dengesi sağlandı, hatta 1930 ve 1932 yıllarında dış ticaret fazlası elde edildi. Ne var ki, büyümek için ithalat yapmak zorunda olan Türkiye’nin bu tavrı sanayileşme amacıyla çelişmekteydi.

Belki de böyle bir politikanın takip edilmesinde, Osmanlı Devletinin yaşadığı tecrübeler de etkili olmuştur. Ancak, ithalata konan kısıtlamalardan en fazla tüketim malları etkilenmiştir. Bazı temel tüketim mallarının ithalinin yasaklanması, her ne kadar bu malların fiyatlarını artırsa da bu malların yurt içi üretimini

sağlamıştır. Ne var ki ithalata getirilen kısıtlamalar ve ithalat yetkisinin lisansla belirli kişilere dağıtımı ise haksız kazançlara ve rantlara yol açmıştır.

(10)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1923-1932 döneminde Türkiye’nin ticaret yaptığı ülkeler, Osmanlı

Devletinde olduğu gibi, sanayileşmiş batı

ülkeleridir.

Cumhuriyet Hükümeti, Merkez Bankası’nın kurulmasıyla birlikte, 1930’dan sonra para

arzını tam olarak denetimi altına aldı.

1923-1932 yıllarını kapsayan dönemde Türkiye’nin ticaret yaptığı ülkelerle ilgili olarak bazı sorular sorabiliriz. Örneğin, söz konusu dönemde Türkiye’nin ticaret yaptığı ülkelerde önemli bir değişme olmuş mudur? Eğer bir değişme olmuşsa sebepleri nelerdir? 1924-1929 alt döneminde İtalya dış ticarette Türkiye’nin en önemli ticari ortağı olmaya devam etmiştir. İtalya’nın bu şekilde olmasında bazı tarihsel sebepler vardır. Şöyle ki: Osmanlı Devletinde dış ticareti ellerinde tutan Rumlar, Yunanistan’ın Anadolu bozgunundan sonra İtalya’nın Trieste şehrine yerleşmişler ve bu şehri transit ticaret merkezi olarak kullanarak Türkiye ile diğer ülkeler arasındaki dış ticarette rol almaya devam etmişlerdir. Öte yandan, İtalya bu yıllarda Çukurova’daki pamuk üretiminin ticari denetimini ele geçirmek ve Türkiye’nin pamuklu kumaş ithalatını kendine bağlamak amacındadır.

İtalya’nın bu niyetleri Türk-İtalyan ticaret hacminin genişlemesine katkıda

bulunmuştu (Şahin, 2002: 47). 1923-1932 döneminde, Almanya ve ABD’de Türkiye ile olan ticaretini artıran ülkeler arasında yer almaktadır. Almanya 1925’ten itibaren Türkiye’nin dış ticaretini neredeyse kontrol altına almıştır. Türkiye’nin ticari ortaklığının gerilediği ülke ise Fransa’dır. Bu ülke ile olan ticaret 1932’den itibaren ciddi bir şekilde gerilemiş ve 1940’ların başında neredeyse hiç ticaret

yapılmamıştır.

PARA VE MALİYE POLİTİKASI

Cumhuriyet idaresi kurulduğunda ülkenin parasını yönetecek bir para otoritesi yoktu. Osmanlı Bankasına verilen ayrıcalık hukuken devam ediyordu.

Tedavüldeki para ise Osmanlı Devletinin altına bağlı olan parası idi. Para otoritesi, yani merkez bankası olmayınca para arzını kontrol edecek bir mekanizma da yoktu.

Öyle bir ekonomik kriz döneminde, çoğu kez olduğu gibi ekonomik durgunluğu gidermenin en kolay yolu para basmaktır. Oysa, Anadolu Hükümeti Kurtuluş Savaşı yıllarında karşılaştığı finansman güçlüklere rağmen para arzını artırmamıştır. Bunda belki de “karşılıksız para basmanın enflasyon olarak geri döneceği inancı vardı”.

Şahin (2002) aktardığına göre Osmanlıdan Cumhuriyete 161 milyon TL. civarında kağıt para devretmişti. 1926 yılında bunun 8 milyon TL’si dolaşımdan çekildi, 1928 yılına kadar piyasaya yeni para sürülmedi. Hükümetin para basarak finansman güçlüklerini yenme girişiminde olmayışında, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanılan yüksek enflasyon oranları da etkili olmuş olabilir.

Yine, Şahin (2002)’e göre bu dönemde banka mevduatlarında önemli gelişmeler olmuştur. Toplam banka mevduatı 1925’teki 52.5 milyon TL

seviyesinden sürekli ve süratli bir yükselme ile 1928’de 91.9 milyon TL’ye, 1929’da 133.5 milyon TL’ye ulaşmıştır. Bu yıllar içinde kağıt paranın toplam para arzı içindeki nispi payı %75.42’den %53.4’e düşmüştür. Kağıt para arzının sabit

(11)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Para basmaktan kaçınan hükümet, muamele için gerekli olan para talebini nasıl

karşılamıştır?

kalmasına rağmen, toplam para arzının 213 milyon TL’den 286 milyon TL’ye yükselerek %34.3 oranında genişlemiş olması muamele için gerekli tedavül aracının bir şekilde sağlandığını göstermektedir. Tüm bunları anlatmamızdaki amaç; para arzı denetimini tam olarak sağlayamayan cumhuriyet idaresinin 1930’ların sonuna kadar para arzını artırmamasıdır. 1930’ların sonuna kadar para arzını artırmaktan kaçınan idarenin temel endişesinin enflasyon beklentisi olduğu kanaatinde değilim.

Durgunluğun olduğu bir durumda genişletici bir para politikası izlemek faydalı olabilir. Para arzındaki bir artış kredi maliyetlerini düşürür, faizler düşer ve yatırımlar ve devamında istihdam artar. Para arzındaki bir değişme aynı yönde ve oranda fiyatlar genel seviyesini değiştirir, başka hiçbir reel değişkeni etkilemez anlayışını taşıyan geleneksel yaklaşımın eleştirildiği bir ortamda para arzı artışından bu şekilde kaçınıldığı bir dönemde sadece “enflasyon vurgusu” pek doğru olmaz.

Öte yandan, para talebinin az olmasının önemli bir sebebi olarak yapılan tarımsal üretimin piyasa için yapılmayışı ve sonuçta para kullanımının az olmasını

söyleyebiliriz. Tabi olarak, para talebi düşük olunca para arzı da düşük seviyede kalmıştır.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, gerek enflasyonist endişeler gerekse para talebinin düşük olması nedeniyle Merkez Bankasının para arzında 1939’a kadar önemli değişiklikler yapmadığını görmekteyiz.

1929 İktisadi Buhranla birlikte arz yönlü politikalar yerini talep yönlü politikalara bıraktı. Keynesyen görüşle birlikte geleneksel yaklaşımın paranın yansızlığı iddiası sorgulandı ve para miktarındaki değişmelerin hem fiyatlar hem de üretimi ve dolayısıyla geliri etkilediği kabul edildi. Tablo 1.3’e baktığımızda para arzındaki artışın oldukça istikrarlı olduğunu görmekteyiz. Özellikle, 1939’a kadar para arzında önemli değişikliklerin olmadığını görmekteyiz. Ne var ki, 1939’dan 1942’ye kadar olan dönemde para arzında önemli artışların olduğunu görmekteyiz.

Bu yıllar savaş yıllarıdır. 20. yüzyılda dünya çapında yapılan savaşlardan ikincisi olan İkinci Dünya Savaşı 1939 yılında başladı ve 1945 yılına kadar sürdü.

Türkiye’nin dış ticareti de, para arzında olduğu gibi, ikinci Dünya Savaşı’yla birlikte artmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte savaşan ülkelerin Türkiye’den yapmış oldukları mal ve hizmet alımlarını artırmaları neticesinde Türkiye’nin ihracatı artmıştır. Öte yandan, bu ülkelerin Türk mal ve hizmetlerine olan taleplerinin artması bu mal ve hizmetlerin fiyatlarını artırmıştır. Aşağıda Tablo 10.2 Türkiye’nin ithalat, ihracat ve dış ticaret açığını göstermektedir.

(12)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan

maliye politikasına baktığımızda devlet

öncülüğünde sanayileşme politikasının sonuçlarını

görmekteyiz.

Tablo 10.2: Türkiye’nin Dış Ticareti (Milyon ABD Doları) (Dirimtekin, 1989:124)

Yıllar İthalat İhracat Fark

(dış ticaret açığı) 1923

1925 1930 1935 1940 1945 1950

87 129

70 71 50 97 286

51 103

71 76 81 168 263

-36 -26 1 5 31 71 -22

Tablo 10.2’de görüldüğü gibi cumhuriyetin ilk yıllarında devam ettirilen liberal politikalar nedeniyle Türkiye dış ticaret açıkları vermektedir. Ancak, Büyük

Buhranla birlikte ithalattaki daralma nedeniyle açık giderilmiş, hatta fazla

verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Türkiye’nin dış satımı artmış ve dış ticaret fazlası veren bir ülke durumuna gelmiştir. Hatta, İkinci Dünya Savaşı bitimi

yıllarında dış ticaretimizde ihracat lehine 71 milyon dolarlık lehte bir fark ortaya çıkmıştır. Savaş bitimiyle birlikte ülkeler sahip oldukları kaynakları üretimde kullanmaya başlamışlar ve ithal etmek zorunda kaldıkları mal ve hizmetleri üretmeye başladıklarında dış ticaret tekrar aleyhte fark vermeye başlamıştır.

Bu dönemde klasik yaklaşımın denk bütçe vurgusu terk edildi ve bütçe gelir ve harcamalarıyla ekonomiye yön ve can verme politikaları ağırlık kazandı. Kamu harcama ve gelirleri, 1933-38 döneminde düzenli olarak artmıştır. Hükûmet monopol hakkı olduğu bazı temel tüketim malları üzerinden aldığı vergi gelirini sınai yatırımlarda kullanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki liberal politikaların aksine yeni moda, devletin ekonomiye müdahalesiydi. İlk zamanlar bu müdahale iyi niyetli müdahalelerdi. Şöyle ki, devlet öncülüğünde sınai yatırımlarını artırma nedeniyle müdahale, savaş yıllarında zorunlu olarak daha derin devlet

müdahalesini gerektirmiştir. Bu dönemde, hükümet doğrudan ve dolaylı vergileri artırarak piyasanın işleyişine yoğun bir şekilde müdahale etmiştir. Ancak, devletin piyasanın işleyişine yoğun olarak müdahale ettiği bu yıllar aynı zamanda özel ticaret sermayesinin de geliştiği yıllardır. Burada üzerinde durulması gereken hususlar şunlardır: Devletin ekonomik hayata derin bir şekilde tesir ettiği bu yıllarda özel ticaret sermayesi nasıl gelişmiştir? Kamu harcamalarının artması özel kesime gidecek olan fonların devlete gitmesi demektir. Bu da özel sektör

tarafından üretilecek olan malların daha az üretilmesi demektir. Sonuçta, meydana gelen kıtlık arz-talep dengesini olumsuz etkileyerek fiyat artışına neden olmuştur.

(13)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1929 yılında ABD’de başlayan ve tüm ülkeleri etkisi altına alan Büyük Ekonomik Bunalım Türkiye’yi de olumsuz etkilemiştir.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı yıllarında savaşa giren ülkelerin Türkiye’den yapmış oldukları mal ve hizmet alımları bu malların fiyatlarını artırmıştır. Bu fiyat artırıcı faktörler özel ticaret sermayesinin gelişmesine katıda bulunmuştur.

Dış sermaye kullanımına gelince, Kepenek ve Yentürk (2007)’ün belirttiği gibi, savaş yıllarına kadar alınan dış borçların önemli boyutlara ulaşmadığı görülür. ABD

’den sağlanan 10 milyon dolar Merkez Bankası’nın kuruluşunda; Sovyetler Birliği’nden sağlanan 10.5 milyon liralık kredi sanayileşmede, özellikle dokuma sanayisinde ve İngiltere’den sağlanan 16 milyon İngiliz Sterlini de Karabük Demir- Çelik Fabrikası’nın yapımında kullanılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan para ve maliye politikalarından şu sonuçları çıkarmak mümkündür: Cumhuriyetin ilk yıllarında hedeflenen muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için ekonomik kararlılık ortamında (istikrarlı bir para arzı artışı ve düşük bir enflasyon seviyesi mevcuttur) hızlı bir sanayileşme programı uygulanmaya başlanmıştır. Özellikle tarımsal ürün fiyatlarındaki düşüşler ihracat gelirimizi olumsuz etkilemiştir.

1940-1945: İKİNCİ DÜNYA HARBİ YILLARI

Büyük İktisadi Buhran’ın ardından patlak veren İkinci Dünya Savaşı’na girilmemesine rağmen, küresel olarak daralan ticaret hacmi Türkiye’yi de menfi olarak etkilemiştir. Bu dönemde erkeklerin silah altına alınmaları üretimde önemli düşüşlere sebep olmuştur. Örneğin, buğday üretimi %50 oranında azaldı.

Üretimdeki azalma tabi olarak ihracatı da olumsuz olarak etkiledi. Öte yandan ithalat da yavaşladı. 1940-41’de ithalat 1938-39 değerine göre yarı yarıya azaldı.

Ocak 1940’ta Cumhuriyet Halk Fırkası iktidarının çıkarttığı ve hükümete fiyatları tayin etmede, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede sınırsız yetkiler veren Millî Korunma Kanunu çıkartıldı. Ayrıca, 477 sayılı

koordinasyon kararı ile Tarım Bakanlığı’na boş devlet arazileri üzerinde ve devlet hesabına tarım yapmak yetkisi verilmiştir. Refik Saydam Hükümeti Millî Korunma Kanunu’na dayanarak çıkarttığı kararnamelerle piyasaları denetim altına almayı amaçlamıştır. Fiyat artışlarına ve karşılaşılan güçlüklere karşı idari önlemlerle mücadele edilmek istenmiştir. İaşe konusunda ise hükümet, savaşın ilk bir buçuk yılında müdahalecilikten kaçındı. Hüseyin Topuz (2007)’un aktardığına göre, 1940 yılı büyük ölçüde stokların kullanıldığı bir yıldır. Hükümet, üreticilerin mahsullerini Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO)’ya veya tüccara satmakta serbest bıraktı. Şubat 1941’den itibaren ise üreticilerden ürünlerini daha önceden belirlenmiş fiyatlardan TMO’ya satmaları istendi. Ne var ki, devlet tarafından belirlenen fiyatlar cari piyasa fiyatının altındaydı. Devletin bu şekilde piyasaya müdahalesi iaşe sorununu

çözememiştir. Ağustos 1942’de çıkarılan bir talimatname ile hububat ürünlerinin

(14)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Hükümet, olağanüstü savaş koşullarının meydana getirdiği

haksız kârlılığı vergilendirmek maksadıyla 1942 yılında

Varlık Vergisi getirdi.

Türkiye‘yi çok partili rejime götürecek süreç

1945 yılında tamamlandı.

yarısına el konulmasına karar verildi. 1943 başlarında iaşe sorunu daha da ağırlaştı ve hububata ek olarak baklagiller de uygulama kapsamına alındı. 1944-46 yıllarında Toprak Mahsulleri Vergisi ile tarımsal gelirler vergilendirildi.

Bu dönemde karşılaşılan yüksek enflasyon oranlarını para arzındaki artışlara bağlamamak gerekir. 1940-41’de uygulanan fiyat kontrolleri 1942’de gevşetilince fiyatlar genel seviyesi %90’a çıkmıştır. 1940-45 yılları tarımsal üretimin, sınai üretimin ve tabi olarak millî hasılanın azaldığı yıllardır. Örneğin, bu yıllar arasında millî hasıla %6 oranında azalmıştır. Bu gelişmeler tarımda makineleşme ve teknik bilginin gelişmesi yönünde çabaları getirmiştir. Bu maksatla 28 Ocak 1943 tarihinde

“Türkiye Zirai Donatım Kurumu”nun oluşumuna karar verilmiştir. Böylece, tarımsal hasıla artışında devletin öncülük yaptığını bu maksatla 1944 yılında kurulan ve bir kamu iktisadi teşebbüsü olan Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nu görmekteyiz.

Özetleyecek olursak, 1940-45 yılları Türkiye ekonomisinde bir duraklamanın, hatta gerilemenin olduğu yıllardır. Büyük İktisadi Buhran ve onu müteakip ikinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi dünya ticaret hacmini olumsuz etkilemiştir.

Türkiye de tüm bu olumsuzluklardan payını almıştır. Bir tarım ülkesi olan

Türkiye’nin tarımsal hasılası %7.2 azalmıştır. Tarım içerisinde de buğday üretimi %9 oranında düşmüştür. Benzer şekilde tütün ve pamuk üretiminde de gerilemeler olmuştur.

1946-1953: LİBERAL POLİTİKALARLA BÜTÜNLEŞME

İkinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa’da tek parti iktidarları büyük ölçüde son bulurken, Türkiye’de de tek parti iktidarının gücünü zayıflatacak adımlar atıldı. Ülke içinde gelişen ve değişen durumlar CHP içinde muhalif bir grubu ortaya çıkardı ve bu grup 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi kurdu (İnce Erdoğan, 2007). Türkiye’de tek partili rejimden çok partili rejime geçiş yılı olan 1946’dan itibaren iktisadi ve sosyal yapıda önemli değişmelerin yaşanmaya başladığını da söyleyebiliriz. Eroğlu (2003)’nun da ifade ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün Türkiye’nin savaşa girmesini önlemesi ve Fransa ve İngiltere ile ilişkileri sürdürmesi, savaş sonrasında da Batı ile ilişkilerin devam edeceğini gösteriyordu. Böyle bir süreç tek partili siyasi rejimden, çok partili hayata geçişi de zorunlu kılıyordu. Batı ile bütünleşme çabasının bir sonucu olarak devlet öncülüğünde kalkınma modeli yerine, serbest dış ticaretin hâkim olduğu bir yapıyı sahiplenmek gerekiyordu.

Türkiye’yi Batıya yaklaştıran diğer faktörler ise; Stalin’in Doğu Avrupayı ele geçirmesinden sonra Kars ve Ardahan için istekte bulunması, 1946 yılında ise Boğazlar statüsünün yeniden görüşülmesini talep etmesi neticesinde Türkiye Batıya özellikle de ABD’ye yakınlaşmıştır. Bütün bu süreçler sonucunda, 1946-1953 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti iktidarları ABD’nin ve Dünya

(15)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1950'de iktidar olan Demokrat Parti (DP), dışa açık bir ekonomik

modelin Türkiye için daha iyi olacağını düşündü ve bu yönde

politikalar uyguladı.

Bankası’nın tavsiyeleri doğrultusunda 1930’dan beri uygulanan planlı sanayileşme programından vazgeçtiler. Boratav bu durumu “…1930’dan beri dış ticaret açığı vermeden ayakta durabilmiş (ve savaş yıllarında hızla büyüyebilmiş) bir ekonominin birden bire (ve dış ticarette liberalizasyona parelel olarak) dış açık vermeden yaşayamaz bir yapıya dönüşmesi, büyük ölçüde kapitalist dünya ekonomisinin savaş sonu konjonktürü tarafından belirlenen bir dönüşüm olarak görülmelidir”

şeklinde değerlendirmektedir. Gerçekten de, 1946 yılında hazırlanan yeni Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamaya konmadı.

1946 yılı ABD parası olan Doların uluslararası ödemelerde belirleyici olduğu bir yıldır. 1946 yılı Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun ilk genel kurulunda Doların değerinin altına bağlanması ve 1 ounce altının da 35 Dolara tekabül etmesi kararlaştırıldı. Söz konusu tarihte dünya altın stokunun 3/4’ünün ABD ’nin elinde bulunduğu düşünüldüğünde Doların bir dünya parası olması beklenen bir süreçti.

Ayrıca, bu durum dünya ticaretinin de ABD önderliğinde gelişeceğine bir işaretti.

Dünya ticaretini ve sermaye hareketlerini önemli ölçüde etkileyen IMF’ye Türkiye 1947 yılında üye olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Türkiye’nin dış ticaret fazlası vardı. Bu fazlalık yaklaşık olarak 96 milyon dolardı. Türkiye’nin dış ticaretindeki bu fazlalığın sebebi, savaştan yeni çıkmış ülkelerin Türk mallarına olan taleplerinin artmış olmasıdır. Savaştan yeni çıkan bu ülkelerin kendi kaynaklarını üretime geçirememiş olması normal bir durumdu. İlerleyen zamanlarda bu ülkelerin savaş halinden normal hayata geçmeleriyle yabancı mal ve hizmetlerine olan taleplerinin azaldığını görmekteyiz.

1930’dan itibaren dış ticaret fazlası veren Türkiye’nin 1947 yılından itibaren sürekli olarak dış ticaret açığı verdiğini görmekteyiz. 1947 yılından itibaren ihracatta önemli bir değişiklik olmazken ithalatta önemli artışlar meydana gelmiştir. Bunun başlıca nedeni olarak “üretmek için sermaye malı ithal etmek zorunda kalmamızdır.” Diğer bir sebep olarak, savaş sonrasında Türkiye’nin önce Truman Doktrini ve daha sonra da Marshall Planı çerçevesinde dış yardım alması ve artan gelirle birlikte yabancı mal ve hizmetlere olan talebin artmasını gösterebiliriz.

Buradan, Türkiye ekonomisi üzerinde dış etkenlerin belirleyici roller üstlendiğini söyleyebiliriz. Bu sonuçlardan yola çıkarak, kapalı bir ekonomi modelinin Türkiye’yi bugünkü durumundan daha iyiye götüreceğini aklı başında hiçbir iktisatçı iddia edemez.

Dışa açık politikaların (dış ticarette liberalizasyon) uygulanması ile birlikte 1952'ye kadar ithalat yüzde 100, ihracatın ise yüzde 37 artmıştır. Böylece, ödemeler dengesi ciddi açıklar vermeye başladı. Yani, ticaret yaptığımız ülkelere karşı yükümlülüğümüz artmıştır. Bu yıllarda iklim şartlarının da iyi gitmesiyle birlikte buğday üretiminde önemli artışlar olmuştur. Doğal olarak, ihracatımızda

(16)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Tarımsal genişlemenin de etkisiyle sanayin

buğday önemli bir yer tutmaktaydı. İthalatımız ise büyük ölçüde özel sektörün sanayi malları satın alımından ibaretti. Tablo 10.1’de 1946-1953 dönemi için dış ticaret verileri yer almaktadır.

Tablo 10.3’teki dış ticaret verilerine baktığımızda, sadece 1946 yılında dış ticaret fazlasının elde edildiğini görmekteyiz. 1946 yılı ilk devalüasyonun yapıldığı yıldır. Diğer yıllarda sürekli olarak bir dış ticaret açığının olduğunu görmekteyiz.

Tablo 10.3. Dış Ticaret Verileri, 1946-1953 (Cari Fiyatlarla, Milyon TL) (Kepenek-Yentürk, 2007:122).

Yıllar Dış alım Dış satım Açık(-) Fazla(+)

Dış satım/Dış alım Oranı

Fa/Fs Dış Ticaret Hacmi

1946 223.9 432.1 +208.2 1.93 -- 9.6

1947 685.0 625.2 -59.8 0.91 -- 17.4

1948 770.1 551.0 -218.9 0.72 0.91 13.9

1949 812.3 693.9 -118.4 0.85 1.01 16.6

1950 799.9 737.6 -62.3 0.92 1.24 15.9

1951 1125.8 879.4 -246.4 0.78 1.04 17.7

1952 1556.6 1016.2 -540.4 0.65 1.09. 19.2

1953 1491.1 1109.0 -382.1 0.74 1.10 16.7

1950’li yıllar Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi, Vergi Usul Kanunu gibi çağdaş vergi kanunlarının bir bütünlük içinde yürürlüğe girdiği yıllardır (Tüğen, 2002).

Ancak, siyasi nedenlerden dolayı tarımsal kazançlar vergi dışı bırakılmıştır.

Muamele vergisi yerine belli imalat kesimlerini vergilendiren gider vergisi kabul edilmiştir. Kalkınmanın finansmanında dış kredilerden büyük ölçüde istifade edilmiştir. Savaş sonrası kurulan uluslararası kuruluşlar ve iyi ilişkiler sayesinde Türkiye’ye önemli bir kaynak akışı olmuştur. Ne var ki daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye’ye gelen bu kaynaklar kalkınmanın finansmanı için zorunlu olan sermaye malı alımında kullanılınca, yani yabancı mal alımını artırdığından dış ticaret bilançosu açık vermiştir.

1950-53 döneminde savaş yıllarının sebep olduğu iktisadi gerilemenin telafi edilmesiyle birlikte gerek tarımda, gerekse sanayileşmede önemli gelişmeler sağlandı. Tarımda traktör kullanımının yaygınlaşmasıyla ekilebilir alanlar arttı ve sonuçta tarımsal hasıla hızla arttı. Ayrıca, kredi imkânları ve tarım için belirlenen yüksek fiyat politikaları ile birlikte iklim şartlarının uygun olması tarımsal hasılanın hızla artmasına katkıda bulunmuştur. Bu dönemde, yabancı sermaye girişini kolaylaştıran uygulamalara ağırlık verilmesi, dış yardımlar ve krediler sayesinde Türkiye ekonomisi hızlı bir gelişme imkânı bulmuştur.

Sonuç olarak, Topuz (2007)’un belirttiği gibi 1946-1953 dönemi esas olarak tarımsal üretimin arttığı yıllardır. Dönem boyunca tarımsal hâsıla ortalama olarak

(17)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

Dış ticarette liberal politikaların uygulanması sonucunda

dış ticaret açığı hızla artmıştır.

1956 yılında İthal Malları Fiyat Kontrol

Dairesi kuruldu.

%13.2 artmıştır. Aynı dönemde sınai büyüme hızı ise %9.2 olmuştur. Tarım

kesiminin millî hasıla içindeki payı 1946-1947 ortalaması olarak % 43.6 iken, 1952- 53’te bu oran % 44.7’ye çıkmıştır. Nüfusun önemli bir oranının tarım kesiminde olduğu gerçeğinden hareketle, 1946-1953 dönemini tüm sosyal grupların mutlak durumlarının ve yaşam şartlarının iyileştiği, reel gelirlerinin arttığı, özellikle ticaret sermayesinin millî hasıladan paylarının arttığı bir dönem olarak yorumlamak mümkündür.

1954-1961: DIŞ TİCARETTE LİBERALİZASYONUN SONA ERMESİ

1954-1961 dönemi savaş yıllarının ardından devam eden ekonominin genişleme döneminin ve serbest dış ticaret uygulamalarının son bulduğu, dolayısıyla ekonominin nispi olarak bir durgunluk içine girdiği dönemdir. Savaş sonrasında Türkiye’nin ticaret yaptığı ülkelerin toparlanması ve netice olarak, Türkiye mal ve hizmetlerine olan dış talebin daralmasıyla birlikte ihraç mallarına yönelik talebin düşmesi ve Türkiye’nin de bir tepki olarak ithalat kısıtlamalarına gittiği bir dönemdir. Dış ticaret açığı 1951’de 88 milyon dolardan 1952’de 193 milyon dolara yükselmiştir. Dış ticarette uygulanan liberal politikaların sebep olduğu dış ticaret açığı nedeniyle Türkiye’nin sahip olduğu döviz kaynaklarında hızla bir tükenme yaşandı. Türkiye dış ticaret açığını azaltmak maksadıyla 1953 yılından itibaren ithalatta kota sistemine geçmiştir. 1954 yılından itibaren ise Türkiye ekonomisi şiddetli bir enflasyon ve ödeme güçlüğüne girmiştir.

1950-54 yıllarında çok hareketli olmayan Türkiye-IMF ilişkileri 1954 yılından itibaren ivme kazanmıştır. Bu hareketlilikte Türkiye’nin karşılaştığı ekonomik sorunlar belirleyici olmuştur. IMF yetkilileri Türkiye’nin durumunu yakından takip ediyor ve Türk hükümetinden paranın değerinin düşürülmesi (devalüasyon), ekonomiyi daraltıcı tedbirler ve dış ticarette serbestliğe devam edilmesi gibi hususlarda istekte bulunuyorlardı. Hükümet, IMF’nin politika önerilerini

reddederek piyasayı hâkimiyet altına alan uygulamalara yer verdi. Halbuki, 1950 yılında iktidar olan Demokrat Parti (DP) 1954 yılına kadar dış ticarette liberal bir yaklaşımı benimsemişti. Ancak, Sönmez (1978:62)’in belirttiği gibi, serbest dış ticaret nedeniyle artan ithalat artışı Türkiye’nin sürekli dış ticaret açığı vermesine neden olmuş ve zamanla ülke ekonomisi dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları olmadan varlığını devam ettiremez duruma gelmiştir.

Türkiye, IMF’nin ticareti serbestleştirme tavsiyelerine uymak yerine, piyasayı kontrol altına alma yolunu seçti. 1955 yılına gelindiğinde ekonomik sorunlar içinden iyice çıkılamaz hale gelmişti. Bu yıllarda ABD’den istenen kredi talebi geri

(18)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1954-1961 yılları IMF kökenli istikrar tedbirlerinin ilk defa

ciddi bir şekilde gündeme geldiği bir

dönemdir.

Devalüasyondan beklenen artan dış ticaret açığını azaltmak

ve beklentileri iyileştirmekti.

çevrildi. Uygulanan liberal politikalar yerini sıkı bir devlet müdahalesine bıraktı.

Daha önce yürürlükten kaldırılan Millî Korunma Kanunu tekrar yürürlüğe konuldu.

Dış ticaret açığını gidermek maksadıyla ithalatta miktar kısıtlamaları tekrar uygulamaya konuldu. Devletin ekonomik hayata bu şekilde müdahalesi kaynakların tahsisinde etkinliği bozdu ve buna bağlı olarak plansız yatırımlar yapılması son tahlilde fiyatlar üzerinde bir baskı yaptı ve fiyatlar genel seviyesinde sürekli artışlar oldu. Yani, devletin piyasaya müdahalesi enflasyonla sonuçlanmıştır.

Enflasyon artışında devletin harcamalarını Merkez Bankası’ndan borçlanarak karşılaması ve bunun neticesinde artan emisyon hacmi etkili olurken, sabit tutulan kambiyo kuru sonucunda azalan ihracat ve artan ithalat Türkiye ekonomisini dar boğaza sokmuştur. Hükümetin ithalatta kısıtlamaya gitmesiyle birlikte tüketim mallarının toplam ithalat içindeki payı 1947-1953 döneminde %23 iken 1954 yılında %11’in altına düşmüştür. Uygulanan politikalar dış ticaret açığını düşürdü.

İthalat kısıtlamaları özel sektörü sanayie yatırım yapmaya teşvik etti ve yatırımların millî hasılaya oranı yaklaşık %14’e yükseldi.

Çünkü, bu dönemde ekonomik göstergelerde bozulmalar olmuştur. Örneğin;

dış ticarette önemli gerilemeler olmuştur. Öyle ki, 1953 yılının dolar cinsinden ihracat ve ithalat değerlerine bu dönem süresince ulaşılamamış olması, ekonomik istikrar önlemlerinin ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Bu yıllarda ekonomide yaşanan dış sorunlar nedeniyle ekonomik göstergelerde 1946-1953 döneminden oldukça önemli farklılıklar yaşanmıştır. Korumacı dış ticaretle açığın giderilemeyeceğini, tam aksine dış dünya ile bütünleşmenin gerekli olduğu dış telkinler ve baskılar 1954 yılından itibaren kendini gösterdi. 1946 devalüasyonunu ağır bir şekilde eleştiren DP, iktidar olduktan sekiz yıl sonra bu defa kendisi

devalüasyona gitmiştir. Ne var ki, devalüasyondan beklenene sonuçlar alınamadı.

Hatta, devalüasyonla birlikte ithal edilmesi zaruri olan malların fiyatlarında artışlar oldu ve bu da yurt içi fiyatları olumsuz etkiledi. Dış yardım çevreleri, yukarıda belirttiğimiz gibi, başta IMF olmak üzere 1954’ten sonra sürekli olarak hükümete devalüasyon yapılması hususunda baskı yapıyorlardı. Bu baskılar 4 Ağustos

1958’de netice verdi ve hükümet bu tarihten itibaren bir istikrar paketi uygulamak zorunda kaldı. Bu paket içerisinde;

a) TL’nin değerinin düşürülmesi, yani devalüasyon, b) İthalata yeniden serbestinin getirilmesi,

c) Para arzı ve bütçe harcamalarının kısıtlanması, d) KİT üretimi ve hizmetlerinin fiyatının yükseltilmesi.

4 Ağustos kararları doğrultusunda dolar TL karşısında 2.2 kat değerlenmiştir. 4 Ağustos kararları, 1953’ten itibaren uygulanan ithalat kontrollerinin belli ölçüde gevşetilmesine, Millî Korunma Kanunu uygulamalarının durdurulmasına, KİT’lerde

(19)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

1946-1953 döneminde

% 14.2 gibi yüksek bir büyüme oranına sahip olan tarım sektörü, 1954-1961 döneminde

ancak % 1.8 oranında büyüyebilmiştir.

IMF’nin denetiminde 4 Ağustos 1958 uygulanmaya başlanılan

istikrar programı çerçevesinde ithalat rejimi, daha sonraki dönelerde uygulanacak

olan planlama döneminin temelini

oluşturmuştur.

fiyat artışına gidilmesine ısrarla vurgu yapıyordu. Bu paketin uygulanması karşılığında Türkiye dış borçlarında ödeme kolaylığı elde edecekti.

1954-1961 döneminin ekonomik göstergelerine baktığımızda; 1946-1953 döneminde millî gelir yıllık ortalama %11.5 oranında büyürken, 1954-1961 döneminde büyüme hızı önemli ölçüde gerilemiş, büyüme ortalama olarak %3.7 oranında gerçekleşmiştir. Bugünkü şartlarda bir ekonomik kriz olarak

değerlendiremediğimiz bu durum, o güne kadar yüksek büyüme oranına alışmış kitlelerde bir durgunluk belirtisi olarak algılanmıştır. Büyüme hızının düşmesinde ithalat sınırlaması kilit rol oynamıştır. Şöyle ki; Türkiye ekonomisi ithal malı girdilere bağımlı hale geldiği için, ithalattaki daralmalar tabi olarak, üretimi ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi menfi etkilemiştir. Tüketim mallarında başlayan ithal ikamesi politikası, üretken girdilerde henüz başlamamıştır. Bir bütün olarak gözlemlenen ekonomik büyümedeki yavaşlama, ekonominin tüm sektörlerinde kendini hissettirmiştir. Sanayi ve hizmetler sektörü de, tarım sektöründeki kadar olmasa da, gerilemelere maruz kalmıştır. Ancak, söz konusu dönemi tekrar değerlendirdiğimizde şu hususu unutmamalıyız: Ele alınan dönemde, tarımda gerçekleştirilen makineleşme, kara ulaştırmasına ve taşımacılığına önem verilmesi ve yavaşda olsa sanayileşme sonucu Türkiye ekonomisi yaklaşık olarak %4 oranında büyümüştür. Kepenek ve Yentürk (2007)’ün ifade ettiği gibi başta traktör olmak üzere modern girdi kullanımının artması, ekilebilir alanların artmasını sağladı ve bu sayede artan işgücü fazlası kentlere hareket etti. Tarımsal üretim hem sayısal olarak artmış, hem de dış satım ve sanayileşmeye bağlı olarak nitelik değişimine girmiştir. Ancak, bitkisel üretimde görülen bu tablo alt tarım kesimlerinde

gerçekleşmemiştir. Örneğin, hayvancılık ve balıkçılık gibi alt sektörlerde bu müspet gelişmeler olmamıştır. Öte yandan, tarımsal üretimin ve sermayenin gelişiminde tarımın tamamıyla vergi dışı tutulması önemli rol oynamıştır. Tarımda modern girdilerin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, tarımsal işletme biçimi önemli ölçüde değişmemiş, küçük işletmeler hâkimiyetini devam ettirmiştir (küçük işletmeler % 85 gibi yüksek bir oranla temsil edilmiştir). Türk tarımında küçük işletmelerin hâkim olmaları, onların ekonomik krize karşı daha kırılgan olmalarını da beraberinde getirmiştir.

Boratav (2011), 1954-1961 dönemini şu şekilde özetlemektedir: “1954-1961 dönemi, liberal bir dış ticaret rejimi içinde dış dengenin sağlanamayacağının anlaşıldığı; bu nedenle dış ticaret kontrollerine gidilen; ancak ticaret açıkları yine ortadan kalkmayan, hatta müzminleşen; öte yandan geniş kamu kesiminin özel sermaye birikimiyle işlevsel bir bütünlük içinde eklemlendiği bir ekonomik yapının yerleştiği yıllardır. 1961 sonrasında da ekonomik yapıya ve iktisat politikalarına egemen olmaya devam edecek olan bu özelliklerin sonraki dönemden ana farkı, ekonomik gelişmenin bir önceki ve bir sonraki dönemlere göre durgun bir

(20)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

konjonktürde bulunmasında ve plansız-programsız, günü gününe

yönlendirilmesinde yatar.” Ancak, şu hususu belirtmekte fayda var: 1954-1961 yılları Boratav’ın belirttiği gibi tamamıyla liberal bir dış ticaret rejiminin uygulandığı yıllardan ziyade, dış ticaret ve kambiyo rejimlerinde kısıtlama ve kontrollerin olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla, 1954-1961 dönemini değerlendirirken serbest ticaretin ülkenin önünü tıkadığı ve darboğazlara sebep olduğu, dolayısıyla liberal politikaların fakirleştirici olduğunu iddia etmenin gerçeği yansıtmadığı

kanaatindeyim.

1962-1979: İTHAL İKAMECİ KALKINMA DÖNEMİ

Türkiye ekonomisinin 1954 yılından itibaren tecrübe ettiği dış tıkanma ve nisbi durgunluk, özellikle dış ticaret ve ödemeler dengesi açıklıkları iç piyasaya yönelik, dışa bağımlı ve kontrollü bir sürece girilmesini kendi içinde haklı gösteren

süreçlerdi. Ne var ki, bu yeni süreçte dominant faktör dış ticaret politikalarının egemenliğinde iç piyasaya yönelik üretim biçiminin hâkim olacağı görüntüsü dönem başından itibaren belirgindi. Bununla birlikte, Boratav (2011)’un vurguladığı gibi 1962 ve sonrasını hem bir önceki dönemden, hem de Cumhuriyet tarihinin bütün diğer dönemlerinden ayıran belirleyici dönemler vardır. Öncelikle, 1962 sonrasında iktisat politikaları bir planlama tabanına oturtulmuştur. Planlama dönemi başlamadan evvel, önceki dönemde yaşanan daralma ve dış tıkanıklıklar önemli bir rol oynamıştır.

İkinci Dünya Savaşından sonra birçok ülke ithal ikameci sanayileşme stratejisini benimsemiştir. Türkiye ekonomisi, 1950-1960 döneminde, plansız, dengesiz bir büyüme sürecine sahip olmuştur. Her ne kadar, dönemin ilk yarısında müsbet iç ve dış şartlar sayesinde ekonomide ciddi gelişmeler sağlanmışsa da, 1954’ten itibaren savaştan çıkan ülkelerin toparlanmaları ve Türk mal ve hizmetlerine olan talebin azalması neticesinde yaşanan dış tıkanıklıklar diğer olumsuz faktörlerle de birleşince ekonomide üretim yavaşladı, dış ödemlerde açıklar ve ithal malı fiyatlarındaki artışlar ve 1958 yılında yapılan devalüasyonla birlikte artan enflasyon Türkiye ekonomisinin bunalıma girdiğini göstermekteydi.

Şahin (2002), ekonomik bunalımın görünürdeki temel nedeni olarak Türkiye’nin iç ve dış kaynaklarını zorlayarak dengesiz, koordinasyonsuz bir kalkınma çabasına girmesi ve bunların bir sonucu olarak etkin kaynak kullanımını sağlayamaması olarak görmektedir. Koordinasyonsuz kalkınma çabasına en güzel örnek, İkinci Dünya Savaşından sonra dışarıdan binbir güçlükle temin edilen kredilerin, istihdam yaratacak alanlar bir yana, kendini telafi edecek projelere bile tahsis

edilmemesidir. Dışarıdan temin edilen krediler alt yapı projelerinin gerçekleştirilmesine veya iç talebi canlandırmaya yönelik olan projelere

(21)

Toplumsal ve Ekonomik Yapının Kavramsal Çerçevesi

İktisadi bunalımın nedenlerini plansız ve programsız yürütülen yatırım projelerine bağlayan iktisatçılar

vardır.

aktarılmıştır. Alt yapı yatırımları ülkenin büyümesinde son derece önemli

alanlarıdır, ancak alınan kredilerin uzun vadeli olmaması, alınan kredilerin kendini kısa sürede karşılayacak alanlara aktarılmasını gerekli kılmaktadır.

1953’ten itibaren kendini hissettiren dış tıkanıklığa ve iç istikrara bir çözüm olarak IMF tarafından tavsiye edildiği şekilde kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılması niyeti ve vaadi bir türlü gerçekleşmemiştir. Bunda, belki de özel sektörün yeterli sermayeye sahip olamayışı ve bu yüzden devletin bizatihi yatırımları gerçekleştirmek zorunda kalması da rol oynamıştır. Böylece, KİT’lerin sayısının azaltılması ve özel sektöre devri bir yana, yeni KİT’ler kurmak zorunda kalınmıştır. Sendikaların da baskısı popülist politikalarla birleşince KİT’lerde çalışanlara yüksek ücret ödenmesiyle, burada çalışanların reel gelirlerinde zaman içinde sürekli artışları sağlamıştır. Benzer şekilde, devletin tarımsal ürünlerin fiyatlarını dış pazar fiyatlarının üzerinde belirlemesiyle Türk tarımının rekabetçiliği engellenmiştir. Devletin elinin bu şekilde piyasada olması, ekonominin kıt

kaynakları üzerindeki baskıyı artırmıştır. Devlet yapmış olduğu harcamaları etkin bir maliye politikasıyla desteklemeyince, son merci olan Merkez Bankası

harcamaların önemli bir kısmını finanse etmiştir. Bu şekilde karşılıksız olarak basılan para enflasyonu artırmıştır.

1950’lerden ve dolayısıyla DP döneminden bahsederken Türkiye’de işlerin tamamıyla kötü gittiğini söylemek de haksızlık olur. Ancak, 1950’lerin sonlarına doğru Türkiye ekonomik buhran ve siyasi çalkantılara maruz kalmıştır. Örneğin;

Şahin (2002) Türkiye’nin 1950’lerin sonunda yaşadığı bunalımın nedeni olarak ekonominin plansız, programsız yürütülmesine ve yatırımlar arasında bir

koordinasyonun olmamasına bağlamaktadır. Aslında, birçok iktisatçı Türkiye’nin o yıllar bir şantiyeye dönüştüğünü kabullenmekte, ancak dağınık ve koordinasyonun olmadığı bir şantiye vurgusunu da yapmaktadırlar. Dışarıdan zor şartlar altında temin edilen krediler sağlam kaynaklara bağlanmadığı için, krediler ek kaynak yaratmak bir yana, kendini ödeyemez duruma gelmişti. Ekonomideki bu

başıboşluğu gidermek için 27 Ekim 1957 yılında %47.9 oy oranıyla iktidara tekrar gelen DP, 1958 yılında, yatırımcı bakanlıklar arasında koordinasyonun sağlanması için bir Koordinasyon Bakanlığı kurmuştur.

1950’lerin sonuna doğru dünya ekonomik güçleri yeniden şekillenmeye başlamıştı. Bu yıllarda Ortak Pazar ülkeleri ve Japon ekonomisinin giderek dünya ekonomisinde kendini hissettirmeye başlamasıyla rekabet de giderek artıyordu. Bu dönemde, bazı gelişmiş ülkeler, başta ABD ve IMF, Türk ekonomisinin istikrar programlarına ihtiyacı olduğu vurgularını sık sık yapmışlardır. Türk hükümeti IMF’nin denetiminde 1958 yılında istikrar programını yürürlüğe koydu ve bu paket içerisinde yer alan ithalat rejimi planlı dönemde uygulanacak olan ithal ikamesi birikim modelinin temelini oluşturmuştur.

Referanslar

Benzer Belgeler

 Yani din hizmetleri dediğimiz ibadet, cenaze, dinsel yaşamla ilgili danışılan konularda yol gösterme ve benzeri hizmetler birer kamu hizmeti olarak düşünülmüş ve özel

[r]

Türkiye’de şeker sektörü içinde; 33 pancar şekeri fabrikasının kurulu olan üretim kapasitesi yaklaşık 3,5 milyon ton/yıl olup, “Şeker Kanunu” kapsamında kota

 Kurum, idarenin işleyişi ile ilgili şikâyet üzerine, idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını; insan haklarına dayalı adalet

Nüfus politika ve programlarının kalkınma stratejileri ile bütünleşmesi ancak nüfusun planlama süreci içinde herhangi diğer bir ekonomik sektör gibi, ayrı bir sektör

Örneğin ülkemizde Dokuzuncu Beş yıllık Kalkınma Planı’nda Gelir Dağılımının İyileştirilmesi, Sosyal içerme ve Yoksullukla mücadele başlığı altında yoksulluk

Madde 13- (DeğiĢik: RG–01.04.1999/23653) Yurt içi lisans ve lisans üstü öğrenimi bursu alanların öğrenimlerini kanunî süreleri içinde tamamlamaları gerekir.

 Türkiye kültürünün etkileyen 4 kültür; özgün Türk kültürü (Orta Asya), İslam kültürü (Arap, iran), Anadolu yerli kültürleri ve Batı (Avrupa) kültürüdür. 