• Sonuç bulunamadı

Mantığı Merkeze Alan Dil Felsefesinden Gündelik Dil Felsefesine Giden Yol

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Mantığı Merkeze Alan Dil Felsefesinden Gündelik Dil Felsefesine Giden Yol"

Copied!
61
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Lisans Bitirme Tezi

İstanbul, 2014

Mantığı Merkeze Alan Dil

Felsefesinden Gündelik Dil Felsefesine Giden

Yol

Elif GÖRÜNMEK

İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ

Mantığı Merkeze Alan Dil Felsefesinden Gündelik Dil Felsefesine Giden Yol 2014

(2)
(3)

ii

Mantığı Merkeze Alan Dil Felsefesinden Gündelik Dil Felsefesine Giden Yol, Karşılaşılan Problemler ve Getirilen

Eleştiriler Üzerine

Elif Görünmek

Danışman: Doç. Dr. Ahmet Ayhan Çitil

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi

Lisans Bitirme Tezi Yönetmeliği Uyarınca Bölüm

LİSANS BİTİRME TEZİ Olarak Hazırlanmıştır

(4)

iii BEYAN

Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğunu, başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğunu, kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez çalışması olarak sunulmadığını beyan ederim.

Elif GÖRÜNMEK 26.05.2014

(5)

iv

ÖZET

20. yy. dil felsefesinin felsefenin merkezine yerleştiği yüzyıl olmuştur. Bu yüzyılda Frege, Russell ve Wittgenstein gibi düşünürlerin etkisiyle dilin ele alınışında mantığı merkeze alan analitik(çözümleyici) felsefe geleneği oluşmuştur. Bu biçimiyle analitik felsefe dili mantığı kullanarak çözümlemeye çalışmıştır. Onlara göre her şeyin sınırını dil ile çizmek gereklidir. Onların amacı mantığı dilin merkezine almaktır. Frege ve Russell doğrudan gönderim kuramına karşı çıkmışlardır. Fakat bu karşı çıkış çok problemlidir. Çünkü dil yaşamdan ayrıldığı zaman bazı şeyler açıklanamaz hale gelmektedir. Dil ve dünyayı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bunu fark eden Wittgenstein ikinci dönemi olarak adlandırılan döneminde önceki görüşlerini eleştirerek dilin kullanıma ne kadar bağlı olduğunu ifade etmiştir. Onun bu görüşlerini devam ettiren Austin de dilde sözcelemlerin/lafızların (utterance) olduğunu, bu sözcelemlerin sözü söyleyen kişinin niyetlerinden, uzay ve zamandaki bağlamından bağımsız olamayacağını ifade etmiştir. Fakat bu görüş de farklı bir probleme, hakikat problemine neden olmaktadır. Her şey bağlama bağlı olursa, mutlak anlamda doğru kabul edilebilecek bir şeyden bahsetmek anlamsız hale gelmektedir.

Anahtar Kelimeler: önerme, anlam, gönderim, ad, belirli betimleyici, kullanım, niyet, bağlam, sözcelem.

(6)

v

ABSTRACT

In our thesis we focus on the transition process from analytic philosophy which considers logic as central to the analysis of language- to ordinary language philosophy.

We understand ordinary language philosopy as an alternative to analytic philosophy in its early periods because we think that analytic philosophy as defended by has some problem. Analytic philosophy is accepted that began with Gottlob Frege. Frege, Russell and Wittgenstein in his early era explain that everything should limit with language.

They denied metaphysical content. They aimed at taking logic of language to the center of their analysis. Frege and Russell were against the theory of direct reference. But their therories faced some problems. Once you separate language from life, you fail to explain certain things. Language is in the world and is connected with the world. One can't separate it from the world and cannot limit semantics to conceptual analysis.

Language is connected with everyday life and intentions of the language users.

According to Austin-who is an ordinary language philosopher- utterances are basic elements of language. Uttarences are connected-dependent with space, time and us. So, language can't be independent from my intention and the context within which utterances are performed. Nevertheles this way of explanation result in another problem.

According to this approach everyting is connected with context. If everything is dependent to context we don't have any truth.

Key Words: proposition, sense, reference, noun, use,descriptive design, intention, context, utterance.

(7)

vi

ÖNSÖZ

Bu çalışmanın ilk bölümünde, analitik (çözümleyici) felsefenin Frege, Russell ve Wittgenstein’ın çalışmalarıyla ortaya çıkış süreci, getirdiği problemler ve bu problemlere yaptığımız eleştiriler dile getirildi.

İkinci bölümünde Wittgenstein’ın ilk dönemi olarak kabul edilen kendi

dönemine ve düşüncelerine getirdiği eleştiriler, ikinci dönemi olarak adlandırılan ve gündelik dil felsefesi geleneğinin oluşmasını sağlayan dönemindeki düşünceleri, bu düşüncelerinin ilk dönemindeki düşünceleri nasıl geçersiz kıldığı ve gündelik dil felsefesinin gelişmesine büyük katkı sağlayan Austin’in bağlam ile ilgili görüşleri dile getirildi.

Sonuç bölümünde, dil felsefesinin geldiği noktada ne gibi sorunların yer aldığı, bu sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği ve neler yapılabileceğine dair düşünceler dile getirildi.

Bu çalışmanın ortaya çıkmasını sağlayan, içerik ve üslup konusunda beni yönlendiren, çalışmamı daha donanımlı yazmama yardım eden değerli tez danışmanı hocam Sayın Doç. Dr. Ayhan ÇİTİL’e teşekkürü borç bildiğimi saygılarımla arz eder ve başta Sayın hocam Prof. Dr. Tahsin GÖRGÜN olmak üzere diğer bölüm hocalarımın hepsine çok teşekkür ederim.

İstanbul, 2014 Elif GÖRÜNMEK

(8)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ... vi

GİRİŞ ... 3

BİRİNCİ BÖLÜM: ANALİTİK DİL FELSEFESİ ... 5

A. GOTTLOB FREGE(1848-1925) ... 5

1. Anlam ve Gönderim ... 7

2. Düşünceler ... 9

3. Doğruluk ... 9

4. Bileşimsellik ilkesi ... 10

B. BERTRAND ARTHUR WILLIAM RUSSELL(1872-1970) ... 14

1. Bilgi Ayrımı ... 14

2. Betimleme Kuramı ... 16

3. Özel Adlar ... 19

4. Gönderimsiz Terimler ... 20

5. Eşgöndergeli Terimler ... 22

C. LUDWIG JOSEF JOHAN WITTGENSTEIN( 1889-1951) ... 25

1. Dil ve Dünya ... 26

2. Resim/Tasarım Teorisi ve Mantık İlişkisi ... 28

3. Wittgenstein’ın Gözüyle Felsefe’de Olan ve Olması Gereken ... 30

D. BİRİNCİ BÖLÜM ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME ... 34

İKİNCİ BÖLÜM: GÜNDELİK DİL FELSEFESİ ... 35

A. LUDWIG JOSEF JOHAN WITTGENSTEIN( 1889-1951) ... 35

1. Dil Edinme ... 37

2. Dil Oyunları ... 38

3. Wittgenstein’ın Gözüyle Felsefenin Misyonu ... 41

4. Wittgenstein Etkisi ... 42

B. JOHN LANGSHAW AUSTİN(1911-1960) ... 44

(9)

2

SONUÇ ... 50 KAYNAKLAR ... 53

(10)

3

GİRİŞ

Her çağda felsefenin bir kolu önem kazanmıştır. Yirminci yüzyıl da dil felsefesinin önemli oranda geliştiği ve felsefenin merkezine yerleştiği bir zaman dilimi olmuştur. Bu yüzyılda ortaya çıkan analitik felsefe geleneği ile tartışmalar güç kazanmıştır.

Analitik felsefenin temel vasıfları; dili ve dilin mantığını merkeze almak, metafiziği elemek, felsefi söylemi muğlâklıklardan ve karışıklıklardan arındırmaktır, felsefi konuları dil ve dilin mantığı içinde anlaşılır kılıp çözümleyebilmektir. Dili aşan ve dilin mantığının dışında kalan metafiziksel içeriğin reddedilmesidir.1

Analitik (çözümleyici) felsefe geleneğinin ortaya çıkmasında temel rol oynayan düşünürler Frege ve Russell’dır. Bu düşünürler ve onların düşüncelerini devam ettiren birtakım düşünürler, bazı problemlerin yalnızca dilin mantığını kavrayamamaktan kaynaklandığını, bu nedenle dil anlaşılırsa, uğraşılıp da çözülemeyen meselelerin de çözülebileceğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle onlar dilin çözümlenmesi ile düşüncelerin çözümlenmesini özdeş olarak görmüşlerdir. Dilin çözümlenmesi ile düşüncenin çözümlenmesini özdeş olarak gören bu gelenek analitik (çözümleyici) gelenek olarak adlandırılmıştır.

“Çözümleyici geleneğe göre metafizik önermelerin var olup olmadığını, doğru olup olmadığını ancak dilde belirleyebiliriz.”2 Analitik felsefe geleneğinin gelişiminde

1 Ayhan Çitil, Çağdaş Felsefe, 1. Baskı, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi-Açıköğretim Fakültesi Yayını, Nisan 2012, s.38.

2Paul Rıcoeur, Söz Edimleri Kuramı ve Etik, Çev. Atakan Altınörs, Bursa, Asa Kitabevi, 2000, s.12.

(11)

4

belirleyici rol oynayan mantıkçı pozitivist düşünürlerin anlamlı önermeleri anlamsızlardan ayırt etmek ve metafiziği elemek için kullandıkları ölçüt

“doğrulanabilirlik ölçütü” olarak adlandırılmıştır. Bu geleneğe göre eğer bir terimin göndergesi varsa önermenin anlamına bir katkıda bulunur ve bir cümlede ifade edilen düşünce gerçekte bir olgu olarak bulunuyorsa doğrudur; bulunmuyorsa yanlıştır. Bu nedenle olgusal bir karşılığı olmayan metafiziksel önermelere doğru ya da yanlış denilemiyor. Bu gelenekteki düşünürler bu tür önermeleri kimi zaman anlamsız, kimi zaman saçma önerme olarak değerlendirmişlerdir.

Analitik felsefe geleneğinin insanların kesinlik arayışının bir sonucu olduğunu da ifade edebiliriz. Kesinlik arayışının insanları nesnellik arayışına, bunun da nesnel bir anlam arayışına götürdüğünü düşünebiliriz. Frege gibi düşünürler de söz konusu bu nesnelliğe dil aracılığıyla ulaşmaya çalışmışlardır. Örneğin, Frege’nin anlamların öznel değil, nesnel ve herkes tarafından aynı şekilde anlaşılabilir olduğunu söylemesi bunun bir sonucudur diyebiliriz.

(12)

5

BİRİNCİ BÖLÜM: ANALİTİK DİL FELSEFESİ A. GOTTLOB FREGE(1848-1925)

Bir matematikçi olan “Frege’nin amacı aritmetiği mantığa indirgeyerek sağlam bir temele oturtmaktı”.3 Frege matematiğin mantığa dayandığını göstermek için niceleme mantığını geliştirmiştir. Niceleme mantığını geliştiren Frege felsefe tarihinde mantığa yaptığı katkı itibarıyla adının Aristoteles’le birlikte anılmasını sağlamıştır. Çünkü onun geliştirdiği modern mantık artık klasik mantığı yerinden ederek merkezi konuma yerleşmiştir.

Frege aritmetiğin önerme içinde, mantıksal bir biçimde nasıl ispatlanacağını göstermek için kavramların mantık içinde analizlerinin nasıl yapabileceğini araştırmaya koyulmuştur. Bu araştırma için de dil ve mantık ile çok sıkı ilişkiler kurmuştur.

Frege “Anlam ve Yönletim” (Über Sinn und Bedeutung) adlı makalesinde özdeşliklerin ne olduğunu araştırmakla işe başlamış ve oradan hareketle de anlamın ve gönderimin ne olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Frege önceki eseri olan “Kavram Yazısı” (Begriffsschrift)’nda özdeşliklerin nesnelerin adları yani semboller arasında bir ilişki olduğunu düşünürken, “Anlam ve Yönletim” adlı yazısında bu fikrinden vazgeçtiğini ifade eder. “Özdeşlik ilişkisi nesnelerin adları arasındaki ve semboller arasındaki bir ilişki değilse o halde nesneler arası bir ilişkiyi mi açıklar? Bunu

3 Ayhan Çitil, Çağdaş Felsefe, s.34.

(13)

6

anlambilimsel bulmaca olarak adlandıran Frege bu bulmacayı duyum ve gönderge arasında yaptığı ayrım ile aşmaya çalışmıştır.”4

Frege’nin “anlam ve gönderim”5 arasında yaptığı bu ayrımı ve genel düşüncesini Salerno’nun Frege okuması6 üzerinden anlatmaya çalışalım.

A=A ya da Sabah Yıldızı Sabah Yıldızıdır şeklindeki özdeşlik ifadesi bilgilendirici değildir, a prioridir. Bize yeni bir bilgi öğretmez.

A=B ya da Sabah Yıldızı Akşam Yıldızıdır şeklindeki bir özdeşlik ifadesi gözlem sonucu bilinir ve a priori değildir. Bu nedenle yukarıdaki özdeşlik ifadesiyle bilişsel değerleri farklıdır. A=A şeklindeki bir önerme bilgilendirici değildir, ama A=B şeklindeki bir önerme bilgilendiricidir.

Frege’ye göre özdeşlikler nesneler hakkında olamazlar. Çünkü bir nesne ancak kendisiyle özdeş olur. Bu durumda da o nesneler bilgilendirici olamaz. Peki, o halde özdeşlikler semboller hakkında mıdır? Frege bu görüşe de hayır der. Çünkü özdeşlikler semboller hakkında olduklarında kullanma ile anma birbirine karıştırılacağından sorunlarla karşılaşılır. Örneğin; Esra bir öğrencidir dersek, sembollerin öğrenci olacağından bahsedemeyiz. Bu nedenle Frege’ye göre özdeşlik ifadeleri nesneler hakkında da semboller hakkında da olamaz.

4Josep Salerno, Frege’ye Dair, Çev. Ayhan Dereko, Ankara, Birleşik Yayınevi, Birinci Baskı, Hazir 2011 , s.22.

5 Frege’nin Sinn olarak ele aldığı terimin “anlam” olarak yapılan çevirisini, Bedeutung olarak ele aldığı terimin “gönderim” olarak yapılan çevirisini kullanmayı uygun gördük.

6 Joseph Salerno, Frege’ye Dair

(14)

7 1. Anlam ve Gönderim

Sabah Yıldızı ve Akşam Yıldızı aynı şeye gönderim yaparlar. Fakat onların tanınma biçimleri farklıdır. Sabah Yıldızı gökyüzünde güneşin doğuşundan önce son parlayan yıldız olarak tanınırken, Akşam Yıldızı güneşin batışından hemen sonra ilk beliren yıldız olarak tanımlanır. Bu nedenle bunlar aynı anlamı ifade etmezler. İkisini de farklı cihetleriyle tanırız.

Salerno’nun verdiği üçgen örneğiyle anlam ve gönderimi daha açık bir şekilde anlatabiliriz.

a, b ve c bir kenarortaylar olsun. a ve b’nin kesişme noktası ile a ve c’nin kesişme noktaları aynıdır. İkisi’nin gönderimi de bir ve aynıdır. Fakat bunların anlamları farklıdır. Birinde kesişme noktası a ve c’nin kesişme noktası olarak biliniyorken, diğerinde a ve b’nin kesişme noktası olarak bilinmektedir.

Salerno gönderim’i “İfade edilenin hakkında olduğu şey. Ya da başka bir deyişle kişinin hakkında konuşmaya niyetlendiği şeydir”7, biçiminde, anlamı ise “Adın anlamını anladığımızda idrak ettiğimiz şeydir”8 biçiminde tanımlar. Anlam ile birlikte gönderge tam olarak belirlenir.

7 Salerno, Frege’ye Dair, s.35.

8 Salerno, Frege’ye Dair, s.35.

(15)

8

Frege ideleri anlamdan ayırır. İdeler özneldir ama anlamlar değildir. Anlamlar ve göndergeler nesneldir. Anlam tam olarak fiziksel bir şey de zihinsel bir şey de değildir. Anlamın zihinsel ve öznel olmayışının nedeni herkesçe farklı anlaşılmamasındandır. Yani anlamlar ortaktır ve paylaşılandır. Bu nedenle nesneldirler.

Frege “Anlam ve Gönderim” adlı makalesinde ide, anlam ve gönderim(yönletim) ilişkisini şu şekilde açıklamaya çalışır:

Birisi ayı teleskoptan gözlemlemektedir. Ben ayın kendisini yönletime denk tutuyorum; o cam nesnesinin teleskobun iç tarafına izini düşürdüğü gerçek imgenin ve gözlemcinin retinal imgesinin aracılığıyla ilk gözlemin nesnesidir. İlkini duyuma denk tutuyorum, sonraki ise ide ya da deneyime benzer. Teleskobun içindeki optik imge elbette ki tek yönlüdür ve gözlemin bakış açısına bağımlıdır;

fakat yine de, birkaç gözlemci tarafından kullanılabildiğince, nesneldir. Her durumda birkaç kişinin onu aynı zamanda kullanması ayarlanabilir. Fakat her birisinin kendi retinal imgesi olacaktır.9

Frege verdiği teleskop örneğiyle ayın kendisinin ay kelimesinin gönderimi olduğunu çünkü herkes tarafından nesnel bir şekilde algılanabildiğini, merceğe düşen ay imgesinin gerçek bir imge olduğunu ve zihinsel olmadığını, teleskoptan bakan herkesin o ay imgesini aynı şekilde gördüğünden nesnel olduğunu, fakat zihinde şekillenen imgenin herkeste farklı olacağını bu nedenle öznel olduğunu ifade eder.

9 Felsefe Tartışmaları, 5. Kitap, Panorama, Frege, “Anlam ve Yönletim Üstüne”, Çev. H.Şule Elkatip, İstanbul, Kent Basımevi, 1989, s.9.

(16)

9

Frege’ye göre “anlam hakkında konuşurken titizlik gerekmez, oysa bir ide durumunda, kesin konuşmak için, idenin kime ve ne zaman ait olduğunu eklemek gerekir.”10 Çünkü iki kişi zaten aynı anlamı kavrayabilir, fakat aynı ideye sahip olamaz.

Frege’nin göndergeleri anlamlar üzerinden açıklaması aslında terimlerin nesneleri dilde doğrudan temsil etmediğini gösterir. Terimler bir anlam üzerinden temsil edilirler. Bir terim doğrudan bir nesneyi temsil etmez, göndergesi belli bir anlam üzerinden bilinir. Yani nesne kendinde olduğu haliyle yakalanmaz, bir anlam üzerinden yalnızca bir cihetinden tutulabilir.

2. Düşünceler

“Frege’ye göre düşünce bir cümle anlaşıldığında idrak edilen şeydir.”11 Frege düşüncenin öznel ya da zihinsel olduğunu düşünmez. Onun özneler arası erişilebilirliği vardır. Düşünce onu düşünen biri olmasa da var olmaya devam eder. Düşünceler bizim onları doğru ya da yanlış saymamızdan bağımsız olarak doğru veya yanlış olarak varlardır. Bu nedenle düşünce ne öznel alana ne de nesnel alana ait değildir.

3. Doğruluk

Adların gönderimleri nesnelerdir. Cümlelerin gönderimleri de onların doğruluk değerleridir. Yani bir cümlenin doğruluk değeri o cümlenin gönderimidir. Doğruluk

10 Frege, “Anlam ve Yönletim Üstüne”, s.9.

11 Salerno, Frege’ye Dair, s.47.

(17)

10

değeri olarak ele alınan doğru ve yanlış da adların gönderimi gibidir, yani nesne gibidirler. Bütün doğru cümlelerin gönderimi bu doğruya, bütün yanlış cümlelerin gönderimi de bu yanlışa atıf olunur. Aşağıda anlatmaya çalışacağımız Bileşimsellik İlkesi ile bu doğruluk düşüncesi sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü cümlede terimlerin yer

değiştirmesi olsa da doğruluk değerlerinin aynı kalmasını sağlayan aynı gönderime sahip olmalarıdır. Bu nedenle Frege’ye göre böyle yer değiştirmelerde anlam değişse de gönderim değişmez.

4. Bileşimsellik ilkesi

Frege’nin özdeşliklerle uğraşmasının nedeni matematikçi olmasından kaynaklanmıştır.

Matematik yapması için özdeşliğe ihtiyacı olmuştur. a=b+c’nin a=a’dan farklı olan yönünün ve aynı olan yönünün ne olduğunu göstermesi gerekmiştir. a ve b+c aynı nesneyi tuttukları için, yani aynı nesneye gönderim yaptıkları için özdeştirler, fakat bunların o nesneyi tutuş cihetleri farklı olduğu için farklıdırlar. Bu nedenle a=b+c, a=a’dan farklıdır.

Frege bileşimsellik ilkesini şu şekilde açıklamıştır;

“Eğer tümcenin yönletiminin bir doğruluk değeri olduğu varsayımımız doğru ise, tümcenin bir parçasının yerine aynı yönletime sahip bir dile getiriş konduğunda bu değişmeden kalmalıdır. Ve gerçekten de durum budur.”

(18)

11

Frege’nin bu açıklamasına şöyle bir örnek verebiliriz:

1. Ege Kıyılarından adlı öykünün yazarı Halikarnas Balıkçısı’dır.

Bu cümlenin dile getirdiği düşünce, gönderimde bulunduğu doğruluk değeri doğrudur. Çünkü söz konusu düşünce bir biçimde gerçekte bir olgu olarak mevcuttur.

Gerçekten de Halikarnas Balıkçısı Ege Kıyılarından’ı yazmıştır.

2. Ege Kıyılarından adlı öykünün yazarı Cevat Şakir Kabaağaçlı’dır.

Yukarıdaki cümlede yer alan Halikarnas Balıkçısı ile aynı gönderime sahip Cevat Şakir Kabaağaçlı ismini değiştirdiğimizde gerçekten de cümlenin doğruluk değeri değişmeden kalır. Çünkü bu düşünce bir olgu olarak mevcuttur. Ege Kıyılarından’ı Cevat Şakir Kabaağaçlı yazmıştır.

Fakat durum her zaman bu şekilde geçerli olmamıştır. Cümledeki bir terimin yerine aynı gönderime sahip başka bir terim koyduğumuzda doğruluk değeri her zaman aynı kalmayı başaramamıştır. İlhan İnan’ın Aynıların Ayırtedilemezliği12 adlı makalesinde verdiği örnek üzerinden gidersek daha açık bir şekilde açıklama imkânına sahip olacağımızı düşünüyoruz.

a. “Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda savaştığı için bu adla anılır.”

Bu cümlenin doğruluk değeri doğrudur. Bu cümledeki Atatürk terimini aynı gönderime sahip başka bir terim ile değiştirelim.

b. “Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda savaştığı için bu adla anılır.”

12İlhan İnan, “Aynıların Ayırtedilmezliği”, Felsefe Tartışmaları, 26. Kitap, Panorama, 2000, s.15-19.

(19)

12

Bu cümlenin doğruluk değeri yanlıştır. Yani biz cümledeki herhangi bir terimi aynı gönderime sahip başka bir terimle değiştirdiğimizde cümlenin doğruluk değeri aynı kalmayı başaramamıştır. Hâlbuki Frege’nin savunduğu bileşimsellik ilkesine göre aynı kalması gerekmektedir. O halde burada büyük bir problem vardır. Acaba, burada yer alan nesne, bizim anlamlar üzerinden, ya da ancak bir cihet ile kendisine ulaşabildiğimiz bir nesne değil de bağımsız olarak kendisine temas edebildiğimiz bir nesne midir sorusu gündeme gelmektedir.

Frege’nin görüşüne göre anlamdan bağımsız olarak bir göndergeden bahsedebilmenin imkânı yoktur. Frege’ye göre biz hiçbir zaman göndergeyle dolaysızca karşı karşıya gelmeyiz, hep bir anlam üzerinden karşılaşırız. Fakat böyle olmayan durumların da var olduğunu yukarıdaki örnek ile görmüş olduk.

Bizim bileşimsellik ilkesinin getirdiği problemlerden sıyrılmamız şöyle bir düşünceyi kabul etmemiz ile mümkün olabilir. Öyle bazı kelimeler ve adlar vardır ki biz bunlarla belirli betimleyicilere ihtiyacımız olmadan, doğrudan o nesneye gönderimde bulunarak ilişki kurarız.

Bileşimsellik ilkesinin ortaya çıkardığı sorun şudur; aynı göndergeli iki terimi yer değiştirdiğimizde, aynı doğruluk değerine sahip olması gerekirken olmuyorsa, demek ki yer değiştirdiğimiz iki terimin göndergeleri aynı gönderge değildir. Birinci terim çok başka bir bütünün parçası kılınmış iken ikincisi çok farklı bir grupta, çok farklı bir şekilde bulunmaktadır. Atatürk örneğinden gidecek olursak; Atatürk dediğimizde, gazi olmuş, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış bir kimseden bahsederken, Mustafa Kemal dediğimizde öğretmeni tarafından Kemal adını almış adının başka bir cihetten tutulduğu başka bir kimseden bahsetmiş oluruz. Yani bunlar tam olarak aynı

(20)

13

kişi olmamaktadırlar. Dilin yanıltıcı olan kısmı işte burasıdır. Belirli betimleyicilerle hakkında konuştuğumuz kişi ile bu şu gibi adlarla üzerinden konuştuğumuz kişi aslında aynı kişi olmamaktadır.

Matematikçi olan Frege’nin matematik yapması için bu dünyadaki nesnelere doğrudan gönderimde bulunmasına ihtiyacı olmamıştır. Dilde kavramlar üzerinden bu işini görebilmiştir. Fakat görüldüğü gibi dilin çok büyük bir kısmı bu tür kavramsal içeriklerle tutulabilecek gibi görünmemektedir. Adlar olmadan dil olmamaktadır. Bu itibarla dil, dünyaya ve dünyadaki varlıklara saplanmış şekilde, doğrudan dünyaya temas ederek var olmaktadır. Dili bu dünyadan çekip kavramsal analize tabi tutamayız.

Ancak işin içine dünyayla doğrudan temas girdiğinde, o dünyayla temas içerisinde bulunan öznelerden onların kendilerini içinde buldukları veya kendilerinin kurdukları bağlamlardan, bu bağlamlardaki niyetlerinden söz etmek de kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle dil gündelik hayattan, gündelik hayattaki nedensellik ilişkilerinden, kullanıcıların niyetlerinden koparılarak Frege’nin ifade ettiği gibi biçimsel bir analize gelmemektedir, salt kavramsal bir çözümleme içerisinde ele alınamamaktadır.

(21)

14

B. BERTRAND ARTHUR WILLIAM RUSSELL(1872-1970)

Russell dilin bizi yanıltabileceğini bu nedenle de dilin kullanımına bir takım sınırlamalar getirilmesi gerektiğini düşünmüştür.

Russell “ ‘On Denoting’ (Gönderme Üzerine) adlı makalesinde analitik felsefenin iş yapış biçimini belirlemiştir.”13

1. Bilgi Ayrımı

Russell şeylerin bilgisini doğruların bilgisinden ayırmıştır. Doğruların bilgisini de şeylerin bilgisini bilmeden bilemeyeceğimizi ifade etmiştir. Şeylerin bilgisini de iki şekilde sahip olabileceğimizi söylemiştir. Bunlardan birincisi doğrudan tanışık olarak

yani dilin yardımına başvurmadan, kavram kullanmadan bir şeyi bilmektir. İkincisi ise dil aracılığıyla bilebildiğim betimleme yoluyla bilgidir ki burada bilgiye doğrudan sahip olamam, dolaylı yoldan dış dünya nesnelerini bilebilirim.14

Tanışıklık yoluyla yani dili kullanmadan bildiğimiz şey zihnimizdeki duyu verileridir. Biz dış dünyadaki nesneleri, örneğin önümüzde bulunan su şişesini doğrudan bilemeyiz. Onları bizim zihnimizde oluşturulan duyu verileri aracılığıyla algılayabiliriz.

Önümüzde duran bir nesneyi dolaysızca bilemeyeceğimiz için betimlemeler üzerinden bilebiliriz. Örneğin bir şişeyi, şu anda karşımızda kırmızı duyumuna yol açan nesne

13 Ayhan Çitil, Çağdaş Felsefe, s.59.

14 İlhan İnan, Dil Felsefesi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi-Açıköğretim Fakültesi Yayını, s. 59.

(22)

15

olarak tanımlarız. Yani nesne dolaysızca bizim karşımızda durmaz. Dolaysızca algıladığımız şeyler ancak duyumlar (duyu verileri) olabilir.

Russell doğrudan tanışık olduğumuz şeylerin duyu verileri olduğunu ifade ettikten sonra, onlara ek olarak bir de tümeller ile doğrudan tanışık olduğumuzu ifade eder. Ona göre bir dili anlamak ve konuşmak için tanışıklık yoluyla iki şeyi bilmemiz gerekir: duyu verileri ve tümeller.15

Masaya baktığımdaki kahverengilik, sertlik, pürüzlük, ovallik duyuları masanın zihnimde oluşturduğu duyu verileridir ve bunlar bana öznel olan deneyimlerdir. Tümeller ise herkes için ortaktır.

Tümeller olmasaydı ortak bir dile sahip olamaz dil yoluyla birbirimizi anlayamaz ve ilişki kuramazdık.16

Russell tümelleri soyutlama yöntemi ile elde edeceğimizi söyler. Ona göre zihnimizin en önemli işlevlerinden biri de tikeller arası benzerliklerden tümellere varmaktır. Yani biz duyumlama yoluyla dolaysızca farkına vardığımız şeylerde ortak olanı görüp onu tümel olarak kendimize ediniyoruz.

Russell’a göre nesneleri asla dolaysızca bilemediğimizi ifade etmiştik. Ona göre biz nesneleri her zaman tümeller üzerinden biliriz. Fakat Russell’ın bu ifadesi bir döngüsellik meydana getirmektedir. Ve Russell meydana gelen bu döngüsellik sorununa bir açıklama getirmemektedir.

Meydana gelen döngüselliği şu şekilde açıklayabiliriz: Russell doğrudan bilgisine sahip olduğumuz iki şey olduğunu söylemektedir. Bunlar duyu verileri-

15 İlhan inan, Dil Felsefesi, s. 60.

16 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s. 62.

(23)

16

duyumlar ve tümellerdir. Daha sonra Russell nesnelerin bu ikisi üzerinden bilinebileceğini ifade etmektedir. Fakat nesnelerin tümeller üzerinden bilindikleri kabul edildiğinde bir problem ortaya çıkmaktadır. Çünkü tümeller de nesneler üzerinden bilinmiş olmaktadır. Tümellerin tikellerdeki ortak olanın görülerek ve kavranarak ortaya çıkması, tümellerin ortaya çıkması için tikellere yani nesneler hakkında olan bilgiye muhtaç olduğunu göstermektedir.

Russell’ın iddia ettiği gibi kırmızı tümeline sahip olunabilmesi için öncelikle bir şeyleri birbirinden ayırt etmesi lazımdır. Yani önce bu kırmızıyı, sonra şu kırmızıyı

görmemiz lazımdır ki daha sonra bunlarda ortak olan kırmızı tümeline sahip olabilelim.

Russell bir şeyi nasıl bu kırmızı ya da şu kırmızı olarak bireyselleştirebildiğimizin açıklamasını yapmamaktadır. Yani bir şeyin nasıl ortaya çıktığı ile ilgilenmemektedir.

Fakat bununla ilgilenmeyişi ileride ifade edeceğimiz gibi aynı sorunun yol açtığı başka problemleri de beraberinde getirmektedir.

2. Betimleme Kuramı

Russell’a göre biz zihnimiz dışında sahip olduğumuz her türlü bilgiye dolaylı yoldan sahip oluruz. Diğer edindiğimiz bilgiler dilsel bir çabayı gerektirir. Russell bu çabayı betimleme olarak adlandırır.17

Ona göre iki tür betimleme vardır:

17 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.62.

(24)

17

1. Belirsiz Betimleme (Indefinite Description): Cümledeki betimleme genel bir yapıda ise ve tekil bir nesneyi betimlemiyorsa belirsiz betimleme kullanılmıştır.18 Betimlenen şeyin tam olarak ne olduğu bilinmiyorsa o belirsiz betimlemedir. Örneğin; “İstanbul’un bazı yolları çok geniştir.”

İstanbul’un bazı yolları betimlemesi belirli bir yolu betimlemediğinden belirsiz bir betimlemedir.

2. Belirli Betimleme (Definite Description): Tekil, belli ve bilinen bir nesnenin betimlemesinin yapılmasıdır. Örneğin; “Ayasofya Müzesi’nin olduğu şehir güzeldir.” Bu cümleyi ifade ettiğimizde “Ayasofya Müzesi’nin olduğu şehir betimlemesi belli bir betimlemedir, belli bir şeyi ifade etmektedir. Burada bahsedilen şehir olan İstanbul tekil bir nesnedir.

Russell’a göre tek bir nesneye gönderme yapar gibi görünen belirli betimleyiciler yanıltıcıdır. Tümcenin öznesi gibi görünürler ama mantıksal açıdan tümcenin öznesi olamazlar. Çünkü ona göre bu tür cümleler gerçekte tekil değil genel önermeler dile getirirler. 19 “Ayasofya Müzesi’nin olduğu şehir” betimlemesi tümce içinde kullanılmadığında kendi başına bir anlam taşımaz. Aslında “Ayasofya Müzesi’nin olduğu şehir” betimlemesi doğrudan tanışık olmadığımız İstanbul şehrine gönderme yapmaz. Biz bu şehri doğrudan tanışık olduğumuz kavramlar cinsinden betimleriz;

- Ayasofya Müzesi’nin içinde bulunduğu bir şehir vardır ve

18 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.62.

19 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.63.

(25)

18

- O şehir dışında Ayasofya Müzesi’nin içinde bulunduğu başka bir şehir yoktur ve

- O şehir güzeldir.

Yani,

- Öyle bir x vardır ki Ayasofya Müzesi orada bulunur ve

- Herhangi bir y için eğer Ayasofya Müzesi y de bulunuyorsa, y ve x aynıdır ve

- Y güzeldir. 20

Yani, Russell’a göre hiçbir zaman İstanbul’a İstanbul olarak gönderimde bulunamayız; ancak diyebiliriz ki, Ayasofya Müzesi’nin bulunduğu tek bir şehir vardır ve o güzeldir. Böyle bir çözümlemede de doğrudan İstanbul şehrine gönderimde bulunmuş olmayız.

Fakat yukarıdaki açıklama da çok problemlidir. Çünkü ben İstanbul’u “Ayasofya Müzesi’nin olduğu şehir” olarak betimlersem Ayasofya Müzesi de aynı şekilde betimlenmeye ihtiyaç duyacaktır. Onun için de başka bir ad ortaya çıkacak ve o betimlenmeye muhtaç kalacak ve bu sonsuz gerileme problemine yol açacaktır. Yani ben ne zaman bir şeyi başka bir şey üzerinden betimlemeye çalışsam, üzerinden betimlediğim şeyin kendisinin de betimlenmesi gerekecektir. Russell’ın özel adlar ile ilgili teorisinde de benzer bir problem mevcuttur.

20 Burada verilen örnek İlhan İnan’ın “Türkiye’nin başkenti büyüktür” örneğinden uyarlanmıştır.

(26)

19 3. Özel Adlar

Russell’a göre özel adların iki türü vardır. Bunlardan ilki Hamza gibi insan adları, İstanbul gibi yer adları, Ay gibi nesne adlarıdır ki bunlara “olağan özel ad” der. Bunlar dışındaki özel adlar ise mantıksal özel addır.21

Russell’a göre özel adların doğrudan bir gönderimi yoktur. Bizler dış dünyanın nesneleri ile doğrudan tanışık değilizdir, onları betimleme yoluyla bilebiliriz.22 “Fatih Sultan Mehmet kahramandır.” dediğimde Fatih Sultan Mehmet adı 15.yy’da yaşamış padişah Fatih Sultan Mehmet’e doğrudan gönderim yapsaydı, onun hakkında tanışıklık yoluyla bilgiye sahip olmadığımdan bu önermeyi anlamam mümkün olmazdı. Yani burada kullanılan özel ad bir dış nesneye doğrudan gönderim yapmaz. Bu özel addan ancak betimleme yoluyla bahsedilebilir. “Bir özel ad gerçekte bir betimlemenin kısaltmasıdır, ya da diğer bir deyişle örtük betimlemedir.”23

Russell’a göre olağan adlar doğrudan gönderim yapmazlar, tekil betimleme içerirler, biz bu betimlemede geçen kavramlarla yani tümeller ile tanışık isek, özel adın geçtiği tümceyi kavrayabiliriz. 24

Yani, Russell’a göre adların gönderimde bulunduğu fikri hatalı bir fikirdir. Adlar bizi yanıltır. Aslında onların gönderimde bulunduğundan bahsedemeyiz. Ona tümcelerde tümellerden, niceleyicilerden ve önerme eklemlerinden başka bir şey bulunmamaktadır.

21 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.64.

22 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.65.

23 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.65.

24 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s.66.

(27)

20

Fakat bu düşünce de yukarıda bahsettiğimiz problemin ağına girmektedir. Çünkü Russell’ın bahsettiği gibi tümelleri soyutlama yöntemi ile elde ediyorsak doğrudan tanışık olunduğu düşünülen kavramlarla da aslında doğrudan tanışık olmuş olmuyoruz.

Çünkü bu kavramlara (tümellere) dış dünyadaki bireyler üzerinden ulaşıyoruz. Yapılan betimlerde kullanılan terimlerin betimlemesi istendiğinde de bu betimlemeler zincirine neden olmakta ve bir yerde bir şeye dayanmak zorunda kalmaktadır.

Bu problemin farkına varan Saul Kripke ve David Kaplan da Russell’ın bu kuramını eleştirmişlerdir. David Kaplan yazdığı “Bağlam Duyarlı Terimler”

(Demonstratives) adlı makalesinde Frege ve Russell’ın dediği gibi olmayan, doğrudan gönderime sahip terimler olduğunu ifade eder. Ben, sen, bu, şu gibi terimler doğrudan gönderime sahiptir. Bu dünyada olan bir nesneden bahsedilecekse onu bu dünyaya bağlı olmayan terimler üzerinden yani adlar ya da bağlam duyarlı terimler kullanmadan yapmak çok zordur. Dünyada doğrudan gönderimi olduğu düşünülmeyen terimlerden oluşan bir betimleme yazmak kanaatimizce mümkün görünmemektedir.

4. Gönderimsiz Terimler

“Russell Frege gibi, bir terimin ‘anlam’ı ile ‘gönderge’si arasında ayrım yapmaz. Ona göre anlam göndergedir. Yani bir terimin anlamı ile gönderge yaptığı şey aynıdır.”25

Frege’ye göre bir terimin gönderimi yoksa o terimin yer aldığı tümce doğru ya da yanlış olmayıp aynı zamanda anlamlı olabilir. Fakat Russell bu çözümü kabul etmez. Russell’a

25 İlhan İnan, Dil Felsefesi, s. 60.

(28)

21

göre anlam ve gönderim aynıdır. Bu nedenle gönderimsiz şey anlamsız olmalı, fakat öyle de olmamaktadır. Bu nedenle gönderimsiz terim ya doğru ya da yanlış olmalıdır.

Russell bu konudaki görüşlerini “Fransa’nın şimdiki kralının keldir” örneği üzerinden açıklamaya çalışır.

“Fransa’nın şimdiki kralı keldir”, yanlış ise mantıksal olarak bunun tersinin yani,

“Fransa’nın şimdiki kralı kel değildir”in doğru olması gerekir, fakat değildir. Russell bu problemi ele alarak tartışır.

“Fransa’nın şimdiki kralı keldir”i şu şekilde de ifade edebiliriz: En az bir x vardır ki, x şu andaki Fransa kralıdır “ve” x keldir. Bu ifade her türlü yanlış olur. Çünkü

“x Fransa Kralıdır” ifadesi yanlıştır ve yukarıda yer alan tümel evetlemeden dolayı ve den sonra ne gelirse gelsin önerme yanlış olur. Fakat Peter Strawson bu açıklamayı kabul etmez. Bu tip önermelerin varsayımsal önermeler olduğunu, bir tür nesnenin varsayılmasının ardından o nesneyle ilgili bir şeyden bahsedilebilecek türden bir önerme olduğunu söyler. Yani p’yi varsayarsak q’dur gibi bir önerme biçiminde olduğunu söyler. Yani yukarıdaki örnek olarak verilen tümcede olduğu gibi önerme terimleri arasındaki ilişkinin tümel evetleme gibi bir ilişki gibi değil de varsayıma bağlı bir ilişki biçimi olduğunu ifade eder. Bu tip önermelerde de “p eğer yanlış ise önermenin tamamı ne doğru ne de yanlış olur”, der. İki doğruluk değerini kabul eden klasik mantığı kabul etmeyen Strawson üç değerli mantık içinde bu problemin anlaşılabilir olabileceğini ifade eder. Strawson’un bu düşüncesi de gündelik dile çok yakındır. Çünkü o da dilin arkasında Frege ve Russell’ın bahsettiği gibi bir klasik mantığın olduğunu düşünmez. Fakat meseleyi gündelik dil felsefecilerin açıkladığı gibi

(29)

22

kullanım ve pragmatik açıdan değil, klasik mantıktaki değerler açısından incelediğinden Strawson’un düşüncelerini daha fazla açıklamamayı uygun gördük.26

5. Eşgöndergeli Terimler

Russell eşgöndergeli terimler problemini başka bir örnekle ele alır. Fakat biz aşağıdaki örnekle açıklamayı uygun bulduk.

Necip Fazıl Kısakürek Çile adlı şiir kitabının yazarıdır. Hayriye, Çile adlı şiir kitabının Necip Fazıl Kısakürek’e ait olup olmadığını tam olarak bilmez ve merak eder.

Yani, Hayriye Çile adlı şiir kitabının yazarının Necip Fazıl Kısakürek olup olmadığını merak eder.

Çile adlı şiir kitabının yazarı ile Necip Fazıl Kısakürek özdeş ise bunlar yer

değiştirdiklerinde de doğruluk değerlerinin değişmemesi lazımdır. O halde Çile adlı şiir kitabının yazarı ile onunla özdeş olabilecek olan Necip Fazıl Kısakürek ismini yer değiştirirsek;

Hayriye Necip Fazıl Kısakürek’in Necip Fazıl Kısakürek olup olmadığını merak eder, cümlesini elde ederiz. Bu tümcenin doğruluk değeri yukarıdaki cümleyle özdeş olmaz. Çünkü bu tümce analitiktir. Yani, Hayriye Necip Fazıl Kısakürek’in her zaman Necip Fazıl Kısakürek olduğunu bilir, önermesi her zaman doğrudur. Fakat Hayriye Çile adlı şiir kitabının yazarının kim olduğunu her zaman bilmeyebilir, Çile’nin

yazarının Necip Fazıl Kısakürek olduğu tümcesinin yanlış olduğunu düşünebilir. Bu

26 İlgilenenler yazarın İntroduction to Logical Theory adlı eserine bakabilirler.

(30)

23

nedenle ikisinin doğruluk değeri aynı olmaz. Çile adlı şiir kitabının yazarı ile Necip Fazıl Kısakürek eşgöndergeliyken doğruluk değerleri nasıl farklı olur probleminden Russell belirli betimleyiciler kuramı aracılığıyla çıkmaya çalışır.

Russell’a göre adların doğrudan bir gönderimleri olmadıklarını ifade etmiştik.

Necip Fazıl Kısakürek dediğimizde onu Çile adlı şiir kitabının yazarı olarak sınırlayamayız. Necip Fazıl Kısakürek’i açıklayan daha binlerce betimleme vardır. Yani bu ikisinin gönderimi aynıdır diyemeyiz. Bu nedenle ikisi özdeştir de diyemeyiz. Ben

“Necip Fazıl Kısakürek”i başka bir tümel üzerinden, “Çile adlı şiir kitabının yazarı”nı başka bir tümel üzerinden yakalıyoruz. Ve yakaladığımız bu iki şey birbirinin aynıdır diyemiyoruz. Bu iki kişinin aynı kişi olduğunu söyleyemediğimizden bu iki terimin eş göndergeli olduğunu da söyleyemiyoruz. Bu açıklama ile Russell’a göre problem ortadan kalkmaktadır.

Russell’ın görüşünün aksine biz problemin ortadan kalktığını söyleyemiyoruz.

Bireylerin doğrudan bilinmemesi tözlerin ve cevherlerin de var olduğunu doğrudan söyleyemeyeceğimiz anlamına gelmektedir. Kendi zatı ile aynı olan bireylerden de bahsetmek olanaksız olmaktadır. Her şey kavranıldığı şekliyle var olmaktadır. Yani bireyler yerine bağıntılar var olmaktadır. Birbirine özdeş bireyler olmayınca eş göndergeli bir şeyin olduğu da söylenememektedir. Peki, problem neden hâlâ ortadan kalkmamıştır? Çünkü Russell’ın bütün kuramını dayandırdığı nokta problemlidir.

Russell eşgönderim problemini de belirli betimleyiciler üzerinden çözmeye çalışmaktadır. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi belirli betimleyiciler sadece tümelleri içerecek biçimde kurulamamaktadır. Öte yandan biz dilde bireylerden bahsetmeye devam ediyoruz.

(31)

24

Frege ve Russell’ın dil ve mantık anlayışları bu dünyada somut olarak var olan nesnelerden anlamlı bir şekilde konuşabileceğimiz bir dil felsefesini bize sunamadığı için, mecburen pragmatiğe ve bağlamın önemli olduğu bir semantiğe kaymak zorunda kalınmıştır. Dilin öyle bir ciheti vardır ki bizim bireylerle temas etmemizi sağlamaktadır. Gündelik dil Frege ve Russell’ın semantiği üzerinden kuşatılamamaktadır. Bu nedenle felsefenin yönü bir yandan gündelik dil felsefesine bir yandan da doğrudan gönderim kuramlarına doğru kaymak durumunda kalmıştır. Biz tezimizi gündelik dil felsefesinin ortaya çıkışı ile sınırlıyoruz.

(32)

25

C. LUDWIG JOSEF JOHAN WITTGENSTEIN( 1889-1951)

Wittgenstein’ın hayatı onun düşüncelerine nüfuz edebilmek adına hayati bir öneme haizdir. Onun yaşantısı düşünce sistemini doğrudan etkilemiştir. Bu nedenle yaşantısı hakkında bazı malumatları paylaşmakta fayda vardır.

“Ludwig Wittgenstein, bir girişimci ve kendi zamanının Avusturya’daki en zengin adamlarından biri olan Karl Wittgenstein’ın en küçük oğlu olarak 1889 yılında Viyana’da doğdu”.27 Wittgenstein sekiz kardeşten biri olarak entelektüel açıdan gelişmiş bir evde büyüdü.

Wittgenstein Berlin-Chatlottenburg Teknik Yüksekokulu’nda mühendislik eğitimine başladı ve eğitimini Manchester Üniversitesi’nde devam ettirdi. Bertrand Russell’ın Principles of Mathematics adlı eserini okuduktan sonra ilgisi matematik ve mantık problemlerine ve böylece felsefeye kaydı. Cambridge’e gitti ve burada 1912 yılından itibaren Russell’dan ders almaya başladı.

Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra gönüllü olarak Avusturya Macaristan ordusuna katıldı. Savaşta felsefi düşüncelerini not defterine yazdı. İtalya’ya esir düştüğünde de “Logisch-Philosophisches Traktat”(Mantıksal Felsefi İnceleme Yazısı) adlı taslak yazısını devam ettirdi. Taslağı esir kampından Russell’a gönderdi ve yazı 1922 yılında Latince Tractatus Logico-Philosophicus başlığı altında Almanca ve İngilizce olmak üzere, iki dilli olarak basıldı.

27 Hans Sluga, Cogito Dergisi, 33. Sayı’da Brian Mcguinness'in "Young Lugwid: Wittgenstein's Life, 1889- 1921" başlıklı makalesine gönderme yapar.

(33)

26

Savaş sonrası Cambridge’e dönmedi ve felsefeden uzaklaştı. 1919-1929 arası akademik kariyere ara verdi. Avusturya’nın dağlarında öğretmenlik yaptı. Batı İrlanda’da bir kulübeye çekildi. 1929’da Bouwer’in etkisiyle tekrar felsefeyle ilgilendi

ve Russell’ın teşviki ile Tractatus adlı eserini doktora tezi olarak sundu ve Cambridge’e geri döndü. Döndükten sonra Tractatus’taki belli görüşlerini eleştirdi ve orada savunduğu görüşlere karşıt düşünceler geliştirdi. 28

Wittgenstein, Frege ve Russell’ın çalışmalarından çok etkilenmiştir. Onun ilk dönemi Tractatus Logico-Philosophicus adlı eseri ekseninde dil ve mantık çalışmaları çevresinde şekillenmiştir. Wittgenstein Tractatus’ta felsefi problemlerimizin kaynağını araştırmış ve buna yanıt vermeye çalışmıştır.

1. Dil ve Dünya

Wittgenstein Tractatus’un ilk iki önermesinde dünyanın ne olduğunun tarifini verir:

“Dünya, olduğu gibi olan her şeydir.”29

“Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil.”30

Wittgenstein’ın ilk önermesinde dünyanın tanımını vermesinin elbette ki büyük bir ehemmiyeti vardır. Çünkü Wittgenstein’a göre yapılması gereken yaşadığımız dünyanın

28 Wittgenstein’ın hayatı Hans Joachim Störig’in Dünya Felsefe Tarihi(615-616 sf. aralığı) adlı eserinden yararlanılarak oluşturulmuştur.

29 Ludwıg Wıttgensteın, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, Çev. Oruç Aruoba, İstanbul, BFS Yayınları,1985, Önerme 1, s.15.

30 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 1.1, s.15.

(34)

27

sınırlarını çizmektir. Bu sınırlar olgularla çizilir. Dünyayı meydana getiren bu olguların toplamıdır. O halde Wittgenstein’a göre olguların dışında kalanlar da dünyamızın dışında kalırlar. Peki, olgu tam olarak nedir?

“Wittgenstein’a göre şey durumları yalın nesnelerden, olgu da şey durumlarından oluşur. Şey durumlarının toplamı ise dünyayı oluşturur. Onun için şey durumlarının olup olmamasına göre gerçekliği belirleriz.” 31 Wittgenstein’a göre de bu gerçekliğin bütünü dünyadır.

Bizim bilgimizin kaynağı gerçekliğin oluşturduğu dünyaya dayanır. Dünyayı oluşturan olguların toplamı, nelerin olduğu gibi olduğunu ve nelerin olduğu gibi olmadığını belirler.32 Yani asli olarak neyin doğru ve gerçek olduğunu neyin olmadığını ifade eder.

Olguların toplamından ibaret olan dünyanın ötesine gitmek, onun hakkında konuşmak, metafizik yapmaktır ki Wittgenstein’a göre bu mümkün değildir. Çünkü olgu ve olguların toplamı ile ilgili sorunlar bilimsel sorunlardır. Ve biz yalnızca bu bilimsel sorunlar hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Bunları aşan konulara bir anlam atfetmemiz ve onlar hakkında konuşmamız mümkün değildir. “Yani, dış dünyadaki herhangi bir nesne ya da olgu durumuna göndermede bulunmayan ifadeler anlamlılığa yaraşır değildir.”33

Dünya olguların toplamıdır ve dünyadaki olgular dildeki tümceler yani önermeler aracılığıyla temsil edilir. Dil de tümcelerin toplamıdır.34 Tümcenin şu şu anlamı var

31 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 2.063, s.23.

32 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 1.12, s.15.

33 Atakan Altınörs, Dil Felsefesine Giriş, İnkılap Kitapevi, 2003, s.130.

34 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus , önerme 4.001, s.45.

(35)

28

yerine, bu tümce şu şu olgu durumunu ortaya koyuyor denebilir. 35 Yani tümcenin anlamı olgu durumunun olup olmamasına bağlı olarak değişir. Tümcenin anlamlı olabilmesi için bir olgu durumuna göndermede bulunması gerekir.

Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını imler.”36 ifadesi dünya ve dil arasındaki bağıntının ne kadar kuvvetli olduğunu gösterir. Ona göre dil dünyanın sınırını belirlediği gibi, dünya da dilin yapısını ve sınırlarını belirler.

2. Resim/Tasarım Teorisi ve Mantık İlişkisi

Wittgenstein olguların tasarımlarını kurduğumuzu ifade eder.37 Tümceler tasarımlardır.

“Tasarım, olgu durumlarını, olgu bağlamlarının var olmalarını ve var olmamalarını, mantıksal uzam içinde ortaya koyar.”38 Tasarımlar yani resimler var olan olguyu betimlerler. “Tasarım, gerçeğin bir taslağıdır.”39 Gerçeğin bir taslağıdır çünkü bu dünyadaki gerçekliğe dayalı olarak oluşturulur. Tasarımın kendinden doğru olup olmadığı bilinmediği için onun gerçeklikle karşılaştırılması gerekir.40 Yani resmin doğru olup olmadığına karar vermek için onun olgu ile karşılaştırılması ona göre resmin doğru ya da yanlış olarak bellenmesi gerekir.

35 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.0311, s.51.

36 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 5.6, s. 127.

37 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 2.1, s.23.

38 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 2.11, s.23.

39 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 2.12, s.23.

40 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 2.223-2.224, s.27.

(36)

29

Resim teorisi, gerçekliği resmeden cümleler ya da başka bir deyişle onun tasarımını sunan dilsel kuruluşlardır.41

“Wittgenstein şey durumlarından müteşekkil olan bu dünyanın dil yoluyla nasıl temsil edildiğini ortaya koymaya çalışır. Bizler şey durumlarından oluşan olguların dil yoluyla resimlerini yaparız.”42

Olgular tasarımlarca betimlenir fakat asıl dünyanın resmini kurabilen tasarımlar mantıksal tasarımlardır. “Tasarım, olanaklı bir olgu durumunu mantıksal uzam içinde ortaya koyar.” Yani mantık olmadan tasarımların doğru bir biçimde oluşması mümkün değildir. “Tümce ancak mantıksal olarak eklemli olduğu kadarıyla bir olgunun tasarımıdır.”43

Mantık, dil ve dünyanın karşılıklı olarak çözümlenmesini sağlar. Tractatus’ta dilin yapısı da dünyanın yapısı da mantık ortaklığına sahiptir. İkisinin temelinde de mantık bulunur. Wittgenstein mantığın dünyanın her yanına yayıldığını ve dünyanın sınırını oluşturduğunu ifade eder.44

Wittgenstein’a göre dilin mantığının yeterince anlaşılamaması felsefi sorunlara yol açar. Dilin mantığını yeterince açıklığa kavuşturabilirsek dilin sınırlarını da görünür kılmış oluruz.45

41 Atakan Altınörs, Dil Felsefesine Giriş, s. 130.

42Eren Rızvanoğlu, “Dilde Nesnellik Arayışları Ve Öznenin Tasfiyesi: Frege Ve Wittgenstein”, Düşünme Dergisi, Sayı:2, s.43-56., s.49.

43 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.032, s.53.

44 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 5.61, s.127.

45 Ayhan Çitil, Çağdaş Felsefe, s.73.

(37)

30

3. Wittgenstein’ın Gözüyle Felsefe’de Olan ve Olması Gereken

Wittgenstein felsefedeki sorunların çoğunun soru olarak ortaya çıkma nedeninin, dilimizin mantığını yanlış anlamaktan kaynaklandığını düşünür. Ona göre söylenebilir olan ne varsa, açıkça söylenebilir ve üzerine konuşulamayan konusunda da susulmalıdır. Yani Wittgenstein, kitabının amacının düşüncelerin dile getirilişine sınır getirmek olduğunu ifade eder. 46

Wittgenstein “Sınır, öyleyse yalnızca dilin içinde çizilebilecektir ve sınırın ötesinde kalan da düpedüz saçma ve anlamsız olacaktır” diyerek dilin sınırlarının dışında kalan ifadelerin ne kadar anlamsız olduğunu ifade eder.47

Wittgenstein “sorunları özlerinde sonuna dek çözdüm”48 diyerek felsefi sorunların anlamsızlığını ifade ettiğini ve bu nedenle de artık sorunun kalmadığını ve problemleri kökünden çözdüğünü ifade eder.

Yani, Wittgenstein Tractatus adlı eserinde, felsefe tarihinde sorulan hayatın anlamı, değeri ve öneminin ne olduğu gibi soruların aslında mantık üzerine inşa edilen sorular olmadığını bu nedenle de anlamlı olmadığını ve anlamsız olduklarından da gerçek sorun olmadıklarını bu sebeple de tartışılmasına gerek olmadığını söyleyerek felsefe tarihinin bunca zamandır uğraştığı sorunu kökünden çözdüğünü düşünür.

Felsefe konularında yazılmış çoğunluk tümceler ve sorular yanlış değil, saçmadır. Bu yüzden de bu soruları hiçbir şekilde yanıtlayamayız, ancak saçmalıklarını saptayabiliriz. Filozofların

46 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önsöz, s.11.

47 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önsöz, s.11.

48 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önsöz, s.13.

(38)

31

çoğunluk soruları ve tümceleri dil mantığını anlayamamamıza dayanır. Ve şuna da şaşmamalı ki, en derin sorunlar aslında hiç sorun değildir.49

Wittgenstein felsefede tartışılan bu sorunları saçma olarak görür çünkü felsefede tartışılmış olan bu tür konular anlamlı önermeleri içermez. Fakat Wittgenstein’a göre felsefe anlamlı önermelerin koşullarını araştıran bir çalışma olmalıdır.

Wittgenstein’a göre felsefe tarihi metafiziğe takılı bir süreci işledi, halbuki onun güvenilir bir bilgi dalı olabilmesi için metafizikten uzak durması gerekirdi.

Ona göre felsefenin ödevi metafiziğe yol açan yanlış dile bir eleştiri getirmekti.50

Wittgenstein’a göre dilin mantığını yanlış anlamaktan kaynaklanan felsefe sorunlarını gidermenin yolu, yine felsefe ile dilin yanlış kullanıldığını anlatmaktır.

Wittgenstein’a göre aslolan felsefe şöyle bir felsefedir:

“Felsefe bir öğreti değil, bir etkinliktir. Felsefe yapıtı özünde açımlamalardan oluşur. Felsefenin sonucu, “felsefi tümceler” değil, tümcelerin açık hale gelmesidir.”51

“Felsefe özünde bir dil eleştirisidir.”52

“Felsefe, doğa biliminin tartışmalı alanını sınırlar.”53

49 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.003, s.45.

50 Atakan Altınörs, Dil Felsefesine Giriş, s..130.

51 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.112, s.57.

52 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.0031, s.47.

53 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.113, s.59.

(39)

32

Wittgenstein’a göre felsefe ne yapmalıdır? Wittgenstein’ın diliyle felsefe;

“Felsefe mantıksal açıklığı amaçlamalıdır. Felsefenin sonucu felsefi tümceler değil o tümcelerin açık hale gelmesi olmasıdır.

Felsefe, başka türlü sanki bulanık ve kaypak olan düşünceleri açık kılmalı, kesin olarak sınırlamalıdır.”54

Yani felsefe dilin sınırını göstermelidir. Wittgenstein’ın açıklıkla kastettiği budur. Felsefe dilde bilmece ve gizemlere yer vermemelidir. Metafizik alan bilgimizin dışında kalacağından orasıyla ilgili konuşmak yanlıştır. Bu nedenle Wittgenstein’a göre felsefe konuşulabilir olanın sınırını çizmelidir.

Wittgenstein “söylenebilen” ile “söylenemeyen”i birbirinden ayırır. Bu ayrımda söylenebilir olan doğa biliminin konusu olan önermelerdir. Doğa bilimi önermelerince dile getirilemeyen her konu ise “söylenemeyen” olandır.55

Wittgenstein düşünülebilir olanın sınırlandırılarak düşünülemez olandan ayrılmasını ister.56 Dünyamızın sınırlarını bilmemiz gerektiğini bu sınır dahilinde konuşmamız gerektiğini ifade eder. İnsanın dünyanın değeri, yaşamın anlamı hakkında konuşmasının bir anlamı olamayacağını, çünkü bu tür konuşmaların dünyamızın sınırlarını aştığını ve bu nedenle de dilimizin sınırlarını da aşacağını ifade eder. Yani, söylenebilir olan yalnızca bu dünyanın sınırları ile sınırlıdır.

Wittgenstein’a göre bu dünyanın anlamı, dünyanın dışında olduğundan bizim onu bilmemiz mümkün değildir.

54 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.112, s.57.

55 Cengiz Çakmak, “Susma ve İfade Edilemeyen”, Felsefe Arkivi, İstanbul 2007/31, s.13-27, s.18.

56 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 4.114, s.59.

(40)

33

Dünyanın anlamı dışında yatsa gerek. Dünyanın içinde her şey nasılsa öyledir, her şey nasıl olup bitiyorsa öyle olup biter; içinde hiçbir değer yoktur, olsaydı bile, hiçbir değer taşımazdı. Değer taşıyan bir değer varsa, bütün olup bitmenin öyle olmanın dışında yatsa gerek.

Çünkü bütün olup bitme, öyle olma rastlantısaldır.57

Wittgenstein’a göre etik de aşkın bir şey olduğundan ve bilimin önermeleriyle ifade edilip açıklanamadığından söylenebilir olmayanlar arasındadır. 58 Etikte sorulan aşkın konuları felsefe açıklayamaz, zaten açıklamamalıdır da. Bütün problemler bunları açıklamaya çalışmasından çıkmaktadır. Bu dünyayı aşan gizemler olmadığını ifade eden Wittgenstain’a göre bu dünyada da hiçbir bilmece ve bulmaca yoktur.

Wittgenstein’ın düşüncesine göre sınırlar bellidir. Bu sınırları aşmak sorunlar yaratmakta ve problemlere daha da dalıp işin içinden çıkılmasını imkansız hale getirmektedir. Bu nedenle Wittgenstein “Üzerine konuşulamayan konusunda susulmalı”59 diyerek eserine son noktayı koyar.

Wittgenstein’ın Tractatus adlı eserinin analitik felsefenin geldiği son nokta olduğunu söyleyebiliriz. Yaşadığımız dünyanın ve ona bağlı olarak konuştuğumuz dilin tamamen mantık kurallarına dayalı olarak var olduğunu düşünen bir zihniyet kanaatimce pek makul değildir. Çünkü insan hayatı sadece mantık çerçevesinde anlaşılabilecek bir yapıya sahip değildir. Wittgenstein da bunu fark etmiş ve ikinci dönemi olarak kabul edilen döneminde önceki görüşlerini eleştirerek gündelik dil felsefesi adlı akımın oluşmasına öncülük etmiştir.

57 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 6.11, s.133.

58 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 6.421, s.159.

59 Wittgenstein, Tractaus Logıco- Phılosophıcus, önerme 6.54, s.165.

(41)

34

D. BİRİNCİ BÖLÜM ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

Birinci bölümümüzde dili mantığı esas alarak çözümlemeye çalışan düşünürlerin görüşlerini ele almaya çalıştık. Fakat düşünürlerin bu görüşlerinde bazı problemlerin var olduğunu fark ettik. Frege’nin bileşimsellik ilkesine getirdiğimiz eleştiride ve Russel’ın edindiğimiz bilgilere ulaşım aşamasındaki açıklamalarına yönelik getirdiğimiz eleştirilerde gördük ki dil yalnızca kavramlarla ve mantık çerçevesinde kuşatılabilecek ve açıklanabilecek bir yapıya sahip değildir.

Witttgenstein bu bölümde ele aldığımız düşünceleriyle dilin bir sınırının olduğunu ve bu sınırın olguların toplamı olan dünya ve mantık ile belirlendiğini ifade eder. Fakat böyle bir sınırın çizilmesinin ne kadar zor olduğunu hatta sınır diye bir şeyin bile belki olmadığını ifade ederek kendi düşüncelerini eleştireceğinden onun bu ilk dönemine ait düşüncelerine pek eleştiri yöneltmedik.

Analitik geleneğe bağlı düşünce sisteminin taşıdığı düşünsel problemler bizi pragmatiğe, gündelik dilin ve kullanımların esas olduğu bir düşünce sistemine götürmektedir. Bu düşünce sistemini gelecek bölümde ele almaya çalışacağız.

(42)

35

İKİNCİ BÖLÜM: GÜNDELİK DİL FELSEFESİ A. LUDWIG JOSEF JOHAN WITTGENSTEIN( 1889-1951)

Wittgenstein 1929’da Bertrand Russell’ın da ısrarıyla Cambridge’e döndükten sonra önceki görüşlerine karşıt bir felsefe geliştirir. Daha önce yayınladığı eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus’u eleştirir. Yeni düşüncelerini kendisi öldükten sonra

yayınlanan Felsefi Soruşturmalar (Philosophical İnvestigations) adlı kitabında kaleme alır.

Dört yıl önce, ilk kitabımı(Tractatus Logico-Philosophicus) yeniden okumak ve ondaki düşünceleri açıklamak fırsatını buldum. O anda bana, eski düşüncelerle yenilerini bir arada yayımlamalıyım gibi geldi: Bu ancak benim eski düşünme tarzımın arka planına karşıt olarak ve aradaki farkı gösterme yoluyla doğru, bir ışık altında görülebilirdi.60

On altı yıl önce, felsefeyle yeniden uğraşmaya başladığımdan beri o ilk kitapta yazdıklarımda bulunan ciddi yanılgıları görmek zorunda kaldım. Bu yanılgıları anlamada kendisiyle yaşamımın son iki yılı sırasında sayısız konuşmalarda tartıştığım Frank Ramsey’den aldığı eleştiri bana çok yardımcı oldu. Bu –daima kesin ve etkili- eleştiriden daha fazlasını yıllardır sürekli düşüncelerim üzerinde duran bu üniversiteden bir hocaya, Bay P. Srafta’ya borçluyum. Bu kitabın en önemli düşüncelerini bu dürtüye borçluyum.61

Gündelik dil felsefesinin oluşum yolunu açan Wittgenstein, dilin mantığa dayalı olduğuna dair görüşünü ondaki yanılgıları kendisi görerek eleştirmiştir. Bu yanılgıları fark etmesinde üniversite hocası olan P. Srafta’nın çok yardımı olduğunu Wittgenstein

60Ludwig Wittegenstein, Felsefi Soruşturmalar, Çev. Deniz Kanıt, İstanbul, Totem Yayınevi, 2006 önsöz vii, Cambridge Ocak 1945.

61 Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, önsöz vii, Cambridge Ocak 1945.

(43)

36

kendisi ifade eder. Ayhan Çitil Çağdaş Felsefe adlı kitabında Norman Malcolm’un Ludwig Wittgenstein: A Memoir adlı eserine gönderme yaparak Wittgenstein ve Srafta arasında geçen anıyı şu şekilde aktarır:

Bir gün (sanırım bir trende seyahat ederken) bir önermenin ve o önermenin betimlediğinin aynı “mantıksal forma”, aynı “mantıksal çokluğa” sahip olması gerektiğinde ısrar ediyorken Sraffa, Neapolitanlara tanıdık gelen ve iğrenme veya hoşlanmama anlamına gelen bir jest yapar, bir elinin parmak uçlarını çenesinin altını fırçalar gibi dışarıya doğru hareket ettirir. Daha sonra sorar: “Bunun mantıksal formu nedir?”62

Bu olay ile Sraffa, Wittgenstein’a dilde bazı ifade, jest ya da mimiklerin olduğunu ve bunların anlamları gayet iyi bir şekilde ilettiğini fakat bunlarda mantıksal bir form, basit adlar vb. aramanın çok da anlamlı görünmeyeceğini anlatmaya çalışır.

Wittgenstein’ın kendi ifadelerinden de anlayacağımız üzere, Wittgenstein bu düşünceden çok etkilenmiştir. Resim kuramının doğa bilimleriyle ilgili olguları temsil etmede başarılı olması mümkünken, dilin başka alanlarındaki kullanımlarında yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenledir ki Tractatus’ta ifade edilen mantıksal çözümleme dilin özünü açığa çıkarmakta yeterli olamaz.63

İlk dönemdeki düşüncelerinin dilin özünü açığa çıkarmakta yeterli olmadığını

fark eden Wittgenstein ikinci döneminde, birinci dönemini denetleme ve eleştirme faaliyetine girer. Bu nedenle düşüncesini temelinden değiştirmeye çalışır. Geliştirdiği yeni düşüncesine göre anlam analitik (çözümleyici) gelenek içerisinde anlaşılamaz, onun anlaşılması için o anlamın kullanım koşullarına ve kullanıldığı bağlama bakılması

62 Ayhan Çitil, Çağdaş Felsefe, Malcolm’un A Memoir adlı eserinden s. 622 alıntılamıştır, s.108.

63 Ayhan Çitil, Çağdaş Felsefe, s.108.

Referanslar

Benzer Belgeler

Gültekin, İbrahim, Balcı, Mustafa, Melanlıoğlu, Deniz, “Türkçenin Yabancı Dil Olarak Öğretiminde ‘Öğretici’ Sorunu ve Lisans Programı Önerisi” (2.

Eğitim öncesi dönemde beslenme özellikleri açısın- dan müdahale ve kontrol grupları arasında önemli bir fark olmadığı halde, eğitim sonrası dönemde düzenli

Bu amaçla biyoloji eğitimine 2011–2012 öğretim yılında kaydını yatıran biyoloji eğitimi birinci sınıf öğrencileri ile farklı çevresel tutum ve

Çalışmada, öğrencilerin bilimsel süreç becerilerine ilişkin elde edilen bulgulara göre, deney ve kontrol grubu öğrencilerinin Bilimsel Süreç Değerlendirme testinden

ارمع ديز برض هل ﺎبيدأت اديدش ﺎبرض ةعمجلا موي ‘Zeyd Amr’ı, Cuma günü uyarmak etmek için şiddetli bir şekilde dövdü’, cümlesinde bütün sözcükler tek bir anlamı

5.1.7 Babalarının Öğrenim Düzeylerine göre Öğrencilerin Maddi Değerlere Ver dikleri Önem Düzeyleri Arasındaki Farklılaşmaya İlişkin Sonuç ve Tartışma Çocuklarda maddi

Diğer yandan, ilişki problemlerine verilen tepkilerin de birey- lerin kişilik özelliklerinden etkilendiğini öne süren bazı çalışma bulguları vardır (Çırakoğlu ve

Bilimleri Enstitüsü doktora tezi, 1998)s. “Ah Bu Türküler Köy Türküleri” Folklor ve Edebiyat dergisi sy.. görebilmek için, türküleri tasnif yöntemleriyle uğraşan Pertev