• Sonuç bulunamadı

1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi,

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi,"

Copied!
127
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Her büyük yazar işe iyi bir okur olmakla başlar ve yıllar geçtikçe, tercih ettiği ya da dışladığı okumalarıyla kişisel bir kitaplık yaratır.

Buenos Aires'teki Ulusal Kitaplık'ın (ki burada dünyanın başka yörelerinde bulunmayan kitapların olduğu söylenir) yöneticisi f orge Luis Borges bu kitap bolluğundan yararlanmasını bildi: Zaten büyülenmiş okurlarına, derin bilgi ve neşesiyle, şaşırtıcı derecede ilginç derlemeler hazırlayıp sundu.

Düşsel edebiyatın mücevherlerini oluşturan metinleri bir araya getirdi ve onun en güzel hikayelerinden biri olan Babil Kitaplığı, aynı zamanda dizinin adı oldu.

1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi, daha şimdiden bir edebiyat klasiğidir. Bir araya gelen bu kitaplar aynı zamanda Buenos Aires 'in bu büyük kütüphanecisine adanmış en duygusal anıtlardan da birini oluşturur.

İyi okumalar.

F. M. Ricci

(3)

Dost J(itabevi

(4)

Babil Kitaplığı

(5)

Büyük Ta§ Yüz Nathaniel Hawthorne

onsoz

J orge Luis Borges

(6)

Wakefield

The Great Stone Face Earth's Holocaust

Mr. Higginbotham's Catastrophe The Minister's Black Veil

İngilizceden Çeviren:

C. Hakan Arslan

Önsöz, İspanyolcadan Çeviren:

Mukadder Yaycıoğlu

ISBN 975-7501-30-6

© 1979 Franco Maria Ricci

Bu kitabın tüm yayın hakları Dost Kitabevi Yayınları'na aittir.

Birinci Baskı, Haziran 2000, Ankara

Tasarım: Franco Maria Ricci, Marcella Boneschi Fotokompozisyon: Fototype, Milano

Baskı: Pelin Ofset, Ankara

Yayın Ekibi:

Ali Karabayram, Fisun Demir Teknik Hazırlık

Mehmet Dirican

Bu kitaplar, Adobe PageMaker 6.5'teformatlanmış ve Adobe Type Library Bodoni yazı karakterleri kullanılarak hazırlanmıştır.

(7)

Önsöz

N athaniel H awthorne 1804 yılında Salem Lima­

nı 'nda doğdu. Salem o zamanlar Amerika için iki kuraldışı özellik sergiliyordu; eskilik ve çö­

küntü. Hawthorne, 1836 yılına kadar İncil'den alınmış göksel bir adla bilinen bu eski ve yıkık şehirde yaşadı; sevgiden yoksun kişilerin, başa­

rısızlıkların, hastalıkların ve manilerin esinledi­

ği hüzünlü bir aşkla sevdi onu; aslında ondan asla uzaklaşmadı demek yalan olmaz. Elli yıl sonra, Londra ya da Roma' dayken bile hala püri­

ten bir taşra olan Salem'de yaşıyordu; örneğin

XIX.

yüzyılda yontucuların çıplak heykeller yap­

malarını onaylamıyordu ...

Babası, Kaptan N athaniel H awthorne, 1808 yılın­

da Doğu HintAdaları'nda, Surinam'da sarı hum­

madan öldü; atalarından biri,

J

ohn H awthorne, 1692 yılında aralarında Tituba adlı esir bir kızın

9

(8)

da bulunduğu on dokuz kadının darağacına gön­

derildiği büyücülük davalarında yargıçlık yaptı.

Bu ilginç davalarda fanatizmin başka biçimler aldığı görülür,

J

ohn H awthorne katı ve şüphesiz samimi bir biçimde davrandı. "Büyücüleri ölüme mahkum etmek ona öyle bir ün sağladı ki bu ta­

lihsiz kadınların kanlarının onu lekelediğini düşünmek yerinde olur.

O

denli derin bir leke ki Charter Street mezarlığındaki yaşlı kemikle­

rinde bunu bulmak mümkün olabilir, eğer ke­

mikleri toprağa dönüşmediyse," diye yazar Hawthorne.

Kaptan H awthorne öldüğü zaman dul karısı ken­

dini yatak odasına hapsetti; aynı şeyi çocukları Louisa, Elizabeth ve Nathaniel de yaptı. Artık yemeği bile beraber yemiyorlar, neredeyse tek bir kelime bile konuşmuyorlardı; her birinin odasının kapısının önüne yemekler tepsi içinde bırakılıyordu. N athaniel günlerini

W akefield

ya da

Rahibin Kara Peçesi'ni

yazarak geçiriyordu;

karanlık bastırmaya başlayınca ise yürüyüşe çı­

kıyordu. Bu sakınımlı yaşam biçimi on iki yıl sürdü. 1837 yılında Longfellow'a şu satırları yazdı: "Hiç niyetim olmadığı halde kendimi hapsettim; başıma geleceği aklımdan bile geç­

mezken bir tutukluya dönüştüm; kendimi bir hücreye kapattım ve şimdi anahtarı bulamıyo­

rum; kapı açık olsa bile herhalde dışarı çıkmak bana korku verirdi."

Hawthorne, ince, uzun boylu, esmer ve yakışık­

lıydı. Denizcilere özgü bir yürüyüş biçimi vardı.

O

zamanlar, iyi bir tesadüf eseri, çocuk edebi-

10

(9)

yatı yoktu: Hawthorne altı yaşında

Pilgriın's Progress'i

okumuştu; kendi parasıyla aldığı ilk kitap

The Faerie Queen

oldu. Her ikisi de alego­

rik yapıtlardır. Her ne kadar yaşamını inceleyen araştırmacılar sözünü etmese de, Hawthorne, İncil'i de okumuştu; bu, belki de Hawthorne so­

yunun ilk üyesi William Hawthorne'un 1630 yılında bir kılıçla birlikte İngiltere' den getirdiği İncil'di. Edgar Allan Poe, Hawthorne'u, savunu­

lamaz olarak nitelediği alegori türünü kullan­

makla suçladı. Croce de aynı düşüncedeydi; ale­

gorinin yorucu bir söz kalabalığı olduğunu söy­

lüyordu . . .

Hawthorne 1842 yılında evlendi; bu tarihe ka­

dar yaşamı tamamen hayal gücüne dayanmıştı.

Baston gümrüğünde çalıştı, Liverpool'da kon­

solos olarak görev yaptı, Floransa ve Roma'da yaşama şansına sahip oldu ama Hawthorne'un gerçeğini her zaman püriten imgelem gücünün alacakaranlık dünyası oluşturdu.

Bu seçkide yer alan iki öykü karşısında hiçbir çağdaş okuyucu Kajka'nın görüntüsünden kurtu­

lamayacak. Sayısız erteleme düzeneği Kajka'nm­

kiyle aynı ama H awthorne acı ve gerilimde azal­

ma olmaksızın öykünün başından itibaren so­

nunu haber verir.

W akefield,

H awthorne'un, bel­

ki de yazın sanatının en iyi öykülerinden biridir.

Gölge konusu insan imgelemine tekrar tekrar dönen konulardan biri, su ve aynalar ise bu konu­

nun habercisidir.

Büyük Taş Yüz'

de bu konunun beklenmedik ve özgün bir biçimde işlendiğini görürüz. Bu öykü aynı zamanda eski bir konuyu,

1 1

(10)

arayış konusunu, kendini arayan ama bunun far­

kında olmayan arayıcı konusunu da içerir.

Ateşe Verilen Dünya,

Hawthorne'un dostları olanNew England transandantalistlerinin mistik tartış­

malarıyla örtüşür; asıl gerçek, görülür ve doku­

nulur dünya olmayıp insan aklıdır.1841 yılında Poe, günümüzde çok rağbet gören polisiye türünü ortaya çıkarır; Hawthorne bu tarihten dört yıl önce sürpriz ve oyunların habercisi

Bay Higgin­

botham'ın Başına Gelenler'i

yayınlamıştı. Bu ya­

pıtta Hawthorne komik olanı vurgular; eğer me­

tin günümüzde yazılmış olsaydı sonu trajik olur ve öykünün çıkış noktasını teşkil edebilirdi. Bu seçkinin son öyküsü

Rahibin Kara Peçesi

saf ve fütursuz bir alegoridir; böyle olmasına karşın yalnızca etkili değil aynı zamanda unutulmaz bir öyküdür. Hawthorne dünyanın en iyi ve en kötü öykülerini yazdı; bu seçkide en iyilerini su­

nuyoruz.

Kutsal Beda gibi Nathaniel Hawthorne da düş görerek öldü. Ölümü 1864 yılının baharında New Hampshire dağlarında gerçekleşti. Haw­

thorne'un düşünü kurduğu, ölümün ise sildiği ya da taçlandırdığı öyküyü hayal etmemizi hiçbir şey engelleyemez. Ayrıca, tüm yaşamı bir dizi düşten başka bir şey değildi.

J orge Luis Borges

12

(11)

Büyük Ta§ Yüz

(12)

Wak efield

Eski bir dergi ya da gazetedeki bir öyküyü anım­

sıyorum, yaşanmış bir olay olduğu söyleniyordu, kendisini uzunca bir süre karısından uzak tutan, ondan ayrı yaşayan bir adamın -Wakefield diye­

lim ona- öyküsüydü bu. Kısaca böyle özetleyebi­

leceğimiz bu olay pek alışılmadık sayılamayacağı gibi, -eğer özel bir nedene dayanmıyorsa- utan­

mazlık ya da saçmalık olarak ilençlenmeyebilir de. Gelgelelim, öyle çok abartılı sayılamayacak bu olay belki de eşin ihmal edilmesi konusunda kayda geçmiş en tuhaf örnek; üstelik insanın bun­

ca tuhaflığı arasında oldukça ayrıksı bir yere sa­

hip. Evli çift Londra'da yaşıyordu. Adam bir yolcu­

luğa çıkacağı bahanesiyle evden ayrılıp yan sokak­

ta bir daire tutmuş, burada eşinin de dostlarının da haberi olmadan, görünürde böylesi bir sürgün için hiçbir neden bulunmaksızın. yirmi yılı aşkın

I .�

(13)

I

(

J

(

I l

bir süre yaşamışlı. Bu dönem boyunca her gün evi­

ni, daha çok da terk ettiği Bayan W akefield'ı gözle­

yip durmuştu. Evlilik bağındaki bu büyük kesinti­

nin ardından -artık öldüğüne karar verilmiş, malı mülkü eşine kalmış, adı çoktan unutulmuş, eşi de nice nice önce dulluk hazanını ardında bırakmış­

ken- bir akşam sakince, sanki evden daha o sabah çıkmış gibi kapıyı açıp içeri girmiş ve ölümüne dek sevgi dolu bir eş olarak yaşamıştı.

Olayın anahatları anımsayabildiğim kadarıyla böyle. Ancak bu olay son derece özgün, benzersiz, hatta eşine bir daha asla rastlanmayacak türden olmasına karşın, insanlara pek tanıdık gelecek, onlarda bir duygudaşlık yaratacaktır kanımca.

Hepimiz, kendi adımıza böyle bir çılgınlığa yel­

tenmeyeceğimizi bilir, yine de başka birinin bu işe girişebileceğini sezeriz. E n azından, benim düşünceme göre, bu sık sık aklımıza gelir, bizde bir hayranlık uyandırır; öykünün doğru olması gerektiğini düşünür, kahramanın kişiliği üzerine bir şeyler kurarız. Kişinin aklına böyle bir şey düşmeye görsün, bunu düşünürken zaman su gibi akıp gider. Okurun yeğlediği buysa bırakalım da­

lıp gitsin kendi düşüncelerine ; yok, benimle bir­

likte Wakefield'ın yirmi yıllık sapkınlığının izini sürmeyi seçiyorsa hoş geldi sefa geldi; şundan emin olsun, bu öyküde güzelce derlenip toparlan­

mış, son tümcede özetlenmiş bir anlam ve öz göre­

cek - kuşkusuz bizim kendi yaşamlarımızda böy­

le bir anlam ve öze ulaşamadığımız olur. Düşünce her zaman istenen sonucu verir ve he r çarpıcı olaydan bir ahlak dersi çıkar.

16

(14)

'\,1�ıl bir adamdı Wakefield? Ona kenel i bakışı- 1:ıızca şekil vermekte ve bunu Wakefield diye ad­

,,rndırmakta serbestiz. Artık yaşamının tepe nok­

ıa�ındaydı; evliliğindeki hiçbir zaman fazla yo- 2"un olmayan sevgisi dingin, alışıldık bir ilgiye dö­

ııü�müştü; tüm kocalar arasında belki de en sadık ,.Ja111ydı, çünkü bell i bir ağırlık, nerede bul una­

' ak olursa olsun, yüreğini yatışmış tutuyordu.

Aydın biriydi, ama pek de çalışkan olduğunu söy­

leyemeyiz; zihnini herhangi bir erek gütmeyen ya da böyle bir ereğe varma gücü taşımayan uzun ve gevşek düşüncelerle oyalamayı yeğli yor­

du; düşüncelerinin, sözlerin dayanak n oktasını kavrayacak kadar canlı olduğu pek enderdi. Düş­

�ücü, bu kavramı gerçek anlamıyla düşünecek olursak, W akefield'ın yetenekleri arasında yer etmemişti. Dostumuzun bu soğuk ama ne baştan çıkmış ne de yolunu şaşmış yürekle ve asla ne isyankar düşüncelerle dolup taşan ne de yaratıcı­

lıkla bulanan bir zihinle, alışılmadık işler gören­

lerin en başında geleceğini kim sezinleyebilirdi ki? Tanıdıklarına sorulsa, bu adamın, Londra'da bugün eylediği işler yarın hatırda kalmayacak olanlar arasında ilk sırayı tuttuğunu söyleyecek­

lerdi. Bir tek can yoldaşı karısı duraksardı her­

halde. Karısı, adamın kişiliğini çözemese de onun hareketsiz zihninde yer tutmuş uyuyan, durgun bir bencilliğin az çok ayırdındaydı; en rahatsızlık verici özelliği olan kendine özgü bir burnu büyüklük; düzen çevirmek yönünde bir eğilimdi, bunun da açığa çıkmaya değmeyecek küçük sır­

ları korumaktan öte olumlu bir sonuç verdiği pek

l 7

(15)

görülmezdi; ensonu, kadının dediğince, hu uslu adamda kimileyin ortaya çıkan belli bel irsiz b i r yabancıhk. B u sonuncu n i telik tanımlanabilir gi­

bi değildi, belki de tanımsızdı.

Gelin gözümüzün önünde W akefield'ın karısına hoşçakal dediği anı canlandıralım. Ekim ayında b ir akşamüstü. Üstünde gri paltosu, muşamba kaplı şapkası, botları, bir elinde şemsiye, diğerin­

de küçük bir bavul. Bayan Wakefield'a taşraya giden gece arabasına bineceğini söyledi. Kadın bu yolculuğun ne kadar süreceğini, amacını, tah­

minen ne zaman geri döneceğini sormak isterdi;

ama adamın zararsız gizem düşkünlüğüne göz yumduğundan, ona soran gözlerle bakmakla ye­

tindi. Adam, ille de dönüş arabasıyla geleceğini düşünmemesini, üç dört gün kadar gecikecek olursa kaygılanmamasını, ama her durumda Cuma akşamı yemeğe yetişeceğini söyledi. Düşü­

necek olursak, Wakefield ne yapacağından gayet emindi. Adam elini uzattı, kadın bu eli tuttu ve on yıllık bir evlilikte artık kanıksanmış hale gelen hoşçakal öpücüğünü karşıladı; böylece orta yaşlı Bay Wakefield, bir haftalık yokluğu konusunda sevgili hanımının herhangi bir kaygıya kapılma­

sına yol açmadan evden ayrıldı. Kapı arkasından kapandıktan sonra, kadın, kapının hafif aralık kaldığını görüp de sıkıca örteyim dediği sıra, ara­

lıktan kocasının kendisine gülümseyen yüzü gö­

ründü ve bir an sonra kayboldu. Kadın o sıra bu önemsiz olayın üzerinde hiç mi hiç durmamıştı.

Ama aradan nice zaman geçip de dulluk yıllarının evlilik yıllarını aştığı bir dönemde, bu gülümse-

1 8

(16)

me, Wakefield'ın yüzünü her anımsayışında kendj­

ni gösterip gözünde canlanıverdi . Neredeyse her dalıp gidişinde bu benzersiz gülümseyişi -onu tuhaf ve ürkü verici kılan- nice düşlemle be­

zerdi: Örneğin kocasını bir tabutun içinde, soluk yüzünde o ayrılış ifadesi donup kalmış olarak ya da cennette, mübarek ruhunda hala o dingin ve kurnaz gülümseyişi taşır halde düşlerdi. Diğer bütün düşlerinde de kocası cansız yatıyordu, ama belki de bu gülümseyiş yüzünden, kimileyin ger­

çekten dul kalıp kalmadığı konusunda kuşkuya kapılırdı.

Ama bizim işimiz adamla. Kişiliğini kaybettiği, kalabalık Londra hayatına karıştığı sokaklarda onun peşinden koşmamız gerek. Yoksa boşa ara­

yıp dururuz onu. Öyleyse adımlarını yakından izleyelim, gereksiz birkaç sapma ve dönüşten sonra, onu daha önce sözünü ettiğimiz küçük dai­

rede ateşin başına keyifle yerleşirken görüyoruz.

W akefield şimdi kendininkine komşu sokakta ve yolculuğu sona ermiş durumda. Kimseye görün­

meden orada kalmak konusunda talihinin yaver gittiğine pek inanası gelmiyor - bir keresinde ka­

labalığa karışmakta geciktiğini, aydınlık bir so­

kak lambasının tam altında kaldığını anımsıyor;

bir keresinde de çevresindeki kalabalıktan kolay­

ca ayırt edilebilen ayak seslerinin kendisini izle­

diği duygusuna kapılmıştı; başka bir zaman da uzaktan birini n bağırdığını işitmiş, kendi adı çağrılıyormuş gibi gelmişti. Hiç kuşkusu yoktu, bir yığın bokböceği onu izlemiş ve bütün olup bi­

teni karısına anlatmıştı . Zavallı Wakefield ! Bu 1 9

(17)

k oca dünyada beş paralık değerinin olmadığı nı hiç bilmiyorsun ! Benimkinden başka hiçbir ölüm­

lü göz izini sürmüyor senin. Yatağına rahatça uzan, budala herif; sabah olur olmaz da, eğer bi­

razcık aklın varsa, dosdoğru eve, sevgili Bayan W akefi eld'a k oş, her şeyi anlat ona. Bir haftacık için bile olsa, onun iffetli bağrından uzağa koma kendini. O, bir an için bile öldüğünü ya da kaybol­

duğunu ya da ondan sonsuza dek ayrıldığını dü­

şünecek olsa, artık gerçek eşinin sonsuza dek de­

ğiştiğini anlayacaksın üzünçle. Seni sevenlerle aranda böyle uçurumlar açmak çok tehlikelidir;

nice uzun ve geniş de olsalar çabucak kapanı ve­

rirler.

Neşesinden, coşkusundan ya da her ne diyecek­

seniz işte ondan neredeyse p işmanlık duyan W akefield erkenden yatar ve daha ilk uykusun­

dan sıçrayıp kollarını bu yadırgadığı yatağın ge­

niş ve iç buran ıssızlığına uzatır. "'Hayır," diye düşünür çarşaf altında toplanırken, "'bir gece da­

ha yalnız uyumaya dayanamam."

Sabah her zamankinden erken kalkar ve gerçek­

te ne yapmak istediğini düşünmeye başlar. Aklına üşüşenler onun yönsüz, başıboş düşünüş biçimini yansıtır, gerçekten de bir amaç gözeterek bu gö­

rülmedik girişimde bulunmuştur, ama bunu çekip çevirip kafasında bir yere koyacak durumda de­

ğildir. Planının bulanıklığı ve bunu yapacağım diye çırpınıp durması tam da irade yoksunu bir adama ö·zgü şeylerdir. Gelgelelim Wakefield dü­

şüncelerini olabildiğince özenle gözden geçirir ve bir de ne görsün ? Evde neler olup bütiğini bil-

20

(18)

ınek için yanıp tutuşuyor: Örnek bir eş olan Ba­

yan W akefield hu bir haftal ık dulluğa nasıl daya­

nıyor acaba? Sözün özü, merkezinde yer aldığı o küçücük insanlar ve olaylar dünyası çekip gitme­

sinden nasıl etkilenecek? Görünen o ki hu işin temelinde hastahklı bir burnu büyüklük yatmak­

tadı r. İyi de, Wakefield amacına nasıl ulaşacak?

E vine komşu sokakta uyuyup uyanmış da olsa, sanki yolcu arabası onu bütün gece sürüklemişçe­

sine, uzakta olduğu hu rahat odada kapanıp kala­

rak değil herhalde ! Ortaya çıkarsa bütün planı suya düşecek. İşte zavallı kafası bu ikilemle için­

den çıkı lmayacak biçimde karışmıştır, ensonu so­

kağın başına kadar gitmeye ve ayrıldığı evine bir göz atmaya karar vererek dışarı çıkmaya cesaret eder. Ama alışkanlığına boyun eğer -alışkanlıkla­

rına bağlı bir adamdır-, bir bakar ki ayırdına varmadan evinin kapısına kadar gelmiş; bu can alıcı anda, ayağını basamağa atmışken kendine geliverir. Wakefield! l\ereye gidiyorsun ? Yazgısı bir dönüm noktasındaydı tam o anda. Ge­

riye doğru attığı adımın onu nasıl kötü bir yazgı­

ya sürüklediğini pek düşünmeden, şimdiye kadar hiç duymadığı bir heyecan içinde, s oluk soluğa savuşuyor oradan, ta köşeye vardığında hile haşı­

m çevirip arkasına bakmayı gözü kesmiyor. Onu gören kimse var mı acaba? Ev ahalisi-hanım ha­

nımcık Bayan W akefield, açıkgöz hizmetçi kadın, küçük pasaklı uşak- "Tutun ! Durdurun ! " diye bağrışarak Londra s okakları boyunca kaçkın efendilerinin peşinden koşacak mı? Harika bir kaçış doğrusu! Şimdi durup evine bakacak cesa-

21

(19)

reti buluyor kendi nde, ama alıştığı evi bambaşka gözlerle görüyor, h ani hepimize olur ya, aylar yıllar süren bir ayrılıktan sonra nicedir tanış ol­

duğumuz bir tepeyi ya da gölü, bir sanat yapıtını yeniden görünce böyle bir duyguya kapılı rız.

Normal durumlarda bu anlatılamaz izlenimin ne­

deni, bulanık anılarımızla gerçeklik arasındaki benzer ve farklı yanlardır. Wakefield'm duru­

muncla, tek bi r gecenin büyüsü benzer bir dönü­

şüm yaratmıştı, çünkü bu kısacık zaman aralı­

ğında büyük bir manevi deği şiklik ortaya çık­

mıştı. Ama Wakefield bile ayırdında değildi bu­

nun. Oradan ayrılmazdan hemen önce, karısının pencerenin önünden geçen, yüzü sokağın başına dönük, uzak ve anlı k bir görüntüsünü yakaladı.

Düzenci sersem şimdi karı sının gözünün binlerce ölümlü arasından kendisini seçeceği k orkusuyla tabanları yağlayıveriyor. Soluğu odasındaki ate­

şin başında aldığında, kafası birazcık karışıksa da gönlü rahat mı rahat.

Bu uzun soluklu kaprisin başlangıcı böyleydi işte. İş bir kez haşlayıp da adamın ağırkanlı yara­

dılışını harekete geçirdikten sonra olup bitenler doğal bir akış izler. Onun, uzun uzadıya düşün­

dükten sonra, k ızıl renkli bir peruk aldığım ve Ya­

h udi bir eski ciden alışageldiği kahverengi giyim tarzının dışında kimi giysiler seçtiğini gözümü­

zün önüne getirebiliriz. Bu da tamam. W akefield bambaşka biridir artık. Böyle yeni bir yol tuttu­

ğuna göre, esküıjne dönmesi, onu eşi benzeri gö­

rülmedik bir durumda bırakan adını kadar zor­

dur şimdi neredeyse. Dahası, yaradılışından gelen

22

(20)

bir aksilik onu dik kafal ı kılmış ve Bayan Wake­

field'ın yüreğinde henüz istediği ölçüde bir du­

yarlık uyandıramadığı düşüncesine kapılmıştır.

Kadıncağız neredeyse öleyazacak kadar korkuya kapılmadan da ger i dönmeyecektir. Güzel kadın­

cağız iki üç kez, adımları her defasında daha da ağırlaşarak, yanakları daha da solup yüzü hep daha kaygılı bir hal alarak gözlerinin önünden geçer ve Wakefield, ortadan kayboluşunun üçün­

cü haftasında eve o uğursuz işaretin, bir eczacı kılığına bürünmüş olarak girdiğini görür. Ertesi gün kapıyı çalan olmaz. Akşam vaktiyse bir hekim arabası gelir, kabarık perukalı, ciddi birini bıra­

kır Wakefieldlar'ın kapısına, hekim on beş daki­

kalık bir ziyaretten sonra kapının önünde görün­

düğündeyse bir cenazenin habercisi gibidir san­

ki. Zavallıcık! Ölüyor olmasın sakın ? İşte o za­

man Wakefield bir duygu seline boğulmuş gibi olur; yine de, vicdanını karısının böyle nazik bir anda rahatsız edilmemesi gerektiği düşüncesiyle rahatlatarak, gitmez kadıncağızın başucuna. As­

lında onu alıkoyan başka bir şeyse de bunun ne olduğunu bilemez. Birkaç hafta içinde ka:dın ya­

vaş yavaş düzelir; nöbet geçmiştir; kadının yüreği belki üzünç dolu, ama dingindir şimdi; W ake­

field'ın da, er geç evine döneceğine göre, bir daha bu kadar heyecanlanması gerekmez. İşte W ake­

field'ın bulanık zihninde böyle düşünceler parıl­

dıyor ve kiralık dairesiyle eski evi arasında nere­

deyse aşılmaz bir uçurum bulunduğunun biraz olsun ayırdına varmasını sağlıyor. "Sadece yan s okakta, burnumun dibinde ! " diyor kimileyin.

23

(21)

Budala ! E vin artık başka bir dünyada. Böylece dönüşünü gün be gün erteleyip duruyor ve bunun ne vakit olacağını düşünmeyi bir yana bırakıyor.

Yarın değil -belki gelecek hafta- çok yakında.

Zavallı adam ! Ölülerin dünyadaki evlerini ziya­

ret etme şansı kendi kendini sürgün eden Wake­

field'ınki kadardır ancak.

Böyle beş on sayfalık bir yazı yerine, koskoca bir kitap mı kursaydım acaba! Bu yolla, deneti­

mimiz dışında bir etkinin yaptığımız her işe nasıl el attığını ve doğurduğu sonuçlarla nasıl çelik gibi bir zorunluk ağı ördüğünü ortaya koyabi­

lirdim. Bir büyü elini kolunu bağlamıştır W ake­

field'ın. Şimdi bırakalım da on - on beş yıl evinin çevresinde bir hayalet gibi dolaşıp dursun; bir kez olsun kapısının eşiğini aşamadan, gönlünde barındırdığı bütün sevgisiyle karısına bağlılığını hiç yitirmeden; oysa karısınınki yavaş yavaş eri­

yip gitmektedir. Şunu da belirtmek gerek, Wake­

field nicedir davranışlarındaki tuhaflığı kavraya­

maz olmuştur.

Şimdi şöyle bir sahneye geçiyoruz: Bir Londra sokağının kalabalığında artık yaşını başını almış, kayıtsızca gelip geçenlerin gözüne batacak pek az özelliği kalmış, yine de böyle özellikleri okuma yeteneğine sahip olanlar için, genel görünüşünde sıradan bir yazgının ötesinde izler taşıyan bir adam görüyoruz. Çökmüş biridir bu; daracık alnı kırış buruş; küçük, donuk gözleri bazen kaygıyla kendi üzerinde dolaşıyor, ama çoğun dalıp gidi­

yor gibi. Başını eğmiş, tanıma gelmez, uygunsuz bir şekilde yürüyor, dünyaya görünmek istemez-

24

(22)

miş gibi. Bunu anlamanıza yetecek ölçüde izleyin onu ve çoğun doğanın sıradan varlıklarından bü­

yük adamlar yaratan koşulların, burada ortaya nasıl bir şey çıkardığını görün. Şimdi Wakefield'ı yürüyüşüyle baş haşa bırakıp bakışlarınızı kar­

şıya, elinde bir dua kitabı, kiliseye giden, cüsseli, artık yaşamının son demlerindeki kadına çevirin.

Uzun, kanıksanmış bir dulluğun halim selim ifa­

desi var yüzünde. Acıları ya çoktan yok olup git­

miş ya da yüreğine öyle bir çökmüş ki artık, hiç de özenilmeyecek biçimde neşenin yerini almış.

İşte hu çökmüş adamla direşken kadın geçip gi­

derken, küçük bir kaza oluyor ve iki gövde bulu­

şuveriyor. Elleri birbirine değiyor, kalabal ığın etkisiyle kadının göğsü adamın omuzuna değiyor;

öyle yüz yüze, birbirlerinin gözlerinin içine ba­

karak duruyorlar. Wakefield, on yıllık bir ayrı­

lıktan sonra karısına rastlamıştır !

Kalabalık, bir burgaç gibi ayrı yönlere sürükler ikisini de. Ağırbaşlı dul önceden tuttuğu yolun izinde kiliseye yönelir, ama kapıda bir an du­

raklayıp şaşkın gözlerle sokağa bakar. Sonra dua kitabını açarak içeri girer. Adama gelince! Hare­

ketli ve bencil Londra kalabalığının durup arka­

sından bakmasını gerektirecek kadar yabanıl bir yüzle kaldığı eve doğru koşar, kapıyı açıp kendini yatağa atar. Yıllardır gizli kalan duygular açığa çıkmaktadır; zayıf istenci hunların keskinliğiyle bir an için olsun güç kazanır; yaşamının acınası tuhaflığı o anda gözlerinin önüne seriliverir: V e tutkuyla, titreyerek bağırır: "'Wakefield ! Wake­

field ! Sen delisin ! "

•)

- .)

(23)

Belki de delirmişti gerçeklen. içinde bulunduğu durumun benzersizliği WakeJield öylesine ken­

di içine döndürmüş olmalı ki. diğer insanlar ve yaşamın akışı göz önüne alındığında, aklının ba­

şında olduğu söylenemez pek. Öl ülerin arasına karışmadan, yaşayanlar arasındaki yerini ve ay­

rıcalıklarını bırakarak -ortadan kaybolarak­

kendini dünyadan koparmayı becermiş, daha doğrusu kendini bu halde buluvermişti. Bir kaçı­

nığın (lıermit) yaşamına hiç benzemiyordu onun­

ki. Eskiden oldu�ıu gibi kentin hayhuyu içindeydi;

ama kalabalık yanından geçip gidiyor, onu gör­

müyordu; bir benzetme yapacak olursak, her za­

man karısının yanında, ocağının başındaydı, ama ne birinin sıcaklığını ne de diğerinin sevgisini du­

yumsayabiliyordu. Eskiden pay aldığı insani duy­

guları hala korumak ve insani beklentilerle sarılı olmak, ama bir yandan da bunlarla eski ilişkisini yitirmiş olmak Wakefield'ın benzeri görülmemiş yazgısıydı. Bu koşulların yüreğinde ve zihninde ayrı ayrı, ama belli bir uyum içinde ne tür etkiler yarallığını betimlemeye çalışmak, işi iyice tuhaf bir kurgulamaya çevirmek olur. Başka bir adam olup çıktığından pek az ayırdındaydı bunun, çün­

kü kendini hala eskisi gibi sayıyordu; oysa ger­

çeğin şimşekleri bir an için de olsa çakıp dura­

caktı gözlerinin önünde ve o söylenmeye devam edecekti, "Yakında döneceğim !" diye - yirmi yıl­

dır bunu söyleyip durduğunu unutarak.

Ayrıca bu yirmi yılın, geriye bakınca, Wake­

field'ın işin başında yokluğuna biçtiği o ilk hafta­

dan pek de uzun sayılamayacağının ayırdına va-

2 6

(24)

rıyorum. O, bu olaya yaşamının genel akışı i çin­

deki kısa bir ara diye bakacaktı. Aradan biraz zaman geçip de dönme zamanının geldiğine karar vererek kapıdan içeri girdiğinde, orta yaşlı Bay Wakefield'ı gören karısı sevinçle ellerini çırpa­

caktı . Ya zık, ne büyük bir yanılgı! Belki zamanla en gözde çılgınlıklarımız sona erer, ama kıyamete kadar hepimiz çocuk kalırız!

Gözden yitişinin yirminci yılında bir akşam, Wakefield hala kendisinin saydığı evin yolunu tu­

tar - alışık olduğu şekilde. Sağanakların sık sık kaldırımları dövdüğü ve insan daha şemsiyesini açmaya fırsat b ulamadan çekip gittiği rüzgarlı bir güz akşamıdır. Wakefield eve yaklaşınca bir an durur ve insanın içini ısıtan ateşin ikinci kat­

taki salonun camlarına yansıyan kızıl alazmı, çı­

tırdayan odunlar üzerinde titreşen yalazlarını görür. Sevgili Bayan Wakefield'ın biçimsiz göl­

gesi vurmaktadır tavana. Başlığı, b urnu ve çenesi, kalın beli hayranlık verici bir karikatür oluştu­

r uyor, üstelik bu karikatür yükselip alçalan ya­

lazaların eşliğinde, yaşını başını almış bir dul için fazla neşeli sayılacak bir biçimde dans edip duruyor. Tam o sıra yeni bir sağanak boşanır ve sert rüzgarın savurduğu damlalar Wakefield'ın yüzünü, gövdesini dövmeye başlar. Güz soğuğu içine işlemiştir. Ocağında içini ısıtacak harika bir ateş varken ve karısı yatak odasındaki dolapta -hiç kuşkusuz- hala özenle sakladığı gri ceketini ve poturunu bir koş u gidip getirecekken, burada böyle ıslanıp titreyerek d uracak m ı ? Hayır ! Wakefield o kadar aptal mı? Yirmi yılın der-

2 7

(25)

mansızlaştırdığı bacaklarıyla çıkar merdivenden -ağır ağır!- ama o bunun bile farkında değil. Dur, Wakefield ! N i cedir uzak kaldığın bu eve mi gireceksin ? Oradan da mezara gidersin artık!

Kapı açılır. E ve girerken bir an için yüzünü gö­

rüyor ve ni ce önce karısına oynadığı oyunun işa­

retçisi olan o kurnaz gülümsemeyi tanıyoruz.

Nasıl da acımas ızca alay etmişti z avallı ka­

dıncağızla ! Evet, iyi bir akşam dinlenmesi olacak W akefield için!

Bu mutlu olay -öyle oldu6runu umalım- ancak ön­

ceden tasarlanmamış bir anda gerçekleşebilirdi.

Dostumuzun izini kapı eşiğinden öteye sürme­

yeceğiz. Bize düşünmek için epeyce şey bıraktı, küçük bir bölümü bile buradaki hikmeti bir ahlak dersine çevirecek ve ortaya belli bir resim çıka­

racaktır. Gizemli dünyamızın görünür karmaşa­

sının ortasında, bireyler-başarıyla bir düzene, bu düzenler bir diğerine ve ensonu bir adamın bütün bunları bir yana koyarak yerini sonsuza dek yitirme gibi çok büyük bir tehlikeyle yüz yü­

ze geldiği bir bütüne uyarlanır. Kişi, bir zaman­

lar Wakefield için olduğunca, Evrenin Dışına Düşmüş birine dönüşebilir.

2 8

(26)

Büyük Taş Yüz

Bir akşamüstü, güneş batarken küçük bir oğlanla anası kulübelerinin önünde oturmuş, Büyük Taş Yüz'den söz ediyorlardı. Gözlerini kaldırınca, millerce uzakta da olsa apaçık görüyorlardı onu, güneş ışığı çizgilerini iyice açığa çıkarıyordu.

Neydi bu Büyük Taş Yüz?

Bir dizi yalçın dağın arasında binlerce kişinin yaşadığı büyük bir vadi vardı. Bu i yi insanların kimisi dik ve zorlu yamaçlarda, dört yanı kara ormanla çevrili kütük evlerde otururdu. Diğer­

lerininse rahat çiftlik evleri vardı, bunlar vadinin az eğimli bayırlarındaki ve vadideki verimli top­

rağı işlerlerdi. Kimileri de kalabalık köylerde toplanmışlardı, buralarda insanın ustalığı dağın yükseklerinden kopup gelen azgın suları deneti­

mine alıp uysallaştırmış, suyu pamuk işliklerinde kullanır olmuştu. Sözün özü, bu vadide yaşam

29

(27)

biçimi farklı farklı nice insan yaşardı. Ama hep­

sinin de, ister yetişkin olsun i ster çocuk, Büyük Taş Yüz'e aşinalığı vardı, gelgelelim kimisi bu görkemli doğa mucizesini nice komşularından da­

ha duru biçimde ayırt etme şansına sahipti.

Diyeceğim, Büyük Taş Yüz, görkemli oyunculu­

ğuna yaraşır bir ürünüydü Doğa'nın, bir dağın dik yamacındaki devasa kayalardan oluşuyordu, kayalar öyle bir araya gelmişti ki belli bir uzak­

l ıktan bakılınca tam tamına bir insan yüzüne ben­

ziyordu. Sanki koskoca bir dev, bir Titan, sarp kayalığa kendi yüzünü oymuştu. Geniş alnının yüksekliği otuz metreyi buluyordu; uzun, kemikli bir burun; konuşabilse gökgürültüsü sesi vadinin bir ucundan diğer ucuna yayılacak gibi görünen koca dudaklar. İşin doğrusu, kişi çok yakına gele­

cek olsa bu dev yüzün çizgilerini gözden yitiriyor, geriye karman çorman, birbiri üstüne yığılmış, ağır, kocaman kayalardan bir yığın kalıyordu.

Ama birazcık geriye gitmeye görsün, şaşılası yüz çizgileri yeniden beliriveriyordu; ne kadar uzağa gidilirse o kadar çok insan yüzüne benziyordu, nicedir el değmemiş bir tanrısallık taşıyordu hu yüz; uzaklık arttıkça, çevresini bulutların, dağ­

lardan gelen yüce pusun sarmasıyla belirsizleşen Büyük Taş Yüz kesinlikle canlıymış gibi görünü­

yordu.

Çocuklar için, gözlerinin önünde Büyük Taş Yüz'le büyüyüp bir erkek, bir kadın olmak büyük bir talihti ; çünkü yüzün bütün çizgileri soyluydu, hu yüzde yüce ve sevimli bir anlatım vardı, sanki sevgisiyle bütün insanları kucaklayan ve i çinde

3 0

(28)

daha fazlasına da yer olan kocaman, sıcacık bir yün·ğ1 vardı. Oturup onu i zlemek hile bir eği­

timdi. Çoğu insanın İnancına göre, vadi, taşıdığı bereket in büyük bölümünü, üzerinde hiç dur­

madan sevinçle parlayan, bulutları ışıtan, yumu­

şaklığını günışığına aktaran hu sevecen yüze borçluydu.

Öykümüze kulübelerinin kapısında oturmuş Bü­

yük Taş Yüz'e bakan ve ondan söz eden ana oğulla başlamıştık. Çocuğun adı Ernest'ti.

"Anacığım," dedi dev yüz kendisine gülümser­

ken, "bili yor musun, nasıl da isterdim konuşma­

sını, öyle sevecen görünüyor ki kimhilir sesi de ne kadar tatlıdır. Yüzü ona benzeyen b irini gör­

sem, bütün yüreğimle severim onu."

"Eski bir kehanet gerçekleşecek olursa," diye karşıladı annesi, ""gün gelecek yüzü tam tamına böyle olan birini göreceğiz."

"Tatlı anam, ne kehanetiymiş hu?" diye merakla sordu Ernest. "Yalvarırım bir güzel anlat hana! "

Bunun üzerine kadıncağız, daha yaşı Ernest'ten hile küçükken annesinin kendisine anlattığı öy­

küyü oğluna aktarmaya girişti; geçmiştekileri de­

ğil, gelecekte olacakları anlatan bir öykü; huna karşın çok ama çok eski bir öykü, eskiden hu va­

dide oturan Kızılderililer hunu atalarından dinle­

mişti; atalarının dediğine göre, onlara da hu öy­

küyü dağdaki dereler mırıldanmış, ağaç tepele­

rinde esen yeller fısıldamıştı. Öykünün özü şuy­

du, bir gün gelecek buralarda çağının en yüce ve en soylu kişisi olmaya yazgılı bir çocuk doğacak­

tı, hu çocuk büyüdüğünde yüzü tıpatıp Büyük

31

(29)

Taş Yüz'e benzeyecekLi. Yaşlısından gencine nice kişi, umutlarının tutuşturduğu ateşle, bu eski ke­

hanete bitimsiz bir inanç besliyordu. Gelgelelim diğerleri, bu dünyada koca bir ömür doldurmuş olanlar elden ayaktan kesilene kadar gözleyip b eklemişler, ne böyle yüzü olan birini görmüş ne de komşularından daha yüce ya da daha soylu bi­

rine rastlamışlar, ensonu bunun asılsız bir masal olduğuna karar vermişlerdi. Neyse ne, işin özü, kehanetin yüce kişisi hala görünmüş değildi.

""Ah anam, canım anam !" diye ünledi Ernest, el­

lerini başının üstünde çırparak, ""ben o nu göre­

cek kadar yaşarım inşallah!"

Anası duyarlı, düşünceli bir kadındı, küçük oğlu­

nun koca umutlarını besleyip yüreklendirmeme­

nin en doğrusu olacağını duyumsadı. Ağzından tek çıkan, ""Kim bilir, görürsün belki," oldu.

Oysa Ernest anasının anlattığı öyküyü hiç mi hiç unutmadı. Ne zaman Büyük Taş Yüz'e baksa ak­

lına bu öykü düşüyordu. Çocukluğunu doğduğu kütükten kulübede geçirdi, anasına say gıda ku­

sur etmedi, kadıncağızın her işine koştu, küçücük elleriyle, daha çok da sevgi dolu yüreğiyle ona yardımcı oldu. Böyle böyle mutlu ama çoğun içine kapanık bir çocukluk geçirip yumuşak, sessiz, çe­

kingen bir delikanlı oldu, güneş altında tarlada çalışmaktan teni iyice esmerleşti, ama ünlü okul­

larda eğitim gören nice çocuğu geride bırakan kavrayış gücü, yüzünü pırıl pırıl aydınlatıyordu.

E rnest'in öğreteni olmadığından, ona yol göste­

ren bir tek Büyük Taş Yüz oldu. Günlük işlerini bitirdikten sonra saatlerce onu izliyordu, öyle ki

3 2

(30)

artık bu geniş yüz çizgileri nin onu tanıclığmı, say­

gı dolu bakışlarına karşılık ona sevecenlik ve yü­

reklendirmeyle dolu bir gülümseme sunduğunu düşünmeye başladı. Yüzün Ernest'e bakışında d ünyanın geri kalanına bakışından daha sevecen bir yan yoktu belki, ama bunun bir yanılgı oldu­

ğunu d üşünmemizi gerektirecek bir şey de bula­

mayız. Aslında işin sırrı , oğlanın, başka insan­

ların göremediğini görmesini sağlayan sevecen ve güven dolu içtenliğindeydi; böylelikle her şeye karşı beslediği bu derin sevgi onun kendine özgü, ayrılmaz bir parçası oldu.

Tam o sıralar vadiye bir söylenti yayıldı : Nice çağlar önceden haber verilen ve Büyük Taş Yüz'e benzeyen yüce insan en sonunda görünmüştü.

Uzun yıllar önce genç bir adam vadiden göçmüş ve uzak bir limana yerleşmişti, burada biraz para kazandıktan sonra kendine bir dükkan açmıştı.

Adı -bunun gerçek adı mı, yoksa yaşamındaki alışkanlıklar ya da başarıların sonucu edinilmiş bir lakap mı olduğunu asla öğrenemedim-Altın­

toplar idi. Açıkgöz ve girişken biri olduğundan, ayrıca Tanrı kendisine bütün dünyanın tali h diye adlandırdığı gizemli yetiyi bağışladığından, son derece zengin bir tüccar olup çıkmıştı, kocaman gemilerden oluşan bir filosu vardı. Dünyanın bü­

tün yöreleri bu adamın servetine servet katmak için elbirliği etmişti sanki. Kuzeyin soğuk böl­

geleri, Kuzey Kutbu 'nun karanlığında kalan yer­

ler bile kendi payına düşeni k ürk olarak gönder­

mişti; sıcak Afrika onun için ırmaklarının altın dolu kumlarını elekten geçirmiş, ormanlarındaki

3 3

(31)

koca fi llerin dişlerini toplamıştı; Doğu ona sayıya gelmez kumaş, baharat ve çay sunmuş, ışıl ışı l elmaslarını, kocaman İncilerini göndermişti . Ok­

yanus da karaların gerisinde kalmamak için ona dev balinalar vermişti, Bay Altıntoplar bunların yağı nı satıp da kazan cım artırsın diye! Önüne gelen mal ne olursa olsun, onun elinde paraya dö­

nüşürdü. Tıpkı Midas gibi, elini neye değse o nes­

ne anında parıldamaya başlar, rengi sarıya ke­

ser, çil çil altına, ya da onun daha çok hoşuna gi­

decek biçimde, pul pul akçaya dönerdi. Bay Altın­

toplar artık servetini saymanın bile yüz yıl ala­

cağı kadar zengin olunca, gönlüne doğduğu vadi düştü, ömrünün kalan günlerini doğduğu yerde geçirmeye karar verdi. Bu düşünceyle, oraya uç­

suz bucaksız servetine yakışır bir saray yapsın diye usta bir mimar gönderdi.

Az önce söylediğim gibi, vadide Bay Altıntop­

lar'ın nicedir özlemle, umutsuzca beklenen yal­

vaçsı kişiye dönüştüğü, yüzünün Büyük Taş Yüz'le kusursuz, yads ınamaz bir benzerlik taşı­

dığı söylentisi yayılmıştı çoktan beri. Babasının eski, yıkık dökük çiftlik evinin yerinde, sanki bü­

yü yoluyla, görkemli bir yapı yükselmeye başla­

yınca, insanlar bu söylentinin gerçeklik taşıdı­

ğına iyice inanır oldul ar. Dış cephesi mermer­

dendi, öyle göz kamaştıran bir beyazlıktaydı ki bütün yapı günışığında eriyip gidecekmiş izle­

nimini veriyordu; Bay Altıntoplar"ın çocukken oyun oynadığı, ellerinin daha her şeyi akçaya çe­

v irme yetisini kazanmadığı günlerde, kardan yaptığı üstünkörü evlere benziyordu. Evin uzun

34

(32)

sütunlara yaslanan çok süslü bir revağı vardı, bu­

rada denizaşırı bir yerden gelme, özel renkli bir keresteden yapılmış, üzerine gümüş toplar çakılı yüksek bi r kapı bul unuy o rdu. Her katta yerden tavana kadar yükselen pencereler evin görke­

mine uygun, dev bir cam tabakası oluşturuyordu;

cam öylesine saydamdı ki hava içinden geçip gidi­

yormuş gi bi görünüyordu. Bu saray yavrusunun içini pek kimsenin görebildiği yoktu; ama söyle­

nenlere göre -ki bunda büyük bir doğruluk payı vardı- burası dışarıdan çok daha göz kamaş tırı­

cıydı, o kadar ki başka evlerde demir ya da pi­

rinçten olan şeyler burada altın ve gümüştendi ; özellikle de Bay Altıntoplar'ın yatak odası öyle ışıl ışıldı ki sıradan birinin burada gözlerini yu­

mup uyuması mümkün değildi. Oysa, Bay Altın­

toplar servete öylesine doymuştu ki odanın par­

laklığı gözlerinin ta içine i şlemedikçe gözlerini kapadığı yoktu belki .

Ev istenen zamanda tamamlandı; şimdi sıra evin gösterişli mobilyalarla döşenmesine gelmişti; bu iş de halledilince evde Bay Altıntoplar'ın haber­

cisi olan, hem siyah hem de beyazlardan oluşan bir bölük uşak belirdi, bu heybetli şahsi yetin de gün batımında eve gelmesi bekleniyo rdu. O sıra, dostumuz Ernest bu yüce adamın, bu soylu ada­

mın, kehanetteki kişinin onca gecikti kten sonra artık doğduğu vad iye dönecek olması düşünce­

siyle kendinden geçmi şti. Daha büyümP cağında bir oğlan da olsa, Bay Altıntoplar'ın kartın kadar servetiyle burada bir iyilik meleğine dönü�ınesi­

nin ve insan ilişki leri üzerinde Büyük Ta� Yiiz'ün

(33)

gülümsemesi ölçüsünde kuşatıcı ve sevecen b ir denetim kurabilmesinin bin türlü yolu olduğunu biliyordu. Ernest, iman ve umutla dolu, insanların anlattıklarına, hu adamın dağ yamacındaki büyü­

leyici yüz çizgileriyle tam bir benzerlik taşıdı­

ğına inanmakta gecikmedi. Ernest, bakışları va­

diye dalıp gitmiş durur ve hep yaptığınca Büyük Taş Yüz'ün gözlerini çevirip kendisine sevecen­

likle baktığını düşlerken, dolambaçlı yoldan hızla yaklaşan tekerleklerin gürültüsü duyuldu.

''Geliyor i şte! " diye bağrıştı adamın eve gelişini görmek için toplanan bir grup insan. "Yüce Bay Altıntoplar geliyor işte! "

Dört atın çektiği araba s o n dönemeci d e hızla al­

dı. İçeriden, araba camının aralığından, yaşlı ada­

mın yüzü beliriverdi, teni Midas 'ın eli s anki ona da dokunmuş gibi sapsarıydı. Dar bir alnı, sayısız kırışığın çevrelediği küçücük keskin gözleri ve çok ince, birbirine bastırdıkça daha da i ncelen dudakları vardı.

"Büyük Taş Yüz'ün tıpkısı, tıpkısı!" diye bağrıştı herkes. "İnanmayan kaldı mı, eski kehanet doğ­

ruymuş işte; sonunda geldi beklediğimiz yüce insan!"

İnsanların, sözünü ettikleri benzerliğe gerçekten inanır gibi görünmeleri Ernest'in kafasını iyiden iyiye karıştırdı. Yolun kenarında uzak bir yöre­

den gelme yaşlı bir dilenci kadınla iki küçük ço­

cuk duruyordu; araba yanlarından geçerken avuçlarını uzatıp üzünçlü seslerini yükselttiler, en acınacak pozda sadaka için yalvarıyorlardı.

Arabanın camından -onca zenginliğe el atmış 3 6

(34)

olan- sarı bir pençe uzandı ve yere biraz bozuk­

luk saçtı; bu yüce adamın adı Altıntoplar ise de kendisine Akçasaçan sanı verilse yeriydi. Bunun üzerine insanlar hiç görülmedik bir inançla, tam bir içtenlikle bağrıştılar:

""Büyük Taş Yüz'ün tıpkısı bu adam ! "

Ama Ernest gözlerini üzünçle b u para düşkünü yüzün kurnaz buruşukluklarından çevirip topla­

nan sisin arasmda güneşin son ışıklarıyla parla­

makta olan vadiye dikti, Büyük Taş Yüz'ün ruhu­

na i şleyen yüce çizgilerini hala ayırt edebili­

yordu. Bu yüz yüreğine su serpti. Sevecen dudak­

ları ne fısıldıyordu acaba?

""O gelecek! Hiç korkma yasın, Ernest; beklediğin

adam gelecek ! "

Yıllar su gibi akıp geçti. Ernest artık çocukluktan çıkmış, tam bir delikanlı olmuştu. Vadide oturan­

ların gözüne batmıyordu pek; çünkü onun yaşam biçiminde dişe dokunur bir şey görmüyorlardı;

tabii günlük işleri biter bitmez soluğu hala Bü­

yük Taş Yüz'ün karşısında alması, gözlerini ona dikip düşüncelere dalması dışında. Diğerlerinin gözünde bu tam bir budalalıktı, ama bağışla­

nabilir bir budalalık; çünkü Ernest çalışkan, sevecen ve dost canlısıydı, bu yararsız alışkanlı­

ğına fazlaca düşüp de görevlerini savsakladığı gö­

rülmezdi. Büyük Taş Yüz'ün o nun için bir öğret­

mene dönüştüğünü, bu yüzün dışa vurduğu ince­

liğin genç adamın gönlünü zengin kıldığını ve onu diğer yüreklerdekinden daha kuşatıcı ve derin duygularla doldurduğunu bilmiyorlardı. Dola­

yısıyla, bu yolla kişinin kitaplardan öğreneceğin- 37

(35)

den çok daha iyi bir bilgelik kazandığını, diğer bozulmuş yaşam örneklerine göre çok daha iyi bir yaşam sürdürdüğünü de bilmiyorlardı. Tar­

lalarda, ocağının başında ya da herhangi bir baş­

ka yerde kendi kendisiyle söyleşmeye dursa, için­

de böylesi doğallıkla uyanan düşünce ve duy­

guların o nun başkalarıyla paylaştıklarından daha yücelerde olduğunu E rnest de bilmiyordu. Saf­

anasının kendisine eski kehaneti öğrettiği za­

manki kadar saf- bir ruhla, vadinin üzerinde ışıl­

dayan olağanüstü yüz çizgilerine bakıyor ve onun insan eşi daha nice zaman sonra görünecek diye düşünüp duruyordu.

O sıra zavallı Bay Altıntoplar öldü ve toprağa ve­

rildi; işin garip tarafı da onun her şeyi olan zen­

ginliğinin ölümünden önce eriyip gitmesiydi; bü­

tün varlığından geriye yalnızca buruşuk sarı de­

rili, canlı bir iskelet kalm ıştı. Parası böylece eri­

yip gittiğinden, yıkıma uğrayan tüccarın bayağı yüz çizgileriyle dağ yamacındaki görkemli yüzün çizgileri arasında çarpıcı bir benzerlik b ulan da pek kalmamıştı. Dolayısıyla insanlar ona daha ya­

şarken saygı göstermeyi bir yana bıraktılar ve ölümünden sonra onu yavaş yavaş unuttular.

Doğrusu, yaptırdığı konak düşünülünce, anısı ara sıra canlanmıyor değildi; burası bir süre önce, her yaz şu ünlü doğa harikasını, Büyük Taş Yüz'ü görmeye gelen çok sayıda yabancının kaldığı bir otele çevrilmişti. Neyse ne, Bay Altıntoplar böy­

lece bütün itibarını yitirdi ve bir kenara bırakıl­

dı; kehanetteki adam henüz gelmemişti.

Hal böyleydi ki nice yıllar önce orduya katılan,

38

(36)

bu vadinin yerlisi bir genç, yaşadığı pek çok zorlu savaş sonrasında ünlü bir komutan olmuştu. Ta­

rihte nasıl anılacak olursa olsun, bu adam ordu­

gahlar ve savaş alanlarında Yaşlı Gökgürültüsü sanıyla tanınıyordu. İlerleyen yaşı ve aldığı ya­

ralarla güçten düşmüş, askerlik yaşamının gü­

rültü patırtısından, davul ve borazan sesinden bıkmış olan bu savaş yorgunu kıdemli asker doğ­

duğu vadiye dönmeye niyet etti, orada ardında bıraktığı erince kavuşacağını umuyordu. Vadide­

k iler, eski komşuları ve onların artık büyüyüp koca adam olmuş çocukları bu şanlı savaşçıyı top atışıyla ve herkesin çağrıldığı bir ziyafetle kar­

şılamaya karar verdiler; işin en heyecan verici yanı da Büyük Taş Yüz'ün benzerinin artık bu kez gerçekten ortaya çıkmış olduğunun dilden dile dolaşmasıydı. Yaşlı Gökgürültüsü'nün yolu vadiye düşen emir subayının, gördüğü benzerlik karşısında şaşkına döndüğü söyleniyordu. Da­

hası, generalin okul arkadaşları ve en eski tanış­

ları, anılarına dayanarak hunu yeminle doğru­

lamaya çoktan hazırdılar; bu büyük komutan da­

ha bir çocukken bile görkemli yüze inanılmaz öl­

çüde benziyordu, ama o dönem bunun ayırdına varamamışlardı, şimdiyse gayet iyi anımsıyor­

lardı. Sonuçta bütün vadiyi büyük bir heyecan kuşattı; yıllardır Büyük Taş Yüz'e bir göz atmaya bile üşenen nice kişi, şimdi General Gökgürül­

tüsü 'nün neye benzediğini tam olarak anlamak için onun önünde dikilip duruyordu.

Ernest, büyük şenlik günü gelince, vadideki her­

kes gibi işini bırakıp ziyafetin hazırlandığı yere

3 9

(37)

gitLi. Oraya varmak üzereydi ki Muhterem Peder Savaşborusu'nun gür sesini işiLti, adam önlerin­

deki nice güzel şeye hayır dua ediyor, onuruna bir araya geldikleri üstün barış bekçisi için kut­

sanma diliyordu. Masalar bir açıklığa yerleştiril­

mişti; alanın üç yanı ağaçlarla çevriliydi, doğu yanıysa açıktı; buradan uzaklardaki Büyük Taş Yüz görünüyordu. Generalin, Washington 'ın evinden bir yadigar olarak aldığı sandalyesinin üzerinde defnelerin taze dalları doğal bir zafer takı oluş Luruyordu; bu dallara generalin, altında ülkesi için nice utkular kazandığı bayrak asılmış­

tı. Dostumuz Ernest, ünlü konuğu görebilmek umuduyla parmak uçlarında yükseldi; ancak ma­

saların çevresinde kadeh kaldırmaları ve konuş­

maları dinleme derdine düşmüş, generalin ağ­

zından buna karşılık dökülecek her sözcüğü ya­

kalamaya çalışan inanılmaz bir kalabalık vardı ; kendilerine koruma rolünü biçmiş bir gönüllüler topluluğu da kalabalığın içinde sessiz kalan her­

kesi bağırsın diye acımasızca dürtüp duruyordu.

D olayısıyla, kişiliği öyle her şeye burnunu sok­

ma ya hiç de yatkın olmayan Ernest kalabalığın en gerisine düştü, oradan da Yaşlı Gökgürültü­

sü'nün neye benzediğini, yüzünün hala savaş ala­

nındaki gibi ışıl ışıl olup olmadığını görmesine olanak kalmamıştı. Gönlünü avutmak için, orma­

nın açıklığından sadık ve unutulmamış bir dostu gibi kendisine gülümseyen Büyük Taş Yüz'e bak­

tı. Tam o sıra nice kişinin kahraman askerin yüz çizgilerini uzak dağ yamacındaki yüzle karşılaş­

tırırken söylediklerini işitebiliyordu:

40

(38)

"Aynı yüz, vallahi aynı yüz!'' diye ünledi adamın biri, sevinç içinde zıplayarak.

"Tıpkısı, tıpkısı, üstüne bastın ! " diye karşıladı bir diğeri .

"Tam tamına ! Dev bir aynaya yansımış sanki Yaşlı Gökgürültüsü'nün yüzü ! " diye haykırdı bir üçüncüsü. "Öyle değil mi'( Onun yaşadığımız ça­

ğın, hatta bütün çağların en yüce adamı olduğu kesin."

S onra üçü birden öyle bir çığlık attılar ki bu he­

yecan bütün kalabalığa yayılıverdi, binlerce kişi­

den doğan ses dağlarda yankılanıp durdu, Büyük Taş Yüz gökgürültüsünden soluğunu üflemiş sanırdı bu çığlığı duyan. Dile getirilen düşünce­

ler, sergilenen büyük heyecan dostumuzu i yice inandırdı; dağdaki yüzün ensonu İnsanlar ara­

sındaki eşini bulduğu düşüncesine karşı çıkmak aklına bile gelmedi. İşin doğrusu, Ernest nicedir beklenen kişinin ortaya bilgelikle konuşan, güzel işler gören, İnsanları mutlu eden bir barış adamı olarak çıkmasını beklemişti . Ancak bütün içten­

liğiyle bu manzaraya bakınca, Tanrı'nın insanlığı kutsamak için kendine özgü bir yol tutacağı, hatta bu yüce amacı bir savaşçı, kanlı bir kılıç aracı­

lığıyla gerçekleştirebileceği, gi zemli bilgeliğin iş­

leri böylece düzene sokabileceği düşüncesine gönlü yattı.

" General! General ! " diye çınlıyordu ortalık.

"Susun ! Durun ! Yaşlı Gökgürültüsü bir konuşma ı "

yapaca c

Öyle de oldu ve Ernest'in önündeki perde açılı­

verdi ; sağlığına kaldırılan kadehlerle alkışlanan

:/.]

(39)

general teşekkür elmek için ayağa kalktı. Ernesl onu gördü: İşte orada, insanların omuzlarının arasında, defnelerin birbirine karışmış yemyeşil dallarından bir zafer takı altında, parlak apolet­

leri ve işlemeli yakasıyla öylece duruyordu ; bay­

rak yüzünü gölgelercesine aşağı sarkmıştı ! Aynı göz eriminde, ağaçların arasından Büyük Taş Yüz de görünüyordu! Gerçekten de kalabalığın tanık­

lık ettiği türden bir benzerlik var mıydı? Yazık ki Ernest böyle bir benzerlik göremedi! S avaş yorgunu, koşulların yıprattığı, ama enerjiyle, çe­

lik bir istençle y üklü bir yüzdü gördüğü; ancak yumuşak bilgeliğin, derin, kuşatıcı, sevecen duy­

guların pek yeri yoktu Yaşlı Gökgürültüsü'nün yüzünde; hatta aynı sert görünüş Büyük Taş Yüz'e yakıştırılsa hile, ondaki yumuşak hatlar ko­

laylıkla gidermekteydi bu sert anlatımı.

"Kehanetteki kişi değil hu," diye iç çekti Ernest, kalabalığın arasından sıyrılırken. "Dünya daha ne kadar bekleyecek acep?"

Uzaktaki dağ y amacına sis çöküyor, bu ince per­

denin ardından Büyük Taş Yüz'ün yüce ve kor­

kutucu çizgileri görünüyordu; korku verici ama bir o kadar da sevecen çizgiler, sanki yüce bir melek tepelerin arasına oturup altın sarısı ve mor bulutlardan bir örtüye bürünmüş gibiydi! Başını kaldırınca, bu yüz bir gülümsemeyle aydınlanmış gibi geldi Ernest'e, dudaklar kıpırdamasa da ışıl ışıl yayılan bir gülümseme. Kendisiyle baktığı nesne arasına y ayılmış ince huğu örtüsüne batı­

dan yansıyan güneş ışınlarının bir oyunu olsa ge­

rekti bu. Ama -her zaman olduğunca- bu ola- 42

(40)

ğanüstü dost umuda boğdu Ernest'i ve Ernest de bugüne kadar bütün umutlarının boşa çıkmasını unutuverdi.

"Sakın korkmayasın, Ernest," dedi yüreği, sanki Büyük Taş Yüz kendisine fısıldarmış gibi, "sakın korkmayasın, Ernest; o gelecek."

Yıllar hızla ve sessizce geçip gitti. Ernest hala doğduğu vadide yaşıyordu, artık orta yaşlı bir adamdı. Yavaş yavaş bütün insanlar arasında ta­

nınır olmuştu. Yine, eskiden olduğunca, ekmek kavgası veriyor, geçimini sağlamak için çalışıyor­

du; temiz yürekli yaradılışı hiç değişmemişti. Yi­

ne düşüncelerine, duygularına dalıp gidiyor, en güzel saatlerinin bir kısmını insanlık için yüce iyilikler taşıyan tinsel umutlara harcıyordu, öyle ki meleklerle söyleşip durmuş da ayırdında ol­

madan onların b ilgeliğinden pay almış gibiydi.

Günlük yaşamını kuşatan dingin ve özenli iyilikte, bu yaşamın andığımız düşünce ve duygular için kendisine bolca zaman bırakan akışında görülebi­

liyordu bu. Tek bir gün yoktu ki eskisi gibi alçak­

gönüllü olan bu adam dünyaya iyi bir şeyler kat­

masın. Tuttuğu yolu hiç bırakmadı, ama komşu­

larının hayır duasını kazanmaktan da geri kal­

madı. Böyle böyle, neredeyse kendi istenci dışın­

da, bir vaiz olup çıkıverdi. Düşüncelerinin katık­

sız ve yüce içtenliği elinden sessizce çıkan iyi iş­

lerde nasıl kendini gösteriyorsa, ağzından çıkan sözlere de öylece yansıyordu. Dile getirdiği doğ­

rular, kendisine kulak verenlerin yaşamlarını et­

k ileyip biçimlendirdi. Onu dinleyenler, kom­

şuları ve dostları saydıkları Ernest'in sıradan bir 4 3

(41)

insandan daha öte bir kişi oldu�runu hiç akıllarına getirmediler; Ernest de hiç mi hiç düşünmedi böyle bir şeyi, ama tıpkı bir derenin çağıltısı gibi, kaçınılmaz biçimde dudaklarından dökülen söz­

ler başkalarının ağzından çıkanlara benzemi­

yordu.

Bu arada, insanlar biraz daha serinkanlı düşün­

meye haşlayınca, General Gökgürültüsü'nün yıl­

gı veren görünüşüyle dağ yamacındaki sevecen yüz arasında kurdukları benzerliğin yanlışlığını anladılar. Ama çok geçmeden yeni söylentiler ve gazete haberleri ortaya çıktı; seçkin bir devlet adamının geniş omuzlarının üzerinde yükselen başının Büyük Taş Yüz'e benzerliğinden söz edi­

liyordu. O da, tıpkı Bay Altıntoplar ve Yaşlı Gök­

gürültüsü gibi, hu vadide doğmuş, ama küçük, da­

ha çok küçükken buradan ayrılmış, sonraları da hukuk ve siyaset alanında yükselmişti. Tüccarın serveti ve s avaşçının kılıcı yerine, onda hu iki­

sinden de güçlü bir özellik, konuşma yetisi vardı.

Öyle yetkin bir hitabet adamıydı ki neyi dile ge­

tirmeyi seçerse, dinleyenlerin elinden ona inan­

mak dışında bir iş gelmiyordu; o istemeye görsün, yanlış doğruya dönüşüyordu, doğruysa yanlışa;

ne zaman böyle bir şey gerekse, soluğuyla bir tür ışıltılı sis yaratıp günışığını bununla örtebiliyor gibiydi. Dili gerçekten de büyülü bir araçtı: Kimi­

leyin bir gökgürültüsüne benziyor, kimileyin dünyanın en tatlı müziği olup çıkıyordu. S avaş narasıydı o, barış türküsüydü; bir bakıyordunuz onda acıma heliriv�rmiş, böyle bir şeyin hiç yeri olmadığı bir sıra. Işin özü, şaşılası bir adamdı;

4 4

(42)

diliyle akla gelecek tüm haşarı l arı kazand1ğın­

dan, sesi devlet kurumlarında, kralların, prens­

lerin saraylarında çınladığından, adı tüm dün­

yada tanınır, sesi bir kıyıdan diğerine yankılanır olmuştu; vatandaşları onu Başkan adayı ilan etme gereğini duymuşlardı ensonu. Bundan hemen ön­

ce de -aslında ünü yayılmaya başlar haşlamaz­

hayranları onunla Büyük Taş Yüz arasındaki benzerliği keşfedivermişler ve bundan öylesine etkilenmişlerdi ki bu seçkin adam ülkede Yaşlı Taş Doruk diye tanınır olmuştu. Bu yeni ad onun siyasal geleceğinin habercisi, işareti gibi görüldü;

tıpkı Papalık için olduğu gibi, kimse yeni bir ad yüklenmeden Başkan olamazdı.

Dostları onu Başkan seçtirmek için ellerinden geleni yaparken, yeni adıyla Yaşlı Taş Doruk doğ­

duğu vadiyi ziyaret etmeye karar verdi. Kuşku­

suz ne hemşerileriyle el sıkışmaktan başka bir amacı vardı ne de memleketine yapacağı ziyare­

tin Başkanlık seçimi açısından önemli bir sonuç yaratmasını bekliyordu. Bu ünlü devlet adamı için görkemli karşılamalar düzenlendi; kendisini Eyalet sınırında karşılamak için atlı bir alay oluşturuldu ve herkes işini gücünü bırakıp onun geçişini izlemek üzere yolun iki yanına _ _ yığılı­

verdi. Kalabalığın içinde Ernest de vardı. Onceki sayfalarda anlattığımız gibi, nice düşkırıklığına uğramış olmasına karşın, öyle umut ve güven dolu bir yaradılışı vardı ki güzel ve iyi gibi görünen her şeye inanmaya çoktan hazırdı. Yüreğini her zaman açık tutar, böylece göklerden gelecek her kayrayı yakalayacağından emin olurdu. Şimdi de

45

(43)

yine aynı umul dolu bakışla Büyük Taş Y üz'e olan benzerliği görmek için gelmi şti .

Karşılama alayı gösterişli bir biçimde, yol boyun­

ca atların toynaklarının kaldırd ığı büyük toz bu­

lutu eşliğinde geliyordu; iyice yükselen toz bulu­

tu o kadar yoğundu ki E rnest'in gözleri dağ yama­

cındaki yüzü artık seçemez olmuştu. Y öı·enin bü­

tün önemli adamları at üstündeydiler: Ünifor­

malı milis s ubayları, Temsilciler Mecli s i üyesi , bölge şerifi , gazete müdürleri v e bir yığın çiftçi.

Hepsi sırtlarında en güzel ceketi, uy sal atlarının üzerinde ilerliyordu. Gerçekten de görülmeye değer bir manzara vardı; çok sayıda flama taşını­

yordu, hatta bunlardan birinde ünlü devlet ada­

mıyla Büyük Taş Yüz'ün nicedir tanışırmış, sanki iki kardeşmiş gibi birbirine gülümser biçimde çizilmiş göz kamaştırıcı portreleri de vardı. Bu resimlere güvenmek gerekirse, itiraf edelim ki aradaki benzerlik inanılmazdı. Çaldığı yük sek sesli müzik dağlarda dolanıp yankılanan bandoyu da unutmayalım; öyle ki İnsanın i çine i şleyen neşeli ezgiler, bu seçkin konuğu karşılamak için, doğduğu vadinin tüm yükselti ve derinliklerinde yankılanıp her kuytudan ses getirir gibiydi. Ama en büyük etki, müzik uzaklarda ki dağ yamacına eri şip de yankılandığı zaman gerçekleşti; sanki Büyük Taş Yüz de yüksek sesle, artık beklenen kişinin geldiğini onaylarcasına, bu coşkulu ko­

roya katılıyordu.

Bunlar olup biterken insanlar şapkalarını havaya atıyor ve bütün kalabalığa yayılan bir coşkuyla bağırıyorlardı; Ernest'in yüreği de tutuşuverdi,

4 6

(44)

şapkasın1 havaya fırlatıp bütün gücüyle bağırdı :

"Çok yaşa büyük adam! Çok yaşa Yaşlı Taş Do­

ruk ! " Oysa daha onu görmemişti.

"İşte, işte orada ! " diye ünledi E rnest'in yanında­

kiler. "İşte ! İşte ! Bir Yaşlı Taş Doruk'a bakın, bir de Dağın Yaşlı Adamı 'na, görün nasıl ikiz kar­

deş gibi benziyorlar birbirlerine ! "

Tüm bu gösterişli hengamenin içinden dört beyaz atın çektiği üstü açık bir araba sıyrıldı; içinde devasa başındaki şapkasını çıkarmış halkı selam­

layan Yaşlı Taş Doruk oturuyordu.

"Haydi, itiraf et," dedi Ernest'in komşularından biri, "Büyük Taş Yüz ensonu kavuştu eşine ! "

Şunu belirtmek gerek, E rnest de arabadan selam verip gülümseyen yüzü ilk görüşünde, bununla dağ yamacındaki eski tanıdık yüz arasında belli bir benzerlik kurmuştu. Adamın büyük bir de­

rinlik ve y ücelik taşıyan alnı ve yüz hatları son derece çarpıcı ve güçlüydü; sanki bir kahraman­

dan da öte, Titan'ın yüzüyd ü bu. Ama dağdaki yüzü aydınlatan, dev granit kütleye ruh katan yü­

celik ve ululuğun, tanrısal bir yaradılışın o çarpıcı yansımasının izleri pek görünmüyordu bu yüzde.

Özdeki bir şey yitip gitmiş, bu yüzden ayrı düşmüş gibiydi. Dolayısıyla, olağanüstü yeteneklerle do­

nanmış bu devlet adamının derin göz çukurlarında hep bezdirici bir iç sıkıntısı vardı - tıpkı oyuncak­

larından bıkan bir çocuğun ya da yetileri engin ama hedefleri dar olan ve bütün yüce başarılarına karşın yaşamı. onu gerçekliğe bağlayan yüce bir erek olmadığından. anlamsız kalan bir adamın göz­

lerinde rastlanan türden bir karaduygu.

4 7

1

(45)

ErnesL'in komşusu hala dirseğiyle böğrünü dür­

tüyor ve ondan bir yanıt bekliyordu.

"İtiraf et! İtiraf et! Bu senin Dağdaki Yaşlı Adam'ı­

nın tıpkısı değil mi?"

"Hayır, değil! " dedi Ernest duygusuzca, ''hemen hiç benzerlik göremiyorum."

"O zaman yazıklar olsun Büyük Taş Yüz'e !" dedi komşusu ve Yaşlı Taş Doruk için bir çığlık daha koyuverdi.

E rnest kara kaygı içinde, neredeyse umutsuz­

luğa gömülmüş olarak sırtını döndü: Kaç kez ke­

hanetteki adam geldi işte diye yola fırlamış, se­

vinmiş ve tüm umutlarının boşa çıktığını görmüş­

tü, ama yaşadığı düşk1 rıklıkları içinde en üzücü olanıydı bu. Atlılar, flamalar, bando, arabalar, peşlerindeki şamatacı kalabalıkla birlikte, dev toz bulutunu yatışmaya bırakarak geçip gittiler;

toz diner dinmez, görkemi nice yüzyıllar boyu aşınıp duran Büyük Taş Yüz yeniden ortaya çı­

kacaktı.

"Bak, ben buradayım E rnest!" diye fısıldadı san­

ki o sevecen dudaklar. "Ben senden çok daha uzun süredir bekliyorum, yine de yorgun düş­

müş, usanmış değilim. Korkmayasın sakın; bek­

lediğin kişi gelecek."

Mevsimler birbirini kovaladı, aradan nice yıl geç­

ti. Bu yıllarla birlikte Ernest'in saçına a klar düş­

meye başladı, alnı kırışıklarla doldu, yanakları sarktı. Artık yaşlı bir adamdı. Ama boş yere geç­

memişti yıllar: Sayısı başındaki ak saçları kat kat aşan, bilgelik dolu düşünceler gelişmişti zihnin­

de; buruşukları, kırışıkları, Zaman 'ın işlediği ya-

4 8

(46)

zı Llar olmuştu, hunlarda doğrulukları l ı ı r · '.'- � - boyunca sınanmış bilgelik öyküleri har ı n ı \ <•rıi u Ernest kimselerin tanımadığı biri değildi artık . Hiç peşinden koşmasa da, hiç istemese de nicele­

rinin izini sürdüğü ün onu yakalayıverdi; adı ses­

siz sedasız yaşadığı vadinin sınırlarını aşıp koca dünyada bilinir, tan ınır oldu. Ü niversite profe­

sörleri, halla kentlerin önemli adamları uzaklar­

dan Ernest'i görmeye, onunla söyleşmeye geli­

yorlardı ; hu basit çiftçinin başkalarınınkine ben­

zemeyen, kitaplardan edinilmemiş, ama yüce mi yüce düşünceler barındırdığı söylentisi dört bir yana yayılmıştı - dingin ve içten bir yücelik ti hu, sokaktaki dostlarıyla hoşbeş eder gibi söyleşiyor­

du meleklerle sanki. Gelen ister bir bilge, ister bir devlet adamı, ister bir insansever olsun , E rnest bütün konuklarını çocukluğundan heri sergilediği o yumuşak içtenlikle karşılıyor, akla gelen her konuda rahatça konuşuyor, kimileyin kendisinin ya da karşısındakinin yüreğinin en de­

rinlerine iniyordu. Söyleşirlerken yüzü, kendisi pek ayırdında olmasa da, yumuşak akşam güneşi gibi kızarıyor ve karşısındakilere ışık saçıyordu.

Konukları yanından, işiuikleri sözlerin olgunlu­

ğuyla derin düşüncelere dalmış olarak ayrılıyor ve kendi yollarına gidiyorlardı; vadiden geçer­

lerken gözleri Büyük Taş Yüz'e ilişiyor, huna çok benzeyen bir yüz gördüklerini düşünüyor, ama onu nerede gördüklerini anımsayamıyorlardı.

Ernest yaşlanıp kocarken, cömert Tanrı da yer­

yüzüne yeni bir ozan bağışlamıştı. O da, tıpkı E rnest gibi, hu vadide doğmuş, ama ömrünün hü-

4 9

Referanslar

Benzer Belgeler

taki gökyüzümüzden d aha lacivert olduğunu ve güneşin biraz daha küçük göründüğünü saptadı.. Bu dünyanın iki küç ük Ay'ı da vardı! &#34;'Bizim Ay'ım ıza

manki gibi akşam yemeğini de orada yemişti. Sybil'i hiç o akşamki kadar mutlu görmemişti ve bir an için Lord Arthur, işi korkaklığa mı vursam, Lady Clementina'ya

Eğer gerçeğin bu olduğuna inanıyorsanız, Tanrı’ya şunları söyleyin: Sevgili İsa, Senin Tanrı olduğuna ve benim günahlarım için ölmek için insan olduğuna ve

ninkilerden başka hiçbir hikayeye inanmazdı; o balıklardan birini yakalayıp pişirmi§ ve yemiş, sonra da şişip ölmüştü: Ki bu Keola için iyi bir haberdi.

Aristoteles’in bilimler sınıflamasında mantığa yer vermemesi, bilginlere göre, bir eksiklik olmaktan ziyade, Aristoteles’in, bilimler tasnifindeki şu veya bu

— Aydınlatma : Bütün güzergâh yük- sek basınçlı sodyum buharlı tabii ışık veren ampullerle, bağlantı yolları da cı- va buharlı ampullerle

Şimdiye kadar birinci cilde konmuş olan (sözlük) kısmı müstakil büyük proje ve konstrüksiyon atlas'ı olarak çıkarak yeni tab'ın başlangıcını teşkil ediyor.. 400

yenizden başka bir himaye, sizin odanızdan başka bir sığınak yok benim için, kapatacakmısınız bu odayı bana Alvaro.. Bir İspanyol şövalyesinin, kendisi için hassas