• Sonuç bulunamadı

EKİM - KASIM 2021 SAYI 4

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "EKİM - KASIM 2021 SAYI 4"

Copied!
62
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Mustafa Işık

Yasemin Kapusuz Yavuz Balı

Musa Yaşaroğlu Sezer Kapçı

Nuran Erez Turan

Mirsada Çakır Aysel Ertan

Hanife Çakır

Behçet Gülenay

Erhan Çamurcu

Yalçın Çiftçi

Betül Öztürk Bozkuş

Zeynep Nur Demir İbrahim Birgül

Ahmet işler

Gökhan Akçiçek

Mehmet Cıngır Ahmet Yılmazefe

Nilüfer Zontul Aktaş

Recep Garip Recep Şen Ali Tacar

Gülşah Çınar

Rabia Görmüş A. Talip Koktaş

Tekmile Değerli

(2)

Yitik Bavul Dergisi Bir Atölye Lebriz Yayınıdır. Tüm Hakları Saklıdır.

yitikbavuldergisi.com

Genel Yayın Yönetmeni SIDDIKA ZEYNEP BOZKUŞ

Yayın Danışmanı

SERAP İTİK BETÜL ÖZTÜRK İNTERNET SİTEMİZ

İLETİŞİM

yitikbavul@gmail.com Kapak Resmi

SEZER KAPÇI

Grafik Tasarım NURŞEN GÜMRÜKÇÜ

Mizanpaj SERAP İTİK

TASARIM Genel Yayın Yönetmeni SIDDIKA ZEYNEP BOZKUŞ

YAYIN KURULU

SIDDIKA ZEYNEP BOZKUŞ yitikbavuldergisi

#yitikbavuldergisi

(3)

5-6

İÇİNDEKİLER

DENEME

Yavuz Balı - Hakk'ı Seven Kullar İle

Sezer Kapçı - Sanatçı

Nuran Erez Turan - Hiçbir Şey Tam Manasıyla İyi veye Kötü Değildir.

Musa Yaşaroğlu - Yaşadıklarımızdan Öğrendiklerimiz

MASAL SANDIĞI

Zeynep Nur Demir - Güzel Orman Betül Öztürk Bozkuş - Uykusuz Vız Vız

HİKÂYE

Hanife Çakır - Elalem Ne Der

Erhan Çamurcu - Dilenci

Behçet Gülenay - Gerçek Güzellik Aysel Ertan - Sessiz Konak

2 3 - 4 5 - 6 7 - 8

9 - 10 11 - 14

17 - 20 15 - 16

26 - 27 28 - 30

17-20

26-27

ŞİİR

İbrahim Birgül - Pazar

Mehmet Cıngır - Ey Güneş

Gökhan Akçiçek - Şiir Seven Fesleğen

Ahmet Yılmazefe - Anka Kuşu

Ahmet İşler - Uykulardan Çalınmış Rüyalar

31 32 33 34 - 35

36

33

Mirsada Çakır - Kurbanlık Bebek

21 - 24

FOTO ÖYKÜ

Yalçın Çiftçi - Gaffure Özdemir 25

25

Mustafa Işık - Ruhun Çığlığı

Yitik Bavul Dergisi Bir Atölye Lebriz Yayınıdır. Tüm Hakları Saklıdır.

1

Gülşah Çınar - Adım Adım Recep Şen - Yalnızım Buralarda Ali Tacar - Akşamları Hayra Yormak Recep Garip - Altmış Beş

Nilüfer Zontul Aktaş - Yangın Yeri

37 38 39 40 41

44

A. Talip Koktaş - Kelebek Gazeli

Rabia Görmüş - Gıcırtılı Sahnenin Ayak İzleri 42 - 43 44 Yasemin Kapusuz - Saat Kaç 45 - 47

(4)

İÇİNDEKİLER

Recep Garip - Ses - Işık - Renk Doku ve Dokunuş İmgeleri ve Kahvehane Yangını

TABLO OKUMALARI

KİTAP OKUMALARI

FİLM OKUMALARI

Tekmile Değerli - Minari

48 - 51

56 - 57

52

48-51

56-57 52

SİVRİSİNEK

Mukaddes yükün hamalı - Musa Yaşaroğlu Defterimdeki On Suret - Yavuz Balı Şair ve Gecekuşu - Cihan Aktaş

56 - 57 56 - 57

Havaya Sıkılan Mermi 53

Yitik Bavul Dergisi Bir Atölye Lebriz Yayınıdır. Tüm Hakları Saklıdır.

(5)

RUHUN ÇIĞLIĞI

Mustafa Işık

uhumun çığlığını duyan var mı, ey ahali? Bilin ki arayışım kar altında baş vermeye gayretli kardelene şahitlik etmeyedir, viranelerdeki hazineyi saklamayadır. Ben, kâğıda ve kaleme rıza göstermiş şairim, karanlık kuytuda yedi yılda bir de olsa açmaya yeminli bir çiçek. Kışın yapraklarını ödünç veren bir ağacın çıplaklığıyım belki de.

- Sana içimdeki gökyüzünü terk eden kuşların bıraktığı hüznün şiirini yazacağım

R

Unutma ey kalbim, gündüzün annesi geceyedir.

Gözlerimi, o çok uzaklardaki şafağa dikerek, bu zifirin aydınlığı, bu gecenin sabahı yok, diye haykırmak isteyişim boşuna değil. Gökteki yıldızlar bana güzel ülkenin haritasını hediye ededursun, kanar yanlarıma sarmaya Yusuf’un paramparça gömleğini bulmaya kanatlanan kuşlar ne vakit dönecek diye gözlerimi birbirine uluyorum. Ne olur, gözlerini değdirme gözlerime.

İfşa edilemeyen sır hayatımı ve hayallerimi çoktan ayarttı. Artık kendimi dünyanın hengâmesine ait hissetmiyorum. Düşler ülkesinde çarmıha gerilen gölge gibi paslı çivili dil yaralarıma yara katmaya gayretliyken, boynumda hamaildir annemden yadigâr kederim.

Vurgun yemedim ama kan benim yaramdandır.

Karanlığın dibidir yüreğim, gözlerim izbelerin derini. Sesim çokça aşinadır acıların katmerlisine. Ey, el yordamıyla araladığım kapıdan sokağa sere serpe saçılan feryadım, ufuklar boyu uzayan suskun halimi topla da gidelim geceye.

Ben kederin çocuğuyum, diyor ermiş. Keder ki dört bir yan yağmur ıslanışımdır. Hayat, nazlı gelin gibi salına salına gelip geçerken yanı başımda, binler yüzünün biriyle bile dönüp bakmaz yüzüme.

Kederden inleyişim, ilkbahar sularıyla delişmen ırmak gibi başını taştan taşa vurarak yol almaya dursun, bir yan bakışın, sevgili, âleme seyre çıkarır beni. Bunca ırmağın bunca suyu yol bulup dolar kalbime. Kalbim içindeki putların tüneği.

Sus, ey kalbim, ortalığı telaşa verme, rüzgârı güldürtme halimize! Biz ki kederin çocuklarıyız. Gündüzün geceye yolculuğu gibi garip. Gecede bitse yolculuk, gün tekrar doğacak ve bırakıp gidecek, göğsümün ortasına taht kuran hüzün perisi. Geceye kalan onun uğultusu olsun. Uymayalım yıldızlarla ki aramızdaki keder perdesi hicaba yırtılmasın.

- Ne olur azap kuşlarını salma üstüme.

(6)

İnsanın, bütün sevdiklerinin ötesinde “aşkın olan güce” yani yaratıcısına gidişi de elbette eli boş olamaz.

Allah, bu âlemde kulun zikrinde, fikrinde, şükründe yer edinir. Kişi onu zikir, fikir ve şükür ile daima bilmelidir.

Sevgiliye eli boş gidilmez. Salih amellerle zikir ile fikir ile şükür ile ona gitmek elzemdir.

Toplumda insanların birlikte yapabileceği onca eylem vardır. O eylemlerden bir tanesi de Allah’ı birlikte bir sohbet muhabbet halkasında anmaktır. Boş lafın karın doyurmadığı, boş sözün baş ağrısına sebep olduğu ve kişiyi yormaktan başka bir faydasının olmadığı bilinir. Fakat Allah’ı anan insanlarla Allah’ı, iyiliği ve güzelliği dile döker, söze konu edersek bahsettiğimizin aksine söz, öncelikle boş söz olmaz. Baş ağrısına ve yorgunluğa sebep vermez. Bilakis hikmetli olan bilgi, nazar bize geçer, gönlümüzde yer edinir, içimizi genişletir ve bizi mütekâmil bir insan seviyesine adım adım yükseltir.

Burada dostluk ve arkadaşlık üzerine de birkaç söz söylemek gerekir. Çünkü dost veya arkadaşlar sözü sarf ediş şekillerine göre ikiye ayrılabilir. Birincisi sözü boş söz olarak sarf eden ve arkadaşını yoranlar, ikincisi ise sözü doğru yolda sarf edip sözü ile ve eylemleri ile Allah’ı hatırlatanlar.

O halde dost veya arkadaş seçimi bu yönden önemlidir. Yukarıda bahsettiğimiz birinci gruptan bir arkadaş seçmek kâr-zarar dengesinde bizim zararımızı artıran kârımıza faydası olmayan bir arkadaş olacaktır. İkinci gruptan seçtiğimiz bir arkadaş ise kâr-zarar dengesinde bizim kârımızı arttıran zararımıza olmayan bir arkadaş olacaktır.

İkincilerden seçilen bir dost, her halde bülbüle benzeyecektir. Öyle dostun sözü bülbülün gül bahçesindeki sesi gibidir ve öyle dostun hâli bülbülün gül bahçesinde, gülün karşısındaki hâli gibidir. Bahsettiğimiz ilk gruptan bir arkadaşın sözü ve hâli her halde olsa olsa karganın kelamı ve hâli gibi olur.

Kişinin kendisini de şüphesiz karga kelamı eden bir kişiye değil bülbül kelamı eden bir kişiye, bahsettiğimiz ikinci gruptaki bir arkadaştan olmaya sevk etmesi gerekir. Kişi bu yolda kendini eğitmelidir.

Hâli ile ve sözü ile Allah’ı andıran bir dost olmayı Allah herkese nasip etsin.

HAKK’I SEVEN KULLAR İLE

Yavuz Balı

Y

unus okur diller ile Ol kumru bülbüller ile Hakk’ı seven kullar ile Çağırayım Mevlam seni

Kişi sevdiğine eli boş gidemez. Bir hediye, bir çiçek olmazsa olmaz. Kişinin sevdiğine eli boş gitmemesi kendimize verdiğimiz değeri gösterir. Karşımızdakine değer verdiğimizi göstererek kendimize değer verir ve değer katarız. Sevdiğimiz kişi zihninde bizim için olumlu düşüncelere ve olumlu hislere böylelikle kapılır.

(7)

“Telgrafın tellerini kurşunlamalı”

Öyle değildi bu türkü bilirim, diye başlayan Erdem Bayazıt şiirine bir nazire mi olur onu bilmem ama bugünlerde benim dilimde dolaşan bir mısra var. Çok yaşadığımdan değil belki ama çok şeyi az zamanda gördüğümüzden olsa gerek o mısraın peşine takılıp gidiyorum. Behramoğlu’nun şiirine de adını veren o ilk cümleden bahsediyorum:

“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.”

Peki, gerçekten de “bir” şey mi var öğrendiğimiz? Yaşını kemale erdirmişlerin, kocamışların yahut yaşını almışların hep söylediği “Bizim yaşımıza gelince anlarsın.” hakikati belki de tam da budur işte.

Gerçekten de hepimiz yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizle yol alıyoruz. Hayat yolculuğu dediğimiz şey, aslında geçirdiğimiz günlerin kucağımızda yükselttiği kum yığınları… Tıpkı Ahmet Haşim’in “Eteklerimde bir yığın yaprak” tarifi gibi… Haşim’in kızıl havalarında tunca dönen mermerin daha açık seçik hali bu “yaşadıklarımız”

işte.

Bizden öncekilerin, onlardan öncekilerin ve onlardan da öncekilerin tecrübe ettikleri arasında pek fazla bir fark yok aslında. Zira sahnedeki figüran hep aynı. Bin yıllardan beri dünya sahnesinin baş aktörü sadece ve sadece “insan”…

Duygularıyla, eksikleri ya da fazlalıklarıyla insan ise hep aynı sorunların hem nedeni hem çözümü. Böyle olunca da tekerrür eden nisyanıyla malul olmaktan kurtulamıyor.

“Gamdan dağlar kurmalıyım Kayaları kelimeler olan Kırkikindi saymalıyım

Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma saçlarıma Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından Baştan ayağa ıslanmalıyım

Gam dağlarına çıkıp naralar atmalıyım.

İçimde kaynayan bir mahşer var”

YAŞADIKLARIMIZDAN ÖĞRENDİĞİMİZ

Musa Yaşaroğlu

Merhum Bayazıt’a bu mısraları yazdıran ruh hali neydi bilmiyorum ama şimdilerde o ruh halinin bizi de çepeçevre kuşattığı kesin. Muhtemel ki şairin bu enfes ifadeleri, onun da “yaşadıklarından öğrendiği” olarak düşüyordu kaleminden.

(8)

İnsan umudu da hüznü de yaşadıkça fark ediyor. Kırıldıkça onarmayı, yıktıkça yapmayı, kaybettikçe kazanmayı öğreniyor. Öyle ki hatalarından ya da günahlarından yükselen dağları başarı ya da sevaplardan yaptığı merdivenlerle aşması gerektiğini anlıyor.

Her an yeniden ve yeniden talebesi oluyoruz hayatın. Son nefese dek süren “bilme ve öğrenme”

yolculuğumuz ancak ölümle birlikte sona eriyor. Her ne kadar harikulade zevklerin tadına varmak için çabalasa da bu “oyuncak dünya”nın kahrını çeken insanoğlundan başkası değil. Şarkıdaki “bizimkisi bir aşk hikâyesi”

ifadesi aslında koca bir yalandan ibaret. Zira “bizimkisi bir hayat mücadelesi” sadece. Her defasında gerilerde tamamladığımız bir yarışı sürekli tekrarlamak gibi… Tekrar eden bir döngünün içindeyiz.

Hiçbir zaman tam anlamıyla sahip olamayacağımız, hükmedemeyeceğimiz bir dünyanın gönlümüze hoş gelen eğlencesi içinde rol aldığımızın farkına varamayacağımızı da hepimiz iyi biliyoruz. Bu yüzden de “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” Gerçeği ile yüzleşme sürecimiz hiç bitmiyor.

Bu yazının hedefi aslında karamsar bir “dünya” fotoğrafı değildi. Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizin kendi fikrimizce yazıya dökülüşüydü. Bazen günlerimiz veya gecelerimiz karanlığı, karamsarlığı gösteriyor gibi olsa da güneşin ertesi sabah yeniden doğacağını ve aydınlığın en yoğun karanlığın ardından geleceğini unutmamak da bizim “yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz” kısmına dâhildir.

Hadi bu kafası karışık yazıyı büyük bir ustanın elinden tamamlayalım:

“Yaşamak, yaralanmaktır. Yaralanmak da güzel.”(Cemil Meriç)

(9)

SANATÇI

Sezer Kapçı

şir, buna göre hayatını şekillendirirken kimi de duygularını yastığının altına, hüzünle saklar, kimse bunların farkına bile varmaz.

Ben insanı gözlemlerim; saçları, ayakkabısı, kıyafetinden ziyade taşıdığı duyguları takip ederim, kendiminki de dahil.

Bana göre; insanda, doğuştan var olmuştur sanatçı ruhu. Bebek tam bir taklitçidir. O kadar etkiler ki sizi hayranlıkla izlersiniz. Bir sürü maymunluklar yaparak sizi eğlendirebilir. Bir tiyatro sanatçısı gibi, bir de numaradan ağlar karşınızda, içiniz parçalanır. Başlamıştır yetenek yarışı, sanatçı olma yolunda...

"Sadece yaşamak yetmez dedi, kelebek.

Gün ışığı, Özgürlük ve küçük bir çiçek gerek!"

Demiş, Andersen. Her insan, hayat yolunda, kendinde bir göz daha açmayı başarabilirse, sanatçıdır.

Ben ıskalasaydım o gözü, yaşamın hayhuyundan bir kelebeğin kanat çırpışını ya da bir ceylanın, yemyeşil bir dağ eteğinde bulunan pınardan, su içmesinin keyfini nasıl anlayabilirdim?

nasıl anlatabilirdim?

“Sanat bir şey değildir, bir yoldur.”demiş, Elbert Hubbard. Zihnimde geçmişle geleceği birleştirmek için çareler ararken sanatçılara rastladım, kendi yolumda. Onlardan öğrendim; Bir ikindi vakti Galata Kulesinin endamını, Kadıköy’de çiçekçi kadının renkli elbisesindeki günbatımını. Uzaklarda, İstanbul un yedi tepesinde yedi tane gülüm var deyip yüreğimi soğutmayı… Kulağıma gelen bir ezgiyi mırıldanırken, bu dünyada mizahın da olduğunu...

Çocukluğumda gurbete açılan kapılardan biri olan Karaköy rıhtımının, sabah ayazında sıcak yüzlü simitçilerini… Sait Faik’ten, ocağın üstünde fokurdayan çaydanlığın bir ''nefesi" olduğunu…

Y

unan filozofu Aristotoles ya da kısaca Aristo’ya göre ''sanatın kökeni taklittir. Çünkü her şeyin özü, insanda ve doğada mevcuttur.''

İnsan, doğduğu günden itibaren hissettiği duygularla yol almaya başlar. Bu yolcululuğunda korkuyu, heyecanı, aşkını, acısını yaşarken; kimi duyguyu, gökyüzüyle paylaşır, yetenekleri geli-

(10)

''Yüzünü görmek için cam ayna kullanıyorsun; ruhunu görmek için sanat eserlerini kullanabilirsin..''demiş, George Bernard Shaw

İnsan ruhu ışığa gider. Şiirden öğrendim, coşkuyu tutkuyu, kitapları bağrıma basıp çok sabahladım. Ruhumda yanan sokak lambalarını el yordamıyla takip ettim.Ruh aydınlandıkça insanın ayaklarını yerden kesiyor. Sanat yolunda yolcu olmak için, gönül gözü ışıl ışıl parlıyor. Okullu olduğum zamanlarda, babam herkesin bildiği bir hikâyeyi anlatırdı:

''karıncaya demişler ki;

-Nereye gidiyorsun?

Karınca cevaben:

-Hicaza gidiyorum, demiş.

-Ooo sen bu ayaklarla Hicaz' a varamazsın, demişler.

-Olsun, yolunda ölürüm ya ,diye cevap vermiş, karınca.

Büyük bir sanat deryası içinde ömür biter, ama geçmişi, geleceğe aktaran sanatçılar çok yaşarlar...

Ne demiş? Frida Kahlo:

''Çiçeklerin resmini yapıyorum, böylece ölmeyecekler.''

Bu dünyadan, miyarlarca insan gelip geçmiş ilk insandan bu yana. Henüz ilk çağlarda mağara taşlarına çizilen resimleri keşfetmek dahi hala bu günümüze heyecan katmıyor mu? Dünya, geçmişi geleceğe taşıyan sanatçılar sayesinde aydınlanıyor. Adamın biri “Yazmak, yaramazlık yapmaktır demiş, diğer adam da; yaramazlık yapmak, yaratıcılık ister” demiş. Bu sözlerle insan var oldukça ve dünya durdukça bitmeyecek bahsimizi sonlandırarak hepimize sanat dolu bir ömür diliyorum.

(11)

Sufiler “Tanrı, insanın ruhuna kendi nefesinden üflemiştir. O nedenle , insan duygu ve düşüncesinde ölümsüzdür. Ondan geldik ve yine ona döneceğiz” düşüncesindedir. Böylece, iyi yönler açığa çıkmalı, nefisten kaynaklanan zaaflar azaltılmalı ve insan, büyük günde ilahının huzurunda saf bilinçle bulunmalıdır.

Tanrı, saf bilince sahiptir, kötülük yapmaz, fakat zarar verir. İnsanların hikmetini anlayamadığı bir şekilde elem, keder, dert verebilir. Hayvanlarda bilinç yoktur, kötülük niyeti taşıyamazlar. İnsanlarsa doğal hayata müdahale ile diğer, canlılara ait alanlara zarar verirler. İnsanlar, ne Tanrı gibi saf bilinçtir, ne de hayvanlar gibi bilinçsizdir.

Kişiliğine ait zincirlerden tek tek kurtulmaya çalışan, ilahi olana gitmesi umulandır insan. İyi olduğunu iddia eden de, bir diğerini kınayan da, kötülük yapan da birdir. Hepsini, yöneten hakiki iyiliği bulmuş olsa gerektir.

Genel görüşlerden biri de şöyle: Saf bilinç, insani değildir. İnsanın varlığı iradeyi, irade ise , iyi ve kötüyü tercih etmeyi beraberin de getirir. Kötülük insanidir. Bu nedenle cennet cehennem, mizan, terazi, ahiret insanoğlu için zorunludur.

"Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver anları

Bana seni gerek seni," diyen; Yunus Emre insanları, kendi dillerinde ve hallerinde, Allah’ı aramaya; kötülük, çirkinlik ve yokluktan kurtulmaya, iyilik ve güzelliklerle donanmaya davet eder.

HİÇBİR ŞEY TAM MANASIYLA İYİ veya KÖTÜ DEĞİLDİR

Nuran Erez Turan

İ

yilik ve kötülük Tanrı- evren ilişkisi, ademoğlu dünyayı mesken tuttuğu günden beri tartışılan, fakat üzerinde hala tam bir mutabakat sağlanamayan konulardandır. Derler ki; İyiler iyilik yapmaktan vazgeçtikleri anlar da, kötülük baş gösterirmiş.

(12)

Onlar için insan , Allahı her yerde görebilir, hissedebilir. Ayrılık gayrılık yoktur. Her şey Allahın isimlerinin insanda yansıması sonucudur. Yaşam ,ne iyidir, ne de kötü… Doğruyu yanlıştan, yanlışı doğrudan ayırmak, geceyle gündüze meydan okumak gibidir. Onlar yanyanadır, iç içedir.

İnsan ; zaaflarından ötürü , kendi kalbine ışık tutmayı çoğu zaman unutur.

Diğerlerini kusurlu ,ayıplı görür gösterir ,özünü temize çıkarmakta giderek ustalaşır. İnsan, Tanrı’ya giden yolda;

düşe kalka ilerleyen yolcu gibidir.. .Bu yolculukta herkes eşittir. Özgür iradeye bağlı, iyi ve kötüye yönelik ,tercih vardır. İnsan için eğri olmak ,ölçüsüz olmak kolaydır, rahatlıktır. İyilik ise ,alın teriyle elde edilen çok zahmetli bir iştir. İnsan ise acelecidir. Kişi bilmelidir ki ; bu yolda hiçbir yolcu uzun bir süre kalmaz.

Bu beden, yaşadığı yaşattığı dayanılmaz acıları, mutlulukları mutsuzluklarıyla birlikte bir gün yok olacak.

Sen, ben, hepimiz bir gün, öleceğiz. İnsanı aldatan, küçümseyen, hafife alan,insana ihanet eden, zulmeden, her kim olursa olsun, onlar da ,elbette bir gün ölecekler. Başımıza gelen musibetler, hepsi hepsi bir gün yok olacak.

Çok sevdiğin, bağlandıkların, seni üzenler, senin üzdüklerin de , bu dünyadan göç edecek. Ve sonunda...

İnsanın insana yaşattığı acıların bir önemi kalmayacak. İnsan düşe kalka büyüyecek. Hata yapa yapa, doğruyu yanlıştan ayıracak ve sonsuzluğa doğru süzülerek ilahi olana rücu edecek.

Toprakla kavuşan beden, günahıyla sevabıyla özgürleşecek. Bu hal, sana batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında bu hal doğmak ve yeniden hayata kavuşmaktır! Hangi tohum yere -atıldı-ekildi de tekrar bitmedi, topraktan başkaldırmadı? Hangi kova kuyuya sarkıtıldı da dolu çıkmadı?

“ Bizim ölümümüz ebedi bir düğündür” diyerek bütün sözleri tamama erdirir.

Mevlana

Ey insan kalıcı değilsen,bu öfke , bu acelen niye! Dünya hayatı yeniden doğmaktır öyleyse.

(13)

KURBANLIK BEBEK

Mirsada Çakır

rtık tek çözüm kaldığına inanmıştı. Saçma bir inanıştı bu. Kışkırtılmış, inanmış ve saçma sapan bir çözüme ulaşmıştı yine. Gözlerini sildi. Zili çaldı ve zaten açık olan kapıdan içeri girdi. Üçüncü kata çıktı. Bütün oda kapıları açık, koyu renk perdeler kapalıydı. Ev; geniş, havadar ve karanlıktı.

Koridorda farklı boyutlarda aynalar ve hangi dilde olduğu anlaşılmayan yazılar asılıydı. Koridorun sonunda diğer kapıların aksine çocuk odası gibi görünen kapalı bir kapı vardı. İçeri girdi, bir kadın bebeğini

A

emziriyordu. Saçları göğüslerini örtüyor, bebeğin yüzünü biraz kapatıyordu. Adam yüzünü çevirmedi, orada olması doğalmış gibi davrandı. Bebeğin emişi ve değişik bakışları… Sanki insan yavrusu değil gibiydi.

Paranoyaklığıyla küçük bir bebeğe koyduğu isimler onu bile korkutmuştu. Aksine kadın beyaz teni, yeşil gözleri ve açık renk saçlarıyla bir elfi andırıyordu. Kadın adamı görmezden gelip, tarihi beşiğe koyduğu bebeğin üzerini örttü. Ayağa kalktı, boyu kapıya kadar uzanan bir kadındı. Yolu işaret edip bebeğin üstüne kapıyı kapadı.

Kadının kokusu adama; bebeğini emziren bir kadından çok, annesini yeni gömmüş bir kadını andırmıştı.

Kırmızı kapılı bir odaya girdiler. Yerdeki mindere oturmasını işaret etti kadın. Ellerini uzattı, “Eğer göstermek istediğiniz sırlarınız varsa göremezsiniz” dedi. Sesi tanıdık değildi. Tanıdık olabilmesini isterdi “Adın” dedi kadın.

“Neden bu ismi koydular sana?”

-Nedenini sizin bilmeniz gerekmez miydi?

-O zaman yaşayamazdım. Hiçbir canlı her şeyi bilmek gibi bir şeyle cezalandırılamaz Çağdaş Bey.

-Bu ismi duyan herkes korkuyor. Bu kehanet beni de korkutmalı mı?

-Çağdaş olmaktan mı? Aslında soruna gülmelisin, çünkü her insan çağdaş olmaktan korkmalı.

(14)

Kadın gözlerini kapadı, siyah karanlık bir odadan içeri girdi. Pencereyi açtı; çığlık, çığlıklar özgürlük isteyenler… Yazık, dedi kadın. Odanın kapısını açtı, bir sarmaşığa atladı. Maymunları takip etti. Gökyüzüne tırmanıp orada hiç renk olmadığını fark etti. Kendini yere bıraktı. Yere çakıldığını duydu. İnsanlar kendi ölülerinin etrafına toplandılar. Üstünü örttü, üzülmüştü.

Bir dükkâna girdi, adamın yüzünü tanıyor gibiydi. Adam “Bebeğiniz ağlıyor” dedi. Adam kadını sarsmaya başladı, bebek durmadan ağlıyor, kapılar çarpıyordu. Adam korkmuştu fakat kadın kar gibi soğuk ve sessizdi, tişörtü sırılsıklam olmuştu. Göğüslerinden süt akıyordu.

Adam odadan çıktı, bebeğin odasına girdi. Bebeği kucağına aldı, bir an onu susturmak için burnunu tıkamak istedi. Fakat çocuk nefes almıyordu. O zaman her şeyi fark etti, koşarak odadan çıktı. Kadına

“Geleceğimi söyle bana” dedi. Adamın suratını avuçlarının içine aldı “Bebekler ağlamak içindir, bir anne bebeğin sorumluluklarını yerine getirdiği için gururlanmalıdır” dedi. Dükkândan çıktı. Mezarlıkların yanından geçerken birkaç bebek gömdü fakat ağlamadı.

Adam “ben kimim” dedi. Korkman çağdaşlık değil, gelmeyen çağdaşlık! Sana kaç çocuk kurban ettim, aslında ağladılar da. Nefes almayan bir çocuk nasıl ağlamasın? Adam her şeyi anlamıştı, içinde bir odaya daldı gözlerinden tanıdı kendini, aynalardan yansıyan yüzleri tuttu yumrukladı “Ben değilim” dedi. Kadın mezarlıktan uzaklaştı. Kurban edilen bebekleri gömmüşlerdi, ulaşır mıydı tanrıya. Birkaç kez tükürse çağdaşça?

Kadın nedenini açıklaya bilirdi açıklamadı. Çünkü adam canına kıymak isterdi. Oysaki adamı umursamıyordu, sadece geleceği bildiği halde korkmayan biri olduğunu göstermeliydi. Kadın bir fincan getirdi adama. Bir yudumda bitirmişti önündekini, ama saatler geçmiş, bütün kara delikleri yutmuştu. Fincanı kadına itti. Kadın fincanı eline aldı, odada bir rüzgâr esti, kapı açılıp kapandı içeriyi seyirciler doldurdu. Fakat adam hiçbir şey göremiyordu. Oda boştu odada hiç kimse yoktu, biraz üşümüş ve sırtı gıdıklanmıştı.

Kadın gözlerini kapadı, siyah karanlık bir odadan içeri girdi. Pencereyi açtı; çığlık, çığlıklar özgürlük isteyenler… Yazık, dedi kadın. Odanın kapısını açtı, bir sarmaşığa atladı. Maymunları takip etti. Gökyüzüne tırmanıp orada hiç renk olmadığını fark etti. Kendini yere bıraktı. Yere çakıldığını duydu. İnsanlar kendi ölülerinin etrafına toplandılar. Üstünü örttü, üzülmüştü.

Bir dükkâna girdi, adamın yüzünü tanıyor gibiydi. Adam “Bebeğiniz ağlıyor” dedi. Adam kadını sarsmaya başladı, bebek durmadan ağlıyor, kapılar çarpıyordu. Adam korkmuştu fakat kadın kar gibi soğuk ve sessizdi, tişörtü sırılsıklam olmuştu. Göğüslerinden süt akıyordu.

Adam odadan çıktı, bebeğin odasına girdi. Bebeği kucağına aldı, bir an onu susturmak için burnunu tıkamak istedi. Fakat çocuk nefes almıyordu. O zaman her şeyi fark etti, koşarak odadan çıktı. Kadına

“Geleceğimi söyle bana” dedi. Adamın suratını avuçlarının içine aldı “Bebekler ağlamak içindir, bir anne bebeğin sorumluluklarını yerine getirdiği için gururlanmalıdır” dedi. Dükkândan çıktı. Mezarlıkların yanından geçerken birkaç bebek gömdü fakat ağlamadı.

Adam “ben kimim” dedi. Korkman çağdaşlık değil, gelmeyen çağdaşlık! Sana kaç çocuk kurban ettim, aslında ağladılar da. Nefes almayan bir çocuk nasıl ağlamasın? Adam her şeyi anlamıştı, içinde bir odaya daldı gözlerinden tanıdı kendini, aynalardan yansıyan yüzleri tuttu yumrukladı “Ben değilim” dedi. Kadın mezarlıktan uzaklaştı. Kurban edilen bebekleri gömmüşlerdi, ulaşır mıydı tanrıya. Birkaç kez tükürse çağdaşça?

(15)

SESSİZ KONAK

Aysel Ertan

Başımı cama yaslamış, güneşin doğuşunu görmek için adeta çırpınıyorum. Odada yalnızım.

Ama olan biteni birilerine anlatmak istiyorum.

Anlatmalıyım. Güvenilirliğin yerini oynak karakterlerin, fedakârlığın yerini bencilliklerin, ille de yalanların, dolanların aldığı bir dünyada kime neyi anlatırım bilmeden birilerine o günü anlatmak istiyorum.

Hangimiz anlaşılmayı, kurumuş dudaklarımıza damlatılacak bir yudum can suyu gibi arzulamıyor ki?

Hangimiz yargılamadan, küçümsemeden, azaltmadan; tutunduğumuz umudu soğurmadan dinleyecek birini aramıyor ki?

O gün, olan biten ne varsa anlatmak istiyorum.

Bu anlatma arzusu öyle böyle değil. Çölde serap, kışta yaz, ateşte köz özlemi gibi. Uykularımı kaçıran, anıları geçmişin tozlu raflarından birer birer indiren türden. Öyle haberli filan değil, doludizgin gelip kapıyı vurmadan giriveriyor içeri. Ölüm gibi...Kelimeler doluyor ağzıma, boğazıma diziliyor.

Bardağı taşıran son damla senin adın oluyor.

O günü anlatmak istiyorum. Dudağımı ısırıyorum, gözlerimi sımsıkı yumuyorum. Ne yapsam boş. İki damla yaşın yanaklarımdan süzülmesine engel olamıyorum. Anlamsız bir kalabalığın içinde yalnızlığıma sarılıyorum.

Beni görsen yüreğin dayanır mıydı bilmiyorum.

Evden çıkalı epey olmuştu. Kendimi oyuna iyice kaptırmışım, çocukluk işte. Amcamın oğlu geldi koşa koşa yanıma. Bilirsin bizim Hüseyin’i. Hani şu

Fotoğraf: Serap İitk

Ö

nümdeki şu iki yüksek bina olmasa, güneşin doğuşunu ucu bucağı

görünmeyen bir okyanusun

ortasındaymışım gibi tadına vara vara izlesem... Benimkisi hayal işte. Hayal kurmak: Büyük şehirde yaşayanların hayata tutunma gayreti... Hayal edersin, umut edersin… Hayallerin yıkılırsa ya pes edersin ya da filmi başa sarar tekrar hayal ederek yaşamına devam edersin. Başka başka yollar aramak da ayakta kalmaya kararlı olan nadide insanların seçtiği yoldur.

(16)

sümüklü, sıska, lastik askısı olmasa kıçında donu durmayan. Hani gözbebekleri yuvalarında fıldır fıldır dönüp duran. Her gördüğünde iki dizinin arasına sıkıştırıp:

“ Zeytin gözlüm sana meylim nedendir?

Bu sevmenin kabahati kimdedir?” ezgisini fısıldadığın Hüseyin. Peltek peltek “ Gülsüm Yenge”

deyişine katıla katıla güldüğün Hüseyin, yanıma gelip kulağıma bir şey fısıldadı.

Gözlerime ucundan değdirip kaçırdığı gözleri, kara bulutlarla kaplıydı. Dokunsan fırtına, konuşsan tufan… Fısıldadığı iki kelime iki kurşun olup saplandı küçük kalbime. Beni bekleyen acının ağrısı yayıldı zerrelerime. Nefesim kesilene kadar koştum. Bahçe kapısında Hatice Nine, Neriman Hala, İbrahim Dayı, Medine Abla, Şükriye Anne… Baktım, babam kapının önündeki asmanın dibine yığılmış. Etrafta limon kolonyasının keskin kokusu; kısık inilti, kesik kesik hıçkırık sesleri.Herkes bizim eve toplanmış.

Ayakkabılarımla daldım mutfağa. Çay suyu konulmamış misafirler için. Ocağın üzerinde tencere yok. Fırından sıcak börek kokusu gelmiyor. Mutfak boş.Sen orada değilsin.

Balkona çıktım,balkon boş. Sen orda da yoksun…

Sobanın kovası hazırlanmamış. Ev soğuk, ev öksüz kalmış, ev boynunu bükmüş, ev buz gibi. Ağlama seslerinin dozu artıyor. Sümüklü, sıska Hüseyin ağlıyor, babam ağlıyor; Neriman Hala, İbrahim Dayı…

Ben de bir şey yok. Babama gittim. Babam arka bahçeyi işaret etti:

- Oğlum, dedi, annen öldü.

Boş boş baktım yüzüne. Ayaklarım beni arka bahçeye doğru sürükledi. Şükriye Anne gelip elimden tuttu. Beyaz yazmasını toparlayan hoca hanıma:

- Annesi, dedi.

Açılan örtünün altından birkaç tel ak saçını gördüm.

- Son kez öp anneni, dediler. Son kez…

İki kelime daha iki kurşun olup saplandı yüreğime.

Her şey o anda başladı. Aslında her şey o anda bitti.

Görsen, ana yüreğin dayanır mıydı bilmiyorum.

Ağarmış saçlarına kondurduğum öpücüklerin son kez olduğunu bilmenin, çocuk yüreğime açtığı yarayı bilsen ana yüreğin dayanır mıydı? Yokluğunun ardında bıraktığın yangını, sensizliğe dayanabilmek için dilediğim Yakub (as) sabrını bilsen…

Anlatmak istiyorum. Ah, bir anlatabilsem belki bir parça rahatlarım, diyorum. Ama görüyorum ki anlatmak istediklerini kirpiklerinin ucuna, yıkılan hayallerine, kırılan umutlarına, alt üst olmuş hayatlarına, yalnızlıklarına; en çok da belleklerine... Foseptik çukuruna dönen belleklerine yazmış yığınla insan var. Kime, neyi anlatabilirim ki?

***

Acı kahvemden bir yudum alıyorum. Tek başımayım.

Şikâyetçi olduğum söylenemez. İnsansız hava aracı gibi artık dünya. Herkes bir yerlere ulaşma, yetişme telaşıyla tek başına devam ediyor yoluna, insanlıktan uzaklaşa uzaklaşa...

Hafif bir müzik açıyorum. Şairin, "Uçurumun kenarındayım Hızır." mısraları yankılanıyor kulaklarımda.

Karşı apartmanın bacasında bir baykuş ötüyor. Ortalığı yoğun bir ölüm kokusu sarıyor sanki. Yalnızlığın doz aşımı da fark ettirmeden yavaş yavaş öldürüyor.

***

Bugün, o gün olanları ille de anlatmak istiyorum.

“Annen öldü!” dediler. “Bu, dedim mümkün değil. Burnu delik çorapla okula gitmem mümkün. Ayakkabının içinde kimse görmez. Aynaya baktığımda dökülen saçlarımın yokluğuna alışırım. Kışın bere, yazın şapka örter.

Örtmese de güler geçerim. Kuru ekmek yesem de fark etmez. Ama bana “Annen öldü!” dediler. “Bu, dedim mümkün değil." Senden sonra içimdeki boşluğu doldurmam mümkün değil. Ruhumdaki açlığı doyurmam mümkün değil.

(17)

Nereden aklıma geldi, nasıl depreşti yara? Yıllar sonra durup dururken unutmak için can attığım o gün nasıl oldu da yeniden palazlandı zihnimde?

Çok değil birkaç gün önce oradaydım. O evde…

Gitmeyeli ne kadar zaman oldu bilmiyorum.

Yıkılmamak için nasıl da direnmiş yıllara. Sağı solu yıpranmış, biraz köşelerden rutubet almış, biraz da boyası solmuş. Ama çehresini soluk gösteren boyadan çok, kapı dibindeki kurumuş hanımeliyle canlılığını yitirmiş bahçeydi. Evlerin de kaderi sahiplerine benzer miydi? Bahçe, etrafı taşlarla çevrilmiş topraktan ibaretti; mezar misali...Konak, rengini yitirmiş çehresiyle sessiz sedasız, öylece duruyordu. Saatlerce oturdum kapının önünde. Senin:

- Ah, şu güller açtığında gelip görecektin sen.

Bahçe tam oturup çay içmelik olduydu, deyişini hatırladım. Kalan birkaç dalı yere serilmiş sarmaşığın dibinde su kabın yan yatmış duruyordu öylece.

Üzerinde bir solucan gezindi, sonra toprağa çevirdi yönünü.

Geç saatlerde girdim içeri. Ahşap tırabzanlara tutunarak yukarı çıktım. Gece yarısı, canlılığını yitirmiş eşyalarla dolu odada bir başıma oturdum.

Tahta kurtlarının, eski gardırobun içinden gelen yorgun kıtırtısını dinledim. Gözüm, yıllardır çalışmayan mavi duvar saatinin yelkovanında takılı kaldı. Kaçın üzerindeydi bil bakalım?

Beş?

Yedi?

On iki?

Hayır, hiç birisi değil.

Yelkovan altı ile yedinin arasındaydı. Kararsız, durgun…

Odanın bir ucundan diğerine uzanan soba borularının ek yerlerine, bulaşık deterjanı kutuları bağlamış; zift akmasın, sobanın dumanı tütmesin istemişsin. Kutuların üzerindeki yazı belli belirsiz;

Ara sıra geliyor bu hâl bana. O günü bir bir anlatmak istiyorum.Çayın deminde kapı gıcırtıyla açılıyor; “ İçin ısınır oğul.” cümlesi eşikte sağa sola yalpalıyor sanki. Kimi zaman tarhana çorbasının kokusu mutfağa yayılı-yor. En çok da içli bir ağıtın nameleri dolaşıyor damarlarımda. Alışılmıyor anne.

Nereye baksam sen varsın. Yapışkan, bulaşık, her tarafa sıvanan yokluğuna alışılmıyor. Kızımın ilk adımlarını göremeyecek, ilk sözcüklerini duyamayacak, koklayıp bağrına basamayacak olmana alışamıyorum."Çünkü hep böyle olur. Bir an gelir, kopar film. Umulmadık bir anda tutulur güneş. Gece vakitsiz iner."(1) Gecenin karanlık kasveti hayatıma, sana en çok ihtiyaç duyduğum çocukluk zamanlarımda indi.

Ağarmış bir tutam saçına, minik dudaklarımla alev alev kondurduğum öpücükten sonra beni senin yanından çıkardılar. Şükriye Anne’ye götürdüler. Hani amcamın karısı, Hüseyin’in annesi…Şükriye Anne sobanın yanına bir yer sofrası kurdu. Çoluk çocuğu toplayıp oturttu. Herkesin tabağına birer kepçe nohut, sonra patates kızartması koydu. En sevdiğim şeydi patates kızartması, bilirsin. Evden sabahleyin çıkmıştım. Çok açtım. Daha çok küçüktüm. Hüseyin bir tabak daha patates istedi annesinden. Benim tabağımdaki de bitmişti.

- Şükriye Anne bana da patates koy, diyemedim. O benim annem değildi ki. Bir tabak daha patates isteyemediğimde senin öldüğünü anladım. Dedim ki:

- Benim annem ölmüş!

Durdum, durdum, duramadım. Ağlaya ağlaya öbür odaya koştum.

Anlatmak istiyorum. Bu anlatma arzusu öyle böyle değil. Artık çocuk değilim amabak, yine ağlaya ağlaya öbür odaya koşuyorum. Sehpanın üzerindeki albümün ilk sayfasını açıyorum. Sonra bordo perdenin bir ucunu aralıyorum. Bir serçe konuyor dala, bir karga yerdeki cevizi gagalıyor, belki de bir solucan sürünüyor toprakta şikâyet etmeden... Kahvemden bir yudum alıyorum; yudumlayabildiğime şükrediyorum.

Kızımın saçlarını şefkatle okşayan bir annesi olduğuna şükrediyorum.

(18)

harflerin yarısı hiç yok. Ben bildiğim için, kalan harflerden deterjanın markasını çıkarabildim. O marka üretimden kalkalı çok oldu. Her şey gibi markalar da yok olup gitmeye mahkûm.

Soba tütmüyor. Öyleyse gözümü yaşartan ne?

Bakıyorum. Dumanı üstünde anılar, boruların arasından üzerime doğru uygun adım geliyorlar.

Demlenip sobanın üzerine bırakılan çaydanlık fokurduyor. Kızarmış ekmek kokusu ve yarıya inmiş tereyağına,uzayan kahvaltı muhabbetleri eşlik ediyor.

Tahta döşemelerin gıcırtısıyla tavan arasındaki farelerin takırtısı yarışıyor.

Bu eski konakta bir başımayken, gece yarısı bunca gürültü de nereden çıktı şimdi?Çek yatı çektim, takılı kaldı.Sararmış bir bohça çıkardım içinden. Açtım, çağla yeşili, saten bir sabahlık... Bir köşesini fare kemirmiş.

Mor, kanaviçe işlemeli yastık kılıfı. Topuk kısmı aşınmış siyah, kışlık bir çift terlik, üzerinde senin ayak izlerin.

Saatin yanında, altın sarısı tellerle işlenmiş besmele asılı…

Biliyor musun, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Her şey hatırladığımız gibi ve hatırladığımız kadar. Tahta kurtlarının sesi geldi yeniden.

- Kıtırkıtırkıtırkıtır…

Bir grup fare, kısa mesafe koşu yaptı:

- Takurtukurtıpırtıpırtıpır…

Alt kattan kulağıma bir ses çalındı:

- Hadi yavrum, kahvaltı hazır!

Gecenin zifiri karanlığında çantamı alıp, bu kalabalık sessizlikten arkama bile bakmadan kaçtım. Kimim ben?

Annesiyle birlikte çocukluğunu da yitirmiş öksüz bir çocuk mu? Burası neresi? Eski bir konak mı yalnızca?

Yoksa her bir nesnede geçmişin izlerini taşıyan kutsal bir mabet mi?

Siz nereden bileceksiniz?

Gözyaşlarımı silerken olanları senden başkasına anlatmaktan, kendi irademle vazgeçiyorum anne.

Odada yalnızım. Elimdeki albümü kapatıp tülbendine sararak kaldırıyorum. Siyah, deri kapaklı defterimi açıp üç beş cümle karalıyorum:

“ Hayat, tek kişilik bir oyun değil mi? Hepimiz kendi senaryomuzu oynamıyor muyuz? Benim öykümde düştüğüm her sıkıntıda, iç yangınımda, sürçmelerimde, ümitsizlik yakama bir sülük gibi yapıştığında elimden sen tutuyorsun. Anneler çoğunlukla böyledir zaten. Bazen bir duanın içinden, bazen bir ahizenin ötesinden, kulağımıza üflediği bir nasihatten, imkânsız dediğimiz yerde bir albümün sayfasındaki siyah beyaz tek resimden uzanıp tutar elimizden. Elimi bırakma anne!”

***

Ama yazmayı düşündüğüm öykü bu değildi. Yanı başımda duran soğumuş kahveden bir yudum içiyorum. Tadı kaçmış. Pencereyi açıp derin bir nefes alıyorum. Güneş bir elif miktarı yükselmiş. Sonra bilgisayarı kapatıp bir çay suyu koyuyorum. Yeni doğan günün her zaman istediğimiz öyküyü yazdırmayacağının bir kez daha ayırdına varıyorum.

(1)Onat Kutlar

(19)

Şu an bir duldada yağmurun değil, elleri ve dillerinden sakındığım insanların mağduruyum. Yağmurun altındaki mutluluğumdan saklanıyorum, dâhil olamadığım bir hayatı el âlem ne der diye yaşayarak. Yağmur yüzünden bir yerlerde mahsur kaldığımda aklım bana oyun oynuyor. Yağmurda ıslanmayı severim. Her şey insanlar gördüğünde, bir bakışa bir gülüşe maruz kalmamak için, beni mutlu eden deli gibi arzu duyduğum bir şeyi sırf insanlar iki kelime konuşmasın diye yapmıyorum. İki gün sonra unutacaklar, bir daha onlarla karşılaşma ihtimalim olsa bile kendi mutluluğumdan daha mı önemli? Her yağmura elimi uzattığımda hatırlayacağım eşsiz bir mutluluktan vazgeçmek, bu kadar kolay olmamalı. İliklerime kadar ıslandığımda, iliklerime kadar âşık hissederim kendimi o zaman bir parçasıyım hayatın. Bana sorsan ölüyüm ele sorsan birçok hikâyenin iyi yâda kötü kahramanı benim. Kör ebe oynayan o çocukları hiç tanımam. Bir cinayet olsa onların zihninde benim eşkâlim.

- Bu adamı kim itti köprüden?

-Kırmızı giyen bir kadın vardı. İşte orada! Duldanın altında! Kırmızı şemsiyesiyle yüzünü saklayan şu kadın.

Bütün kadınlar kırmızı giyiyor, bütün şemsiyeler kırmızı. Fakat çocuklar üşüyen kırmızı elleriyle beni işaret ediyor. Oysa köprüden itilen bir adam bile yok.

-Kırmızı bir gocuk vardı üzerinde adamın, Diyorlar.

ELALEM NE DER

Hanife Çakır

V

El âlem ne der?e sonra…

(20)

Olmayan bir adamı olmayan bir köprüden itmişim. Ölünün eşkâlini sormuyorlar, “köprü nerde, hangi köprü”

demiyorlar. Bütün gözler bütün parmaklar benim üzerimde. Adamın eşkâli de köprü de bir tek benim zihnimde var. Sorguladıkça netleştiriyorum. Önce ayaklarını kuruyorum, sonra duvarlarını örüyorum, nostaljik duygusal geliyor, su kemerini andıran taş köprü olsun istemiyorum, çelik halatlı asma köprü ideal bu durum için. Az daha sorgularsam, bütün resmi tamamlayıp “ben yaptım ben, o adamı ben öldürdüm” diye bağıracağım. Hangi adam olduğunu daha sonra düşünürüz.

Ne kötü! Çocuklara öldürmek güzel gösterildi. Asılsız iddialarda bulunarak suçladılar beni. Ziyan olmuş ömrümün sorgularını istiflemediğim bir gecesi dahi yok.

Köprüde sallandırılan afişte ne yazdığı önemli değil. Ben onları uydurduklarıyla baş başa bıraktım. Biraz düşünsem bağıracağım. İnkâr edecek değilim itiraf da edemem. Benim bu dünya yurdunun bize yüklediklerini tam olarak anlamam imkânsız. Anlamlandırmaya çalıştıkça zorlaşıyor bütün kavramlar. Sağlam ve dirençli görünmem nafile bir çabadır böyle durumlarda. Ruhumdaki çaresizliği yüzleri kapkara kesilmiş bu insanlara sakinliğimi koruyarak anlatamam. Mutluluk için yaratılıp yaratılmadığımı sorguladığım günlerden biri değil bugün.

El âlemin mutlu olma olasılığı benim mutlu olmamdan daha zor. Benim acılarım üzerine kurulu bir mutluluk hayal ettikleri apaçık. Meşgaleleri; kulaktan kulağa fısıldayacakları abartılı hikayeleri olmalı.

Çıplak elle dokunuyoruz birbirimizin yarasına. Biz dokunana kadar mutluluktu cerahatini tüketemediğimiz o menem şey. Münzevi bir hastalığın başlangıcıydı korkularım. Sustum, hala itiraf edemediğim şeyler var.

Islanmalıyım iliklerime kadar. Sonra iteriz adamı köprüden. Zaten bizi duymuyor ne desek nafile köprü olmasa da düşecek. Kendini beğenmiş bir adamın merhameti kendinedir. Kimsenin aklından geçiremediği bilgiyi çocukların söylemesi beni katil yapmaz. Şuralarda bir yerde bir cehennem varsa kendini ruhumdan koparması gerekiyor. Ona bu kadar uzun süre bağlı kalamam. El âlem ne der sonra düşünürüz, yarınlara da biraz düşünce kalsın.

Adamı ne zaman öldüreceğiz? Hikâye bittiğinde mi atlayacak köprüden. Kendi cehennemine tutunuyor. Bu konu yanılsamaya yol açabilir. Gölgelerin bizimle aynı türden konuşması hakikate olan inancımı kaybettiriyor.

Şimdi kırmızı giyen bütün kadınlar benimle aynı yalanı konuşabilir. Zaten biraz da kadınlar suçlu. El birliğiyle öldürdük adamı. Gömdük mü? Hiç yaşamamış birini neden gömelim? Hangi kadın emzirdi, büyüttü, kalbine yamalı bohçaya eskileri doldurur gibi tıkıştırdı bu hurafeleri bilmiyorum. Bilsem de değişmeyecek hiçbir şey. Ne çok şeyi bilmediğimi de daha sonra konuşuruz.

Köprüyü suyun üzerine kurduğumuzu kim söyledi. Adam düşecek. Görünmeyen bir hakikat var burada.

Gölgelerini yolumun üzerinden toplayacağım. Bu cinayet kalplerini memeleriyle birlikte örten anneler bebeklerini emzirirken başladı.

Bu yağmur beni sürükleyecek, gölge gibi suya değil toprağa düşeceğim. Cehennemi bölüşüp kendimle, çok geç olduğunda anlayacağım ki bu benim hayatım. Ama bitti şimdi el âlem ne der

(21)

içbir şeyi hatırlamayacak kadar küçük yaştaydı. Babası, kasabanın tek bakır işleme ustasıydı. Baba mesleğini devam ettiriyordu. Her zaman olduğu gibi sabah

GERÇEK GÜZELLİK

Behçet Gülenay

Her şeyini kaybeden Ayşim bebeğin babası şehre taşındı. Zamanla işler yoluna girdi, hatırı sayılır bir iş adamı olmuştu. Ayşim ilkokul çağına gelmiş, okula başlamıştı. O talihsiz olayı, ninesini, kasabayı hiç mi hiç hatırlamıyordu. Doğuştan gözünün görmediğine ikna edilmişti. Dedesi vefat edince ninesi de şehre; onların yanına yerleşmeye karar verdi. O gün okulun bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Okul dönüşünde hiç hatırlayamadığı ninesini görecek, ona sarılacak, arkadaşlarını anlatacak, kasaba ile ilgili sorular soracaktı.

Nihayet eve döndü. Çantasını bile sırtından çıkarmadan heyecanla mutfaktaki ninesine koştu. Kapıdan içeri girdi.

Gülümseyerek ona kollarını açan yaşlı kadınla göz göze gelince çığlık attı. Yüzündeki derin yanıkları gören Ayşim, korkup odasına kaçtı. Yemeden içmeden kesildi. Ne yaptılarsa kâr etmedi. Odasından çıkmadı. Babası, kızının sağlığını düşünerek; kendi annesini huzurevine yerleştirmeye karar verdi. Eşinin onca dil dökmesi fayda etmedi.

“Bütün ihtiyaçlarını karşılarım. Onun için en iyi bakıcıları tutarım. Bir dediğini iki etmezler. Hem ben milletvekili adayı oluyorum. Bundan sonra gelip gidenimiz çok olacak. Gelen seçkin dostlarım annemi böyle gördüklerinde ben nasıl anlatırım onlara!”

Eşi:

“Seni doğurup büyüten insandan mı utanıyorsun.

Başına bir kaza geldi diye insan annesini atar mı?”

H

erkenden uyanıp atölyeye gitti. Annesi de sobayı yakıp ortalığı temizledi. ‘Kızım acıkmış olmalı’düşüncesiyle, mutfağa yöneldi ama ona yedirecek bir şey bulamadı. “En iyisi komşudan bir kâse yoğurt alayım deyip evden çıktı. Komşuya gidince lafa daldı. Hava çok rüzgârlıydı, ters yönden esen rüzgâr baca tepmesine neden oldu. Sobadan sıçrayan kıvılcım serili olan el dokuması kilimi tutuşturdu. Kilime işlenmiş kuş ve bereket motiflerinin üzerindeki parlak alevleri oyuncak sanan küçük Ayşim, emekleyerek alevlere doğru hareket etti.

Çıkan yangın kısa sürede evi sardı.

Annesi, evde tek başına bıraktığı küçük kızını hatırladı. Yoğurdu aldı, komşusuna teşekkür edip hızlı adımlarla eve doğru dönüyordu. Köşeyi döner dönmez evlerinin önündeki kalabalığı gördü. Önce bir anlam veremedi, sonra evlerinden yükselen duman ve alevleri fark etti. Afalladı, elindeki yoğurt kâsesi yere düştü. Dehşete kapılmıştı, çığlık çığlığa eve doğru koştu. Her yeri saran alevler arasında yıkılacak gibi duran eve girmek için atıldı ama toplanan kalabalık içeri girmesine engel oldu. Yine de eve girip bebeğini kurtarmak için çırpınarak ileri atılıyordu. Tam o esnada kayınvalidesi, kucağında küçük Ayşim’le, dışarı fırladı. Annesi, bebeğini kayınvalidesinin kucağından aldı. Gözyaşları içinde göğsüne bastırıp yüzünü, minik ellerini, saçlarını öpmeye başladı. Kayınvalidesi ise durmadan canhıraş feryat figan ediyordu. Yüzü feci şekilde yanmıştı. Herkes panik içindeydi. Kimse ne yapacağını bilmiyordu.

ssKüçük Ayşim’in de sol gözü ve parmak uçları yanmıştı. Uzun süren tedavi fayda etmemiş, görme yetisini kaybetmişti. Kalan tek gözü anne ve babası için teselli olmuştu. Ninesinin ise yüzünde derin yanık izleri kaldı.

(22)

Konuşulanları rahatlıkla duyan yaşlı kadın, sessizce oturduğu köşeden kalktı. Gelip oğlunun karşısına geçti.

Kırgın bir ses tonuyla;

“Vekil olup ülkeyi mi fethedeceksin oğlum! Daha annesinin gönlünü fethetmeyi becerememişken bir evlat, dünyayı fethetse ne çıkar?

Sonra gelinine döndü.

“Sen de üzülme kızım. Bu yaştan sonra, ha öyle yaşamışım ha böyle. Asıl huzurunuzu bozarsam kahrolurum.” dedi. Gelini, kayınvalidesini gözyaşları içerisinde huzurevine yerleştirdi. Adam, milletvekili seçilmiş, öyle ki doğru dürüst eşini ve kızını dahi görmüyordu. Hem evinin, hem huzurevindeki annesinin bütün ihtiyaçlarını hizmetçiler temin ediyordu. Zaman hızla akıp geçiyordu. El bebek gül bebek büyüyen Ayşim, liseye devam eden genç bir kız olmuştu.Durumdan memnun olmayan eşi de yıllar geçtikçe bu ayrılığa alışmıştı. Fırsat buldukça huzurevindeki kayınvalidesini ziyaret edip dertleşiyordu.

Bir gün Ayşim’in arkadaşları teneffüste birbirlerine lakap takıyorlardı. Ona da; “tek gözlü” diyerek, durumunu alay konusu yapmışlardı. O gün dünyası altüst oldu. Koşarak eve geldi ve kendini annesinin kollarına attı. Bu onun yaşadığı ilk hayal kırıklığıydı.

Derinden sarsılmış olan genç kız;

“Artık tek gözle yaşayamam, bir daha okula gitmeyeceğim.” dedi.

Annesi her ne dediyse de onu teselli edemedi.

Yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hisseden annesi, olanları babasına anlattı.

Babası, kızının sorununu ülkenin en iyi doktorlarıyla görüştü. “Hiçbir şey yapılamaz mı?” diye sordu.

Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi’nden gelen yanıt; “Eğer sağlam bir göz bulunabilirse, organ nakli yapılabilir” şeklindeydi.

Böyle bir fedakârlığı kim yapabilirdi? Aylarca düşündüler. Annesi, gözünü kızına verebileceğini söy-

lediyse de eşi buna rıza göstermedi. Babası; “Elden ne gelir?” diyerek, artık kızının derdiyle dertlenmez olmuştu. Varsa yoksa siyaset… Genç kızın ise psikolojisi bozulmuş, kimse ile görüşmek istemiyordu. Bir gün annesi, huzurevindeki kayınvalidesini ziyaret ederken kızının sıkıntısını onunla paylaştı.

Yüce gönüllü insan, gelininin elini sevgiyle tuttu.

Aklına gelen diline geldi.

“Üzülme kızım, torunum daha çok genç. Birlikte yaşayacağınız çok güzel günleriniz olacak. Ben bu fedakârlığı yapacak birini tanıyorum. Yalnız bu ikimizin arasında bir sır olarak kalacak,” diye ekledi.

Gelini, itiraz edecek oldu. İşaret parmağıyla itiraz istemediğini, kararının kesin olduğunu belirtti. Tek bir şartı vardı. O şartı yineledi. “Unutma! Bu, aramızda bir sır olarak kalacak.”

Annesi eve dönünce;

“Hastaneye gidiyoruz kızım, sana gözünü verecek birini buldum. Ancak sen de baban da bunun kim olduğunu bana sormayın” dedi.

Zaten gözünü bağışlayanın kim olduğunun baba ve kız için çok da önemi yoktu. Ameliyat çok başarılı geçti. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç kız, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti.

Bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Genç kız, aynanın karşısına geçmiş makyajını tazeliyordu.

“Gayet hoş!” dedi.

Güzelliğinden emindi. Gençlerin etrafında pervane olmasından biliyordu güzel bulunduğunu.

Yaşamın tadını çıkarıyor, gününü gün ediyordu.

Kulağı telefondaydı. Arkadaşlarıyla buluşacaktı.

Nihayet telefonu çaldı. Çantadaki telefonu almak için heyecanla doğruldu. Arayan annesiydi.

“Kızım…”

“Yine ne oldu anne?”

(23)

“Senden bir şey istiyorum kızım. Çok değer verdiğim, çok eski bir tanıdığım var.”

“Eee bundan bana ne anne?

“Gidip onu almanı istiyorum.”

“Ben mi?

“Evet kızım. Bugün baban da akşam yemeğinde evde olacak. Ona sürpriz yapmak istiyorum. Her zaman arkadaşlarınla buluştuğun kafeteryaya çok yakın. Huzurevinin parkına gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Gidip onu alır mısın?”

“Anne, ben arkadaşlarımla buluşacağım. Kendin halletsen!”

“İyi ya kızım! Arkadaşlarınla buluşup mazeretini söyle. Hemen yan taraftan alıp geliver. Bu yaşına geldin, ilk defa senden bir şey istiyorum. Hem seni de bebekliğinden tanıyan biri. Seni görünce çok sevinecektir!”

Ayşim, gönülsüz bir şekilde;

“Aman anne ya! Peki, ben onu nasıl tanıyacağım?”

"Her zaman parkın sağ tarafındaki ilk masada görüşürüz. O masanın dışında hiçbir yere oturmaz. Git ilk masaya otur, o gelip seni bulacak. Dedim ya seni bebekliğinden beri tanıyor, hem yeni çekilmiş fotoğrafların da var onda.”

“Anladım anne, anladım…” deyip telefonu kapattı.

Genç kız, arkadaşlarından erken ayrıldı. Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Böyle bir yerde ilk defa oturuyordu. Arkadaşlarıyla hep lüks eğlence yerlerine giderlerdi.

Annesinin tarif ettiği masaya oturdu. Çok geçmeden masanın öteki tarafına, yüzünde yanıklarla yaşlılığın getirdiği belirgin kırışıklıkların iç içe geçtiği ihtiyar bir kadın oturdu. Ayşim, yaşlı kadını göz ucuyla süzdü.

Aynı masada bulunmaktan utandığını hissetti.

‘Annemin akrabası çabuk gelse de, şuradan kalksam,’

diye geçirdi içinden.

Yaşlı kadın, çekingen ve içten bir ses tonuyla seslendi.

“Kızım…”

Daha cümlesini tamamlamamıştı ki, genç kız araya girip;

“Ne var, adres mi soracan?

Genç kızdan beklemediği bu çıkış karşısında yaşlı kadının boynu büküldü, yüzü ağlamaklı bir hâl aldı.

“Hayır kızım, başka bir şey diyecektim.”

“İki de bir “kızım” deyip iyice sinirlerimi bozma!”

“Efendim kızım, duyamadım…”

Sert çıkışı devam edince, yaşlı kadın başını yana çevirdi. O esnada sol gözünün kapalı olduğunu fark eden genç kız, küçümseyici ve alaylı bir ses tonuyla;

“Şimdi de kör numarası yapıyorsun. Senin gibiler önce adres sorar, sonra da engelli numarası yapıp para ister.”

O sırada annesi yaşlarında şık ve lüks giyimli, bir kadın yaklaştı onlara.

“Nihayet!” dedi.

Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, şık giyimli kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.

Yaşlı kadının sağ gözünden bir damla yaşın yanaklarındaki derin izlerin arasından süzüldüğünü gördü. Hiç oralı olmadı. Yaşlı kadın, gözyaşını saklamak için arkasını dönünce; genç kız imalı imalı güldü.

“Bu kolayca döktüğün gözyaşı çirkinliğini örtmüyor.

Daha ne bekliyorsun? Git başka yerde aç mendilini!

Ağlayarak bir şey koparacağını düşünüyorsan yanılıyorsun.”

(24)

Yaşlı kadın daha fazla dayanamadı.

“Beni tanımadığın halde hakaret edip duruyorsun.

Gönül fethetmek varken, kırıp geçiyorsun! Yakışıyor mu senin gibi güzel bir kıza?”

“Oooo! Ağzı laf yapmayı da biliyormuş.”

“Anlaşıldı kızım, ben burada uzun yıllardır görmediğim torunum ile buluşacaktım. Senin yaşlarda, okumuş, bilgili, içi insan sevgisiyle dolu olmalı diye düşündüğüm… Fakat seni görünce torunumla tanışmaktan vazgeçtim. O da senin gibi davranırsa bana, yaşayamam!” dedikten sonra;

Oturduğu yerden kalktı, uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadının beklenmedik, tokat gibi yanıtına karşılık vermek için hazırlanan genç kız; ondan boşalan yere varlıklı bir hanımefendinin gelip oturduğunu görünce vazgeçti.

Kadın çantasından çıkardığı suyu içip yoluna devam etti. Meğer beklediği kişi o da değildi.

Çok geçmeden annesi nefes nefese çıkıp geldi.

Huzurevi yönetimi, kayınvalidesinin fenalaştığını haber vermişti.

“Ayşim, kızım hani, nerde?

“Kimse gelmedi anne. Sadece yaşlı, köylü kılıklı, çirkin yüzlü biri geldi, yanıma oturdu. Kör numarası yaptı, dilenmek için gelmiş olmalıydı.”

“Kızım, sen insanlara kılık kıyafetine göre mi muamele ediyorsun? Onun kim olduğunu biliyor musun?” Genç kız:

“Anne, nerden bileyim kim olduğunu? Biz varlıklı, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da varlıklı, kültürlü biridir, diye düşündüm. Hata mı ettim?”

“Senin kültürden, varlıktan anladığın nedir, bilmiyorum kızım. Ama o kültürsüz değil. O dünyanın en kültürlü, en iyi, en zengin gönüllü insanı. Ona olan borcumuzu hiçbir zaman ödeyemeyiz.”

“Anne, anlayamıyorum seni! Öyle çulsuz birine ne borcumuz olabilir ki…”

Annesi, kızının yaptığı saygısızlığa daha fazla dayanamadı.

“Kızım, sen hatırlayamazsın ufacık bir çocuktun.”

“Eee…”

“Baban evde yoktu, ben de komşuya gitmiştim.

Ne olduysa o esnada oldu. Sobadan sıçrayan kıvılcım yangına sebep olmuş, alevler evimizin her tarafını sarmıştı. Daha da önemlisi sen içerde kalmıştın!”

“Bunun konumuzla ne alakası var anne?”

“Konumuzla çok alakası var kızım. Sen, o yangında gözünü kaybettin. Şu çirkin yüzlü dediğin;

cahillikle suçladığın yaşlı kadın; yani babaannen, alevlerin arasından seni kurtarırken yüzü o hale geldi. O izler o günden kalma! Çok acı çekti, çok…”

Bugüne kadar gözlerinden belki de hiç yaş akmayan genç kızın gözleri yaşardı. Annesi:

“Dur ağlama daha bitmedi kızım. Şu an beni, çevrede ne varsa; gördüğün bütün güzellikleri...

Artık eksikliğini hissetmediğin, güzelliği ile böbürlendiğin göz kimin biliyor musun?” Daha yeni genç kızın zihninde şimşekler çaktı. Olduğu yere çöktü, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

“Yoksa görmemi sağlayan bu göz… “ Annesi başıyla onayladı.

“Aman Allah’ım! Ben ne yaptım? Beni bu kadar seven, en büyük iyiliği yapan o yüce gönüllü insana nasıl karşılık verdim?”

“Evet kızım, Gerçek sevgi; iyilik yaptığı kişi ailesinden olsa dahi bilinmeden yapılandır…” dedi annesi. “Ve gerçek güzellik; fiziksel görünüşe bağlı değil, ancak kalptedir!” diye ekledi genç kız.

Çöktüğü yerden kalktı. Bakıcıların arasında yarı baygın duran babaannesine doğru koştu. Varıp iki koluyla ona sarıldı. Sol gözünün kapaklarından öptü. “Ne olur beni affet babaannem, gözümün nuru…” dedi.

(25)

DİLENCİ

Erhan Çamurcu

- Çoktan eve dönmüş olmalıydı, başına bir şey gelmiş olmasından korkuyorum!

- Dur, hemen telaşa kapılma! Ben çıkar, bakarım şimdi!

Kadın bir türlü sakinleşmiyor. Ali, karısının bu evhamlı haline alışık olsa da oğlunun bu saate kadar eve dönmemiş olmasına bir anlam veremiyor. Karısına belli etmese de içini bir kurdun kemirmeye başladığını hissediyor. Çocuklar okuldan çıkalı üç dört saatten fazla oldu, hava da kararmak üzere. Biraz acele etse iyi olacak, aklına gelen bir iki yeri karanlık iyice bastırmadan kontrol etmesi gerek.

Biraz sonra Ali, oğlunu aramaya çıktığında havanın da iyice soğuduğunu fark ediyor. Hızlı adımlarla yürüyor, her köşe başında sokağı iyice kolaçan edip devam ediyor. Mehmet’in arkadaşlarıyla top oynadığı boş arsaya bakıyor, ara sıra ödev yapmak için uğradığı arkadaşı Hüseyin’in evine soruyor. İki yerde de bulamıyor Mehmet’i. Daha once böyle bir şeyle karşı-

laşmadığı için aklına da başka bir yer de gelmiyor.

Son olarak, pek ihtimal vermese de, abisinin evine uğruyor. Belki kuzenlerinin yanına gitmiştir diye düşünüyor.

Ali, abisiyle mecbur kalmadıkça görüşmüyor yıllardır.

Hoş, abisinin de canına minnet! Tek kolu olmayan, çelimsiz, işsiz güçsüz bir kardeş; üstelik bir de evli ve çocuklu! Zaten, kazancı kendisine zor yetiyor. Bir de Ali’nin ailesini dert edinemez ya! Ali, oğlunu kuzenlerinin yanında da bulamayınca çaresiz bir şekilde karakola gitmeye niyetlendiği an Mehmet’in öğretmeni Hasan Hoca’yla karşılaşıyor.

- Hayrola Ali, bu ne telaş böyle!

-Sormayın hocam! Ali’yi bulamıyorum. Eve dönmedi bu saate kadar.

- Baktın mı gidebileceği yerlere?

(26)

- Baktım hocam, baktım. Son çare karakola gidip polislere anlatacağım durumu. Belki onlar bulur.

- Ben de geleyim seninle!

- Zahmet etmeseydin hocam!

- Ne zahmeti Ali, belki benim de elimden bir şey gelir.

- …

Ali ve Hasan Hoca karakolun kapısından içeri girdiklerinde Zeliha’nın Mehmet’in başını okşaya okşaya ağladığını görüyorlar. Polisler Ali’yi hemen tanıyor. Ali, olan biteni anlamaya çalışıyor ama aklı bir türlü almıyor.

- Zeliha, hayırdır! Senin ne işin var burada?

Mehmet, oğlum sen nerelerdesin bu saate kadar?

Kim getirdi seni buraya?

Mehmet’in ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, Zeliha oğlunu teskin etmeye çalışıyor. Ali’nin sorduğu soruya polis memuru cevap veriyor:

- Ali, hele bir dur; sakinleş. Bir şey olduğu yok.

Çocuk biraz üzülmüş, ağlamış. Arkadaşlar devriye gezerken çevre yolunun kenarında fark etmişler.

Babasının sen olduğunu söyleyince eve bırakalım demişler ama sen de onu aramaya çıkmışsın. Biz de seni burada bekleyelim dedik.

- Beni niye bekliyorsunuz ki?

-Ali bak, yanlış anlama ama çocuğun bu durumuyla ilgili hem senin hem annesinin ifadesini almamız lazım.

- Tamam, nasıl derseniz.

Polis memuru Ali’yi diğerlerinden uzaklaştırıp bir masaya oturtuyor. Kendisi de tam karşısına geçip büyük bir ciddiyetle konuşmaya başlıyor:

- Mehmet’le biz konuşmak istedik ama bize bir şey anlatmadı. Birazdan pedogog gelecek. Onun eşliğinde tekrar konuşacağız.

- Neyi konuşacaksınız ki?

- Belli ki çocuk evden kaçmış Ali. Evde şiddet uyguluyor musunuz, çalışmaya zorluyor musunuz, istismar ediyor musunuz diye araştırmamız lazım!

- Sen ne diyorsun abi? Sen beni tanımıyor musun?

Ben nasıl yaparım bu dediklerini?

- Valla Ali, kanun böyle! Belki de alacak devlet bu çocuğu senin elinden. Zaten bakamıyorsun, hiç olmazsa devletin yurdunda rahat eder çocuk!

Ali’nin gözleri bir anda doldu, elleri kolları titremeye başlıyor.

- Yapma abi, gözünü seveyim eğlenme benimle!

Ben nasıl veririm oğlumu!

Bu sırada içerideki odasından konuşmaları dinleyen komiser de dışarı çıkıyor ve konuşmaya dâhil oluyor:

- Valla Ali’ciğim, orasını çocuğu ağlatmadan önce düşünecektin! Bu saatten sonra devlet sana bırakmaz bu çocuğu.

Ali, yalvarmalarının şiddetini iyice artırıyor:

- Komiserim elini ayağını öpeyim, ben ağlatır mıyım hiç onu. Ne olduğunu vallahi de bilmiyorum billahi de bilmiyorum.

Hasan Hoca, konuşulanlara kulak kabartmış; neler olduğunu anlamak için yanlarına yaklaşıyor. Durumu fark eden komiser, Hasan Hoca’ya bir göz işareti yaparak onu rahatlatıyor. Hasan Hoca, Mehmet’in yanına tekrar dönüyor. Mehmet ve Zeliha konuşulanları duymasa da Ali’nin ağlamalarını duyabiliyor. Mehmet, öğretmenini de yanında görünce

Referanslar

Benzer Belgeler

Meslek Yüksek Okulu) Hayır 2018 ÇOCUK GELİŞİMİ özge özer Evet spor yönetimi ÖN LİSANS (2 Yıllık. Meslek Yüksek Okulu) Hayır 2018 ÇOCUK GELİŞİMİ ayşegül gülmez

Bu söyleyeceklerimden bir tanesi şu; burada özellikle kişisel verilerden söz edilen ve hem Avrupa Birliği daha doğrusu Avrupa Konseyi’ndeki ça- lışmalardan da bahsedildiği

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi, aynı zamanda Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma Enstitüsü

AGİT raporlarının, bildirim sayısının fazlalığının o ülkede nefret suçları- nın çok işlendiğini değil, kayıtların özenli tutulduğunu gösterdiğini ve az bildirimin

2022 yılında, yepyeni 12 ay ve tam 365 gün boyunca siz kendinize nasıl bir yol seçeceksiniz. Daha önce kendinize yeni yıl hedefleri koymuş muydunuz? Siz de kendi

Mevlüt Hoca çok iyi biri fakat birazcık kendini yaptığı işe vermiyor , ondan bizimle daha fazla ilgilenmesini istiyorum.. O çok tatlı

Katma Değeri Sabancı Holding Kurumsal Girişim Sermayesi Fonu: Büyüme, Teknoloji & İnovasyon Odaklı..

Türkiye’de toplam enerji tüketiminin yüzde 33 gibi büyük bir bölüm binalarda gerçekleşiyor. Gelişmiş ülkelerde binalarda enerji verimliliğine yönelik birçok adım