• Sonuç bulunamadı

– 2019 HALİL AKBEL ANKARA YÜKSEK LİSANS TEZİ FOUCAULT ’da (EPİSTEMİK) ÖZNENİN KURULUŞU ANABİLİM DALI FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK) SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ANKARA ÜNİVERSİTESİ I T.C.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "– 2019 HALİL AKBEL ANKARA YÜKSEK LİSANS TEZİ FOUCAULT ’da (EPİSTEMİK) ÖZNENİN KURULUŞU ANABİLİM DALI FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK) SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ANKARA ÜNİVERSİTESİ I T.C."

Copied!
194
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK) ANABİLİM DALI

FOUCAULT’da (EPİSTEMİK) ÖZNENİN KURULUŞU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HALİL AKBEL

ANKARA – 2019

(2)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK) ANABİLİM DALI

FOUCAULT’da (EPİSTEMİK) ÖZNENİN KURULUŞU YÜKSEK LİSANS TEZİ

HALİL AKBEL

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Işıl BAYAR BRAVO

ANKARA – 2019

(3)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK) ANABİLİM DALI

Halil Akbel

FOUCAULT’da (EPİSTEMİK) ÖZNENİN KURULUŞU Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı: Prof. Dr. Işıl BAYAR BRAVO

Tez Jürisi Üyeleri Kabul ve Onay

Adı ve Soyadı İmzası

Tez Sınavı Tarihi: ………

(4)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE

Etik Beyan

Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (.../.../2019)

Tezi Hazırlayan Öğrenci Adı ve Soyadı

………

İmzası

………

(5)

rahm. annem Şükran Akbel'e…

(6)

TEŞEKKÜR

Çalışmamın her aşamasında tavsiye ve yol gösterici tutumu ve engin düşünce anlayışıyla, yardımını ve desteğini benden hiçbir zaman esirgemeyen danışman hocam Prof. Dr. Işıl Bayar Bravo’ya teşekkür ederim.

Bu süreçte karşılaştığım güç durumlarda her zaman yanımda olan, ümitsiz süreçlerimden sıyrılmamı ve motivasyonumu tazelememi sağlayan eşime teşekkürü bir borç bilirim.

Berlin, Mart 2019 H. A.

(7)

İÇİNDEKİLER

KABUL VE ONAY ... III ETİK BEYAN ... IV TEŞEKKÜR ... VI İÇİNDEKİLER ... VII

GİRİŞ... 1

EPİSTEMOLOJİNİN İTEMEL SARKACI ... 3

1. BİRİNCİ BÖLÜM DÜŞÜNCE TARİHİNDE EPİSTEMİK ÖZNENİN SERÜVENİ ... 12

1.1. EPİSTEMOLOJİK DÜALİZMİN RASYONEL KANADI:DESCARTES VE DÜŞÜNEN ÖZNE . 17 1.2. EPİSTEMOLOJİK DÜALİZMİN EMPİRİK KANADI:JOHN LOCKE ... 19

1.3. BİLGİNİN OLANAKLILIĞI KOŞULU OLARAK ÖZNE VE KANT ... 19

1.4. MUTLAK BEN YA DA ÖZNENİN İKTİDARININ İLANI:TARİHSELLİĞE ADIM ... 22

1.5. FEUERBACH VE “GELECEĞİN FELSEFESİNE DOĞRU ... 27

1.6. TARİHSELLİĞİNİ KAZANAN ÖZNE:MARX &ENGELS ... 29

1.7. NİETZSCHENİN PERSPEKTİVİST EPİSTEMİK-ONTOLOJİSİ ... 32

1.7.1. Foucault’da Nietzsche’nin İzleri ... 38

1.8. HUSSERL FENOMENOLOJİK İNDİRGEME VE YÖNELEN ÖZNE ... 42

2. İKİNCİ BÖLÜM FOUCAULT VE EPİSTEMİK ÖZNENİN KURULUŞU ... 46

2.1. ÖZNENİN KURULUŞUNUN BİÇİMSEL BOYUTU ... 48

2.1.1. SÖYLEMSEL DÜZENLER ... 48

2.1.1.1. Söylemin Birlikleri ... 58

2.1.1.2. Söylemsel Oluşumlar ... 61

2.1.1.3. “Nesnelerin” Oluşması ... 63

2.1.1.4. İfade Biçimlerinin Oluşması ... 68

2.1.1.5. Kavramların Oluşması ... 70

2.1.1.6. Stratejilerin Oluşması ... 72

2.1.2. İFADE VE ARŞİV:İFADEYİ TANIMLAMAK... 76

2.1.2.1. İfadenin İşlevi ... 79

2.1.2.2. İfadelerin Betimlenmesi ... 82

2.1.2.3. Tarihsel A priori ve Arşiv ... 85

2.1.3. ARKEOLOJİK BETİMLEME ... 88

2.1.3.1. Yeniliğin Tahsisi (Orijinal ve Düzenli)... 90

(8)

2.1.3.2. Çelişkilerin Analizi (Uyuşmazlıklar) ... 92

2.1.3.3. Karşılaştırmalı Betimlemeler (Karşılaştırmalı Olgular) ... 93

2.1.3.4. Dönüşümlerin Tespiti (Değişim ve Dönüşümler) ... 95

2.1.3.5. Bilim ve Bilgi ... 100

2.1.3.6. Başka Arkeolojiler ... 106

2.2. ÖZNENİN KURULUŞUNUN İÇERİKSEL BOYUTU ... 108

2.2.1. KENDİLİK BİLGİSİ -KENDİLİK KAYGISI DİKOTOMİSİ ... 108

2.2.2. BİLGİ -İKTİDAR BAĞININ DOĞUŞU ... 113

2.2.3. ÖZNENİN ÜÇ BÜYÜK TARİHSEL POZİTİFLİĞİ:EMEK,YAŞAM,DİL ... 115

2.2.4. İKTİDAR -SÖYLEM ANTİNOMİSİ ... 118

2.2.5. TÖZDEN FORMA EVRİLEN ÖZNE ... 120

2.2.6. METODİK AÇIKLAMA:ARKEOLOJİDEN SOYBİLİME ... 123

2.2.7. SÖYLEMİN MARUZ KALDIĞI ÜÇ BÜYÜK DIŞLAMA SİSTEMİ... 130

2.2.8. CİNSELLİĞİN TARİHİ ÖRNEĞİ:HAZ,TEN VE CİNSELLİK ... 133

3. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HER DÖNEMİN KENDİ AKVARYUMU İÇERİSİNDE FOUCAULT’NUN (EPİSTEMİK) ÖZNESİ VE ÇIKIŞ DENEMESİ ... 138

3.1. HER DÖNEMİN KENDİAKVARYUMU ... 140

3.2. BİR ÇIKIŞ DENEMESİ:ESTETİK-VAROLUŞSAL TUTUM ... 152

SONUÇ ... 159

ÖZET ... 166

ABSTRAKT ... 167

ABSTRACT ... 168

KAYNAKÇA ... 169

(9)

GİRİŞ

E. Gerhard Epistemolojiye Giriş kitabının giriş kısmında, basit diyebileceğimiz bir soru ile başlar: “isminizin ne olduğunu biliyor musunuz?” Çünkü hiç kimse bu soruya

“bilmiyorum” şeklinde cevap vermeyecektir. Ancak yine de ismimizi nereden bildiğimiz sorusuna cevap vermenin bizim için ne kadar zor olduğu şaşırtıcıdır. “Gerçekte” ismimin ne olduğunu, ailem veya başkaları tarafından açıklandığını hatırlayamıyorum. Ve hatırlasam bile, bana yalan söylenmediğini, nasıl bilebilirim? Ve diyelim ki kasıtlı olarak bana yalan söylemediklerini biliyorum, peki dünyaya geldiğim hastanede karıştırılmadığını nasıl anladım? Hatta bana ismimi kim söylediyse o kendisi de hata etmiş olabilir. Bütün bunlardan hareketle ismimin ne olduğunu bilmiyorum diyebilir miyim? Yoksa bunu nasıl bildiğimi bilmemerağmen biliyor muyum? Ama bu durumda bilmekten bahsetmem mümkün mü?

O halde Sokrates (M.Ö. 469 – 399)’in o meşhur sözüne “Bildiğim tek bir şey var o da hiçbir şey bilmediğim” demesine şaşmamalı. Üstelik onun bunu nasıl bildiğini sormak bile ayrı bir felsefî sorun. Eğer kendisinin hiçbir şey bilmediği bilgisi, Sokrates'in sahip olduğu tek bilgi ise, şu soruyu cevaplamakta zorlanacaktır: eğer bir insan hiçbir şey bilmediğini nasıl bildiğini biliyorsa, o zaman zaten bu “hiç”ten daha fazlasını bilmiş olacaktır.1

Kim bu tarz düşüncelere kafa yormaya başlamışsa hatta belki de endişe verici boyutlarda sorguluyorsa, o artık epistemolojide ilk adımı atmış demektir. Ancak felsefenin, sadece belirli, sınırlı bir alana karşılık gelen nesnelerle uğraşmayan, felsefeyi diğer (özellikle pozitif bilimlerden) ayıran kendine has bir özelliği vardır. Öte yandan

1 GERHARD ERNST: Einführung in die Erkenntnistheorie., Darmstadt: WBG - Wissenschaftliche Buchgesellschaft 2014, ss. 7-8.

(10)

görünüşte aynı nesnelerle ilgileniyor olsalar da daha yakından bakıldığında, filozofların genellikle kendi disiplinleri veya alt disiplinleri hakkında birbirlerinden farklı bir anlayışa sahip olduklarını görürüz. Örneğin Immanuel Kant (1724 – 1804)’ın ilkesel olarak,

“episteme” veya “doğa” dan bahsettiğinde, tıpkı Platon (M.Ö. 428 – 348) veya G. W.

Friedrich Hegel (1770 – 1831) gibi bir şey anlayıp anlamadığı açık değildir. Öte yandan I. Newton (1643 – 1727) ve A. Einstein (1879 – 1955), aynı alanda aynı nesneler hakkında bahsetmelerine rağmen, ya da Friedrich Nietzsche (1844 – 1900) ve Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff (1848 – 1931)’un aynı konu olan Yunan tradejisi hakkında söyledikleri aynı alan ve hatta aynı kavramları kullanmalarına rağmen onları farklı sonuçlara götürmüştür.2

Bu nedenle, felsefe ve alt disiplinleri söz konusu olduğunda haklı olarak genellikle açımlanması istenen konu, öncelikle ilgili alanın temel kavramlarının bir açıklamasıyla başlar. Felsefi bir disiplini anlamak demek ona dahil olmak, yönelmek demektir. Çünkü felsefe ile uğraşan insan tam olarak sonucun onu nereye götüreceğini bilmeden, nesneleri sadece belirli koşullara, perspektiflere göre olgular ışığında incelemeye çalışır.3 Tıpkı Ludwig Wittgenstein'ın (1889 – 1951) Felsefi Soruşturmalar’ında belirttiği gibi: “Bir felsefi problem şu şekildedir: Yolum hakkında bir şey bilmiyorum, yolumu şaşırdım.”4

2 MARKUS GABRIEL: Die Erkenntnis der Welt: eine Einführung in die Erkenntnistheorie, Originalausgabe, Freiburg: Verlag Karl Alber 2012, ss. 7-8.

3 Bu duruma insanı içinde bulunduğu evrenden soyutlayan John MacDowell ya da beden ruh düalizminden hareketle Quine karşı çıkmaktadır. McDowell, J.: »What Myth?«, in:

Inquiry 50/4 (2007), S. 338–351, bk: S. 349.

4 LUDWIG WITTGENSTEIN: Philosophical investigations: Philosophische Untersuchungen, ed. v. G. E. M. ANSCOMBE, 2nd ed., repr bs, Cambridge, Mass:

Blackwell 1998, s. 49 (§123).

(11)

Felsefî açıdan bilginin ne olduğu sorusu, aynı zamanda “bilgi”nin mahiyeti sorununu, ondan daha da önemlisi “Doğru (hakikat) nedir?” ekseninde bilginin değerini, kapsamı ve sınırlarını ele alıp sorgulayan geniş bir soru spektrümünü beraberinde taşır.

Epistemolojinin İki Temel Sarkacı

Yunancası episteme, Lat. cognitio, İng. cognition, knowledge ve Alm. erkenntnis5 olan bu kavramı dilimize, bazen bilgi bazen de özellikle eğitim ve psikoloji çalışmalarında – onlar daha çok bu süreç ile ilgilendiklerinden – İngilizce cognitio’ya öykünerek biliş şeklinde kullanılsa da, kanaatimizce bu kavramlar tam olarak anlamı taşıyamamaktadır. Çünkü episteme, bilginin doğru ve gerekçelendirilmiş inanç olarak var olabilmesi için, hem bu süreci (yani biliş) hem de bu sürecin sonucunu (bilgi) belirtmektedir. Bu nedenle kavramın köküne sadık kalınarak, yunanca aslını kullanmayı tercih edeceğiz.6

Kuşkusuz epistemoloji felsefenin temel disiplinlerinden biri olagelmiştir. Her ne kadar epistemolojik sorular antik çağlardan beri tartışılmış olsa da bağımsız felsefi bir

5 Ayrıca almanca da kenntnis ve erkenntnis ayrımına burada değinmekte fayda var.

Kenntnis herhangi bir nesne hakkında, tek bir şey hakkındaki bilgiyi ifade ederken erkenntnis ise daha çok bir olgu hakkında etraflıca derinlemesine bilgi sahibi olmaktır.

Kennis varoluşsal yargının bilgisine dayanarak „var olmadan“ (a existiert) bilmektir bir tür kendine mal etmiş olduğun kendilik bilgisinin zıttıdır diyebiliriz. Güncel almanca sözlük bu kavramların tanımını şu şekilde vermektedir: erkenntnis: iz düşümlerinin ve deneyimlerin zihinsel/tinsel olarak işlenmesiyle kazanılan. kenntnis: bir şey (olgu) bilgisi, bir şeyin bilgisi.

6 Bununla birlikte genel kullanıma sadık kalmak adına, bağlamına ve yerine göre, biliş (sadece süreç söz konusu ise) ve bilgi (sürecin sonu kast edildiğinde) sözcüğüne başvurulmaktadır.

(12)

disiplin olarak bu pozisyonunu özellikle Descartes (1596 – 1650)’dan ve Yeniçağ

felsefesinden bu yana elde etmiştir.

Antikçağdan bu yana felsefenin sormuş olduğu temel sorular ve bunlara vermiş olduğu cevaplar ekseninde sınıflandırmalara gidilmiştir. Klasik anlayışa göre özü

metafizik ve ontolojiden oluşan Prima Philosophia’nın temel sorusu: Var (olan) nedir?

iken diğer yandan epistemolojinin temel sorusu ise: Neyi bilebiliriz? olmuştur.7

Bu soruyu cevaplamanın benlik algımız, “Weltanschauung”umuz için çok önemli olduğu açıktır. Bu nedenle burada sadece bir alt disiplin olarak epistemolojinin temel sorunuyla değil, aynı zamanda genel olarak felsefenin temel bir sorunsalıyla karşı karşıyayızdır. İleride göreceğimiz üzere, daha sonraları modern çağlarda, klasik ontoloji giderek epistemolojik bakış açılarına yönelmiş, o yöne doğru evrilmiştir.

Özellikle Descartes ile, varlık nedir, neyin var olduğu soruları sorulmadan önce neyi bilebileceğimizin açıklığa kavuşturulması gerektiği fikri ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu çizgide gelişen modern analitik felsefe ile dil felsefesi bu makasın açılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bunların temel sorusu: “neyin var olabileceği ve neyi bildiğimiz hakkında nasıl konuşabiliriz?” olmuştur. Bununla birlikte analitik felsefede dil felsefesine dönüş yine epistemoloji üzerine kurulmuştur. Sonuç olarak, son yüzyılda bu durum, bilgimizin “sınırlarının” belirlenmesi, özelde epistemolojinin genelde ise felsefenin en temel görevi olmuştur diyebiliriz.8

En güzel felsefi sorular, doğal olarak başka soruları da beraberinde getirir. Bu soru da aynı şekilde pek çok soruyu beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla, bilginin doğası sorusunu takip eden soruların tamamı epistemoloji çerçevesinde kısmen ele alınmaktadır.

7 IMMANUEL KANT: Werke in zwölf Bänden, c. 4, ed. WILHELM WEISCHEDEL, Frankfurt am Main: Suhrkamp 1977, s. 676.

8 GERHARD ERNST: Einführung in die Erkenntnistheorie., s. 8.

(13)

Epistemoloji bu sorulara cevap ararken bazen “komşu disiplinlerden” yardım almaktadır.

Örneğin bilginin hakikat ile olan ilişkisi araştırılıyorsa bu durumda, hakikat kavramı hem dil felsefesinde hem de metafizikte belirleyici rol oynayan bir kavram olduğu için, bu iki disiplin de bu soruyla ilgilenebilir. Hakikatin yanı sıra epistemoloji ve bu alana ait onun temel kavramları olan, bilgi, inanç, nedensellik, gerekçelendirme, yeterli sebep ilkesi ve ihtimal gibi birtakım kavramlarla birlikte farklı alt disiplinler altında incelenmektedir.9 Sonuç olarak bunların temel ortak noktası, epistemenin (biliş ve bilginin) ne olduğunu bilmek istemeleridir.10

O halde “bilgi” nedir?, bu kavramı nasıl tanımlayabilir, karakterize edebilir ve açıklayabiliriz? sorularını sorduğumuzda karşımıza temel de üçlü bir ilişki çıkmaktadır.

Bir tarafta özne vardır diğer tarafta nesne ve nesne hakkındaki soru. Bu sorular bizi bilginin nesnesinin biçimsel doğasına götürür, yani özne nesneyi anlamlandırır.

Dolayısıyla hareket noktası hangi taraf olursa olsun, bütün epistemolojik görüşlerin temel ortak özellikleri bu özne-nesne ikilemi (Dualität) üzerine kurulu olmalarıdır.

Bu durum aynı zamanda felsefenin kadim sorunlarının başında gelen bilgi ve bilginin kaynağı konusu, Batı’da öteden beri Ada’da ampirizm ve Kıta’da rasyonalizm olmak üzere iki farklı kanaldan devam edegelmiştir. Rönesans, Klasik Çağ (XVII. Ve XVIII.

Yüzyıllar) ve Modern Çağ (XIX. Yüzyıl ve sonrası) olmak üzere “Batı düşüncesinin üç

büyük dönemini bilgi sistemleri açısından birbirinden ayırarak onları betimlemeye çalışan” Foucault, bu üç büyük dönemde bilginin ve bilimin oluşumu üzerine yoğunlaşmıştır.11

9 A.g.e., ss. 9-10.

10 MARKUS GABRIEL: Die Erkenntnis der Welt-eine Einführung in die Erkenntnistheorie, s. 9.

11 Foucault, bugüne kadar araştırma konusunun yöneliminin epistemeye doğru olduğunu da kabul eder. Bunun nedeni ise kültürel eğilim sonucu söylemsel oluşumların

(14)

Her ne kadar Nietzsche gibi düşünürler on yıllar önce “öznenin ölümünü” ilan etmiş ancak bu “özneler-arası gerçeklik” zemininde kendisine hakkettiği yeri bulamamış olsa da – nitekim Nietzsche kendisi gibi olanların düşüncelerinin çağ dışı olduğunu “henüz yaşanmamış geleceğin erken doğmuş çocukları”12 sözleriyle ifade edecektir, ancak – XX.

Yüzyıla gelindiğinde, artık Öznenin ‘ölümünün’ hemen hemen her alanda kabullenildiğini görürüz.

XX. Yüzyılın sonuna kadar Batı felsefesi tarihi, bir zamanlar her şeye muktedir olan düşünen öznenin13, Foucault’nun, “insanın, tıpkı denizin sınırında bir kum görüntüsü gibi kaybolduğu”14, klasik metaforunda tasvir ettiği üzere, kendi yıkımı doğrultusunda gelişen bir söylemler bütününden ibarettir. Özellikle bahsi geçen yüzyılda felsefe ve beşerî bilimlerin karşı karşıya kaldığı bunalım ve bu bunalıma getirilen çözümler ışığında ortaya çıkan, çağdaş felsefe üzerinde etkili olmuş, fenomenoloji, yorumbilim yapısalcılık gibi

“epistemolojikleşmeyi” sürdürmeleridir. “Söylemsel oluşumlar oyunun yakalanabilmesi, bilimsel söylemlerin küçük aralığı içinde olanaklıdır.” MICHEL FOUCAULT: Bilginin Arkeolojisi, çev. VELI URHAN, 2. bs, İstanbul: Ayrıntı Yayınları 2014, s. 226.

[Foucault’ya göre en verimli arkeolojik betimlemeye en açık dönemin Rönesans’tan XIX.

yüzyıla, bu kadar pozitifliğin epistemolojikleşmesini gözler önüne sermiş bulunan bu

„klasik çağ“ olması, bu koşullarda şaşırtıcı değildir.]

12 FRIEDRICH WILHELM NIETZSCHE: Fröhliche Wissenschaft = La gaya scienza, Berlin:

CreateSpace Independent Publishing Platform 2013 (, hrsg. v. MİCHAEL HOLZİNGER), s. 217.

13 Batı felsefesi geleneğinde geniş bir yelpazeye sahip olan öznenin önceliği, genelde insani duyguların Tanrı’ların etkilerini yenebilecek yegâne karakter olarak tasvir edildiği ölümsüzlük ve insan ruhunun özerkliği teorisini savunarak, Homer’in eserlerine karşı çıkan Platon ile başlatılmaktadır. Kıyas için bkz: Walter Schultz, Philosophie in der veränderten Welt, 2001, 340.

14 MICHEL FOUCAULT: Kelimeler ve şeyler: insan bilimlerinin bir arkeolojisi, çev.

Mehmet A. KILIÇBAY, 5. bs, Ankara: Imge Yayıncılık 2015, s. 539; FOUCAULT, Michel:

Die Ordnung der Dinge: eine Archäologie der Humanwissenschaften, çev. ULRICH

KÖPPEN, Frankfurt am Main: Suhrkamp 2015, s. 462.

(15)

akımların arasında Foucault’nun tartışmaya katkısı, kullandığı episteme ve söylem kavramları ile bu kavramları, kavramsal ve izleksel köklerine geri götürerek; köken, hakikat, süreklilik gibi kavramları yeniden yorumlayarak özne sorunsalına eğilmesi olmuştur.

Çağdaş literatür, artık yeni eserler yaratmakta başarısız olan ve bu nedenle zaten var olan şeyleri tekrar etmekten başka seçeneğe sahip olmayan yazarların sonunun geldiğini bizlere bildirmektedir. Küreselleşme ve gözetim devletinin uluslararası terörizmin gölgesinde hızla gelişmesi göz önüne alındığında, özne kendisini hiç olmadığı kadar güçsüz ve başkalarının insafına teslim olmuş hissediyor. Bu karamsar durumda, Max Scheler’in 1928 yılında yapmış olduğu, “tarihin hiçbir devrinde insan şu an olduğu kadar sorunlu hale gelmemiştir”15 ifadesi hiç olmadığı kadar güncelliğini korumaktadır.

Bu çalışma, özellikle “epistemik-özne” ifadeleri düzleminde, XX. yüzyılın önemli düşünürlerinden olan Michel Foucault’nun özne anlayışı üzerine çalışmalarından hareketle onun bilgi, iktidar ve söylem kavramları ve bu kavramların bağlantısallığına ilişkin görüşlerini ele almaktadır.

Foucault öznenin doğrudan sistematik bir teorisini sunmadığı için soru-nun karmaşıklığı göz ardı edilmemelidir. O, çalışmalarında öznenin farklı yönlerine odaklanarak çoğu zaman örtük karakterizasyonunu yeniden yapılandırılması (rekonstrüksiyon) gerektiğini savunmaktadır. Örneğin, Antik Yunan’da yaşama sanatının ve toplumsal kişisel davranış biçimlerinin analizlerinde olduğu gibi özellikle ilk dönem çalışmalarında özne ile ilgili geniş bir yelpazede yaklaşımlar ortaya koymaktadır. Burada onun bu özne teorisinin sistematik bir şekilde yeniden yapılandırma ve eleştirel olarak değerlendirmesi yapılacaktır. Foucault’nun bilhassa hayatının son yıllarında yoğun bir

15 MAX SCHELER: Die Stellung des Menschen im Kosmos, München: Nymphenburger Verlagshandlung 1947, s. 12.

(16)

şekilde vermiş olduğu röportajların, kısa yazılar ve analiz çalışmaları ile ders notları onun analizlerinin temellerinin anlaşılmasında önemli katkılar sunmuştur. Ayrıca bu durum, özne teorisinin sistematik olarak yeniden inşası için değerli materyaller sunmasından dolayı özel bir anlam ifade etmektedir.

Psikiyatri ile felsefe arasında geçen ve ellili yıllara tekabül eden fenomenolojik dönemini bir kenara bırakırsak, Foucault’nun çalışmalarını kendi içerisinde 3 döneme ayırabiliriz. Bunlardan ilki, beşerî bilimlerin tarihsel olasılık koşullarını sergilemeye çalıştığı arkeolojik veya epistemolojik dönemdir (altmışlı yıllar). Bir diğeri, güç ile bilgi arasındaki bağı ana konusu yaptığı soy bilimi16 ya da politik-felsefi dönem (yetmişli yıllar). Son olarak, seksenli yıllara tekabül eden kişinin kendisini nasıl bir ahlaki özneye dönüştürdüğü araştırmanın odak noktası olduğu etik dönemi.17

Bu şekilde Foucault'nun çalışması, kabaca üç faza bölünebilir. Söylem (diskurs) teorisi18, iktidar teorisi19 ve kendilik etiği20 onun çalışmalarının üç ana aşamasını bir araya

16 Eski yunanca olan γενεαλογία genealogía kavramı anlam olarak seçere, soy ağacı gibi anlamlara gelmektedir. Türkçeye soy, seçere veya jenaloji şeklinde çevirilmektedir.

17 HUB ZWART: Technocratie en onbehagen: de plaats van de ethiek in het werk van Michel Foucault, Nijmegen: SUN 1995, s. 27.

18 Bu konuyla ilgili çalışmalar arasında Delilik ve Uygarlık, Kliniğin Doğuşu, Kelimeler ve Şeyler, Bilginin Arkeolojisi ve Söylemin Düzeni sayılabilir.

19 Foucault'un iktidara odaklandığı eserleri Psikiyatrinin Gücü, Anormaller, Hapishanenin Doğuşu, Toplumu Savunmak Gerek, Cinselliğin Tarihi (1. Kitap)

20 Bu konuları Foucault şu eserlerinde işler; Öznenin Yorumbilgisi ve Cinselliğin Tarihi’nin 2. ve 3. Kitapları.

(17)

getirir. “Üç büyük problem türünü ortaya koymaya çalıştım: hakikat (doğruluk) sorunu, iktidar (güç) sorunu ve bireysel davranış yönetimi.”21

Bu aşamalar da arkeolojik daha doğrusu eleştirel dönemden hareket ederek bir soy bilimi dönemine geçişi izlemektedir. Foucault, söylemin içkin gerçekliğin temel (dışlayıcı) kurallarını oluşturan bilginin arkeolojisini ve söylemsel yapılarının altında güç

ve hakikat istenci yatan soy bilimsel araştırmaları ile ilgili uygulamalarını birbirinden ayırır.22

Bütün bunları yaparken Foucault kendisini bir tarihçi olarak görmüyordu, fakat üstü örtük felsefeyi gölgede bıraktığı için kendine filozof da demiyordu. O kendi çalışmalarını "eleştirel düşünce tarihi" olarak tanımlamıştır.23 Paul Veyne’e göre “geçmişi hakikatler mezarlığı olarak gören Foucault, acı acı, her şeyin nafileliği sonucuna değil, oluşun pozitifliğine”24 varmaktadır. O daha çok öznenin tarihsel refleksiyon olarak ortaya çıktığı kendine özgü bir tür felsefi tarih yazımı geliştirmiştir. Bunu da tarihsel süreklilik uğruna göz ardı edilen farklılıkları, öznenin ayraç içine alındığı arkeolojik yöntemle teşhis eder.

21 MICHEL FOUCAULT: Schriften: in vier Bänden = Dits et écrits, c. 4 (1980–1988), hrsg.

v. Daniel DEFERT ve François EWALD, çev. Michael BISCHOFF vd., 1. Aufl bs, Frankfurt am Main: Suhrkamp 2001, s. 860.

22 MARCUS S.KLEINER ve MICHEL FOUCAULT (ed.): Michel Foucault: eine Einführung in sein Denken, Frankfurt/Main: Campus-Verlag 2001 (Campus Studium), s. 29.

23 FOUCAULT: Schriften IV (Dits et écrits), ss. 776-777; PAUL VEYNE: Foucault:

düşüncesi kişiliği, hrsg. v. NERGİS DOĞAN, çev. IŞIK ERGÜDEN, İstanbul: Alfa 2014 (Alfa Felsefe 26), s. 51.

24 PAUL VEYNE: Foucault, s. 50.

(18)

Dolayısıyla Foucault nihilist olmadığı gibi öznelci, görececi ya da tarihselci de değildir: Kendi ifadesiyle, o bir kuşkucudur. Çünkü Foucault, ölümünden yirmi beş gün önce, yapmış olduğu bir söyleşide;

"Hiçbir evrensel hakikat ileri sürmediğinize göre, siz bir kuşkucu musunuz?" şeklinde soru sorulunca, "Kesinlikle!" cevabını vermiştir.”25

Ancak bu kuşkuculuk, tarihsel olguların gerçekliğine yönelik değildir, aşağıda daha detaylı bir şekilde göreceğimiz üzere bu daha çok büyük sorulara yöneliktir. Örneğin

“gerçek demokrasi nedir?” gibi.

Foucault’nun çalışmalarındaki bu aşamalar (dönemler) aşılmaz kırılmalar şeklinde görülmemeli aksine birbiriyle anlamlı bir şekilde ilişkili, yol gösterici hipotezler olarak kabul edilmelidir. Sadece o bunu klasik yönteme “uygun” ele almamıştır.26

Nihayet bu çalışma şu şekilde yapılandırılmıştır: Giriş bölümünün ardından ilk bölümde, düşünce tarihinde öznenin başlıca duraklarının bir izleği, epistemolojik öznenin evrimi ortaya konacaktır. Daha sonra ikinci bölüm altında Foucault’nun (epistemik) öznesinin kuruluşu ayrıntılı bir biçimde betimlenmeye girişilecek ve konunun daha kolay anlaşılabilmesi için öznenin biçimi ile içeriğinde ayrıma gidilecektir. Özneyi tanımlamak adına yapılmış bu ayrım salt analitik bir karaktere sahiptir ve daha teorik (form) ve daha pratik (içerik) bir yaklaşımı ifade etmektedir. Kurulumun (öznenin) Biçimsel (form) Boyutu başlığı altında öznenin epistemolojik durumunu ifade etmek için daha çok metodik bir çerçeve çizilmektedir. Öte yandan kurulumun içeriksel boyutu, amaca uygun

25 FOUCAULT: Schriften IV (Dits et écrits), ss. 872-873.

26 Bu hususta Foucault’nun kendi değerlendirmesi şu şekildedir: “gerçekte bu [özne] her zaman benim sorunum olmuştur […]. İnsan öznesinin hakikat oyunlarına nasıl dahil olduğunu ortaya çıkarmaya çalıştım.” (Michel Foucault, Freiheit und Selbstsorge.

Interview 1984 und Vorlesung 1982, in: “Gespräch mit Michel Foucault am 20. Januar 1984”, hg. von H. Becker, vd., 9).

(19)

bir şekilde özne kavramına atfedilebilecek nitelikler veya pratik eğilimleri adlandırmaktadır.

Son olarak, üçüncü bölümde de Foucault’nun epistemik-özne konumlarını daha yakından karakterize eden bir bölüm izlemektedir. Ardından gelinen noktada, filozofun görüşleri sınanarak, mümkün çıkış yollarından birine aracılık etmenin olası bir yolunu göstermeyi amaç edinmiştir.

(20)

1. BİRİNCİ BÖLÜM

DÜŞÜNCE TARİHİNDE EPİSTEMİK ÖZNENİN SERÜVENİ

“Her bilgi, köklerini tarihi olan bir hayatın, bir toplumun, bir dilin içine salar; ve bizatihi bu tarihin içinde, ona diğer hayat biçimleriyle, diğer toplum tipleriyle, diğer anlam vermelerle iletişim kurma olanağı veren unsuru bulur: (Lebenswelt unsuru içinde) …”27

Latince subiectum, yani aşağıya fırlatılmış, Yunanca hypokéimenon28, yani altta yatan anlamlarına gelen özne kavramına, felsefe tarihinde çeşitli anlamlar yüklenmiştir.

Antik dönemde terim bir eylem nesnesi veya üzerinde açıklama yapılan bir ifade durumuna işaret etmekteydi. Bu bağlamda klasik episteme daha çok bir işaret teorisiydi denebilir. İşaret belirttiği, işaret ettiği ölçüde “adeta aynı şey” olduğu ölçüde işaret etmekte, dolayısıyla doğru kabul edilmekteydi.

Kavram zamanla bilişsel yetinin kendine dönüşüyle, tabir caizse reflektif düşünmeye başlamasıyla ‘Modern Çağ’da bir anlam değişikliği yaşamıştır. Artık özne kavramı, bilen ego (ben) ile sınırlandırılmıştır. Böylece bir tarafta zihinsel (ruh) olan bir iç dünya diğer tarafta ise maddi (beden) bir dış dünya –ruh beden düalizmi – fikri ortaya çıkmıştır.

O zamandan beri özellikle Kıta Avrupası felsefesinde özne, insan zihni, tin, kendini belirleyen ego (ben) bilinci şeklinde anlaşılagelmiştir. Bununla birlikte, bu, bir takım felsefi problemlere yol açmıştır. Çünkü dünya kaçınılmaz bir şekilde “gerçekte”

olduğu gibi özneye görünmemektedir, artık algılanan her şey özneldir, öznenin bilgi

27 MICHEL FOUCAULT: Kelimeler ve Şeyler, s. 519.

28 ὑποκείμενον

(21)

düzeneği özne-nesne ayrımı tarafından kesilmiştir. O olgusal şeylere odaklanarak yönelimsel davranışların29 taşıyıcısı olmuştur.

Daha sonra bilginin yönelimsel teması düşüncede oluşturularak nesnelerle temsil edilmiştir. Bu epistemolojik pozisyonlar, felsefe tarihinde defalarca eleştirilmiş ve özne nesne dikotomisinin üstesinden gelmek için farklı girişimlerde bulunulmuştur.

XX. yüzyıla geldiğimizde ise, artık Öznenin yok oluşunun hemen hemen her alanda benimsendiğini görürüz. XX. Yüzyılın sonuna kadar Batı felsefesi tarihi, bir zamanlar her şeye muktedir olan düşünen öznenin –Foucault’nun klasik metaforunda tasvir ettiği şekliyle, “tıpkı denizin sınırında bir kum görüntüsü gibi kaybolduğu”– yıkımı hakkında gelişen bir söylemler bütününden ibarettir.

Bu bağlamda özellikle XX. Yüzyıl dil felsefesi bu sürece önemli katkı sağlamıştır. O insanın dünyaya dil yoluyla erişim sağladığını göstermiştir, artık “dilimin sınırları dünyamın sınırları” olmuştur. Bu yüzden Saussere dili, yapısı anlam kazandıran kodlanmış ve düzenlenmiş bir işaret sistemi olarak anlarken, Wittgenstein “Felsefenin amacı düşüncelerin mantıken aydınlatılmasıdır, felsefe bir öğretim değil, bir etkinliktir”

diyecek ve dil oyunları ile onun sınırlarını çizmeye çalışacaktır. Çünkü Wittgenstein'a göre “hayat, esiri olduğu dilsel oyunlar arasında varlığını sürdürür; bizler kelimeler, davranış kodları (toplumsal, politik ilişkiler, sanatlar karşısındaki tutum, vb.) aracılığıyla düşünüyoruz”dur. Her dil oyununun kendi "hakikati" vardır, yani söylenmesi kabul edilen şeyle söylenmesi kabul edilmeyen şeyi ayırt etmeyi sağlayan bir normdan kaynaklanır.

29 Alm. intentionaler Akte; Her ne kadar “Intentionalität” kavramını antik dünyaya kadar götürmek mümkün olsa da özellikle Brentano ile birlikte fenomenolojik akımın en temel kavramlarından birisi olmuştur. Brentano bu kavramı, insanın gerçek veya hayal edilen nesneler, özellikler veya gerçekler gibi bir şeyle ilişki kurma yeteneği olarak tanımlar.

Türkçeye yönelimsellik şeklinde aktarılmıştır.

(22)

Bu nedenle her dönem kendi basmakalıp fikirleri üzerinde (basmakalıp cümleler üzerinde) yaşar, bizim dönemimiz de bundan farklı değildir.30

XX. yüzyıl dilbiliminin “babası” olarak gösterilen, aynı zamanda yapısalcılığın kurucularından Saussure dili, somut konuşma ve yazma yeteneğine sahip bir işaretler sistemi olarak algılayan diğer bir deyişle temelde bireyin olduğu, dilin pratik kullanımını önceleyen bilimsel bir dil kavramı tasarladı. Bu dil sistemi, kendi oluşumunu bir dil topluluğu içerisinde dilsel etkileşimlerle geriye götürülebilen, tarihsel olarak oluşturulmuş bir sosyal kurum – siyasi ya da hukuk sistemleri ile karşılaştırılabilir – olarak anlaşılmaktadır. Saussure dili, yapısı anlam kazandıran kodlanmış ve düzenlenmiş bir işaret sistemi olarak anlar.31

Görüldüğü üzere dil insana bağlıdır. Her konuşma eyleminde “haklılık” iddiası özne tarafından yapılır. Cümlenin geçerliliği konusunda sorumluluk alan, aynı zamanda eyleyen özne olan konuşmacıdır. Bu kavrayış aynı zamanda Kant’ın mantıksal birliğindeki “ben” fikrinde karşımıza çıkar. Böylece bir öznenin bir iletişim cemiyeti32 ile olan ilişkisine bağımlılığı fikri, onun gerekli öznelerarasılığı (intersubjektivite) zaten

30 PAUL VEYNE: Foucault, s. 73. „İlkeller bizim gibi düşünmüyor; daha doğrusu biz onlardan daha iyi düşünmüyoruz.”

31 REINER KELLER vd. (ed.): Wissenssoziologische Diskursanalyse: Grundlegung eines Forschungsprogramms, 3. Aufl bs, Wiesbaden: VS, Verl. für Sozialwiss 2011 (Interdisziplinäre Diskursforschung), s. 103. Keller’ya göre Elli ve altmışlı yıllarda, özellikle Fransa'da bu dil teorisi daha da gelişti ve kademeli olarak hem cümle içi metin birimlerine hem de toplumun örgütlenme fikirlerine aktarıldı. (Keller 1997: 311) Saussures’ün dil felsefesi Fransa’da özellikle, sosyal ve beşerî bilimler alanında Lévi- Strauss'un, Louis Althusser'in Marksist söylem kavramında, psikiyatrist ve psikanalist Jacques Lacan'ın çalışmalarında ve özellikle de Michel Foucault'nun çalışmalarında çok derin etkileri olmuştur. A.g.e., s. 127 vd.

32 Alm.: Kommunikationsgemeinschaft, Ing.: communications Community.

(23)

mevcut olan bir özne fikri üzerine inşa edilmiştir.33 “Başka bir egoyu sadece başka bir ego olarak ancak daha önce öznelliğe aşina olsaydım belirleyebilirdim.”34

Özne hakkında konuşma esasen bu ilgili söylemi düzenleyen teorinin temel paradigmasından kaynaklanır ve dil bilimsel çerçeve olan sosyolekt35 yoluyla önceden belirlenir. Sözlü olsun yazılı olsun her konuşmada ve her metinde söylemi sınırlayan bir öznellik vardır.36 Örneğin, proletaryanın ve burjuvazinin karşılaştırılması Marx (1818 – 1883)’ta sosyal açıdan eleştirel odaklı iken, Niklas Luhmann (1927 – 1998)’nın sistem teorisinde bu iki kavram yapılandırmacı bir sosyal teoriyi tanımlamak için sistem ve çevreyi temsil eder.37 Kant'ta, tamamen soyut aşkın egonun konuşması, tüm bilginin başlangıç noktasını analiz etmesi için belirleyici iken, Sigmund Freud (1856 – 1939)’da ise ego ampirik düzlemde psikanalizi incelemek için, bilinç ve bilinç altı ayrımıyla ele alınır.

Sonuç olarak “Modern felsefe, özne merkezli bilgi kuramı anlayışının belirginleştiği” -ama aynı zamanda da bu temelin kökünden sallandığı- bir dönem olarak

33 REINHARD HILTSCHER (ed.): Perspektiven der Transzendentalphilosophie: im Anschluss an die Philosophie Kants, Freiburg (Breisgau): Alber 2002, ss. 117-122 bkz.

120.

34 MANFRED FRANK, GÉRARD RAULET ve WILLEM VAN REIJEN (ed.): Die Frage nach dem Subjekt, 1. Aufl bs, Frankfurt am Main: Suhrkamp 1988 (Edition Suhrkamp, 1430 = n.F., Bd. 430), ss. 7-28 bkz. 16.

35 Alm.’da Dialekt ile Idiolekt’ten türedilen Soziolekt kavramı, bir sosyal grubun kullanmış olduğu dil grubuna verilen addır. (Soziolekt: Sprachgebrauch einer sozialen Gruppe. Bkz: https://www.duden.de/rechtschreibung/Soziolekt 30.01.2019).

36 PETER V. ZIMA: Theorie des Subjekts: Subjektivität und Identität zwischen Moderne und Postmoderne, 3., unveränd. Aufl bs, Tübingen: Francke 2010 (UTB 2176), s. 49.

37 NIKLAS LUHMANN: Soziale Systeme: Grundriß einer allgemeinen Theorie, 17. Auflage bs, Frankfurt am Main: Suhrkamp 2018 (Theorie der Gesellschaft, Niklas Luhmann[...]), s. 288 vd.

(24)

tanımlanmaktadır. Öznenin gerek bilginin kurucu öğesi gerekse temel hareket noktası olarak görüldüğü modern düşüncenin oluşumunda dil – karşılıklı etkileşim halinde – gerek öznenin kendi kendisini “anlama” gerekse herhangi bir sosyal grubun temsilcisi olarak öznenin (egonun) rolünü belirlemede önemli bir yere sahip olmuştur.38

Buna paralel olarak özne de dil gibi sürekli değişim halindedir ya da en azından bunu hedefler. “[…] Bana kim olduğumu sormayınız ve aynı kalacağımı söylemeyiniz;

bu bir medeni hal ahlakıdır, […]”39 diyen Foucault’ya gelmeden önce düşünce tarihi geleneğinde genelde özne, özelde ise epistemolojik öznenin tarihsel serüvenine değinmenin konumuz açısından önemli olduğu kanısındayız.

Yukarıda da görüldüğü üzere, Batı felsefesi geleneğinde geniş bir yelpazeye sahip olan öznenin önceliği, genelde insani duyguların Tanrı’ların etkilerini yenebilecek yegâne karakter olarak tasvir edildiği ölümsüzlük ve insan ruhunun özerkliği teorisini savunarak, Homer’in eserlerine karşı çıkan Platon ile başlatılmaktadır.40

Ancak bu hareketin doruk noktası Descartes’ın bilgimiz için bir fundamentum inconcussum arayışı sonucu olmuştur. Daha sonra aşağıda göreceğimiz üzere; Öznenin şüpheden arınmış bir şekilde kendisinden emin olması ve özgürlüğüne dayanarak, mutlak kesin ve şüphesiz bilgi sağlamaya çalışması. Vetter’e göre, böylece insanın varlığı yani Ben, o zamana kadar görülmemiş merkezi bir pozisyon alır ve özneye daha sonraki yapılan eleştiriler aslında bu “Ben-merkezcilik”e dayanmaktadır.41

38 Bu esnada önemli olan bir diğer nokta ise, öznenin özellikle zaman içerisindeki kimlik sorunudur. Ancak konumuzun sınırları gereği oraya girmiyoruz.

39 MICHEL FOUCAULT: Bilginin Arkeolojisi, s. 29.

40 WALTER SCHULZ: Philosophie in der veränderten Welt, Pfullingen: Neske 1974, s. 340.

41 HELMUTH VETTER, HERTA NAGL-DOCEKAL ve HELMUTH VETTER: “Welches Subjekt stirbt? Zur Vorgeschichte der Kritik an der These: Der Mensch ist Subjekt”, Tod Subj., Wien/München: Oldenbourg Verlag 1987.

(25)

Bu “ben-merkezcilik” bizi solipsizme götürmez. Zira bu noktada öznenin benlik olarak kendisiyle olan ilişkisine mutlaka bir başkasıyla olan ilişkisi de aracılık eder.

Burada bir tür ikili aracılık söz konusudur. Özne öteki ile olan benzerliğine dayanarak kendisini algılamakla kalmaz, aynı zamanda ötekini de kendisiyle olan benzerliğine dayanarak algılar. Başka bir ifade ile, ben ve ötekinin beni aynı anda ortaya çıkar ve zorunlu olarak birisi ötekinin varlığını gerektirmektedir.

1.1. Epistemolojik Düalizmin Rasyonel Kanadı: Descartes ve Düşünen Özne Renè Descartes, “düşünmeyi” sisteminin ilkesi haline getiren42 modern özne felsefesinin kurucusu olarak kabul edilir, ancak o Meditasyonlar’ında özne kavramını premodern anlamda kullanmıştır.43

Descartes’ta her ne kadar varlığı kanıtlanmış “ben” ön plana çıksa da o özneyi daha çok, şey ya da substantia (madde) olarak tanımlamıştır.44 Onda zihin sadece cogitationes (düşünceler, fikirleri) taşıdığı sürece bir öznellik taşır. Zihin bağımsız bir şekilde düşünen substance (töz), bir düşünce olarak maddeyi de aşacak şekilde, onun karşısında kendisine yer bulur.

‘Aydınlanmanın’ hemen başında Descartes’ın bilimsel olarak anlaşılabilir gerçekliğin tek garantörü olan düşünen Ben’i referans göstererek (cogito, ergo sum),

42 Georg Wilhelm Friedrich Hegel: Werke in zwanzig Bänden. Auf der Grundlage der Werke von 1832–1845 neu edierte Ausgabe. Redaktion Eva Moldenhauer und Karl Markus Michel, Band 20, Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1979, s. 123.

43 “Subjekt”, içinde: JOACHIM RITTER, GOTTFRIED GABRIEL ve KARLFRIED GRÜNDER

(ed.): Hist. Wörterb. Philos., c. 10, Völlig neubearbeitete Ausg. des Wörterbuchs der philosophischen Begriffe von Rudolf Eisler bs, Basel: Schwabe 1971, s. 17144, hier s. 379.

44 A.g.e.

(26)

gerçeklik yolunda kesin bilgi arayışı ve bunu kanıtlama çabası Modern Çağ’a giden yolda önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Artık Tanrı tarafından verilmiş bir kurtuluş kesinliği içinde değil, kişinin kendi düşüncesinde şüpheler giderilmeliydi. Descartes her ne kadar son noktada şüphesinin üstesinden gelmek adına Tanrı’nın varlığını saymak zorunda kalıp insan yeteneklerinin gerekçesi olarak Tanrı’yı kanıt olarak sunsa da onun bu düşüncesi deizme giden yolda kişiliksiz bir Tanrı yaratmıştır. Bir özne olarak insan başka biri için değil, artık sadece

“kendisi için”dir. O artık bir nesne olarak, hele de başkasının özelinde bir nesne olarak değerlendirilemez. Böylece değişen özne kavramı, bir taraftan ilerde karşılaşılacak sorunların temelini atarken diğer taraftan özgürlük fikirlerine ve insanın kendini gerçekleştirmesine büyük katkı sağlamıştır.

Düşünce tarihi için Descartes, bir zemin kaymasına, yani özne kavramının ontolojiden epistemolojik anlamına geçişi ifade eder. Zihin, bilinç gibi tamamen maddi olmayan45 düşünceyi düşünerek, maddi dünyanın maddi olmayandan nasıl etkilendiği sorusunu ortaya atarak günümüze kadar ulaşan ve hala üzerinde araştırmalar yapılan zihin felsefesi ve zihin-beden problemi başlıklı bir alan ortaya çıkmıştır. Bu duruma Descartes'ın kendi çözümü, bedenin ve zihnin birbirleri üzerindeki karşılıklı etkisi, yani bir düalizmdi.46 Zihni, bedeni ve doğayı birbirlerinin karşısına konuşlandırarak Descartes, insana, dünya ve Tanrı ile birlikte başrol vermiştir.

45 Bu görüşü Materyalist bakış açısı reddeder ve zihnin var oluşu maddenin kimyasal, fiziksel reaksiyonları ile açıklanabileceğini iddia eder.

46 RENÉ DESCARTES: Untersuchungen über die Grundlagen der Philosophie, ed.

MICHAEL HOLZINGER, Berlin: CreateSpace Independent Publishing Platform 2014, s. 43.

(27)

1.2. Epistemolojik Düalizmin Empirik Kanadı: John Locke

Felsefe tarihinde empirik geleneğin önde gelenlerinden olan John Locke (1632 – 1704), Descartes gibi epistemolojik düalizmin temsilcisi olmuştur. Kendisi dış cisimlerin bilen öznenin bilincinde tıpkı bir yazıcı misali baskılandığını öngören bir tür resim ya da görüntü teorisi geliştirdi.

Her ne kadar Locke, zihnin salt algılar yoluyla çıkarımlar yaparak düşünme içeriğini kazandığını varsaysa da ona göre zihinde düşünme yetisi ve yansıtıcı bir bilinç

vardı. Bir camera obscura misali, maddi şeylerin algıları (duyumlar) temsilleri vasıtasıyla maddi olmayan bilinçte pasif bir şekilde yakalanır. Bu yansıma sayesinde temsili gösterimler içsel bir algıda kavranır ve yapılandırılır. Bilincin yansımaları aynı zamanda insanın kimliğini oluşturmasına izin verir.

“Bilinç hep düşünmeye eşlik ettiği ve herkesi ben dediği, dolayısıyla da tüm diğer düşünen şeylerden kendini ayıran şey yaptığından kişisel özdeşlik yalnızca bir akıllı varlığın aynılığının bilincinde aranmalıdır.”47

1.3. Bilginin Olanaklılığı Koşulu Olarak Özne ve Kant

Bir yandan Rönesans’tan bu yana Batı felsefesinin ana çizgilerini kendi bünyesinde toplayan, öbür taraftan kendisinden sonraki düşünceyi besleyerek verimli bir

47 JOHN LOCKE: Versuch über den menschlichen Verstand: in 4 Büchern. Bd. 1: Buch I und II, 6. Aufl. bs, Hamburg: Meiner 1981 (Philosophische Bibliothek, Bd. 75), s. 420.;

JOHN LOCKE: İnsanın anlama yetisi üzerine bir deneme, c. I-II. Kitap, çev. MERAL

DELIKARA TOPÇU, 2. bs, Ankara: Öteki Yayınevi 2000, s. 448.

(28)

kaynak olan Kant ve felsefesi, sadece felsefe alanında değil, genel olarak beşerî bilimlere büyük yenilikler katmış, adeta bir devrim yaratmıştır.48

Yeni aşkınsal felsefe (transandantal felsefe) kavramıyla Immanuel Kant, nesnel bilginin sadece nesnenin, öznenin bilişsel işlevinden geçerek oluşturulmasıyla mümkün olacağı gerçeğinin farkına varmıştır. Kant’ta özne tüm bilginin ön şartı olarak, tüm deneysel deneyimlerden önce gelen aşkın bir ego (ben), soyut bir düşünce halini alır. Bir bilgi ya da farkındalık ancak “bana göre / sanırım” ifadelerinin eşlik ettiği ölçüde mümkündür.

Pasif duyumculuğun (sensualizm) aksine, zihnin kendiliğindeliği Kant’ta aktiftir.

Onda her biri bir apriori bağlamında verilmiş olan uzamın ve zamanın saf sezgi biçimlerini (Anschauungsformen) ya da saf düşünsel kavramlar (Verstandesbegriffen) olan kategorileri, empirik sezgilerle (Anschauungen) sentezleyerek bilginin gerçekleşmesi sağlanır.

“[…] genel olarak deneyim olasılığının koşulları aynı zamanda deneyim nesnelerinin de mümkün olduğu koşuludur ve bu nedenle bir priori sentetik bir yargılamada nesnel geçerliliği vardır.”49

Bilgiye ve bilgi nesnelerine özne, yalnızca öznel koşullar izin verdiği sürece, erişebilir. Bu yüzden onun aşkın öznedeki kendisi fikri bir sınır kavramı olarak kalmaktadır. Kendini yansıtan “-düşünen- ben” soyut kalır ve empirik “ben” den ayrılır.

48 MACİT GÖKBERK: Felsefe Tarihi, 17. bs, İstanbul: Remzi Kitabevi 2007 (Büyük Fikir Kitapları Dizisi 38), s. 368.

49 IMMANUEL KANT: Kritik der reinen Vernunft, Akademie-Ausgabe der Preußischen Akademie der Wissenschaften, Berlin 1900, s. 145; https://korpora.zim.uni-duisburg- essen.de/Kant/aa03/145.html (03.02.2019).

(29)

Bu noktadan sonra her daha ayrıntılı içerik tespiti bizi dairesel mantığa veya – münchhausen trilemması – “regressive” argümana düşmemize neden olacaktır.

Ampirik ego (ben) yalnızca görüler (Anschauungen) ve algı aparatının (Wahrnehmungsapparat) yardımıyla mümkün olmaktadır. Aşkın Ben, tüm bilinç süreçlerinin birleştiği merkezi noktadır. Bu süreçte orada öznellik ve nesnellik birbirine aracılık eder. Tamamen kavramsal (saf zihinsel) olan Ben, pratik eylemin temeli olan öz- bilincin yeridir.

Bu (“bana göre/düşünüyorum”), varlığımı [Dasein] belirleme eylemini ifade ediyor.50 “Düşünen ben” (düşünüyorum) olsun, “var oluşum” (varım) olsun, bunlar bilinçteki normal bir epistemolojik nesne değil “önerme tutumları için gerekli” genel geçer hükümlerdir.51

Kant’taki sentez, Hume (1711 – 1776) ’daki deneyimler demeti ile benzer bir yapıdadır. Ancak buna bağlı olarak Kant’taki özne yalnızca bir kavramsal tanıtlama girişimidir ve rasyonalistler veya Locke’da olduğu gibi sabit bir töz ya da cisme sahip değildir. Özdeşlik fikri bile zaman içerisindeki Ben’e ilişkindir ve bu yüzden ampiriktir.

Öte yandan Hume’un aksine, Kant özne fikrini reddetmez, ancak bunu bir sınır kavramı olarak korur ve böylece bu onun aşkınsal felsefesinin ana teması, bir çapası haline gelmiştir. Özellikle bu – üçüncü paralojizm – Kant’ın dinamik bir Ben’in zamansal boyutu, daha sonra Alman İdealizmi’nin temel uğraşı noktası olacaktır.52

50 IMMANUEL KANT: Kritik der reinen Vernunft, Akademie-Ausgabe der Preußischen Akademie der Wissenschaften, Berlin 1900, s. 123; https://korpora.zim.uni-duisburg- essen.de/kant/aa03/123.html (03.02.2019).

51 REINHARD HILTSCHER (ed.): Perspektiven der Transzendentalphilosophie, s. 210.

52 FRANK KANNETZKY: “Paralogismus”, içinde: HANS JÖRG SANDKÜHLER ve DAGMAR

BORCHERS (ed.): Enzykl. Philos., c. 2, 2., überarb. und erw. Aufl. bs, Hamburg: Meiner 2010, s. 890-894, hier s. 891.

(30)

Kant’ın epistemolojik özne felsefesinin bu noktada temel problemi, “deneysel Ben”in pratik eyleme doğru köprü oluşturmamasıdır.53 Tabii burada Rogozinski’nin şu tespitini göz ardı etmemek gerekir: Kant’ın teorik felsefesindeki temel kaygısı ampirik bir öznenin araştırılması değil, bilginin sınırlarını belirtmekti.54 Epistemolojik yapı, hareket etme özgürlüğünü kurmamaktadır. Bunu bize Kant saf aklın antinomilerinde de göstermiştir. Orada sebep ve sonuç anlamında nedensellik, özgür iradenin imkânsız görüneceği şekilde, eylemi doğanın yasalarına bağlar. Bu yüzden de pratik akıldan, özgürlükten ortaya çıkan zorunlu bir nedensellik talep etmekten (postiluieren) başka bir seçeneği kalmaz. Özgürlük ispatlanamamasına rağmen, pratik aklın bir olgusudur. İnsan, ampirik bir özne olarak, doğanın nedensel yasalarına tabi olsa da özerk (otonom) ve eylemlerinden daima sorumludur. Buradan hareketle uygun davranış (der Sittlichkeit) ve diğer kişilerin tanınmasıyla, yani mutualizm ile insanın (der Mensch) kendisi bir birey (Persona) olur.55 Kant’ın bu yaklaşımında, ötekine olan kayıtsız şartsız talep, karşılıksız dikkat ve hatta saygı da bir “inter-sübjektivite (öznelerarasılık) felsefesinin” başlangıcını görebiliriz.

1.4. Mutlak Ben ya da Öznenin İktidarının İlanı: Tarihselliğe Adım

Fichte ve Hegel’in idealizm kavramlarını, özne ve nesne karşıtlığını kaldırıp yerine mutlak kavramını koyarak, modern zamanların özne – nesne bölünmesinin

53 A.g.e., s. 893.

54 MANFRED FRANK,GÉRARD RAULET (ed.): Die Frage nach dem Subjekt, s. 204.

55 IMMANUEL KANT ve WILHELM WEISCHEDEL: Die Metaphysik der Sitten, c. 8, Frankfurt am Main: Suhrkamp 1977, s. 555.

(31)

üstesinden gelme çabası olarak yorumlayabiliriz. Bu kavram Fichte için mutlak Ben, Hegel için ise mutlak Tin’dir.56

1.4.1. Özgürlüğün gücü ve gücün özgürlüğü: Johann Gottlieb Fichte

Johann Gottlieb Fichte (1762 – 1814), Kant’ta var olan transandantal Ben’in düalizmi ve kendinde şeyin (Ding an sich) üstesinden gelmek için transandantal özneyi her şeyin altında yatan en yüksek ilke olarak ilan etmiştir. artık yeni özne, salt teorik olmaktan çok pratik aklın en yüksek ilkesidir ve düşünen bir varlıktır.

Bu mutlak Ben, tüm insan faaliyetlerinin başlangıç noktasıdır ve kendini Ben’in dışındakiler anlamına gelen, Ben’in antitezi olan “Ben-olmayan”ı da kapsayan bir etkinlik eylem (Tathandlung) olarak belirler. Ben ile “Ben-olmayan”ı birlikte düşünüp bir araya koyarsak üçüncü bir adım atmış ve bir sentez elde etmiş oluruz. Bu son adımda Ben ile “Ben-olmayan” birbirlerini karşılıklı olarak sınırlar. Bu şekilde Fichte kendi felsefesinin taşıyıcı düşüncesi olan “özgür etkin, mutlak ben” kavramına varmaktadır.

Mutlak ben artık bir olgu (Tatsache) değil, bir eylemdir, bir işi gerçekleştirmedir (Tathandlung).57 Ben, karşısındakini “belirleyen ve eyleyen” olarak, Ben-olmayan da Ben’i belirlenmiş ve duyumlanılmış olmasıyla sınırlar. Ben aktif bir etmen olarak Ben- olmayan’ı kendi ereğine, kendi örneğine göre biçimlendirmektedir. Bu şekilde aralarında hiyerarşik bir yapı kaçınılmaz bir hal almaktadır. Fichte için gerçeklik ve ideallik artık mutlak özne tarafından belirlenir. Özne, kişinin kendi eylemlerinin koşuludur ve bu nedenle tamamen, “mutlak” serbest bırakılmıştır.58

56 KARL LÖWITH: Von Hegel zu Nietzsche: der revolutionäre Bruch im Denken des neunzehnten Jahrhunderts, Hamburg: Meiner 1995, s. 20.

57 MACIT GÖKBERK: Felsefe Tarihi, s. 370.

58 JOHANN GOTTLIEB FICHTE: Ueber den Begriff der Wissenschaftslehre oder der sogenannten Philosophie, hrsg. v. MICHAEL HOLZINGER, Berlin: CreateSpace Independent Publishing Platform 2014 (Edition Holzinger), s. 10.

(32)

1.4.2. Mutlak Ben ya da Tin; Tarihselliğe Adım Atan Özne

Alman idealizminin son düşünürü olan59 F. Hegel’de özne artık felsefenin sabit noktası değil sisteminin bir öğesidir.

“Dahası, dirimli Töz varlıktır—bir varlık ki, gerçekte Öznedir, ya da gene aynı şey, gerçekte edimseldir, ama ancak kendikendini- koyma devimi ya da kendini kendisi ile başkalaştırma dolaylılığı oldukça.”60

Tinin Fenomenolojisi adlı eserinin önsözünde Hegel, hakikati (Wahrheit), tözü (Substanz) ve özneyi (Subjekt) sanki özdeş kavramlarmış gibi tanımlar.

“Benim görüşüme göre – ki ancak dizgenin kendisinin açımlanışı ile aklanabilir – herşey Gerçeği yalnızca Töz olarak değil, ama o denli de Özne olarak kavramaya ve anlatmaya dayanır.”61

Epistemolojik açıdan bakıldığında, hakikat, bilginin nesnesi (Substanz) ve bilen özne (Subjekt) ile bir özdeşliğe (Identität) ulaştıklarında ortaya çıkar. Bu denklem, düşünce ve nesnenin örtüşmesini kabul eden (adaequatio rei in intellectu), geleneksel hakikat kavramına karşılık gelmektedir. Düşüncenin (Öznenin) kendiliğinden hareketi ve

59 MACİT GÖKBERK: Felsefe Tarihi, s. 386.

60 GEORGE W.F.HEGEL: Tinin Görüngübilimi, çev. AZİZ YARDIMLI, 3. bs, İdea Yayınevi 2011, s. 30.; GEORG WİLHELM FRİEDRİCH HEGEL: Phänomenologie des Geistes, hrsg. v.

MİCHAEL HOLZİNGER, 2. bs, Berlin 2013, s. 13.; ayrıca:

http://www.zeno.org/Lesesaal/N/9781484031810?page=13&ps=%21 (10.05.2019)

61 GEORGE W.F.HEGEL: Tinin Görüngübilimi, s. 29., “Es kommt nach meiner Einsicht, welche sich nur durch die Darstellung des Systems selbst rechtfertigen muß, alles darauf an, das Wahre nicht als Substanz, sondern eben so sehr als Subjekt aufzufassen und auszudrücken.”, GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL: Phänomenologie des Geistes, s. 13.; ayrıca:

http://www.zeno.org/Lesesaal/N/9781484031810?page=13&ps=%21 (10.05.2019)

(33)

gerçeklik (Substanz), tinde birleşmiştir. Bundan ötürü Hegel’de var olmak düşünmeye eşittir.62 Hegel, hakikati sürekli karşılıklı diyalektik etkileşim süreci olarak kabul eder, böylece bilinç üzerindeki saf yansıma (George Berkeley (1685 – 1753), Kant, Fichte) solipsizminin üstesinden gelir.

Hegel felsefesi – Kant’tan sonra – rasyonalizmin en yüksek doruğuna ulaşmıştır.

Hegel’de bilgi nesnesi, Kant’tan farklı olarak, bilincin dışında değil aksine bilinçte, kavram olarak oluşturulmaktadır. Nasıl ki Fichte’de Ben, sırf kendisine bakmakla hem kendisini hem de “Ben-olmayanı” (objeyi) kavrıyorsa, Hegel’de de “gerçeğe” deneye hiç

başvurmadan salt düşünmenin sınırları içerisinde kalarak varılmaya çalışılır. Çünkü

Hegel’e göre felsefe objelerin düşünce ile görülmesidir. Bu nedenle, özne nesneye atıfta bulunduğu vakit aslında kendisine atıfta bulunur. Bu şekilde, bilinç öz-bilinç olur. Bu ise, bilinç birliği (Kavram) ve nesne birliğinden oluşan diyalektik bir adımla gerçekleştirilir.

Bilinçli ya da bilen özne, dilbilgisi (gramer) öznesi olarak tezahür eder.

“Kavram nesnenin öz ‘kendi’si – ki bu kendisini nesnenin oluş süreci olarak sunmaktadır – olduğu için, Özne devinmeksizin İlinekleri taşıyan dingin bir Özne değildir; o, tersine, öz-devimli ve belirlenimlerini kendi içerisine geri alan Kavramdır.”63

Buradan hareketle, Hegel için özne tarihin, sosyo-kültürel kurumların ve toplumsal (sosyal) bilginin yansıttığı “somut geneller” bütünüdür. Foucault’ya göre bu

62 GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL: Phänomenologie des Geistes, s. 33.; ayrıca:

http://www.zeno.org/Lesesaal/N/9781484031810?page=32 (10.05.2019)

63GEORGE W. F. HEGEL: Tinin Görüngübilimi, s. 55.; GEORG WILHELM FRIEDRICH

HEGEL: Phänomenologie des Geistes, s. 36.; ayrıca:

http://www.zeno.org/Lesesaal/N/9781484031810?page=36 (10.05.2019)

(34)

bütünsel düşünce felsefenin düşünce biçimlerinden biridir ve düşünce tarihinde özellikle de Hegel ile birlikte bu böyle olmuştur.”64

Bu nedenle Hegel’de özne özgürlüğü bireysel olarak kavrayamaz, ancak diğer öznelerle ilişki kurarak gerçekleştirmektedir. Bireysel bilinç, onu kendi varlığı olarak algılayamayan ötekinin bilinciyle karşı karşıyadır. Bireyselden hiyerarşik olarak daha üstün olan Nesnel Tin’den meydana gelen kendi ve öteki bilinç arasındaki arabuluculuk, hukuk, ahlak (Moral) ve toplumsal davranış kurallarının (gesellschaftliche Sittlichkeit) gerçekleştiği karşılıklı tanıma mücadelesinde ortaya çıkar.

Bireysel özne kolektif halktinin (Volksgeist) bir parçası haline gelir ve bu da mitolojik özne olarak en yüksek konuma çıkarak tekrar diyalektik süreçte dünya tinine (Weltgeist) girer. Bu nedenle düşünce tarihinde ilerlemeci bir tarih alanından söz edenler, görüşlerini tarihin bir amaca doğru sürekliliğini savunan Hegel ve Marx’a dayandıracaktır.65

Hegel’de inter-sübjektivite (öznelerarasılık) felsefesinin düşünülmesi Karl-Otto Apel (1922 – 2017) ve Jürgen Habermas (1929 - …)’da modern iletişimsel eylem kuramlarına ve Axel Honneth (1949 - …)’de tanınma teorisine, tanımanın öznenin öz

64 MICHEL FOUCAULT: Schriften: in vier Bänden = Dits et écrits, c. 1 (1954–1969), hrsg.

v. DANIEL DEFERT ve FRANÇOIS EWALD, çev. MICHAEL BISCHOFF, HANS-DIETER

GONDEK ve HERMANN KOCYBA, 1. Aufl bs, Frankfurt am Main: Suhrkamp 2001, ss. 783- 784. (Ona göre son bütünselci Husserl olmalıdır.)

65 IŞIL BAYAR BRAVO: “‘Tarihin Sonu’ Fikri ile ‘Küreselleşme’ Arasındaki İlişki Üzerine Bir İnceleme”, Doktora Tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi 2005, s. 9, https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=pPKKNi4sz1aRaVz8gj3jxMB kBS3-kZ1ieBSaCfTLy0ASoWiMTbPrLE_IssNzXbU0 (erişim tarihi 24.03.2019).

Referanslar

Benzer Belgeler

Adorno sanat eserinin sanatsal niteliğini özerk bir sanatın içkin doğasıyla değerlendirmiştir. Ona göre, bir sanat eserinin niteliği, eserin monadik özünde içkin

Bu tema çerçevesinde, seçkide yer alan metinleri üç ana grupta s›n›fland›rabiliriz: Foucault’nun entelektüelin siyasi ifllevi üzerine yazd›€› ve söyledi€i fleylere

2 Daha da önemlisi Foucault, Descartes’tan bu yana modern fel- sefenin apaç›k bir veri olarak ald›¤› ve bilgi ile eylemi mümkün k›- lan koflul olarak gördü¤ü öznenin

Zaman zaman anti-hümanizm olarak adland›r›lan bu yeni elefl- tirel tutumda, do¤rudan do¤ruya özne ve öznel deneyim sorununu hedef alan Foucault’nun tuttu¤u yer çok

Zaman zaman karışık, daima ustalıklı olan tarzları kesin bir biçimde açıklamak için çaba sarf ettik; son yüzyılın ilk üçte birlik bölümünde, tıbbi yöntemi ve bu

Bu bağlamda öznenin özgür olması ve kendi kararlarını kendisinin verebilmesi, aslında iktidar tarafından şekillendirilen bir durumdur fakat postmodern çağda bunu

Örneğin, Pierce’e göre, “bir tümcenin anlamı, tamamen, onun doğruluğu için kanıt olarak sayabileceği şeye döner”, ve Duhem’e göre, “teorik

Bilimsel bilgi bir tür olarak rasyonel tartışmaya dayanan normal ve patolojik uygulamaları ayıran söylemler ve söylemsel metinler üretmiştir (Coll, 2014, s. Bir metin