• Sonuç bulunamadı

MEHMET AKİF ERSOY VE İSTİKLAL MARŞI BİLGİ YARIŞMASI KİTAPÇIĞI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "MEHMET AKİF ERSOY VE İSTİKLAL MARŞI BİLGİ YARIŞMASI KİTAPÇIĞI"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

MEHMET AKİF ERSOY VE İSTİKLAL MARŞI

BİLGİ YARIŞMASI KİTAPÇIĞI

(2)

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ

Tarihin her döneminde milletlerin ve devletlerin oluşumunda ve bağımsızlık vurgusunda önemli belirleyici unsurlar vardır. Bunların başında bayrak ve millî marş gelir. İlk Türk Devletlerinin kuruluşundan itibaren çalgı ve özellikle de davul, bağımsızlık ve egemenlik sembolü olarak bayrak ile birlikte önemli bir yer tutmaktadır. Avrupa’da Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımı ve devletlerin kuruluş sürecinde millî marşlar milletleri bütünleyen önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı ve hemen ardından Türk İstiklâl Savaşı’nda(Kurtuluş Savaşı) Anadolu’nun işgaline karşı mücadele veren Türk milleti her türlü fedakârlığı yaparak ordusunu desteklemiştir. Bu süreçte cephede ve cephe gerisinde özellikle halka ve orduya moral desteği vermek için büyük çaba sarf edilmiştir. Bu moral destek çabaları içinde millî marş yazılması hususu atılan en önemli adımlardan biridir.

Bu dönemde gerek Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ve gerekse Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa halkın ve askerlerin moralini ve maneviyatını güçlendirecek bir millî marşın yazılması hususunu ifade etmekte ve özellikle de yeni kurulacak devletin dış ilişkileri ve diplomatik görüşmelerinde millî marşın varlığının önemini vurgulamaktadırlar.

Bu arada gerek cephede ve gerekse cephe gerisinde halka ve askere moral aşılamaya çalışan Mehmet Akif (Ersoy) Bey’in de içinde yer aldığı “İrşat Heyetleri” de konuyu sürekli olarak gündemde tutarak büyük katkı sağlamışlar ve millî marşın yazılması konusunu

desteklemişlerdir.

Türk İstiklâl Savaşı’nda işgalci devletlere karşı yapılan mücadelede sadece askeri ve lojistik desteğe değil, aynı zamanda güçlü bir inanca ve motivasyona da ihtiyaç vardı. İrşat Heyeti ve Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi halkı ve orduyu bilgilendirmek ve moral vermek maksadıyla gazete ve dergi basmakta ve halka dağıtmaktadır. Heyetin ve Müdüriyetin yürüttüğü bu faaliyetlerin yanında, millî marş yazılması ve bestelenmesi de orduya ve halka manevi güç verecek bir unsur olarak değerlendirilmiştir

Millî Marş yarışmasının ilanından sonra 23 Aralık 1920 tarihine kadar Maarif Vekâleti’ne ( O zamanki Milli Eğitim Bakanlığı) gönderilen hiçbir eser seçilememiştir. Mehmet Akif Bey ise yarışmaya ödül konulduğu için katılmamıştır. Ancak Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey Mehmet Akif Bey’e yazdığı bir mektupla yarışmaya katılmasını istemiş ve Birinci Meclis’te, İstiklâl Marşı’nın seçimi ciddiyetle müzakere edilmiştir. Yarışmayı Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver yürütmektedir.

Hasan Basri Bey 5 Şubat 1921’de Mehmet Akif Bey’i ikna eder, ancak Akif Bey ikramiyeyi almayacağını söyler. Hasan Basri Bey, yarışma koşullarının şairin istediği gibi

düzenleneceğini, ikramiyeyi ise bir hayır kurumuna vereceklerini söyleyince Mehmet Akif Bey İstiklâl Marşı’nı yazmayı kabul eder.

Mehmet Akif Bey Ankara’ya geldikten sonra Tacettin Dergâhı’nda ikamet etmiş, şiirlerini, yazılarını bu mekânda yazmıştır. Dergâh aynı zamanda Mehmet Akif ve onu ziyaret edenler için edebi, fikri, tasavvufi, kültürel ve sanatsal sohbetlerin yapıldığı, cephelerdeki durumdan

(3)

halkın bilgi almak için koştuğu bir mekândır. Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nı yazarken derin bir tefekküre dalarak saatlerce düşünmüş ve milletin sabırsızlıkla beklediği şiirini on gün içerisinde tamamlayarak milletine armağan etmiştir. İstiklal Marşı’nı Tacettin Dergahı’nda yazmıştır. Şiir 17 Şubat 1921 tarihinde Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ve Sebilürreşad

dergisinin ilk sayfasında yayınlanmış, şiiri 21 Şubat 1921 tarihinde ise Açıksöz gazetesi de neşretmiştir. 26 Şubat 1921 tarihinde ise İstiklâl Marşı konusu Meclis görüşmelerine taşınmış, görüşmelerde şiirin basılarak milletvekillerine dağıtılması kararlaştırılmıştır.

Birinci Meclis’teki demokratik tartışma ortamında hemen her konudaki fikir ve görüşler serbestçe tartışıldığından, İstiklâl Marşı’nın seçimi hususu da ciddiyetle müzakere edilmişti.

Suat Bey, 12 Mart 1921 tarihli takrirlerinde müzakerelerin bitirilmesini ve Mehmet Akif Bey’in şiirinin İstiklâl Marşı olarak kabul edilmesini teklif etmiştir. 12 Mart 1921’de İstiklal Marşı milli marş olarak kabul edilmiştir. Yapılan seçimde yazdığı ve “Kahraman Ordumuza”

başlığını taşıyan şiiri, büyük çoğunluk tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklal Marşı olarak kabul edildi.

Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı ama kesin sonuç alınamadı. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi uygun görülerek okullara duyuruldu.

1924’ten 1930 tarihine kadar marş bu beste ile çalındı. 1930’da ise bunun yerini Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün hazırladığı bugünkü beste aldı.

İstiklâl Marşının kabulünden sonra konu haber olarak, gazete ve dergilerde geniş yer bulmuş, pek çok mebus ve ileri gelen devlet erkânı Tacettin Dergâhı’nda Mehmet Akif’i ziyaret ederek kendisi kutlamıştır. Mehmet Akif, kazandığı 500 liralık ödülü de yoksul kadın ve çocuklara iş öğreten Darülmesai’ye bağışlamıştır.

Aruz ölçüsüyle yazılmıştır ve 41 dizeden oluşmaktadır. Şiir 1. İnönü Zaferi’nden sonra yazılmıştır.

ÖNEMLİ!!!!!!

Ayrıca İstiklal Marşı’nda geçen söz sanatları(teşbih,istiare,mübalağa…) ve şekil bilgisi(redif-kafiye kafiye düzeni) gibi konulardan da sorulacaktır.

Kahraman Ordumuza

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

İstiklal Marşı’nın yazıldığı dönemde Türk ordusu düşmanla savaş hâlindedir. Bu yüzden ordu ve millete cesaret vermek isteyen şair, şiirine “Korkma…” kelimesiyle başlar. Bu, bir

sesleniştir. Şair, Türk milletine sesleniyor.

(4)

İki türlü korku vardır: Adi korku ve asil korku. İlk korkuda ödleklik anlamı vardır. Ancak, korkmak her zaman ödü patlamak anlamında değildir. Çoğu zaman da asil bir duygudur, insanî bir endişedir. İnsanların kaybetmeyi göze alamayacakları değerleri vardır. Mesela, milletin başına bir şey gelir diye korkmak, istiklalin kaybedileceğinden endişe etmek, asil bir korkunun ifadesidir.

Şairin “Korkma…” diye seslenmesi, asil bir endişenin, kaygının ifadesidir. Milletimiz istiklalini kaybetme korkusu içindedir. Şair, milletin endişe etmemesi gerektiğini; çünkü istiklalin kaybedilmeyeceğini söylüyor.

Birinci dizedeki şafak, güneş battıktan sonraki alaca karanlık zamanı anlatır. Şafağın bir anlamı da güneş doğmadan önceki alaca karanlıktır. İstiklal Marşı, sembolik olarak, iki şafak arasını anlatır. Akşamın şafağı Millî Mücadele’nin başlangıcı, sabahın şafağı ise bitişidir.

Akşamın şafağından korkulur; çünkü arkasında karanlık bir gece vardır. Ancak, her gecenin bir sabahı olduğuna göre, içinde bulunulan karanlığın uzun süreceğini sanarak korkuya kapılmamalıdır. Biraz sonra şafak sökecek ve karanlık son bulacaktır. Bu benzetme şairin, Türk milletinin, bağımsızlığına çok kısa sürede kavuşacağı hakkındaki kesin inancını ortaya koyar.

Birinci dizede yüzmek, dalgalanmak manasındadır. Şafağın rengi kırmızıdır. Al sancak ise Türk milletinin sembolüdür. Türk bayrağının al rengi şairde bir alev izlenimi uyandırmıştır.

Bu alev “sönmez”. Zira onun çıktığı kaynak, her Türk ailesinin evinde yanan ocaktır.

Ocak, ateşin yandığı yerdir; sonradan ev anlamını kazanmıştır. Ocakta ateşin yanıyor olması canlılığa işarettir. Yurdun üstünde tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın alevi bu şafaklarda dalgalanacaktır; milletimiz istiklalini kaybetmeyecektir. Yeter ki o ocak tütmeye devam etsin.

Şair bu benzetmeyle “bayrak” ile “millet” arasındaki bağlantıyı ifade ediyor. İkinci dize, aynı zamanda, “Son fert olarak kalsan bile bayrağı indirtmemek için, istiklali kaybetmemek için mücadele edeceksin.” demektir.

Üçüncü dizede şair bayrağımızdaki yıldız ile gökteki yıldızı birleştirir. Gökteki yıldıza kimsenin eli dokunamayacağı gibi, “Türk milletinin yıldızı” olan bayrağa da kimse el

süremez. Ayrıca; yıldız, beyazdır ve gece parlar. Millî Mücadele gece ise bayrağımızın yıldızı o gecede parlayacaktır. Yıldızın parlaması bir ışıktır. Işık, karanlıkta ümidi ifade eder.

Yıldız kelimesi aynı zamanda kader, talih manalarına da gelir. Bayrak milletin kaderini, talihini temsil eder. O parlıyorsa, millet de aydınlık günlerini yaşamaktadır. Onun sonu, milletin sonudur. Şair üçüncü dizeyle Türk milletinin ve istiklalimizin sembolü bayrağımızın kesin olarak sonsuza kadar yaşayacağını ve dalgalanacağını belirtir. Bundan zerre kadar şüphesi yoktur. Şairin bu hayallerle belirtmek istediği Türk milletinin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete “Korkma…” derken böyle bir inanca dayanır. Millî Mücadele’nin zafere ulaşması işte bu sarsılmaz imanın sonucudur.

Dördüncü dizede muhteşem bir bencillik ve sahiplenme duygusu vardır. Buradaki bencillik gereklidir. Çünkü, bencilce muhafaza etmek zorunda olduğumuz değerlerimiz vardır.

Bayrağımızı ve istiklalimizi işte böyle bir bencillikle muhafaza etmeliyiz.

(5)

Çatma kurban olayım çehreni, ey nazlı hilâl!

Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin, istiklâl!

Şair hilale, yani Türk bayrağına hitap ediyor. Edebiyatımızda sevgilinin kaşı hilale benzetilir.

Bayrak nazlı bir sevgili gibi kabul ediliyor. Bayrak sevgilinin yüzüdür, hilal ise kaşı. Bayrak, bütün bir milletin sevgilisidir. Çehre, yüz demektir ve kullanımı yerindedir. Çünkü,

yaratılmışlar içinde ruh hâli çehresine yansıyan tek varlık insandır.

Sevgilinin kaşlarını çatışı nasıl âşığı elemlere sürüklerse istiklalin tehlikede olması da milleti elemlere sürükler. Çehresi çatık olan aslında millettir. Milletin çehresi istiklal tehlikede olduğu için çatıktır. Şair, milletin istiklalini kaybetmemesi için canını vereceğini söylüyor.

İkinci dizede şair, ırkının kahraman olduğunu belirterek milletiyle ve milliyetiyle övünüyor.

Vatanın timsali olan sevgiliye (hilale) gülmesi için yalvarır. Bayrağın kahraman ırkımıza gülmesi demek, istiklalin kaybedilmemesi demektir. Bayrak gülmediği, yani istiklal tehlikede olduğu için şiddet ve celâl vardır. Bayrak kahraman Türk ırkına gülmediği takdirde, bu millet onun uğruna döktüğü kanları kendisine helâl etmeyecektir; çünkü bayrak, rengini bu al kanlardan almıştır. Dolayısıyla Türk milletine borçludur.

Son dizede “Hak” kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birinci manaya göre Hak, Tanrı manasına gelir. Müslüman olan Türkler ona taparlar. Hak kelimesinin diğer manası adaletle ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş, fedakârlık veya durum karşılığı alınması gereken paydır. Şair bu beyitte istiklal kavramı ile Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet kurmaktadır. Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulundukları takdirde istiklale hak kazanırlar. Hakk’a tapan bu millet istiklali hak etmiştir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Bu kıtada “hürriyet” kavramı söz konusudur. Burada şair “ben” kelimesini kullanmakla beraber kastolunan Türk milletidir. Şair, burada Tür milletini konuşturmaktadır. Ezel, öncesi olmayan zamandır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşamaya alışmıştır. Ona zincir vurulamaz.

(6)

Zincir vurmak, esir etmek manasındadır. Bizi esir etmek isteyenler çılgın olarak

nitelendiriliyor. Ayrıca, Batılılar Kuva-yı Milliyeciler için “çılgın” kelimesini kullanıyorlar.

Çünkü, istiklal mücadelemizin başarıya ulaşmasını mümkün görmüyorlar. Şair, asıl çılgının onlar olduğunu demeye getiriyor. Asıl onlar olmayacak işe giriştikleri için, ezelden beri hür yaşamış Türk milletine zincir vurmak istedikleri için çılgındırlar.

Üçüncü dizede Millî Mücadele bir sele benzetiliyor. Fizik kurallarına göre suyu sıkıştırmak ve esir etmek mümkün değildir. Sıkıştırılamadığı için bent yapılır. O durumda da su, bendi ya yıkar ya da üstünden aşar. Bent esaret anlamına; kükremiş sel gibi olmak da esareti kabul etmemek anlamına gelir.

Ezelden beri hür yaşamış Türk milleti, esir edilmek istendiği takdirde kükremiş sel gibi, bendini çiğneyerek aşacaktır. Dağları yırtacak, okyanuslara sığmayarak taşacaktır. Hürriyetin başlıca özelliği sınır tanımamaktır. Hür yaşamak Türk milletinin karakteristik bir özelliğidir.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma, nasıl böyle bir îmânı boğar,

“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu kıtada savaşan iki taraf, Türk milleti ile Batı dünyası karşılaştırılmaktadır. Garp (Batı) çelik zırhlarını kuşanmış, silahlarına güvenerek Türkiye’ye saldırmıştır. Düşmanın bu maddî üstünlüğüne karşın Türk’ün sarsılmayan imanı vardır. İman, insanın taşıdığı manevi

inançların bütünüdür. Batı’nın çelik zırhlı duvarları varsa Mehmetçiğin de iman dolu göğsü vardır. İnsanı üstün kılan maddî güç değil, imanıdır. Ordular ne kadar gelişmiş savaş

aletleriyle donatılmış olurlarsa olsunlar eğer güçlü bir imana sahip değillerse başarılı olmaları mümkün değildir.

Serhat, sınır boyu demektir. Sınırları askerler korur. İman dolu göğüsleriyle askerlerimiz çelik zırhlı duvarların karşısında duruyorlar.

Canavar, can alıcı mahlûktur. Tek dişi kalmış canavarlar daha vahşîdir. İhtiyarlığı sembolize eder.

Dördüncü dizede medeniyet, canavara benzetilmiştir. Saldırgan medeniyet, can çekişmekte olan ve can havliyle son saldırışlarını yapan, tek dişi kalmış bir canavarı andırır. Tek dişi kalmış demesinin sebebi, dehşet verici gözükmesine rağmen eski gücünü kaybetmiş ve ölmek üzere olmasından kaynaklanır. Burada bütün vahşîliğine rağmen, kendisini medenî diye tanıtan Batı dünyasıyla bir alay da vardır.

Şair medeniyete karşı değildir. O, medeniyet adı altında yapılan vahşete ve zulme karşıdır.

Anadolu’yu işgal edenler, işgallerini haklı gösterebilmek için Batı Anadolu’da barbar Türkler

(7)

olduğunu ve onları medenîleştirmek için geldiklerini söylüyorlar. İşte şair bu tür medeniyetin düşmanıdır.

Üçüncü dizede “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık korkulacak bir taraf kalmamıştır.” deniyor. Burada millete ümit ve cesaret aşılanmaktadır.

Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın, ne kadar ulursa ulusun, sonunun geldiği; bu canavarın Mehmetçiğin göğsündeki imanı boğmaya gücünün yetmeyeceği söyleniyor. Bu nedenle -yine “korkma” kelimesiyle- o canavarın ulumasından endişe edilmemesi gerektiği belirtiliyor.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın;

Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın;

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.

Şairin “arkadaş” diye hitap ettiği düşmanla savaşan askerimizdir. Türk yurdunu işgal hareketi hayâsız bir akın, işgale gelenler ise alçak olarak nitelendiriliyor. Şair, Türk askerinden

yurdumuza alçakları uğratmamasını, bu hayâsız akını, göğsünü siper ederek durdurmasını istiyor; çünkü alçakları durdurmanın tek yolu, Mehmetçiğin iman dolu göğsünü siper etmesidir.

Son iki dizede imanın karşılığı olan “zafer” müjdelenir. Allah, kitabında inananlara zafer vadetmiştir. Zaferin yakınlığı inananların gayretine ve kahramanlığına bağlıdır. Şair geleceğe büyük bir inançla bakarak zaferin çok yakın olduğunu belirtiyor.

Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!

Sen şehîd oğlusun, incitme yazıktır atanı:

Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Bu kıtada “vatan” söz konusu ediliyor. Dış görünüşü bakımından vatan bir toprak parçasıdır.

Fakat bu toprak parçası, milletin tarih ve hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal kılan maddî yönü değil, millet ve tarih ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce şehit tarafından kazanılmış ve korunmuştur. Bundan dolayı, ona bakarken toprağı değil, onda gömülü olan şehitleri görmelidir.

Toprağın altında kefensiz yatanlar, şehitlerdir. Şehitler kefensiz gömülürler. Toprağı vatan yapan, şehitlerin kanıdır. Vatan toprağının her karışında şehitlerimiz yatmaktadır.

(8)

Şair, cennet vatanımızın dünyalara değişilemeyeceğini söylüyor. Eğer her karışında binlerce şehidin yattığı bu topraklar üzerinde düşman gezerse o zaman atalarımız incinecektir. “Şehit oğlu” sözüyle vatan uğrunda canlar veren bir ecdada sahip olduğumuz anlatılmak isteniyor.

Uğrunda canlar verilen vatanımıza sahip çıkmak ve onu muhafaza etmek, şehitlerin (atalarımızın) hatırasına olan saygının gereğidir.

Cennet, inanan insanların gideceği yerdir. Her Müslüman cennete gitmek ister. Dünya, cennete değişilmez. Vatan, cennete benzetilmiştir. Bu nedenle değişilmezdir.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ, Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Bu kıtada da “vatan” söz konusu edilmiştir. Bu cennet vatanın uğruna feda olmayacak kimsenin olmadığı söyleniyor. İnancımıza göre şehitler cennete giderler. Bağrında bu kadar çok şehit barındıran toprağın cennetten farkı yoktur. Çünkü, toprak sıkılsa şehitler fışkıracak kadar şehit verilmiştir.

Vatanını seven bir insan için en büyük yoksulluk, vatandan uzak kalmaktır. Şair, vatanın candan ve sevgiliden daha üstün bir değer taşıdığına inanıyor. Allah’tan tek istediği

vatanından ayrı düşmemektir. Bunun için canını, cananını kaybetmeyi göze alıyor. Her şeyini kaybetse bile vatan toprağında yatmak onun için yetecektir. İnsan, böyle bir inanca sahip olmazsa vatanı için ölümü göze alamaz.

Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:

Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli.

Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli – Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

Şair ve vatanları uğrunda çarpışarak hayatlarını veren Mehmetçiklerin, hatta Millî

Mücadele’ye katılanların dilekleri, kendileri öldükten sonra da aynıdır. Şairin bir Müslüman olarak Allah’tan tek isteği, mabedine yabancı elinin değmemesi ve dinin temeli olan

kıymetlere şahadet eden ezanların yurdun üzerinde ebedî olarak işitilmesidir. Yani, vatanımızın sonsuza kadar hür olmasını istiyor. Mabet, ibadet edilen yer demektir.

Üçüncü dizedeki “şehadet” kelimesi şahitlik manasına geldiği gibi ezanda geçen “Eşhedü en lâ ilâhe illallah”, “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” cümlelerine karşılı gelir.

Bunlardan birincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm Allah’tan başka tapacak yoktur.”, ikincisi

“Şüphesiz bilirim, bildiririm Muhammed Allah’ın elçisidir.” manalarına gelir. Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için kelime-i şehadet denilen bu cümleleri tekrarlaması ve bunlara

(9)

inanması lazımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslamiyet’in temelini oluşturan bu cümleler tekrarlanır.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa – taşım.

Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Şair, önceki kıtada ruhunun Allah’tan tek isteğinin mabedine yabancı elinin değmemesi ve şehadetleri dinin temeli olan ezanların yurdumuzun üstünde sonsuza kadar işitilmesi olduğunu söylemişti. Bu kıtada ise emeli gerçekleştiği takdirde ne kadar sevineceğini anlatıyor. Şair - önceki kıtada olduğu gibi- burada da şehitler adına konuşuyor.

Emeline kavuştuğu takdirde şehidin eğer varsa mezar taşı coşkuyla Cenab-ı Hakk’a bin secde edecektir. Yaralarından kanlı yaşlar aka aka, her şeyden soyunmuş bir ruh gibi naaşı yerden fışkıracaktır. Ve o zaman başı yükselerek belki de arşa değecektir. Arş, göğün en yukarısıdır.

Tüm bunlar emele ulaşmanın sevinciyle olacaktır.

Şair dokuz kıta boyunca, inancını bir an olsun kaybetmeden, bir an bile ümitsizliğe düşmeden, derece derece zaferi yakalar. Artık bayrak ve millet istiklale kavuşmuştur.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Bu kıtada artık istiklal kazanılmış olarak düşünülüyor. Birinci kıtadaki “şafak” kelimesi, güneş battıktan sonraki alaca karanlığı ifade ediyordu. Bu kıtadaki “şafak” ise güneş doğmadan önceki alaca karanlığı ifade eder. Bu vakit gündüzün, aydınlığın özetle zaferin müjdecisidir.

Birinci kıtadaki “nazlı hilal”, son kıtada “şanlı hilal”e dönmüştür. Yeni, aydınlık ve hür ufuklar, şanlı hilalin dalgalanışıyla süslenecektir. Bayrak artık şafaklar gibi şanlı,

dalgalanacaktır. İstiklal kazanıldığı için bayrak uğruna dökülen bütün kanlar ona helaldir. Zira bundan sonra sonsuza kadar bayrağa ve Türk milletine yok olma, yere düşme, yeryüzünden silinme şeklinde bir tehlike yoktur. Türk bayrağı ezelden beri hür yaşamıştır, bundan sonra da hür yaşamak hakkıdır. Hakk’a tapan Türk milleti de istiklali hak etmiştir.

MEHMET AKİF ERSOY(1873-1936)

(10)

Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılında İstanbul'un Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde doğdu.

Babası Fatih Camii medrese hocalarından İpekli Mehmet Tahir Efendi, annesi Anadolu'ya göç etmiş Emine Şerif Hanım'dır. Babası ona doğum tarihini belirten "Ragıf" adını verdi. Daha sonra ise "Akif" ismiyle anıldı. Mehmet Akif Ersoy'un çocukluğu annesinin Fatih

Sarıgüzel'deki evinde geçti.

Mehmet Akif Ersoy, ilköğrenimini Fatih'te bulunan Emir Buhari Mahalle Mektebinde bitirdi.

Ortaöğrenimine ise Fatih Merkez Rüştiyesinde başladı. Ayrıca Fatih Camisine Farsça derslere gitti. Rüştiyedeki eğitimi boyunca büyük ilgi duyduğu dil derslerinde hep başarılı oldu.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra Mülkiye İdadisine kaydoldu. Büyük Fatih yangınında evlerini kaybetmeleri ailesini yoksulluğa düşürdü. Mehmet Akif Ersoy da çabuk elden meslek sahibi olmak için Tarım ve Veterinerlik Okulu'na kaydoldu. 1893'te okulunu birincilikle bitirdi.

Okuldan mezun olmasıyla birlikte Kuran-ı Kerim'i ezberleyerek hafız oldu. Sonrasında Ziraat Bakanlığında memuriyet hayatına başladı. 1893'te başlayan memurluk hayatı yaklaşık yirmi yıl sürdü. 1907'de Darülfünun'da Edebiyat-ı Osmaniye dersleri vermeye başladı.

Mehmet Akif Ersoy, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra arkadaşları olan Eşref Edip ve Ebül'ula Mardin'in çıkardığı "Sırat-ı

Müstakim" dergisinin başyazarı oldu. Dergi, 1912'den sonra "Sebil'ür-Reşad" adıyla çıkmaya başladı. Mehmet Akif Ersoy'un neredeyse bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı.

Buradaki yazılarında Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'tan etkilenip benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.

Mehmet Akif Ersoy, 1914 yılının başında iki aylık bir seyahate çıktı. Mısır ve Medine'de bulundu. Sonrasında İstanbul'a döndü. 1916'nın başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Arabistan'da iken Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etti.

Zaferle birlikte "Çanakkale Destanı"nı yazdı. Arabistan dönüşünde iki ay kadar Lübnan'da kalan Akif, "Necid Çölleri'nden Medine'ye" şiirinde bu seyahatini anlattı.

Mehmet Akif Ersoy, Milli Mücadele'nin başlangıcında İstanbul'da rahat etme olanağı bulmadığından Kurtuluş Savaşı'na destek vermek amacıyla Anadolu'ya geçti. 24 Nisan 1920'de Ankara'ya gelen şair, gazeteci ve siyasetçi olarak Milli Mücadele'ye katıldı. Mehmet Akif Ersoy, Burdur mebusluğunu tercih etti. Kurtuluş Savaşına katkı sunmak için 1920'nin kasım ayında Kastamonu'da bulunan Nasrullah Camisi'nde müthiş bir vaaz verdi. Bu vaazı, Diyarbakır'da basıldı ve bütün illere dağıtıldı.

1921 yılında Ankara'da bulunan Taceddin Dergâhı'na yerleşen Mehmet Akif Ersoy, bu dönemde Burdur milletvekili olarak mecliste görev yapmaktaydı. Meclis'in Kayseri'ye

taşınma fikrine karşı çıkan Akif, Meclis'in Ankara'da kalmasını teklif edip Sakarya'da yeni bir savunma hattının açılmasını önerdi ve teklifi kabul edildi. Mehmet Akif Ersoy'un Tacettin Dergâhı’ndaki evi günümüzde Mehmet Akif Ersoy Müzesi olarak ziyarete açık durumdadır.

Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in önerisiyle İstiklal Marşı'nı yazmak için arkadaşı Hasan Basri Bey tarafından ikna edilir. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklal Marşımız "Sırat-ı

(11)

Müstakim" ve "Hâkimiyet-i Milliye"de yayımlandı. Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921'de ulusal marş olarak kabul edildi.

Akif, İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi.

Mehmet Akif Ersoy, 1922'de sağlık problemlerinden milletvekilliğinden istifa etti. Sonra Mısır Hıdıvi Abbas Halim Paşa'nın davetine uyarak Mısır'a gitti. İlkin sadece kışları Mısır'da geçiren Akif, sonrasında tamamen Mısır'a yerleşti. Mısır'da kaldığı sürede Kur'an çevirisi ve Türkçe dersleri vermekle meşgul oldu.

Mehmet Akif Ersoy, hastalığı nedeniyle 1936'da tedavi için İstanbul'a döndü. 27 Aralık 1936'da İstanbul Beyoğlu'nda hayatını kaybetti. Cenazesi, Edirnekapı Mezarlığı'na defnedildi.

1960'ta ise kabri Edirnekapı Şehitliği'ne defnedildi.

Edebi Kişiliği

Mehmet Akif Ersoy, 1908'de edebiyat dünyamızda yerini alır ve bağımsız olarak sanat hayatına devam eder. "İslamcılık" akımının temsilcisidir. İslam'ın nasıl algılanması gerektiği hususu üzerinde durur.İstiklal Marşımızın şairidir. Yapılan yarışmaya ısrar üzerine katılır ve para ödülünü reddeder. Yarışmada yedi yüzden fazla şiir arasından birinci olur. Şiiri, 12 Mart 1921'de "İstiklal Marşı" olarak kabul edilir.

"Sırat-ı Müstakim" ve "Sebilürreşat" dergilerinde edebiyat ve dinle ilgili makale ve şiirler yayımlar.

Mehmet Akif Ersoy, "Sanat toplum içindir." anlayışına bağlı olup sosyal gerçekçi şiirin edebiyatımızdaki öncüleri arasında yer alır.

Dini yönü ağır basan bir edebiyat tarzını benimser.

Realizm akımının etkisinde kalır. "Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim /İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim." cümleleri onun sanata bakışını özetler.

Hakikati anlatmaya çalışırken sanat ve güzellik kaygısı taşımaz. Sanatı ikinci plana atar.

Dini lirizm, şiirlerinde en önemli ve canlı motifler olarak yer alır.

Gözlem yeteneği üst seviyede olan Akif, şiirlerinde canlı tablolar çizer.

İslamcı, milliyetçi ve halkçı düşünceleri kaleme alır. Cemiyetin (toplumun) nihai

kurtuluşunun dine sarılmakla olacağını savunup ahlakî ve öğretici şiirler yazar. "Nasihat", şiirlerinde çok önemli bir unsur olarak yer alır.

Türkçülük hareketine ve Milli Edebiyat akımına karşı çıkar.

Yoksullara karşı acıma duygusu besler. Bu, "Seyfi Baba"da görülür.

Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç zamanlarında Anadolu'ya geçip vaazlarıyla halkı mücadele etmeye davet eder.

Mehmet Akif Ersoy, şiir yazmaya Baytar Mektebinde öğrenci olduğu yıllarda başlar.

Yayımlanan ilk şiiri "Kur'an'a Hitap" başlığını taşır. Şiirlerini yedi kitaptan oluşan "Safahat"

eserinde bir araya getirir. Eser, 1924'te basılır. İstiklal Marşı'nı Safahat'a koymaz. Bunun nedenini de "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm." şeklinde açıklar.

Mehmet Akif Ersoy, bütün şiirlerini aruzla yazar.

Aruz ölçüsünü Türkçeye büyük bir başarıyla uygulayan üç kişiden biri olur.

Manzum hikâye türünde ustalaşan Akif, hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlatır.

Şiiri düzyazıya (nazmı nesre) yaklaştırmada tıpkı Tevfik Fikret gibi son derece başarılı olur.

(12)

Dili, ilk dönemlerine nazaran son zamanlarında sadeleşir. Üslubunda somutlaştırma ve mizahilik göze çarpar.

Mehmet Akif Ersoy'un ölümünün 75. yılı İstiklal Marşı'nın kabulünün 90. yılı nedeniyle 2011 yılı Başbakanlık tarafından "Mehmet Akif Ersoy Yılı" ilan edilir.

Mehmet Akif Ersoy, Tevfik Fikret'le olan münakaşalarıyla hatırlanır. Tevfik Fikret'i

"zangoçluk"la suçlar. Fikret’in "Haluk"una karşı "Asım" eserini kaleme alır.

Mısır'da iken kaleme aldığı "Gölgeler" şiirinde ölüm düşüncesi ağır basar.

Milletin ayağa kalkışını ve destan yazmasını "Çanakkale Şehitleri" şiirinde işler. Akif'in ilk büyük destansı şiiri olan bu şiir aynı zamanda epik şiirin en seçkin örnekleri arasında yer alır.

"Bülbül" şiiri en önemli şiirlerinden olup bu şiirini Bursa'nın işgali üzerine kaleme alır.

"Küfe"yi manzum hikâye şeklinde kaleme alır. Sosyal drama şeklindeki eserde yoksulluğun boyutları bir çocuğun idealleriyle yaşamak zorunda olduğu hayatı karşılaştırılarak verir.

Mehmet Akif Ersoy'un kendi hayatından izler taşıyan şiiri olan "Seyfi Baba"yı manzum hikâye şeklinde kaleme alır.

"Meyhane"yi sosyal içerikli manzum hikâye tarzında kaleme alır.

"Mahalle Kahvesi"ni sosyal içerikli manzum hikâye tarzında kaleme alır.

"Safahat" eseri ise İslam ideali üzerine kuruludur. Eserle Mehmet Akif Ersoy, Kuran-ı Kerim'i rehber edinen bir toplum oluşturmayı hedefler.

Safahat

Mehmet Akif'in yedi kitaplık şiir külliyatını bir araya getirdiği eserdir. Safahat'ı oluşturan yedi cilt yayımlanış sırasına göre şu şekildedir:

1. Safahat -1911

2. Süleymaniye Kürsüsünde -1912 3. Hakk'ın Sesleri-1913

4. Fatih Kürsüsünde -1914 5. Hatıralar-1917

6. Asım-1924 7. Gölgeler-1933

Bu külliyatı oluşturan eserler genel anlamda şu üç ana başlık altında toplanabilir:

Manzum hikâye, hatıra ve seyahat tarzındaki şiirler

Dinî-didaktik ve dinî lirik şiirler

Hamasî ve lirik şiirler

Safahat Külliyatını ve Özellikleri Safahat-1911

Akif'in hem hacim hem de manzume sayısı bakımından en büyük eseridir.

44 manzumeden oluşmaktadır.

(13)

Şairin güç aldığı kaynaklar, ilgi duyduğu konular, bu konular karşısındaki tavrı, sanat anlayışı, dil ve üslup bakımlarından daha sonraki eserleri için önemli ipuçlarına sahiptir.

Daha çok manzum hikâye tarzı metinleriyle tanınan bu cilt, sosyal hayatın çürüyen taraflarını çoğunlukla birey çevresinde ortaya koymasıyla dikkat çekmektedir.

Süleymaniye Kürsüsünde -1912

İstanbul'dan Buhara'ya kadarki bütün İslam aleminin içinde bulunduğu perişanlığı anlatarak şiirinin sahasını genişletmiştir.

Manzumenin esasını Abdürreşit İbrahim Efendi'nin ağzından İslam dünyasının içinde bulunduğu durumun gözler önünü serilmesi, bunun sebeplerinin izahı teşkil eder.

Konuşma mekânı olarak Süleymaniye seçilmiştir.

Süleymaniye Kürsüsü, tek şiirden oluşan uzun bir manzumedir.

Hakk'ın Sesleri-1913

Sekiz ayet-i kerime ve bir hadis-i şerifin tefsirleri yapılmıştır.

Akif; bu eserinde yanlış tevekkül anlayışına, tembelliğe, cahilliğe hücum eder.

Bu eser Akif'in hikâye, nasihat ve vaaz gibi şiirde kullanılması çok zor olan yolları kullanmaktan kaçınmadığını ve gibi bunları şiir seviyesine çıkardığını göstermesi açısından önemlidir.

Fatih Kürsüsünde-1914

Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzumeye benzemektedir.

İki bölümden oluşan tek bir şiirdir.

Yanlış tevekkül ve salt kaderci anlayışın yol açtığı cehalet ve gerileme anlatılmıştır.

Hatıralar-1917

Doğu-Batı karşılaştırmasının en yoğun yapıldığı bölümdür.

Bu eserde ayrıca dört ayet ve iki hadisin tefsirine de yer verilmiştir.

El Uksur'da, Berlin Hatıraları, Necid Çöllerinden Medine'ye adlı meşhur metinler bu ciltte yer almaktadır.

Asım -1924

Tek ve uzun bir manzumeden meydana gelmiştir.

Manzumenin kahramanları; Hocazade, Köse İmam, Asım, Emin'dir.

(14)

Hocazade, Mehmet Akif'in kendisini simgelemektedir.

Safahat'ın en başarılı cildi olarak kabul edilmektedir.

Bu eser, içinde taşıdığı diyalog ve sohbet üslubu sebebiyle teatral bir yapıya sahiptir.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında aile içerisinde yaşanan çözülme ve yozlaşma, manzumenin merkezini oluşturmaktadır.

Bu eserdeki Asım ve nesli; yarının ümididir.

Mehmet Akif'in en meşhur şiirlerinden biri olan "Çanakkale Şehitlerine"

Asım'da yer almaktadır.

Gölgeler -1933

Şairin son dönem şiirlerinden oluşmaktadır.

Bu eserde daha çok kıta nazım biçimi tercih edilmiştir.

Sosyal mesaj verme kaygısının yaşanmadığı tek cilt olarak kabul edilmektedir.

Bu eserde vatan hasreti, ümitsizlik duygusu, içine kapanıklık, duyulan dini

heyecanlar dile getirilmiştir.

Referanslar

Benzer Belgeler

İnsanın vejetaryen olduğuna dair görüş ve kanıt bildirilirken en büyük yanılma biyolojik sınıflandırma bilimi (taxonomy) ile beslenme tipine göre yapılan

l~yların sakinleşmesine ramen yine de evden pek fazla çıkmak 1emiyorduk. 1974'de Rumlar tarafından esir alındık. Bütün köyde aşayanları camiye topladılar. Daha sonra

,ldy"ryon ordı, ırnığ rd.n ölcüm cihazlan uy.nş ü.rinc. saİıtrd fıatiycılcri

Öte yandan, hemen her konuda "bize benzeyeceksiniz" diyen AB'nin, kendi kentlerinde yüz vermedikleri imar yolsuzluklar ını bizle müzakere bile etmemesi; hemen tüm

Kayseri Üniversitesi “Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı ”İllüstrasyon yarışması, 2021 yılı İstiklal Marşı’nın kabulü ve Mehmet Akif ERSOY’ u Anma Günü

tahlillerini, insanların iç dünyalarını kemiren duyguları sergilemesine rağmen hak ettiği üne kavuşamamıştır. Hikâye ve tiyatro dallarında da sayıca hayli kabarık

[r]

Ayşe Begüm Onbaşı da daha önce kazandığı Dünya Şampiyonluğu’nun yanına Avrupa altın madalya- sını da ekledi.. Ayşe Begüm, finalde mindere ilk