• Sonuç bulunamadı

An'a- neye bağlı olan Yunan mimarları, takdir edilen bir mâ- bedi kopya ettikleri vakit, çizgilerin ölçülerinden hiç bir şey değiştirmiyorlardı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "An'a- neye bağlı olan Yunan mimarları, takdir edilen bir mâ- bedi kopya ettikleri vakit, çizgilerin ölçülerinden hiç bir şey değiştirmiyorlardı"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

M İ M A R I

Yazan: Auguste LAUGEL

Tercüme eden: Y. Mimar Halûk T O G A Y

D u y g u k a n u n u n u n ö l ç ü l e r e t a t - b i k i : Mimarî daima, insan ile ölçmeğe ve muka- yese etmeğe alışık olduğumuz eşya nisbetlerini aşar.

Demek mimariye Fechner kanunun şu kısmını tatbik etmek icap eder. İstisnaî ölçüler bahis mevzuu olduğu zaman, bu ölçülerin artması ile duygularla anlama hassası zayıflar. Bu kanunda, uzun zamandan beri ta- nınan bir hâdisenin izahı bulunacaktır: Nisbetleri mü- kemmel olan bir mimarî eserin yarıya veya üçte bire ircaı, daima estetik duyguyu rahatsız eder. Ayni hâdi- se, eserin bütün nisbetlerini büyülterek, bir kopyası yapıldığı zaman da husule gelir. Bina daha büyük ya- pıldığı zaman, tafsilât basit ve bariz olmalı yani bütün nisbetler değişmelidir. Bir âbidenin ifadesi, küçültül- müş veya büyültülmüş görünüşüne göre değişir. An'a- neye bağlı olan Yunan mimarları, takdir edilen bir mâ- bedi kopya ettikleri vakit, çizgilerin ölçülerinden hiç bir şey değiştirmiyorlardı. Taştan bir eserin bütün gü- zelliği nisbette, ölçülerin armonisinde, boşluk ve dolu- lukların tertibinde, gölgelerin tanziminde, rölyef ve çıkıntıların gelişmesinde, tezyinatın tertip ve seçimin- dedir. Tafsilâtlar, hey'eti umumiyeye bir nevi canlılık, organik bir karakter bahşeder. Eğer zoraki olarak bu heyeti umumiyeyi iki misline çıkarırsanız, elde edilen tesir bu zorlanmış büyültmeyi takip etmiyecektir. Da- ha seçilebilen tafsilâtlar karanlık ve bulanık olacak;

nisbetler objektif olarak değil, sübjektif olarak değişe- cektir. Haricî hakikat ile duyma hassası arasında bir hoşlaşmazlık meydana gelecektir. Tutulmayan, uçu- cu hiç bir zorlamaya gelmiyen güzel, bu cansız ve fay- dasız olan sahte hareketten kaçacaktır.

Mimara, eserini bu kadar zor kılan, her halde bu hâdisedir. Hakikati söylemek lâzım gelirse, onun hiç bir zaman modeli yoktur. Her âbide yeni bir varlık ola- rak ve kendine has uzuvlariyle bir bütündür; kısımları tek bir tesir yaratmaya yardım ederler. Mimar an'a- ne, stil, uygunluk, ihtiyaç, kullanılan malzeme cinsi ve statiğin kat'î kanunlariyle hareket eder; fakat ese- rine vahdeti ve hayatiyeti verecek olan o bilinmiyeni, nerede bulacaktır? Resim ve plânlar ancak eksik inti- ba verir. Mimarın, zekâsının gözleriyle, eserini itmam

Sekil 1. Nil ve Ehramlar..

edilmiş olarak görmesi, bütün nisbetleri düşüncesin- de ölçmesi, bir karışıklık yaratmadan tezyinatları ter- tiplemesi, muhayyileyi yormadan her şeyi rasyonel göstermesi, vasıtaları her tarafta hedef ile ahenktar kılması, nihayet eserini mahallinde kendisine bir çer- çeve teşkil edecek olan muhitiyle görmesi icap eder.

Optikte, teşe'up (irradiation) adiyle tanınmış ga- rip bir hâdise incelenir. Siyah bir zemin üzerine konan beyaz bir murabba, beyaz bir zemin üzerinden daha büyük görünür. Burada, ziya teşe'up eder yani karan- lık kısımların bir kısmını işgal eder ve karanlık ne kadar kesif oluısa ziya o kadar uzağa nüfuz eder. Öl- çünün de teşe'upu vardır. Kare bir satıh, birkaç çizgi ile çerçevelenirse daha büyük görünür; bu çizgilerin darlığı daha çok genişlik verir. Bundan dolayıdır ki, silmeler faydasız tezyinat değildir. Sarih olarak işaret edilen umumî hatlar, büyük ve küçük ölçülerin mesut bir imtizacını husule getiren bu zıddiyet, ölçü fikri i- çin çok lüzumludur. Bu tesire tezyinat da yardım eder, bir şartla ki her yeri örtmesin, sadece gözü bazı no.kta-

(2)

lara çekmekle iktifa etsin. Mimarinin sırrı, bu dolu ve boş kısımların tevalisi, zarafet ve kudret, dar ve geniş satıhlı çizgilerdedir.

Ölçü ve nisbet duygusu, iklimle de münasebettar- dır, zira ölçülerin farklarını anlıyabilme duygusu, ışığın kuvvetine bağlıdır. Mısır, Yunanistan ve güney memleketlerinin parlak güneşi altında, nüanslar ve renkler yakınlaşır, gölgeler şeffaflaşır. Bundan dolayı çıkıntılar mütebariz, tafsilât basit ve sarih olmaya ih- tiyacı vardır; eğer tezyinatın basit ve keskin ifadesi ol- mazsa müphem kalır. Zaten, bu güzel ışık altında, ta- şın bile bilinmiyen bir hafifliği vardır. Halbuki, ilmî bir hendesenin emekli oyunları olan, muğlâk oymalar, çerçeveler, geçmeler, güzele doğru gayreti, mücadele- yi şehadet eder. Burada ise, güzel kendiliğinden doğ- muştur. En rasyonel ve en sade formlar, bir kaç sütun, bir üsttaban, bir friz, bunu yaratmaya kâfi gelmiştir.

Eski dorik mâbetlerde, yivli ağır sütunların payedanı, hattâ bir kaç silmeli pabucu bile yoktur, frizinde daha hâlâ ahşap mâbetleri hatırlatan trigliflerinden maada tezyinatı bulunmaz; fakat bunların ulu ve muhteşem ifadeleri, belki daha sonraki devirlerin en zengin mâ- betlerinden daha kudretlidir. Yunan sanatının en çok yumuşadığı, çok tezyinatın kullanıldığı, daha az sert ve keskin bir stile sahip olduğu devirlerde bile, hey- keltraşm fantazisi mimarın desenlerine sadık kaldı- ğından, çizgiler saf, nisbetler temiz ve âşikâr kalır.

Kuzeyin daima muvazeneli, fakat ayni zamanda mütehavvil seması ile rütubetli ve kaprisli ışığında, göz sadece Yunan sanatının büyük satıhlarını ve mu- vazi çizgilerini görmekle ayni cazibeyi bulamaz. Bu- rada nüanslara, tafsilâta olan hassasiyet daha çok in- celmiş, tezyinat mimarinin esas zarafetini teşkil etmiş- tir. Sanat, bunu mütenevvileştirmek ve yumuşatmak için, binbir şekilde tedbir düşünür. Gotik kilisesi çan kuleleri, sivri süsleri ile yükselme temayülü gösterir ve göz hiç bir vakit tatmin olmadan bir tezyinattan diğerine gider. Burada pencereler taksimata uğrar, sü- tuncuklar yükselir, bükülür; her tarafta çiçek, yonca, sivri kemer, figür, sivri çörten, yıldızlar gibi şualanan büyük gülpencereler bulunur. Girintilerdeki hücrelere pek çok heykel yerleştirilmiştir, bunlar portaylarm iğri zaviyelerine kadar her tarafı kaplar. Duvarlar çok boşlukludur ve büyük kütle sanki bu binlerce mesa- matından, semanın ışığını teneffüs eder gibidir.

Rönesans binaları daha az ateşli ve intizamlı bir fantaziye uymuşlardır, fakat artık Yunan basitliği muhafaza edilmemektedir. Sütunlar azalır, birbiri üze- rine oturtulur, revaklar her cihette kullanılır. Plânlar geri çekilir, ileri sürülür, kolları cesaretle ayrılır ve ça- tılar semada en muğlâk silüetleri husule getirir. Hey- keltraşî her tarafa ince ziynetlerini serper, hattâ sütun

gövdelerini bile kaplar. Kapı ve pencereleri, hafif bir çerçeve çevirir ve güzellikten ziyade zarafet aranır.

Soluk ve kurşunî bir sema altında, bakışları teshir e- den ve eğlendiren bu harikalar, güneyin kemirici ışı- ğı altında, yok olurlar. Bir Gotik kilisesini, Flandrm bir belediye sarayını, Loire nehri kıyılarındaki bir şa- toyu Yunanistana götürün, bu âbideler yerlerine uy- gun görünmiyecektir. Artık muhit ve güneşle şeklini değiştirmiş olan bu eserlerin hatları, ufkun mutantan plânlariyle aheııkleşemiyecektir. Buna mukabil, Münc- hen ve Paris gibi modern şehirlerde, Yunan mâbet kopyalarının neler kaybettiğini gayet iyi biliyoruz.

Arap mimarisinde, göz kamaştırıcı ışık şualarına maruz dış kısımlarında umumiyetle, geniş hatlar ve heybetli duvarlar bulunur. Mebzul olan ihtişamını da- hilde teşhir eder. Kubbelerden sızan yumuşak ışık, pandantif stalâktitlerinde kırılır. Ve vahaların palmi- yelerini hatırlatan sütun ormanına yayılır. Bu gölge ve serinlik melcesi, dinin tesiriyle hiç bir insan tas- viri bulunmayan yalnız doğu kumaşlarını, silâh telkâ- riliğini, Kur'an tezhiplerini hatırlatan hafif bir kumaş gibi ince ve narin bir tezyinat ile kaplıdır. Göz bu ni- hayetsiz işleme lâbirenti içinde kaybolur ve tenazurun tekrar nizamı buldurduğu bu karışıklıktan hususî bir zevk alır. Santa Marco, dahilen olduğu kadar, hariç- ten de tezyinatının debdebesini ve renklerinin parlak- lığını saçar, fakat Venediğin ışığı rutubetli ve ebeku- şağı renklerini verir. Bu Hollandanmki gibi tezyinat ve renk oyunları için en müsait ışıktır.

S a n a t ı n i d e a l k a r a k t e r i : Mimarî ile iklimler arasındaki gizli münasebet, sadece basit bir fizik hâdisesine istinat etmez. Mimarî muhakkak duygulara hitap etmede ve hattâ bazı kerre bu güzelli- ği ölçüden çıktığı gibi, işlenmemiş bir şekilde kulla- nır. Şurası muhakkaktır ki çöl ortasında ehramlar gü- zeldir. Bizleri büyüklükleriyle hayrette bırakmakta- dır. Küçük olsalardı mânâsız ve gülünç görünürdü. Go- tik kilisesi de büyüğü aramaktadır. Fevkalbeşer bir gayret sanki semaya doğru yükselmekte ve kütlesiyle evleri ezmektedir. Tamamiyle maddî olan bu intibaya, daima bir düşünce karışır. Abide, fikrin bir idraki, ide- alin bir formudur. Mısırda, mekanik bir emek için binlerce insanın çalışması, bir istipdadm çılgın guru- runu ifade etmektedir. Hantal, kuma gömülü ehram çöle meydan okur gibidir. Zamandan bihaber, artık te- kâmül tanımayan bir medeniyetin sade ve lâyemut hatlarını ifade eden, hudutsuz bir düzlük üzerinde in- sanın meydana çıkardığı bir dağdır. Ne asırları, ne de kral sülâlelerini hesap etmiyen ve tıpkı her sene Nil nehrinin bıraktığı mil gibi, insan alüviyonlarının ağır ağır terekkübüdür.

Bilhassa başlangıçta, daha bir nevi barbar sade- liği muhafaza ettiği devirde, ruhu nisbet olan Yunan

(3)

Sekil 2. Dorik üslûbunda bir Yunan mabedi M.E. V asır sonuna ait Akragas'daki He-

ra mabedi

sanatı, daima büyük ölçüleri ihmal etmemiştir. V in- ci asırda Akragas (Agrigente) da inşa edilmiş Zevs Olimpiyos mâbedinin sütun yivlerine bir insan soku- labilir; pilipayeler üzerinde, adaleli vücutları, kalın kolları ve hayvani başlariyle, çellanın kornişini ta- şıyan atlantlar, 8 metre yüksekliğindeki devlerdir. Seli- nusdaki (Selinonte) çok küçük mâbetlerin yanında, Pa- risteki Madeleine klisesi ölçüsünü aşan nisbetlere rastlanır. Burada saçaklıkla beraber sütunların yük- sekliği 23 metreyi, sütun kutru ise iki insan boyuna yaklaşır. Bununla beraber, Yunan sanatının en yük- sek ifadesine ulaştığı zamanki güzelliği azametten zi- yade nisbettedir. Bütün aksamın birbirini tamamla- dığı ve muvazenelendirdiği mâbet, sanata âşık, ilâhları- na insan tasvirini vererek öğdüklerine inanan bir di- ne sahip, mesut bir medeniyetin görünür bir tecellisi- dir. Ne kadar serbestiyet ve hareket, bununla beraber ne kadar sükûnet ve haşmet. Mâbette ufkî ölçüler hâ- kimdir, semaya doğru bir hamle, zeminden bir ayrılış mevzuubahis değildir. Muvazi hatlar, kuvvet ve de- vam fikrini uyandırır, fakat düşünceyi tapraktan tec- rit etmez. İlâhî sır, mâbedin içinde saklıdır, fakat bü- tün harikalar hariçtedir; halk yüksek sütunlar arasın- da dolaşır, güzellik içerden değil, dışarıdan neşrolur.

Başka bir ideale nüfuz etmiş, her daim muvazene- den ayrılmış, endişeli ruhlarımızın, zarafetin kuvvetle birleştiği, basit ve haşmetli olan bu sâkin güzelliğin formlarını, anlamakta bir hayli zahmet çekmektedir.

Biz bu sanatın cazibesini hissetmekten ziyade tahmin e- diyoruz. Arkeologlar, sütun gövdelerini, frizleri, modül- leri ölçebilirler, fakat bize bu harika eserlerin ilhamı-

nı veren ideali iade edebilirler mi? Şimdi hangimizin Yunan ruhu vardır? İnsan ruhu artık gelişme devrinde değildir ve ilkbaharmı uzun zamandan beri geçirmiş- tir. Fakat kolaylıkla ideal ile Avrupa sanatı arasındaki münasebeti anlıyoruz. Bu zevahiri karışıklıkta, her şey izah olunmaktadır. Muvazi çizgiler artık ufkî değil, dikinedir, cür'etkâr demetlerle yükselir; hiç bir şeyle durulmaz, doğrudan en yükseklere erişir ve karışık girintilerle kaybolur. Her şey, namütenahiye doğru hamleyi ifade eder. Vitraylar, garip hayalli ışıklar sa- çar, daire sivri kemere tahvil olur. Nef'in baş döndü- rücü yükselmesiyle ürken tahayyül, kudretli istinat a- yakları arasına yerleştirilmiş şapeller içinde, karan- lık melceler bulur. Dinî ateş, arzuya göre geniş ve ışık- lı sahalara yayıldığı gibi, dar ve sessiz gölgeli yerlere de sıkıştırılmaktaydı. Hariçte de, sembol gayet vazıh- tır; bütün çizgiler semaya bağırmak veya dua etmek üzere yükselmektedir. Çan kuleleriyle cesur bir şekil- de yükselen kiliselerin yanında, şehirlerde halk tekâ- süf etmede, bunların etrafında mütevazi bir şekilde gruplanmaktadırlar. Hiç olmazsa, orta çağ kilisesi böy- leydi, beşerî sanayie yer verildiğinden dolayı kızar- mıyor, büyük çıplak meydanlarla çevrelenmiyor ve halkın kesif bulunduğu ve adi meskenlerin arasından çıkıyordu.

Sanat eseri, bina ile inşaatçı tarafından güdülen bir ihtiyaç veya ideal arasında görünür bir münasebet olduğu zaman vardır. Bu münasebet kurulamadığı za- man zevk rencide olmuştur; malzemenin parlaklığı ile tezyinatın şaşaası, bunun yerini tutamaz. İfadenin bir desene uyması gerekir. Bir derebeyi şatosu, bir

l

(4)

manastır, bir ikametgâh, bir hapishane, bir tiyatro ay- rı düşünceleri uyandırır. Kaim ve haşin duvarlar, zahmetle kaldırılan taş blokları, muazzam kirişler, bir kerre yerleştirildikten sonra hasselerden ziyade fikre hitap ederler. Mimarinin bu ifade karakterinden do- layı, bu sanatın istikbalinden hiç bir zaman endişe et- memelidir. Eğer, bu kelimeyi kullanmama müsaade e- derseniz, mimarî resim ve heykeltraşîden daha müte- rakki, olduğunu ifade ederim. Resim ve heykel- traşî tarihe mutlak olarak bağlı değildir; bütün de- vir ve medeniyetlerden iktibasta bulunur veya daha ziyade ilhamlarını insan ruhunda arar ve ebedî ihtiras- larımızı, değişik elbiseler örtmekle iktifa eder. Melos Afrodite'si (Venüs ve Milo), taş bloktan yontulduğu günlerdeki kadar tazedir; Partenon mâbedindeki Te- sevs, Panatenai alayı frizinin. Moiraların (Les Parques) yaşları var mıdır? Bütün bilfiil külfetlerden âzade, hafıza ve tefekkürün kaprislerini takipte serbest ol- ması gibi, bu sanatların mimarînin sahip olmadığı, hürriyetleri vardır. Mimarinin zaman, mekân ve mede- niyetlerle değişen bir çok ihtiyaçlara cevap vermesi gibi daha maddî zincirleri vardır; bu sebepten dolayı daimî bir istihaleye maruzdur. Bazan terakki, bazan tedenni eder, fakat her halde hareketsiz kalamaz.

Mimarî eski stilleri kullanmak isteği zaman, onları yeni hizmet ve kullanış şekline göre değiştirmeğe mecburdur. Eski medeniyetlerin en sadık şahitlerini, harabelerde bulmaktayız. Ruhları, bu birbirinden ay- rılmış ve dağılmış taşlarında, hâlâ teneffüs edilmek- tedir. İdeal ve adiyi ayni zamanda buluyoruz. Bunlar bize, sadece düşünceyi değil, fakat mazinin hayatını da meydana çıkarmaktadır .

Hassasiyetin hudut ve kaidelerini tahlil ederken şu neticeye sevkedilmiş bulunuyoruz ki; sanat, tecrü- benin müstakil görünüşünden başka bir şey değildir.

Zira, sanat eserleri, maddî şeyler gibi, sayesinde fi- kirleri aradığımız sembollerdir. Onları bulmak için, bize temin ettiği hisleri tefsir etmek mecburiyetinde- yiz ve bu tefsir zihnî bir çalışmadır ve ne kadar sık tekrar edilirse o kadar kolaylıkla anlaşılır. Mimari, bütün sanatlar arasında, düşünceye daha az mesele çı- karan ve kolaylıkla takdir toplayan bir sanattır. Her- kesçe bilinen, hissedilen maddî ihtiyaçlara cevap ve- rir, işin sırlı ciheti yoktur. Fakat sahasını, emniyete almak için, ne kadar çok basitliklere irca olunmakta- dır. Mimarî, ancak, hendeseye az yatkın kimselerin bile kavrıyabileceği formları, çizgileri, hudutları kabul eder. Halkın estetiği, ancak zekânın tamamivle anla- masiyle, tatmin olur. Kim, ilk görüşte, hattı müstaki- min, muvazinin ve dairenin hususiyetlerini tahmin etmez? Mimarî, ancak bu unsurları kullanır. Yunan mâbedinde yalnız hattı müstakimler vardır. Roma mi- marisi buna daire ve kürreyi ilâve eder. Bizans mima-

Şekil 3. Bir Gotik katedrali.. Rouen'de Notre-Dame kilisesi..

Şekil 4. Bir Rönesans binası.. Venedik'te Sculo di S. Rocco. 1517.

31

(5)

risi bu formlarla iktifa eder, yalnız kürreleri üstüva- neler veya diğer kürrelerle kesiştirir ve hendesî bakım- dan çok basit olan bu tekatular, fikrî endişe ile hay- retlere daldırır. Taş sıraları arasından yükselen pan- dantifleri gören göz, artık bu menazırm görünen kür- re parçalarını tanıyamaz. Ayasofya ve Santa Pietro kubbeleri altında, Agrippa Pantheon'unun altındaki emniyet hissini teneffüs edemeyiz; halbuki Pantheon'- nun üstü semaya bakan bir göz gibi deliktir. Ayasofya- mn büyük kubbesi zemininden etrafındaki çepeçevre pencerelerden gelen ışık hüzmesile kesilmiş gibidir:

İki tarafındaki yarım kubbelerden ayrılarak semaya doğru yükselir. Doğunun Yunan salibinde, batının Lâtin salibinde olduğu gibi, haçm iki kolunun tekatusunda, yükselir ve bakışı şaşırtan münhaniler husule geti- rilir. Umumiyetle ifadesi kuvvet ve sükûn olmasına rağmen, bu ahvalde daire bir haşmet ve tethiş yaratır.

Şekil 5. Roma mimarisi, Agrippa Pantheonu.

Bu münhani, Romanın sağlam yapılarına, akdükleri- ne, köprülerine, revaklarma mükemmel surette uygun geliyordu. Daire, manastırların sükûnet ve istihalesi- ne, kilisenin ilk asırlardaki hakarete ve zulme uğra- masını hatırlatan, alçak, derin ve kasvetli mezar inşaa- tına uygun gelmesi, Roman sanatına hususiyeti ver- miştir. Nef'in, değişmez ve sağlam karakterli yarım dairesi daha, itiraza uğramamış imanı iyi temsil et- mekteydi. Roman sanatı daha tasavvufun dalâlet ve halâvetine düşmemiş, sarih, mükemmel, metin, ciddî bir dini temsil eder. Orta çağı temsil eden Gotiğin, siv- ri kemeri, hendesî bakımdan en basit formlardan bi- ridir; bu iki dairenin kesişmesidir ve bu imtizaçtan bütün Gotik sanatı neş'et eder. Tonoz sistemleri, istinat kemerleri, istinat ayakları bu sanata muvazene ile te- min edilen bir sağlamlık elde eder.

Eskiden olduğu gibi bugün de, mimarinin basit

Şekil 6. Roma mimarisi, Graci köprüsü.

(6)

bir hendesesi vardır; daireden ayrılan kavisler nadiren ve istisnaî hallerde kullanılır. Elipsin güzelliği bunun hususiyetlerini bilmeden hissedilemez; bu hususiyet- lerin bilinmesi ise ileri bir ilme ihtiyaç gösterir. Mi- marî, yüksek hendesenin sayısız münhanilerinden fay- dalanmaz; zaten bunların cazibesi, âlimlerin gözün- den bile birçok formüller ve muhakemelerin tesirinde saklanmaktadır, yani kâfi derecede görünür değildir.

Eserlerimizde, kaprisli hatlar ve türlü variyasyonlar cihetinden mebzul olan, tabiatın intizamsızlığını taklit edemeyiz. Gözlerimizle olduğu kadar fikrimizle de görmek iştiyakımız kuvvetli olduğundan, biz eserleri- mize âdeta çocukça basitlikte, eğilmez bir huşunet ver- mekteyiz. Kâinat bizi öyle hâdiselerle ihata etmekte- dir ki, bunların nizamı daima bakışlarımızdan kaç- maktadır. Fakat kendi ellerimizle yaptığımız esere daima ölçü ve nisbeti sokarız. Bir, âbideye bir dağ pa- noramasının, kaprisli hatlarını vermeyi düşünür mü- yüz? Etrafımıza bakınca, endişemiz eşyaları tanımak- tır; hiçbir vakit yuvarlatılmış formları, münhanileri, zeminin eğriliklerini tahlil etmeyiz. Bizim için umu- miyetle tarlaları, ağaçları, yamaçları birbirlerinden ayır- detmek kâfidir. Çiçeklere hayran olduğumuz vakit, hudutlarının hendesisinden ziyade, renginden zevk almaktayız. Umumiyetle tenazurun basit cazibesinden memnun olmaktayız ve biraz muğlâk bir billûrî cisim hemencecik, düşüncemizi şaşırtır. Abidelerimize, te- nazuru ve basit formları tatbik etmiyor muyuz? Mo- dern sanayi, yeni güçlüklerle mücadele ederken, bazı kerre cür'etkâr hendesenin yardımına muhtaçtır. Fakat acaba estetik bakımdan kim, G a r d köprüsünün, üst üste konmuş yarım daire kemerlerini, mühendis- lerimizin nehirlerimize kurdukları cür'etkâr köprü ke- merlerine tercih etmez? Yeni sanat, belki bir gün, muğlâk bir güzellik, devâsâ güçlüklere karşı fennin

mücadelesinden doğar. Bugüne kadar fen, güzel olmı- yan, yalnız faydacı olan, muhteşem olmıyan, fakat şa- şırtan eserler yarattı. Cisimlerin hususiyet ve dinamik kanunlarına daha alışık ve bilgili bir beşeriyet, eski nesillerin beğendiklerinden daha başka eserleri takdir edecektir. Beşerî ideal, tıpkı felsefe ve edebiyat gibi her devirde değişir ve sanat daima idealin tercümesi olur. Belki daha az anlaşılan, daha maddî ve zarurî ihtiyaçlara cevap veren, daha az serbest bir tercüme fakat buna mukabil daha elle tutulur, daha çok halkın hoşuna giden ve memnuniyeti mucip olacaktır. Sanat daima yarı sembolik bir karakteri muhafaza edecek- tir; fakat insan yaratmaları içinde güzel hangi form altında izhar edilirse edilsin, daima duyguların ebedî kanunlarını tatmin etmesi gerekir. Fiziyolojik bir has- sede saklı olan zıddiyet ve nisbet inceliklerini gördük:

ister renk ve ister form bahis mevzuu olsun, plâstik sanatın form ve renklerden başka bir ifade imkânı ol- mıyacaktır. Güzel daima bir nisbetten doğar, beşerî duygu sadece tek ve sabit bir intiba ile beslenemez o zevkini mukayese ve ölçülerden çıkarır. Bundan dola- yı billûrî cisim ve canlı formların optik ve hendesesi, sanatkâr için faydalı olabilir. Ona hiç bir vakit ilham ve fikir vermiyecektir; ilimler daima sanatın yardım- cısı olarak kalacaktır; fakat bu yardımcıları hor gör- memelidir. Bunlar yaratmıyorlarsa da tashih edebi- lirler; daha fazlasını da yapmaktadırlar, yaratıcı zekâ- ya, tasavvurunu ifadeye has imkânları, işaretleri ve maddî sembolleri, lisana tercüme etmektedirler .

o

(Bu makale, Pariste 1869 da Germer Bailiere ba- sımevi tarafından neşredilen Auguste LAUGEL'in

«L'Optiques et les arts» adlı eserinin 115-144 üncü sayfalarından tercüme edilmiştir.)

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu sorunun yan›t›n› vermeye çal›flan Zürich Üniversitesi araflt›rmac›lar›, ihanete u¤rasak bile baflkalar›na güven duymaya devam etme e¤ilimimizde

yöntemi, daha çok damla sulama yöntemine benze- yen, a¤aç alt› mikro ya¤murlama yöntemidir.. A¤aç- lar›n alt›na yerlefltirilen küçük ya¤murlama bafll›kla- r›yla

Bu çalışmada, Kayseri yöresinde faaliyet gösteren kanatlı işletmelerinden toplanan Salmonella enfek- siyonu şüpheli, 578 (473 adet tavuk ve 105 adet civciv) adet

Han et al (2) reported that 28 patients with pleural effusion due to heart failure were misclassified as exudates by the criteria of Light et al, (1) and suggested that pleural

Dahili kliniklerde yatan ve günlük sigara içen hastaların 5’inin (%14.7), cer- rahi kliniklerde yatan hastaların ise 3’ünün (%7.9) sigara bırakma denemeleri esnasında

Emirgân Korusunun tanzimi de onun eseridir 327040 metre kare olan bu koru Belediyece almarak park haüne konulmuştur, içinde akar sulan, gölleri, köşkleri ile ve

Bizde yirminci yüzyılın başlarında beliren sosyoloji hareketlerinin İki büyük temsilcisi vardır: Prena Saba­ haddin.. Prens

Bu çalışmada, GTM’nde var olan makâm kavramının, folklorik olarak kullanılan ayak kavramı ile münâsebetinden bahsedilecek olup, tarihsel kaynaklardan olan edvârlar