• Sonuç bulunamadı

Ancak sosyalist sol açısından, “ekolojik kriz” eninde sonunda bir toplumsal mücadele ve örgütlenme dinamiği de sağlamaktadır

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ancak sosyalist sol açısından, “ekolojik kriz” eninde sonunda bir toplumsal mücadele ve örgütlenme dinamiği de sağlamaktadır"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

GİRİŞ

Türkiye’de ekolojik krizin derinleşmesine paralel olarak sosyalistlerin de ekolojik krize olan ilgisi artmıştır. Her ne kadar bu “kriz” sözcüğünün başına getirilen ekoloji kelimesinin anlamlandırılmasında, sol sosyalistler açısından tam bir netlikiçermediği düşünülecek olsa da en genel anlamda kapitalist uygarlığın doğayı yağmalaması ve doğanın maddi güçlerini yok etmesi olarak okunduğu söylenebilir. Buna karşın ekolojik kriz analizlerinin özellikle 1990’lı yıllardan itibaren teorik ve ideolojik boyutlarıyla tartışılmaya ve toplumsal bir güç olarak yeşil ve çevre hareketlerinin ortaya çıkmasına paralel olarak çeşitlendiği de belirtilmelidir. (1) Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren “ekoloji

tartışmalarının” önemli düşünce kaynaklarının Türkçeye kazandırılması da sosyalistlerin ekolojik krizle ilgili tahlillerinin şekillenmesinde etkin olmuştur.

Bununla birlikte her gün yaşamın her anında etkisi giderek hissedilen küresel iklim değişikliği, kuraklık, çölleşme, türlerin yok olması v.b sorunların giderek politikanın önemli uğrak noktalarından biri haline gelmesi de sosyalistlerin bu konulardaki duyarlılıklarını arttırmıştır. Bununla birlikte “ekoloji” sözcüğünün çok anlamlılığı ve giderek “ekolojik kriz, ekolojik politika, ekolojik yok oluş, ekolojik toplum” örneklerinde olduğu gibi belli bir siyasal aidiyet ve

siyasallaşma biçimine atıf yapan kategorinin sosyalistlerin düşünme ve eyleme pratiklerinde ne kadar belirleyici olduğu ise hala tartışmalıdır.

En temelde insanın toplumsallaşma sürecinin, kendini var etme koşullarının ve kendini yeniden üretme sürecinde doğayla kurduğu ilişki üzerinden kuran pratiklerin ve teorilerin heterojen bileşkesi olan ekoloji düşüncesi şu ya da bu biçimde sosyalist solu etkilemiştir. Kimi kez mesafeyle kimi kez de yeni bir “söz” ruhuyla yaklaşılan bu düşüncenin felsefi ve ideolojik kaynaklarına uzun uzadıya girmek bu yazının kapsamı dışında kalacaktır. Ancak sosyalist sol açısından, “ekolojik kriz” eninde sonunda bir toplumsal mücadele ve örgütlenme dinamiği de sağlamaktadır. Ekolojik krizin kavranışı, teorik düzeyde ekolojik siyasal hattın şu ya da bu noktasıyla teması da zorunlu kılmaktadır. Ancak bu 2000’li yıllarla birlikte sosyalist solun yeni söz ve eylem çizgisi inşa edip edemeyeceği konusunda derin şüpheyi de beraberin de getirmelidir. Yeni sorunlar karşısında Marksizmi yetersiz bulup ekolojik düşünürlerin cephaneliğine dalan sosyalistlerden (2), Marksizmin içinde ekolojizm (3) arayan sosyalistlere kadar şenlikli bir dönemeçte

olduğumuz söylenebilir. Ancak bunlarla birlikte kapitalizmin sınıfsal bir eleştirisi ekseninde, “doğanın sınırları”

tartışmaları da bugün için en tutarlı kriz analizi olarak güncelliğini korumaktadır. Elbette 2003 yılında Abdullah Öcalan’ın İmralı da Bookchin’i yeniden keşfetmesi ve kürt özgürlük mücadelesinin birden “ekolojik demokratik toplum” perspektifini kurmaya başlaması da bu doğrultuda değerlendirilmesi gerekir. (4) Sosyalizm mücadelesi elbette Marksizm ile sınırlı değildir ama Marksizmin sınıfsal ve toplumsal çelişkileri aşma konusundaki referansları da yeni

“toplumsal hareketçilik” sosyalistlere bulaştıkça sınıf analizleri de tartışmaları da rafa kalkmaktadır. Ekolojik kriz kimi sosyalist kesimlerde sınıf analizleri düzeyinden, yeni toplumsal hareketlerin tartışma düzeyine kaymaktadır. (5) Bu çalışmada ise 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de sosyalist siyasal partiler ve hareketlerde “ekoloji meselesinin”

nasıl algılandığı ve pratiğe dönüştürüldüğü açığa çıkartılmaya çalışılacaktır. Tabi ki bu algıyı derinleştirirken de özellikle Türkiye çevre ve yeşil hareketine kısa bir temas yapılarak sosyalistlerin bu hareketlerle ne düzeyden bir ilişki kurdukları da açımlanacaktır. Bununla birlikte özellikle Marksizmi yenileme girişimleri ve yeni toplumsal

hareketçilikle birlikte yükselen sosyalizm algısının, yeni bir sol tahayyül geliştirmeye yeterli teorik açılımı sağlayıp sağlamadığı özellikle 2000’li yıllardan sonra kurulan sol sosyalist parti programlarına bakılarak okunmaya

çalışılacaktır.

Günümüzde teorinin giderek daha fazla önem kazandığı ve toplumsal bir pratikle iç içe geçmiş bir teoriye duyulan ihtiyaç, yeni dönemin sorunlarını karşılamak adına girişilen çabalar da ekoloji mücadelesi ya da ekolojist bakış açılarının referansının bir belirleyici olup olmadığı anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu noktada da kimi zaman yaşanılan deneyimlere ve mevcut parti programlarına sadık kalınacaktır.

1.EKOLOJİK KRİZİ ANLAMAK

Ekolojik krizi kapitalizme özgü bir sorun alanı olarak kavramsallaştırma çabası günümüzde yaygın kriz tahlili olarak ön plana çıkmaktadır. Bu kimi kez bir üretim ve toplumsallaşma biçimi olarak anlam kazansa da aslında en genel de kapitalizme ekonomik bir model olarak yaklaşan görüşlerin etkisiyle şekillendirilmektedir. Oysa “İnsan kendi tarihini

(2)

yazmaya başladığı, geçim araçlarını ve dilini ürettiği günden beri, toplumsal yaşamımızın varlık koşullarına

kavuştuğu emek sürecinde, emeği dolayımıyla doğayla gerilimli bir ilişki kurmuştur. Toplumsal yönüyle bu gerilim tekil bir varlık olarak insanın “doğayla mücadelesinden” değil, emek sürecinde toplumsallaşan insanın toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır. Bu toplumsal ilişkiler ağında insanın evrimi doğaya rağmen değil doğayla birlikte bir evrimdir. Toplumsal olanın örgütlenme tarzı insanı ve doğayı birbirlerine paralel ama birbirlerine indirgenemez tarzda belirler. “Toplumsal örgütlenme” doğayı ve insanı karşı karşıya getiren bir olgu değildir. Ama toplumsal örgütlenmenin biçimi, üretimi, yeniden üretimi, evrimi ve ideolojisi insanın ve doğanın yok oluş veya birlikte yaşama koşullarının zeminini oluşturur.” (6) Bu açıdan söylenebilir ki ekolojik kriz, insanın doğayla birlikte özgürleşme çabasının, kendini yeniden üretirken toplumsal bedeni olan emeği nasıl yeniden üretebileceğine dair sorun alanlarında filizlenir. Ekolojik kriz, tek başına kapitalist ekonominin yağmacı görünümünün ortaya çıkardığı bir nesnellik durumu değildir. Bu açıdan da ekolojik krize yanıt aranacak yer, iktisadın dolambaçlı yolları değil, siyasetin kuruluş

biçimindedir. Elbette ki burada siyaset diye vurguladığım, toplumsalın kendini kurma faaliyetidir ve bu açıdan da ekonomi politiği dışlamaz. Bu nedenle ekolojik kriz, toplumun kendini üretme yeniden üretme sürecinde emeğin toplumsallaşma karakterlerinde ortaya çıkan ontolojik bir sorundur. Bu açıdan her üretim tarzının kendine özgü

“ekolojik krizleri” vardır. Bugün ise ekolojik kriz kapitalizm koşullarında biçimlenmektedir. Bu açıdan ekolojik krize bu eksende üç odaktan yaklaşılabilir.

1.1.ONTOLOJİK AÇI- Bedenin ve Doğanın Yarılması:

Ekolojik kriz tartışmaları ya da bunalıma ilişkin kavramlaştırmalardaki çözümlemeler farklı eksenler doğrultusunda yapılmaktadır. Bu çözümlemelerden en keskini ve hemen dile geleni, insan ile doğa arasındaki ontolojik bir

karşıtlıktan referansla yapılmaktadır. İnsan doğanın dışında bir gerçeklik olarak ifade edilirken, onun “doğaya yabancı” etkinliklerinin ekolojik krize neden olduğu imlenmektedir. Bu insanı doğa dışında tanımlayan, ilişkiselliği görmezden gelen, tam da bu nedenle de onu biyolojik bir varlığa indirgeyen bir yaklaşımdır. (7) Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var, insanın bilinçli faaliyetleriyle doğayı değiştirmesi her üretim tarzında farklı etkilere, sonuçlara neden olabileceği gibi farklı nedenlerden de kaynaklanabilir. Bununla birlikte insanın etkinliklerinin evrensel bir karakter taşıdığı tek bir süreç vardır. O da insanın doğaya ilişki kurduğu emek sürecidir. (8) Bunun dışında insanın toplumsal faaliyetleri ve bu faaliyetlerin sonuçları hiçbir şekilde evrensel bir nitelik göstermez. Bu faaliyetler üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırılabilinir. Kapitalizm koşulları altında bir dünyada tüm insanlığın ortalama olarak doğaya yaptığı etkinin ne olduğunun hesaplanması sürdürülebilir bir kapitalizm için kıymetli olabilir ama bu üretim tarzının nasıl aşılacağı üzerine hiçbir şey söylemediği için de ideolojik bir deformasyona yol açar. Ekolojik ayak izi kavramsallaştırmasının ortaya attığı pek çok veri doğrultusunda

geliştirilen çözüm önerilerinin başında gelen, dünyanın insan nüfusunun baskılanmasından kurtarılması önerisi, ihtiyaçların toplumsal olarak dolayımlandığını değil doğal olarak belirlendiğini kabul eder. Bu bakış doymak bilmez bir insan doğası inanışından, kaynakların kıt ama ihtiyaçların sınırsız olduğu tezini işleyen liberal iktisattan feyz almaktadır. Bununla birlikte doğal seçilim tezlerini toplumsal yaşamın diline tercüme ettiği içinde bu

kavramsallaştırma totaliter bir toplumsal proje barındırmaktadır. (9)

1.2. KAPİTALİZMİN TARİHSELLİĞİ- Üretim ve Yönetimin Parçalanması

Kapitalist üretim tarzının belirleyici özelliği üretim araçları mülkiyetinin burjuva sınıfının elinde olması ve halkın toplumsal üretim araçlarından yoksun kalmasından dolayı emeğini, iş gücü olarak piyasada satmak zorunda

kalmasıdır. İş güçlerine ihtiyaç duyulmayan ve artık nüfus olarak adlandırılan kesimse, piyasa koşullarında sefalete mahkûm edildikleri gibi üretim maliyetleri koşullarında çalışanların işsiz kalma tehdidi ve onların düşük ücretle ve kötü yaşam koşullarında çalışmaya zorlamanın aracı olarak kullanılırlar. Bununla birlikte piyasadan satın alınan iş gücü kendilerini yenileyecekleri çalışma zamanı dışında daha çok çalışmaya zorlanırlar. Bu çalışma zamanında ve üretilen ürüne el koyan sermaye böylelikle sürekli artı değer elde etmenin de mekanizmasını yaratmış olur. Bu değerin daha çoklanması süreci kapitalist üretime egemen olan tek amaçtır. (10) Bu meta düzeni kullanım değeri yaratma mantığına göre değil her seferinde daha fazla değişim değeri, kar elde etme mantığı üzerinden işler. Daha fazla kar elde etme mantığına dayanan kapitalizm üretim için gerekli olan girdileri ya da maliyetleri en düşük seviyede tutma refleksini de sistemin mantığı gereği barındırır. Emeğin iş gücü olarak satın alındığı bu koşullarda doğa varlıkları da ucuz hammadde olarak mübadele değerinin masraflar hanesinde niceliksel değerlere dönüştürülür. Emeğin bu doğal ve toplumsal formlarının, kullanım değerinin bu bileşenlerinin sermaye birikimi sürecine tabi olması ve birikim

zorunluluğunun kapitalist üretim tarzının motoru haline gelmesi eş zamanlı işleyen bir süreç ve ilişki olarak

(3)

kavranmalıdır. Kapitalist üretim bu nedenledir ki aynı zamanda kendi maddi üretim koşullarını bozmaya meyillidir.

Sermeyenin büyümesi bu maddi gerçekle mümkün olabilir.

İnsan ile doğa arasında ontolojik bir uçurum açan kapitalist yaşam, büyüme ideolojisini de ülkeden ülkeye, bireyden bireye kanserli bir hücre gibi yayar. Ülkeleri kalkınma ideolojisinin cenderesine aldığı gibi kişileri de elde etme ve sahip olma duygusunun esiri yapar. Sahip olmak diğer tüm duyguların yerini aldığı ölçüde de sermaye kendini yeniden üretir. Arzu edilen ama ulaşılamayan nesneler dünyasında, nesnelere her ulaşma yeni bir sahiplik ilişkisi doğurur.

Kişiler arası ilişkinin metalar arası ilişkiye dönüşmesiyle tatmin edilemez ihtiyaçlar evrenini de ideolojik olarak kendi döngüsünü ve nesnesini yaratmış oluyor. Bu şekilde evrensel ihtiyaçlar kategorisi de yaratılmış olur. Bundan sonra da

“Tüketici” olarak kodlanan geniş yığınların tek bir uğraş alanı kalır: “daha fazla tüketmek”. İnsani yetenekler, boş zaman ve hazzın kesişimi bir etkinlik olarak çalışma alanından kopartılıp, ideolojik olarak tüketim nesnelerinin ruhlarına giydirildiğinde, “herkesin yeteneğine göre herkese ihtiyacı kadar” ufku da basit bir ihtiyaçlar sistemi haline gelir. Kapitalizm üretim ve yönetim arasındaki sınıfsal çelişkiyi derinleştirdikçe, toplum giderek kendi toplumsal bedenine - emeğine ve onun maddi var oluş koşullarına yabancılaşır.

1.3. KENT İLE KIR ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Kapitalizm ve elbette onun var olduğu modern dünya her şeyden önce insanın toplumsal bedeni olan emeğin

parçalanmasının hikâyesidir. İnsanı bir türsel varlığa dönüştüren modern kapitalist uygarlık, insanın toplumsal bedeni olan emeğine ve dolayısıyla da onun yaşam alanına yabancılaşmasına neden olmuştur. Bir yandan sermaye birikim süreci, geniş halk yığınlarını artık haline getirirken diğer yandan da hammadde kaynağına çevirdiği toprağı da atık haline dönüştürür. Sermaye, Emek gücünü niteliksizleştirirken diğer yandan emeğin kapitalizme has görünümü olan teknolojiye dayalı bir üretime yönelmesi onun birikim krizini daha çok açığa vurmasına neden oluyor.Üretimin kendinde anlamlı bir etkinlik ve hedefi salt büyüme olan maddi bir pratiğe yönelmiş olması, kapitalist üretimin var olma zeminlerinin de yok olmasına neden oluyor. (11)

Burjuva kültürü bir yandan atık, artık ve çöp üreten bir kültür haline gelirken diğer yandan da bunlardan nefret eden ve toplumsalın dışına öteleyen ve belki de sorunu geleceğe havale ederek, kendini yeniden üretmenin olanağını sağlamıştır.

Modern kapitalist toplum topraktan koparken onu aşırı gübre ve azotla doldurmuştur. O gübreler ise insanların kendi pislikleriyle yeniden ürettikleri toprağın hammaddesinin yerine ikame edildi.

Kırla kent arasındaki yarılma kentleri çöp ve atık üreten bir uygarlık tasarımı haline getirdi. Bu tasarımda bir tür modernleşme modeli olarak tüm dünyada kutsandı ve bu tasarım tüm dünyayı kuşattı. Kapitalizm kendini bir hijyen ideolojisi ekseninde inşa ederken diğer yandan uygarlığın pisliği olarak adlandırdığı yoksulların ülkesine çöplerini, atıklarını, yaşam formlarını ve en önemlisi yaşamı algılama biçimini ihraç ediyor. İşte emeğin parçalanması bir yandan doğa ile insanı birbirinden kopartıp, toplumsal serveti metaya indirgerken, diğer yandan da yaratılan hijyen kültürü üzerinden yoksullar ötekileştiriliyor. Ekolojik kriz, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir.

Bu nedenle sorun basitçe enerjinin hangi kaynaklardan üretileceği, hangi kaynakların kullanılacağı sorunu değildir.

Öncelikle dünyayı hammadde deposu haline getiren pratikle hesaplaşmak, sonra da neyin nasıl ve kimin için üretildiği ve nasıl toplumsallaştığı meselesini ortaya koymak gerekir. Mesele atık-artık uygarlığıyla bir üretim tarzı ekseninde hesaplaşma meselesidir.

Bu üç odaktan sarmalandığında ekolojik kriz, basitçe “bir çevre tahribatı-doğanın yok oluşu” olarak okunamaz- okunmamalıdır.

Buna karşın 2000’li yıllarla birlikte ağırlığı giderek hissedilen “ekolojik kriz” söylemleri eninde sonunda “doğa tahribatı ve çevre yıkımı” anlamında bir ekolojik kriz analizine dayanmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri de elbette ekoloji-çevre sözcüklerinin bir birinin yerine ve siyasal anlamlarından çok biyoloji bilimi anlamında kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

(4)

Ekolojik yıkım, çevre tahribatı, doğal yok oluş sözcükleri üzerinde pek de düşünülmeden bir biri yerine kullanılmaktadır. Bu noktada sosyalist sol içinde ekolojik krizin bir tür “çevre tahribatı-yağması” anlamında kullanıldığı söylenebilir. Bu analizin de günümüzde sosyalist sol içinde üç veçhesinin açığa çıktığı söylenebilir.

Bunlardan ilki, kapitalist krizin tarihsel ve doğal sınırlarını göstermek ve aslında bir tür kapitalizmin eninde sonunda yıkılmaya mahkûm bir toplumsallaşma biçimini imlediğini ima etmektir. Diğeri “ekolojik krizin” maddi uygarlığın sonunu hazırladığı ve insanlığı yok oluşa sürüklediği yolunda ki saptamadır. Bir üçüncü analiz ise “doğanın kaynaklarını” tüketen kapitalizmin, sosyalist bir yaşamın önünde engel olduğunu gösterme girişimleridir. Ekolojik kriz bir tür çevre tahribatına karşı mücadele ya da kapitalizmin ortadan kaldırılması için örgütlenme alanları olarak analiz edilmeye başlandığında ortaya önemli bir sorun alanı çıkmaktadır.

Ya da “çevre tahribatı” ile emeğin toplumsal biçimleri arasında teorik bir açılım yaratılmadığında önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır: “çevre tahribatı” nedir? ve bunun çevre tahribatı olduğuna kim, nasıl karar verecektir? Bu tahribata karşı kim mücadele edecektir? Bu sorunu çözecek özne kimdir, nerededir? İşte sosyalist sol için çetrefilli noktalar bu düzeyde bir kez daha açığa çıkar. Eğer ki “ekolojik kriz” bir emek analizinden yoksun bir düzeyde “bir çevre tahribatı” ise bu sorun herkesi ilgilendiriyor demektir. O halde bu sorunun çoklu bir muhatabı var demektir.

Sermayeyi bu konuda bir kenara bırakacak olursak o halde sermaye dışında kalan geniş bir halk kesimi- toprak sahipleri, topraksızlar, orta sınıflar, memurlar, köylüler, fabrika işçileri, yeni işçi sınıfı beyaz yakalılar- “ekolojik krizin” mağduru ve muhatabıdır. O halde bu aynı zamanda bu sorunu çözmeye muktedir öznenin de geniş halk kesimleri olduğu anlamını doğurmayacak mıdır? Ya da sınıf analizinde bu, “halkın proleterleşmesi” teziyle izah edilebilinir mi? Bergama’da altın madeni işletmesine karşı köylülerin mücadelesi karşısında sosyalist sol işsiz kalacak işçiler için neden hiçbir şey söylememektedir? Hadi daha tahrik edici bir soru soralım, iklim değişikliği karşısında sosyalist sol, kapatılması gereken çimento, otomobil, kimya, ağır sanayi sektöründe çalışacak işçileri nasıl istihdam edecektir? GAP projesi bir yandan kürt halkını yoksullaştırıp, doğasını tahrip ederken GAP projesine sosyalistler hangi açıdan, hayır diyecektir? O halde en başa dönmek gerekir. Ekolojik kriz, basitçe bir “çevre tahribatı” sorunu değildir. Yaşamın yeniden kurulması sorunudur. Aynı zamanda ilerlemecilikle, kalkınmacılıkla ve ekonomizmle hesaplaşmak demektir. Buradan hareketle de sosyalist solun kalkınmacılık algısı, demokrasi ve sivil toplum konusundaki hareketlenme ve eğilimleri asıl olarak ekolojik kriz konusunda bütünlüklü bir teorik açılım yapıp

yapamadığını gösterecektir. Çünkü ekolojik kriz her şeyden önce, toplumsalın yeniden kuruluş sorunu ise bu noktada, ekolojik krizi şu ya da bu ölçüde programına almış sosyalist solun nasıl bir toplumsallık inşa etmeye giriştiğini, sivil toplum, kalkınmacılık, kamusallık üzerinden açımlamak gerekecektir. Çünkü eninde sonunda insanın toplumsal karakter kazandığı üretim ve yönetim ilişkisinin nasıl kurgulandığı aynı zamanda ekolojik krize nasıl yaklaşıldığını da gösterecektir. Bununla birlikte bu yazı kapsamında tek tek sosyalist sol partilerin kamusal alan, sivil toplum ve

kalkınmacılık yaklaşımlarını analiz etmek yerine ekolojik kriz algıları üzerinden bu noktalara yaklaşımları açığa çıkartılmaya çalışılacaktır. Bu noktada da TKP, SDP, ÖDP, EMEP’in ekolojik kriz algıları üzerinde durulacaktır.

Buradan da yeni dönem toplumsal hareketlerin sosyalist sol partileri ne düzeyde etkiledikleri bu etkilemenin ideolojik bir kırılmaya yol açıp açmadığı açımlanacaktır.

2. SOSYALİST SOLUN VEÇHELERİNDE EKOLOJİK KRİZ 2.1. DAHA AZ TOPLUM DAHA çOK DEVLET: TKP

2.1.1.İnsan ve Doğa İlişkisi

TKP’nin parti programında “Kapitalizmin egemenliğinde insanın doğa üzerindeki etkinliği doğanın bozulması, kirletilmesi, yaşanır olmaktan çıkarılması yönünde kontrolsüz bir gidişe dönüşmüş durumdadır. ” (12) tespiti yapılmaktadır. Bu tez aslında tam da çevreci yaklaşımların önemli bir kesiminin de paylaştığı bir tespittir. Ekolojik yıkımın kaynağında “insanın doğa üzerindeki etkinliği yatmaktadır ve bu etkinlik kapitalizmin egemenliğindedir.”

(13) Kapitalizm sanki insanın bugün ki toplumsallaşma biçiminin adı değil de, ona dışardan dayatılan bir güç olarak ortaya konulmaktadır. Bununla birlikte ekolojik krizin kökeninde “insanın doğa üzerindeki etkinliği” açılımı da oldukça dikkat çekicidir. Çünkü en yalın anlamıyla bile aldığımızda kapitalist toplum, sonuçta toplumsal bir ilişkiler bütünüdür ve ekolojik krizde toplumsal ilişkilerin sonucudur.

Tekil bir varlık olarak insanın, doğa üzerindeki etkinliğinin bu yıkımla uzaktan yakından bir ilgisi bulunamaz. Tekil bir varlık olarak insanın yıkıcı gücüyle bir süs bitkisinin yıkıcılığı arasında bir fark yoktur.

(5)

2.1.2.Kalkınmacılık

TKP açısından doğa tahribatının kökeninde yatan insanın doğa üzerindeki kontrolsüz gidişatının önü alınmalıdır.

Çünkü, “Üretim kapasitesini insanın gereksinimleri için seferber etmek yerine, birikmiş kaynak ve olanakları toplumsal refaha hiçbir katkısı olmayan asalak "faaliyetlere", silahlanmaya, savaşa, doğanın yıkımına yönelten kapitalizm, akıl ve insanlık dışı bir düzendir.” (14) Kapitalizm öyle dışsal bir güçtür ki, doğanın yıkımına neden olan bir asalaktır. Her hangi bir tarihsel bağlama oturmayan bu analiz, eninde sonunda kapitalizmi doğanın düşmanı varsaymaktadır. Ancak, bu düşman sanki gizil bir düşmandır. Hiçbir maddi pratiğe bürünmemiş gibidir. Bununla birlikte TKP parti programında, doğa toplumsal emeğin maddi bir bileşeni olmaktan çok bir hammadde deposudur.

Kısacası bir maddi kaynaktır. Bu maddi kaynak, kapitalizm koşullarında insanın etkinlikleriyle doğru kullanılmamaktadır. O halde rasyonel bir güç, gizli bir el- her halde sosyalizm- bu gücü açığa

çıkartacaktır. Peki hangi kaynağı nasıl doğru kullanacaktır? “TKP, toplumdaki eşitsizliklerin temel kaynağı olan üretim araçlarındaki özel mülkiyeti, belli bir program çerçevesinde tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bir ekonomik politika izler.

Toprak da içinde olmak üzere bütün üretim araçları, doğal kaynaklar ve yeraltı zenginlikleri kamu mülkiyetindedir.”

(15) Doğal kaynaklar diye vurgulanan bugün kapitalist ekonomi için de kaynak olan, su, hava, topraktan… ve onların bileşenlerinden başka bir şey değildir. Bu açıdan da TKP doğa varlıklarını, çevreci literatüre liberal ekonomiden girmiş olan “kaynak ekonomisinin” diliyle okumaktadır. Her şekilde mülk edinilmesi gereken doğa, özel mülkiyet konusu olmaktan kurtulur ama kamu mülkü haline gelir. Bu hiçbir şekilde doğanın toplumsallaşması ve toplumun doğallaşması sürecinin fikri bir uzantısı değildir.

Doğanın kamu tarafından mal edilmesi, “insanlığın toplumsallaşmasını doğanın temellükü olarak gören” Marksist analizle de uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır.

2.1.3. Kır ve Kent Çelişkisi

TKP programında ekolojik krizin önemli uğrak noktası olan kır ve kent çelişkisinin görünümlerine de “pratik”

çözümler üretilir “yeni insanın yaratılması” başlıklı bölümde “İnsanlar moral ve fiziki açılardan kendilerini yeniden üretecekleri mekanlarda yaşama hakkına sahiptir. Bu hak doğrultusunda herkese gereksinimine uygun konut sağlanır.

Konutların deprem, sel ve diğer doğa olaylarından etkilenmeyecek sağlamlığa sahip olmaları için gereken her tür önlem alınır. Konutlarda ısınma, elektrik enerjisi ve su bedelsiz olarak sağlanır. Kent içi ve kentler arası ulaşımda karayollarının kapitalist toplumda kazandığı ağırlık azaltılarak, daha güvenli ve verimli ulaşım biçimleri

yaygınlaştırılır. Doğal afetlerin yıkıcı etkilerini yok etmek için gerekli kaynakların ayrılması, bu yönde bilimsel çalışmalar yürütülmesi sosyalist devletin sorumluluğudur. Bu çalışmalar halkın bilgisine, katılım ve denetimine

açıktır. Kentlerde toplu taşımacılık yaşama geçirilir ve ücretsiz kamu hizmetine dönüştürülür” (16) Ekolojik krizin en önemli uğraklarından olan kır kent çelişkisi konusunda son derece üstün körü ve reformcu bile sayılamayacak bir açılım sunar TKP. Kent sorunu kentsel rantın nasıl ortadan kaldırılacağı ya da toplumsallaştırılacağı meselesinden çok tekil insanların sorunları üzerinden bir analize tabi tutulur. Kentlerin birer kamusal çöküntü alanı olarak var olduğu günümüzde sosyal adaleti ve eşitliği, tekil insanların konut, ulaşım… sorunlarının çözümünde bulur. Bu çözümler eninde sonunda belirli düzeyden refah toplumu ideolojisinin tarih sahnesine çağrılmasından başka bir şey değildir. Bir de toplumsalın kendini var etme koşulları gereksinimler kategorisine indirgenince o gereksinimlerin kimin tarafından ve nasıl belirleneceği de iyice muğlâklaşmaktadır.

İşle ev arasındaki mekânsal parçalanma TKP programında konu bile edilmez bu açıdan. Oysa modern yaşamın getirdiği ve sanayi uygarlığının yabancılaşma ve yoksullaşma paradoksunun en önemli açığa çıkma alanlarından biri de evle iş arasındaki parçalanmadır. İnsanların büyük kentlerde kilometrelerce yol giderek yaşamı üretmek zorunda kalışları ve bu arada harcanan enerji bir toplumsal artık haline gelmektedir. Emeğin ve zamanın parçalanmasını hızlandıran modern kapitalist kent, ekolojik krizi derinleştiren en önemli sorun alanıdır. Havanın ve toprağın giderek daha fazla bölünmesine ve yoksullaşmasına neden olan bu tarz bir kentleşme aynı zamanda emeğin kendini var edeceği kamusallığının da ortadan kalkmasına neden olmaktadır.

Doğanın tahribatını kapitalizmde gören TKP, kapitalizmi dışsal bir olgu olarak kurguladığı programında bu açıdan bir

(6)

çevreci eklektizmine mahkûm olmaktadır. TKP’ye göre “Sosyalist sanayileşme ve kentleşme politika ve

uygulamalarında çevre ve insan sağlığının korunması öncelikli olarak gözetilir. çevre politikasının belirlenmesinde ve somut uygulamalarda toplumun bütününün ve ilgili toplulukların örgütlü biçimde yer almaları sağlanır. Ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan kentlerin kırlara karşı göreli üstünlüğünden kaynaklanan eşitsizliklerin giderilmesi doğrultusunda önlem alınır.” (17) Sosyalist sanayileşmenin ne demek olduğu konusunda programdan bir anlamı çıkartmak mümkün değildir. Sanayileşme eninde sonunda kapitalizme içkindir. Kapitalizmin teknik görünümüdür.

Eninde sonunda kapitalizmi aşmayı önüne koyan bir program, sanayileşme dışında bir toplumsallaşma biçimini ima etmelidir. Bu elbette ki insanlığın ilksel üretim tarzlarına yönelmesi anlamına gelmez. Ama modern sanayi eninde sonunda bir fabrika üretim sistemidir ki, bu da toplumsal yoksullaşmanın ve toplumun parçalanmasının en önemli uğraklarından biridir. Bu açıdan da TKP’ nin yeni toplum projesinde doğa da insan da sosyalist sanayileşme fetişi karşısında araçsal bir role sahiptir. Asıl olan büyümektir. Ama bir şerhle, sanayileşme, çevre ve insan sağlığını

gözetir. Öz olarak kapitalistlerin, çevre ve gelişme arasında denge arayan “sürdürülebilir kalkınma” anlayışından daha derin bir yaklaşım değildir bu.

Bir kez kent, kıra bakışımlı düşünülmediğinde buradan bir politik hat inşa edilemediğinde kır ve çevre de polisiye tedbirlerle korunmak zorunda kalır. TKP’ ye göre, “çevre ve kültür değerleri, ticari birer meta olmaktan kurtarılarak devlet tarafından korunur ve tüm toplumun kullanımına açılır. Kıyıların, ormanların, doğal ve tarihsel zenginliklerin tahrip edilmesine karşı ağır yaptırımlar uygulanır.” Kamu bir kez, devlet olarak görülmeye başlanmışsa elbette ki doğa varlıklarının ve toplumun kendi geleceğini koruma sorumluluğu da öncelikle cezai müeyyidelerle koruma altına alınır. Bu açıdan da 1930’lu yılların doğa korumacı yaklaşımı bir kez daha tarih sahnesine çağrılır. Üstelik bir alman romantizmiyle…

2.2. SİVİL VE ŞENLİKLİ TOPLUM: ÖDP

ÖDP’ nin ekolojik kriz algısı parti içinde egemen olan meslek gruplarının kendi disiplinlerinden bakış açıları ve partililerin taban hareketleri içindeki konumlandırışı şekillendirmiştir. Bu açıdan da parti programı teorik bir

bütünlüğe özgürlükçü sosyalizm anlayışının ekolojist olduğu anlayışına yaslansa da kendi içinde çelişkilerle doludur.

Özellikle tarım ve enerji konusundaki yaklaşımlar sektörel analiz düzeyleri ile sınırlı kalmakta ve birbirleri ile kimi zaman çelişkiye düşmektedir. Diğer yandan parti içinde etkin olan kimi grup ve kişilerin aynı zamanda sivil toplumcu hareketin bir kanadı olarak siyasal faaliyetlerine devam etmesi partinin geleneksel sosyalist ve Marksist çizgi ile sivil toplumcu- çevreci çizgi arasında bir noktada durması gerilimini de barındırmaktadır.

2.2.1. İnsan ve Doğa İlişkisi

ÖDP parti programıda da “ekolojik kriz” bir tür çevre tahribatı ile maluldür. “Özgürlükçü sosyalizm ekolojisttir;

kapitalizmin toplumsal yararın önüne kar maksimizasyonunu koyan anlayışı, ‘ne kadar tüketebiliyorsan o kadar

insansın‘ sloganıyla ifadesini bulan tüketim ideolojisi karşısında insan-doğa uyumunu temel alan bir dünyayı amaçlar.

Çevre sorumluluğu kapsamında yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık veren, yaşamın sürdürülebilirliğini, doğal dengenin korunmasını gözeten, kalıcı sayılabilecek bir doğa tahribatına yol açması nedeniyle nükleer enerji

kullanımına kesinkes karşı çıkan bir tavır benimser. Yenilenebilir kaynakların kullanımını; yenilenemez kaynakların kullanımının ise alternatif sürdürülebilir kaynakların geliştirilmesine bağlanmasını savunur.” (18) Kapitalizmin kar maksimizasyonu anlayışı karşısında insan ve doğa uyumunu esas alan bir dünya amaçladığını vurgulayan program, bu uyumun temel ekseninin ne olduğunu belirtmez. Ancak çeşitli açılımlar sunulur, yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık vermek, doğal dengenin sürdürülebilirliğini gözetmek, nükleer enerjiye karşı çıkmak, tüketim ideolojisine karşı durmak, insan ve doğa uyumunun yörüngesi olarak açımlanır. Ekolojik krize karşı yeni bir insan ve doğa ilişkisi bölümünde de benzer içerik tekrarlanır. (19) Bu bölümde ayrıca, “insan-doğa ilişkisini bozan, doğayı tahrip eden, kara dayalı ucuz sanayileşme ve sınırsız kalkınmacılığın önüne geçilmelidir.” (20) Her ne kadar kıyısından da olsa

kalkınmacılığa bir reddiye geliştirilmeye çalışılmışsa da, insan ve doğa ilişkisine yönelik iki analiz düzeyinde tam da kalkınmacı ideolojinin dili, programa hâkim olmuştur. Bunlardan birincisi yukarıdaki dipnotta vurgulanan, doğa varlıklarının “doğal kaynak olarak görülmesi” yaklaşımı ile bunların rasyonel kullanımına yönelik fayda maliyet analizlerinin üst üste vurgulanmasıdır. Bu bakış açısı eninde sonunda, doğayı ve toplumu ekonomiye indirgemeyen bir siyaset anlayışı ile çatışacaktır. Kaynak ekonomisi, kıt kaynaklarını yönetimi yaklaşımı ekolojist olmadığı gibi, iktisat literatürü açısından hiç de yeni değildir. Yeni olan doğanın, doğal kaynaklar olarak fayda maliyet analizine tabi tutulmasıdır ki, artık tüm liberal kapitalist ülkeler bu yöntemi benimsemektedirler. Hatta bu fayda maliyet analizi hem

(7)

çevre hukukunun hem de uluslararası çevre sözleşmelerinin de en önemli nirengi noktasıdır. Kyoto Protokolü, Biyogüvenlik Protokolü bunlardan bir kaçıdır. Bu açıdan, parti programında, uluslararası çevre sözleşmelerinin imzalanması vurgusu bu açıdan değerlendirilebilir.

Bir yandan “Her türlü insan etkinliğinde doğal çevre ve insan sağlığı gözetilmeli, tüm insan etkinliklerinin, insan sağlığına ve doğal çevreye yapacağı tahribatın maliyeti, işletme ve yatırım maliyetlerine toplumsal ve çevresel maliyet olarak eklenmeli; yatırım tercihleri ve teknoloji seçimleri bu toplam maliyetler üzerinden yapılmalıdır.” (21) derken diğer yandan da, “Hayvan hakları" korunmalı ve etkin olarak savunulmalıdır. Türcülük reddedilmeli ve tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyulmalıdır. "Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler" (22) yaklaşımı türcülük eleştirisi açısından da çelişkilidir. Türcülük sadece, insan türünün diğer canlılar karşısında göreli üstünlüğünü reddetmez aynı zamanda insanı türsel-biyolojik- bir varlığa indirgeyen yaklaşımı da içerik olarak reddeder. Çünkü eninde sonunda bir türcülük eleştirisi yapmak için her şeyden önce insanı bir tür olarak değil toplumsal bir varlık olarak kavramak ve onun toplumsal bedeni olan emeğin bileşenleri arasında bir astlık ve üstlük ilişkisi olamayacağını gözetmek gerekir. Ancak insan, bir türsel varlık olarak, “doğal çevreye” zarar verebilen bir varlık olarak okunmaya başlanırsa, onun etkinliğinin, birlikte var olduğu toplumun-toplumsal ilişkilerin dışında ve üstünde bağımsız bir analize tabi tutulabileceği anlamı çıkar. Elbette böyle bir analiz yapılabilir. Tek başına türsel bir varlık olarak “insan” doğaya zarar verebilir denilebilir. Ancak bu “soyut insan” tanımı o zaman da aynı program içinde yer alan türcülük eleştirisinin altında ezilir gider.

2.2.2. Kalkınmacılık

ÖDP parti programı ekolojik krizin somut görünüm alanlarından olan tarım ve enerji konularında sektörelci bir yaklaşımı sahiplenir. Enerji konusunda

Referanslar

Benzer Belgeler

Kapitalizmi ve kalk ınmacılığı toplumsal mücadelenin içinde karşısına almayan, her türlü piyasacı hareket, eninde sonunda toplumsal bir alternatif olarak değil; yeni

Kır ve kent arasındaki çelişkiyi derinleştiren, mekânı ve zamanı niceliksel değerlere dönüştürerek parçalayan kapitalist uygarl ık, toplumsal emeğin görünümlerinden

FEVZİ ÖZLÜER (EKOLOJİ KOLEKTİFİ): Küresel ısınmaya karşı hareketler daha çok yeni toplumsal hareketlerdir... Ancak burada uzun uzadıya tartışmayacağım da yeni

•  Bu durumda, cinsiyet biyolojik bir kavram iken, toplumsal cinsiyet kültürel bir yapılanmadır; cinsiyeti tayin eden genetik ve biyoloji iken, toplumsal cinsiyet

The present study showed that palmitic acid (C 16:0) was the major saturated fatty acid was detected in all studied taxa, and that stearic acid (C 18:0) was the second

Bozucu Giriş bozucusu Çıkış bozucusu Çıkış hatası Giriş vektörü Ortalama Kontrol ufku Öngörü ufku Olasılık yoğunluğu fonksiyonu Referans Kovaryans Zaman Giriş

Kadınlığın toplumsal bir inşa olduğu fikrinin yanısıra, kadının çoğu zaman ataerkil bir zihniyetin yönlendirmesiyle hareket etmek zorunda kaldığı, eril bir söylem

Bu muiiıkatın ilk kiHiuını diin vermiştik, Bugünkü kısımda oh uyacağını/ gr- bi, Taurıöver insan ruhunda altıncı bir hissin mevcut olduğuna mutlak