• Sonuç bulunamadı

Başkanlık rejimi altında sermaye birikimi ve dış politika. Anayasal Otokrasi ve Kurucu Meclis Tamamlanmayan devrimin 10 yılı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Başkanlık rejimi altında sermaye birikimi ve dış politika. Anayasal Otokrasi ve Kurucu Meclis Tamamlanmayan devrimin 10 yılı"

Copied!
48
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Anayasal Otokrasi ve Kurucu Meclis

İspanya ve Meksika:

Reformist iktidarların bir bilançosu

Şubat 2021 / Sayı: 4 www.trockist.net

Başkanlık rejimi ve Türkiye devrimi

Tamamlanmayan devrimin 10 yılı

Kriz, pandemi ve işsizlik:

Nasıl bir çıkış?

Başkanlık rejimi altında sermaye birikimi ve dış politika

Radikal bir işçi hareketi doğuyor

(2)

Troçkist

Üç Aylık Dijital Yayın Sahibi ve Yazı İşleri

Müdürü:

Görkem Duru (Enternasyonal

Yayıncılık)

Genel Yayın Yönetmeni:

Kaan Gündeş Yayın Kurulu:

Atakan Çiftçi Görkem Duru Muhittin Karkın

Yönetim Yeri:

Simitçi Tahir Aralığı, No: 3/5- Üsküdar

İstanbul

gazetenisan@gmail.com http://gazetenisan.net/

www.facebook.com/

gazetenisan/

Tel: 0212 577 54 92 Yayımlanan yazılardaki

görüşler yazarlarına aittir. Dergideki yazı ve

fotoğraflardan, kaynak gösterilerek alıntı

yapılabilir.

Sunuş 3 Anayasal Otokrasi ve

Kurucu Meclis 4

Başkanlık rejimi ve

Türkiye devrimi 8

Başkanlık rejimi altında sermaye birikimi ve dış politika 15

Radikal bir işçi

hareketi doğuyor; bu hareket Bolşevizmle silahlandırılmalı 22 Kriz, pandemi ve işsizlik:

Nasıl bir çıkış? 29

Reformizm ve imkansızı istemek: İspanya Devleti ve Meksika deneyimleri 35 Tamamlanmayan

devrimin 10 yılı: 44

İçindekiler

(3)

Ülkede politik gündem oldukça yoğunlaşmış durumda. Sınıflar ve sınıfsal sektörler arasın- daki mücadeleler politik arenayı zorluyor. E- mekçilerin grevleri, direnişleri, protesto eylem- leri. Henüz genel ve bileşik bir seferberlik ha- lini almamış olsa da, başta ekonomik sorunlar olmak üzere, krizi yaratanları, yani Tek Adam rejiminin sorgulanmasını getiriyor. Kentlerde esnafın, kırda ise borç denizinde boğulmakta olan küçük üreticilerin isyanı da buna eşlik edi- yor. Kadınların sürekli mücadeleleri, öğrencile- rin demokratik atılımları rejimi müthiş rahat- sız eden gelişmeler olarak gündemi zorluyor.

Bonapartist iktidar başka yönlerden de zor- lanıyor. Büyük sanayi burjuvazisinin sözcüleri, küçük ve orta boy imalatçılar; kredi dağıtımla- rı, para politikaları ve yatırım öncelikleri bakı- mından ekonomi yönetimini eleştirirken (çok arzulamadan da olsa) oligarşik rejimi sorgula- mış oluyorlar.

Yönetenlerin artık yönetemez duruma geldi- ğini ve rejimin geri dönüşsüz bir krize sürük- lendiğini söylemek için henüz erken olmakla birlikte, sistemin kendi içinden de sıkıntılar ya- şadığı ortada. Rejim kendini ayakta tutabilmek için, anayasayla kendisine tanımış olduğu yet- kileri bile aşmak durumunda kalıyor ve bu, sis- temi oluşturan kurumlar (hükümet, bakanlık bürokrasisi, Anaysa Mahkemesi, vb.) arasında

anlaşmazlıklara, hatta çekişmelere yol açabili- yor. Rejim bu iç çelişkileri ve “yetki” sorunları- nı aşmak amacıyla “yeni sivil anayasa” önerisi- ni ileri sürmüş durumda.

Devrimci sosyalizmin bu sorunlara poli- tik bir yanıt üretmesi ve işçi ve emekçi sınıfla- ra çözüm yolları önerebilmesi gerekmektedir.

Ve bunu yaparken, ne ültimatist, propagandist gevezeliklere sığınmalı, ne de reformist arayış- lara dan medet ummalı. Zira ülke solunun ö- nemlice bir kesimi ya tüm çözümleri nasıl ku- rulacağı bilinmez bir sosyalizme devrediyor, ya da “önce demokrasi” şiarıyla ve çeşitli formül- lerle burjuva ve küçük burjuva reformizmine eklemleniyorlar.

Oysa hem bu ülkede hem de tüm dünyada e- mekçi kitleler yepyeni devrimci enerjiler birik- tiriyor ve harekete geçiriyorlar. Sadece yepye- ni mücadele biçimleri doğmuyor, ama aynı za- manda proletaryanın tarihsel deneyimlerinden süzülüp gelen geleneksel mücadele yöntemleri ve araçları kullanılmaya başlıyor. Kitleler ken- diliğinden biçimde Troçkist programa yakla- şıyor. İşte bu noktada önemli olan, bu progra- mın devrimci önderliğin inşasında somutlana- bilmesidir. Dergimizin ana hedefi de bu uğraşı güçlendirmektir.

Umarız bu sayıdaki yazılar, değindiğimiz ko- nuların tartışılmasına katkıda bulur.

Sunuş

(4)

Anayasal Otokrasi ve Kurucu Meclis

Muhittin Karkın

Kırılmış halde anketlere ve is- tatistiklere yansıyan toplumsal huzursuzluk artıkça, siyaset sah- nesinin ünlülerinin çapsızlığı da daha belirgin hale geliyor. Parla- menter sistem savunucularının uzattığı mikrofonlara konuşan herkes pahalılıktan ve yoksul- luktan yakınsa da onların fatura- yı kime ve nerede keseceği “mil- letin temsilcileri” için hâlâ endi- şe konusu, her renkten olanları için. Meclisin bir yarısı, ona ka- tılmaya can atan yeni aktörler- le birlikte, diğer yarısına yükle- niyor, “demokrasiyi yok ettiniz, ekonomiyi batırdınız” diye. Di- ğer yarısı ise, “milleti vesayet re- jiminden kurtardık, ülkeyi imar ettik” diye savunuyor kendini, yeni vasinin karşısında önünü i- likleyerek. Ve bunlar, yetkileriy- le birlikte ruhunu da kaybetmiş, işlevsizleşmiş bir meclisteki par-

tilerin yöneticileri, sözcüleri.

Hepsinin çapı meclisin daralan koridorlarıyla, küçülen salonla- rıyla, işlevsizleşen varlığıyla sı- nırlı. Meclis yetkilerini anaya- sa yoluyla “halkın seçtiği”, yani

“halkı temsil eden” Cumhurbaş- kanına devretmişse, “halkın ve- killerinden” oluşan bir meclise ne gerek var? 2017 anayasasının uygulamada yarattığı çelişki iş- te bu.

Anayasa “halk adına” yürütme yetkisini Tek Vekil olarak Cum- hurbaşkanına devretti ama ar- dından yasalarda yapılan on- ca değişikliğe, onca Cumhur- başkanlığı kararnamesine karşın devletin kurumları arasında- ki yeni yetki alanlarını pürüz- süzce tarif edemedi. Edebilmesi de mümkün değil. Zira anayasa kuvvetler ayrılığı (burjuva de- mokrasisi) ilkesini kağıt üzerin-

de öngörüyor, bazı kurumlar da bunu gerçek sanıyor. Eğer yar- gı, örneğin Anayasa Mahkeme- si, “halkın vekiline” biat etmez- se “halka” ihanet etmiş olmaz mı? Ya da devlet bürokrasisi hâlâ

“halk” için çalışmanın onun tek ve egemen vekilinin emirlerine uymak olduğunu kavrayamaz- sa “devletin birliği ve bütünlü- ğü” nerede kalır? Eğer öğrenciler

“halkın vekilinin” üniversiteye rektör atamasına karşı çıkarlar- sa, devlete (halka) karşı ayakla- nan “teröristler” haline gelmez- ler mi (hani cesaret etseler onun istifasını bile isteyecekler!)? Ay- nı şey, Baş Vekil’in imzaladığı as- gari ücreti protesto edip sendika talep eden işçiler için de söz ko- nusu değil mi? Bunca gözaltı, tu- tuklama, ceza, bunca dayak, iş- kence “halkı” korumak için de- ğil mi?

(5)

O halde ortada bir yetki ve kav- rayış kargaşası var. Kurumlar a- rasında anlaşmazlıkların, he- le hele çatışmaların olması reji- mi krize sürükler. Her renkten çapsız siyaset aktörü şimdi kri- ze dalmadan önce rejimin bu ha- line çözüm arıyor, öneri gelişti- riyor. Ama hukuk gelişmelerin peşinden koşuyor, siyasiler mü- cadelelere yasal çözümler üret- meye çalışıyor. Oligarşi, finans kapital, neoliberaller, faşistler, cumhuriyetçi küçük burjuvazi, Kürt siyaseti, hepsi birden “yeni sistem” arayışında.

Tek Adam’ın “yepyeni bir si- vil anayasa” önerisi bu arayışlara heyecan kattı. “İyileştirilmiş par- lamenter sistem” taraftarları san- ki yarı yolda yakalanmışlar gibi bu önerinin sadece bir “gündem saptırması” olduğu yargısıyla yu- kardan gelen darbeyi savuştur- mak istiyorlar. Onlara göre ger- çek gündem ekonomik kriz, ha- yat pahalılığı, pandemi. Ama halkın sırtına yüklenen bütün bu ağırlıkların tek ve gerçek so- rumlusunun Tek Adam ve onun başkanlık sistemi olduğunu biz- zat kendileri söylemiyorlar mıy- dı? “Gerçek” dedikleri sorun- ların çözümünü Tek Adam re- jiminden kurtulmak olduğunu ileri sürüp yeni anayasa taslakla- rı hazırlamıyorlar mıydı? Sadece tarihi kavramalarını imkansız- laştıran ideolojileri ve politik i- nançları nedeniyle değil, ama ay- nı zamanda devrimden kaçmak için icat edip kendilerinin de i- nandıkları sahte gerekçeler ne- deniyle zamanın ruhunu kavra- yamayan küçük burjuva cum- huriyetçiler veya AKP’nin ilk yıllarını sırf kendileri de o vakit- ler orada olduğu için Altın Dö- nem ilan edip zaman tünelinde geri yürüme hayalleri kuran bur-

juva liberaller, halkın kurtuluşu- nu sahte ütopyalara havale etme- nin ötesine geçemiyorlar. Çapla- rı ütopyaları kadar dar.

“Hukukun üstünlüğü”

Devlet Bahçeli zamanında

“Cumhurbaşkanı anayasaya ay- kırı davranıyor” demişti, yürüt- meye çok karışıyor, parti lider- liğini sürdürüyor gibi gerekçe- lerle. Hukuk hemen yardıma koşmuş, 2017 anayasası ile “ta- rafsız” cumhurbaşkanının parti- li olması, tüm yürütme yetkisini kendisinde toplaması “halk tara- fından” onaylanmıştı. Ama yasa- ma ve yargının bağımsızlığı kağıt üzerinde kalmıştı. “Halkın Veki- li” uygulamada bu “sorunun” da üstesinden gelmesini bildi. “Hal- kın vekilinin” yayımladığı karar- nameler “millet vekillerini” ra- hatlatıyor, iş hacimlerini, mesai saatlerini kısaltıyordu; değer- li vakitlerini de yürütme tarafın- dan meclise sevk edilen yasa ta- sarılarını kabul etmek için düğ- meye basmaktan başka bir şey için harcamaktan kurtuluyorlar- dı. Ama ya muhalefet yetkisiz de olsa mecliste çoğunluğu ele ge- çirirse? Seçim yasasındaki oy- namalar ile buna bir çözüm bu- lunabilir, ama önemli olan “yeni sistemin” bu doğrultuda düzeltil- mesi, yasamanın tam anlamıyla Cumhurbaşkanına devredilmesi, ki bu da bir anayasa meselesi ha- line geliyor.

Üstelik rejimin sözcülerine gö- re, ne kadar hukukun önünden koşulsa da anayasal düzeyde çö- zülmesi gereken sorunlar bulu- nuyor. Meclis başkanı Şentop,

“Anayasa Mahkemesi’nin ana- yasanın korunması için Meclis’e tembihte bulunması yetki aşı- mıdır” diyor. O zaman AYM’nin

yetkilerinin tekrardan tanınma- sı, “Baş Vekili” aracılığıyla hal- ka biat etmesi sağlanmalı; örne- ğin tüm AYM üyelerinin “halk adına” onun tarafından seçilme- si sağlanmalı. Ya Sayıştay? Oli- garşik burjuvazinin yem amba- rı Varlık Fonu’nun denetimi bel- ki yasa veya kararname yoluyla engellenebilir ama neredeyse ta- mamı Tek Parti’nin kayyumla- rı tarafından idare edilen ko- ca bir devlet kurumları sistemi- nin kirli çamaşırlarının güneş altına serilmesinin engellenme- si, denetçi kurumun yetkilerinin

“yeni hukuk sistemi” içine çe- kilmesiyle, yani yetkisizleştiril- mesiyle mümkün olabilecek gibi gözüküyor.

Bir de, Başkomutanı İmam Ha- tip çıkışlı bir sivil olan bir devle- tin “tamamen sivil” bir anayasaya ihtiyaç duyuyor olması garipse- nebilir, ama belli ki Bonapartizm daha fazlasına ihtiyaç duyuyor.

Dışişleri deneyimli “monşerler- den” temizlenip ayakkabı kutu- su imalatçılarıyla doldurulmuştu ama “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”

sloganıyla kodlanmış ve tüm ko- mutanlar gibi savaşı en son çare olarak gören yüksek rütbelilerin savunma ve savaş strateji ve tak- tiklerinin belirlenmesinde söz sahibi olmaları, belli ki ne Erge- nekon ne FETÖ ne de benzeri o- perasyonlarla engellenemiyor.

Gerçi Akdeniz’de Türk gemisin- de yapılan arama sırasında Cum- hurbaşkanı bulunamadığı için tek bir karar dahi alamayan es- ki genel kurmay başkanı ve şim- dinin Savunma Bakanı’nın dört saat boyunca Başkomutanından emir beklemesi, onun asla “yet- ki aşımında” bulunmayacağının göstergesi olmuştu. Ama bunun da “sivil anayasa” aracılığıyla

“hukukileştirilmesi”, garanti altı-

(6)

na alınması gerekiyor.

Bonapartizm, inşa ettiği rejim- de kurumlar arasında yetki ça- tışmalarının olabileceğini gördü.

Sözcüleri, rejim henüz inşa aşa- masında olduğundan “bazı yet- ki aşımlarının söz konusu olabil- diğini” kabul ediyor. Tadilat yet- miyor, yeni bir anayasaya ihtiyaç duyuyorlar. Belki şimdilik sade- ce bir gündem saptırması gibi gözüküyor ama otokrasinin ger- çekten anayasal güvenceye ka- vuşturulması gerekiyor, en azın- dan savunucularının hukuki gü- vencesi bakımından.

Muhalefet neye muhalif?

Oligarşi ve finans kapitalin çe- şitli kesimleri tarafından des- teklenen otokratik rejim ken- di gerçekliğini uygulamaya dö- küp buna yeni bir anayasa kılıfı geçirmeyi önerince, ılımlı İslam- cılar, merkez sağ milliyetçiler ve liberaller, sosyal demokratlar, u- lusalcı solcular bir ikilemle kar- şılaştılar: Kendi bürolarında ha- zırlamakta olup birbirlerine tüyo

verdikleri anayasa önerilerini ya da “yeni sistem ilkelerini” mi öne sürecekler, yoksa Tek Adam’ın

“gündem saptırması” karşısın- da enflasyona, yoksulluğa, esnaf ziyaretlerine mi ağırlık verecek- ler? Karşılıklı nezaket ziyaretle- ri ve iade-i ziyaretler aracılığıy- la bir ona bir buna dokunuyor- lar ama bazılarının “herkesle her konuyu konuşuruz” demokratlı- ğı(!) bacaklarının titremesine yol açıyor olsa bile, en azından şim- dilik hepsi “iyileştirilmiş parla- menter sistem” dedikleri bir id- dia etrafında toplanmış gözü- küyorlar. Parlamenter sistemin

“iyileştirilmiş” türüne ilişkin ola- rak da şimdiye kadar sadece iki ipucu verilmiş durumda kamu- oyuna: Kılıçdaroğlu’nun, alter- natif hükümet önerilmeden var olan hükümetin gensoruyla dü- şürülmemesi ilkesi ile Davutoğ- lu’nun, cumhurbaşkanının parti- siz ve tarafsız olması ve onun yet- kilerinin başbakanda toplanması kuralı. “Erdoğan var olan anaya- sayı uygulamıyor ki” dediklerine göre herhalde geri kalan her şe-

yin zaten mevcut anayasada bu- lunduğunu düşünüyorlar. Otok- rasi mevcut anayasayı kendisine dar görüp yenisini ararken, mu- halefet onun icraatlarını bazı “i- yileştirmelerle” parlamentonun içine çekmeye çalışıyor.

Meclis içi ve dışındaki burju- va ve küçük burjuva muhalefet kendi davasını “meşru” yollar- dan başarıya ulaştırabilmek için işçi ve emekçi kitlelerin oyları- na müracaat ediyor, tabii ne za- man seçim olursa o ana kadar sabırla beklemelerini tavsiye e- derek. O halde soru şu: Emekçi halkın “iyileştirilmiş parlamen- ter sistemden” kazancı ne ola- cak? Burada hemen Stalinist ve küçük burjuva sosyalizminin de katıldığı ortak bir koro yanıt ve- riyor: Demokrasi! Otokratik re- jimin halk kitleleri üzerindeki saldırıları düşünüldüğünde, en azından bu kabul edilebilir bir gerekçe olarak gözüküyor. Ala- cakları ödenmeyen madencile- rin yollarda yürümesine müsaa- de edilmesi, haklarını talep eden sağlık emekçilerinin caddelerde

(7)

dövülmemesi, patronunu pro- testo eden işçinin gözaltına a- lınmaması, cinsiyetçi saldırılara direnen kadınların, sahtekarla- rın rektör yapılmasına itiraz e- den öğrencilerin tutuklanmama- sı, Kürt siyasetçilerin hapislere tıkılmaması… Saymakla bitme- yecek pek çok hükümet saldı- rısının durdurulması elbette o- lumlu gelişmeler olacaktır. Zaten bütün bu mücadeleler burjuva muhalefeti demokrasi lafazanlı- ğına zorlayan gelişmeler. Ama ya bütün bu protestoların, gösteri- lerin, basın açıklamalarının, di- reniş çadırlarının ardında yatan nedenler nasıl hallolacak? Sosyal demokrasinin aile yardımı ve- ya kısmi tazminatlı kamulaştır- malar gibisinden önerileri, neo- liberal kapitalizmin açtığı daha derin yaralara pansuman işlevi görebilir ama koca bir kapitalist sömürü sistemi ortadayken libe- ralizmin “demokrasi” çığırtkan- lığı emekçi halkı yatıştırıp aldat- maktan öte bir anlam taşımaz.

“Önce demokrasi” diyen Stali- nist okul öğrencilerinin “aşama- lar kuramı” burjuva diktatörlü- ğünün en seçkin karşıdevrimci silahlarından biri.

Kim yapacak?

Ortada son derece ciddi bir so- run var ama kimse açıktan de- ğinmiyor: İster “yeni sivil ana- yasa” olsun, ister “parlamenter sistem” anayasası veya anayasa değişiklikleri önerisi olsun, bü- tün bu önerilerin hayat bulma- sı verili meclis aritmetiği için- de çıkmaz sokakta. Yeni anayasa veya anayasa değişikliği öneri- leri mecliste 360 oya gerek du- yuyor ve hiçbir kesim buna sa- hip değil, yapılacak yeni bir se- çimde de bunu elde edebilecek

bir gücün olmadığı ortada. Er- doğan şimdiki meclis gruplarına

“gelin bunu hep birlikte yapalım”

diyerek muhalefeti sıkıştırma- ya çalışıyor; muhalefet ise bunu

“gündem saptırması” olarak gö- rüp hayalini yeni seçimlere ipo- tek ediyor.

Ve nedense hiç kimse şu soru- yu sormuyor: Yeni bir demok- ratik anayasa gerekiyor olsa bi- le, bunun yapımı neden şimdiki meclisi dolduran veya yapılacak yeni bir seçimde oluşacak mec- lisi dolduracak olan her renkten burjuva ve küçük burjuva temsil- cilere emanet edilsin? Eğer sos- yalizm, “Egemenlik kayıtsız şart- sız emekçi halkındır” diye başla- yacak olan bir anayasanın tarihin zorunluluğu olduğunu kabul e- diyorsa, böyle bir temel yasanın ancak işçi ve emekçi halkın ağır- lıkta olduğu bir Kurucu Meclis’in ürünü olabileceğinin farkında değil mi? Bu kadar isyan, bu ka- dar direniş, bu kadar mücadele tüm iktidarı emekçi yığınlar ü- zerindeki sömürünün derecesini belirlemek için demokrasi cetve- li icat eden liberallere teslim et- mek için mi veriliyor? “Burjuva

muhalefetle kendimizi özdeşleş- tirmeyelim, onlardan ayrı durup sosyalizm demeye devam ede- lim, ama onlar hele bir kazan- sın, sonrasına bakarız” yönünde- ki bakış açısı devrimci gerçekçi- lik değil, ihanetin sözde mantık çiçekleriyle donatılıp burjuvazi- nin ellerine teslim edilmesidir.

Devrimci sosyalizm kendi ken- dine “yaşasın sosyalizm” slogan- ları atarak kenara çekilip burjuva demokrasisinin galip gelmesi i- çin dua etmek değildir. Tüm mü- cadeleci emekçi kesimlere ülke- nin gerçekten demokratik bir a- nayasaya ihtiyacı olduğunu, ama böyle bir yasanın da ancak işçi ve emekçi kitlelerin ağırlıkta ol- duğu bir Kurucu Meclis’in ürü- nü olabileceğini anlatmamız ge- rekiyor. Tüm işçi, emekçi, kadın ve gençlik örgütlerinin de (par- tilerden sendikalara, derneklere, platformlara, vb. kadar) kendi talepleriyle birlikte özgürce ka- tılabilecekleri, sıfır barajlı seçim- lerle oluşacak bir Kurucu Meclis.

Bundan sonrasını elbette pro- letaryanın başını çektiği müca- deleler belirleyecektir.

(8)

Başkanlık rejimi, Türkiye devrimi ve sosyalist strateji

Kaan Gündeş

Berat Albayrak’ın istifası, Er- doğan’ın reform sözü veren açık- lamaları, Merkez Bankası’nın ye- ni başkanının piyasaların gönlü- nü almaya çalışan manevraları ile Adalet Bakanı’nın gözleri bağ- lı tanrıça Themis’i göreve çağı- ran söylevleri geniş bir yorum- cular kümesi tarafından çocuksu bir umut ve yüzeysel bir hevesle karşılandı. Krizi Erdoğan’ın baş- kanlık rejiminden vazgeçeceği- ne dönük olarak yorumlayan- lar, düzen muhalefetinin hazır- lanacak olan bir “güçlendirilmiş parlamenter sistem” projesiyle Türkiye’yi düze çıkarabileceği- ni ifade edenler, bunların hiçbi- ri olmasa da yine de en azından Türkiye’de yeni bir dönemin açıl- dığına inandığını itiraf edenler var. Erdoğan’ın ekonomi ve hu-

kuk reformları vaatleriyle açılan bu “yeni dönemin” ilk hadiseleri arasında Alaattin Çakıcı’nın si- yasete mafyatik müdahalesinin, Ekrem İmamoğlu’na Kanal İs- tanbul’a muhalefet ettiği gerek- çesiyle “devletin idari bütünlü- ğünde bölücülük” yaptığı gerek- çesiyle dava açılmasının, parti yetkililerinin ve muhalif gazete- cilerin dövülmesinin ve Kürt a- vukatlara dönük olarak operas- yonlar düzenlenmesinin olması, sanıyoruz ki yol üzerindeki kaza- lar olarak değerlendiriliyor.

Başkanlık rejiminin belirli a- çılardan krizde olduğu elbette doğru. Ancak Erdoğan’ın bu kri- zi görerek birtakım reformları uygulamaya sokacağını ve poli- tik alanda iyileşmelere gideceği- ni varsayanların yanıldıkları ve-

ya üzerinden atladıkları önem- li bir nokta mevcut: Bu rejim Erdoğan’ın bireysel ihtirasları- nın veya onun, kendi ailesinin emekçilerden çalınarak oluştu- rulan mal varlığını muhafaza etme kaygısının kurumsal bir ü- rünü değildi. Başkanlık rejimini bir bireyin eylemleri ve endişele- ri, sakıncaları ve arzuları üzerin- den okumaya çalışmanın işçi sı- nıfı açısından en vahim sonucu, bu rejimin nesnel doğası hakkın- da yaratılan yanılgıdır.

Rejimin karakteri

Başkanlık rejimi temel olarak Türk kapitalizminin işleyişinde yatan çelişkilerin olgunlaşmala- rının ve bu çelişkilerin gelenek- sel demokratik yöntemlerle çö-

(9)

züme kavuşturulamamış olmala- rının bir sonucuydu. Dolayısıyla bu rejim öznel düzlemde kendini yaratmaya soyunacak olan kad- roları bulmadan önce, Türk ka- pitalizminin gelişim eğrisinin i- çinde bir nesnel olasılık ve bur- juvazi açısından da bir olanak olarak ortaya çıktı. 21. yüzyılda emperyalist uluslararası iş bölü- mü çerçevesinde Türkiye’ye ata- nan kalkınmacı ve spekülatif e- konomi modeli, Türk kapitaliz- minin bölgesel olarak yayılmacı bir dış politika izlemesi, bu ka- pitalizmin yüzleştiği kronik ser- maye birikim krizinin yargı, hu- kuk, meclis ve bilumum başka burjuva demokratik kurumla bir çatışma içinde oluşu gibi bir di- zi dinamik ortaya konmadıkça, başkanlık rejiminin gerçek doğa- sını kavramak mümkün olmaya- caktır. Başkanlık rejimi, Türk ka- pitalizminin bugün ulaşmış ol- duğu nesnel bir eğilimidir.

Saray rejimi yeni bir paylaşım sözleşmesinin ürünüdür. Bu söz- leşme altyapı tarafından daya- tılmıştır. Artık değerin (ekono- mik pay), siyasal yetkinin (poli- tik pay) ve silahların (askerî pay) hangi oranlarda sistem içi ak- törler arasında paylaştırılacağı bu yeni sözleşmenin başlıca ko- nusuydu. O gün masada birçok sözleşme önerisi vardı (mesela 15 Temmuz da bir paylaşım söz- leşmesi önerisiydi), ancak bir işçi sınıfı muhalefeti yaratılamayınca ve en örgütlü ve iktidarı en çok isteyen güç Beştepe olunca, ka- zanan da (aslında YSK’nın hileli müdahalesiyle kazandırılan da) başkanlık sözleşmesi oldu.

Burada vurgulanması gereken nokta başkanlık sözleşmesinin gökyüzünden inmediği ve birta- kım burjuva fraksiyonların, ser- maye gruplarının, politik çıkar

peşinde olan sivil-askerî bürok- ratlar takımının gereksinimleri uyarınca Türk tipi neoliberaliz- min içinde objektif bir dinamik olarak hayata geldiğidir. Dört se- ne önce sermaye birikimlerinin önündeki hukuksal pürüzleri törpülemek için başkanlık ben- zeri bir rejime ihtiyaç duyan e- konomik olarak imtiyazlı sektör- lerin bu ihtiyaçları bugün hiçbir şekilde ortadan kalkmış değildir.

Derelere HES yapımı noktasın- da yargıyla mücadele etmeyi pa- ra ve zaman kaybı olarak gören Beştepe kamarillası açısından, başkanlık rejiminin vurdumduy- mazlığı, hukuksuzluğu ve keyfi- liği hiçbir biçimde onlarda de- mokratik ve tarafsız bir yargı öz- lemi uyandırmamıştır. Oligarşik burjuvazinin talebi hukukun res- torasyonu değil, hukuki bir hu- kuksuzluktur. Yani bugünkü du- rumun sonlandırılması değil, bugünkü durumun rasyonelleş- tirilmesidir istenen.

Burjuva muhalefet

Bununla birlikte burjuva mu- halefet (Millet İttifakı bileşenle- ri, Saadet Partisi, Gelecek Par- tisi ve Deva Partisi) sosyalistler tarafından dikkatle incelenme- si gereken bir seyir içinde. Yu- karıda da belirttiğimiz üzere, Beştepe oligarşisinin başkanlık rejimiyle stratejik bir ayrım nok- tası bulunmamakta. Buna karşı- lık tekelci sermaye gruplarının, yani TÜSİAD’ın yabancı para kaynaklarının ülke içinde da- ğıtımında-paylaştırılmasında, rejimin “adil” davranmadığına dair kaygıları da yok değil. Bu te- kelci finans aristokrasisi, emek- çi sınıfları sosyal devrim günde- mine yaklaştırdığı ölçüde hayata geçirilen antidemokratik baskı

politikalarını ve hukuksuzlukla- rı koşulsuz bir biçimde destekle- yemiyor. Onlar dış politikada, ö- zellikle de askerî operasyonların neticesinde elde edilen mevziler- den memnun çünkü Türkiye dı- şına sermaye yatırımı gerçekleş- tirmeye dönük bir perspektife sahipler. Ancak dış politikanın mevzilerinden yararlanırlarken, onun metotlarına şüpheci yak- laşıyorlar. Tekelci sermaye açı- sından Clinton ekolünün üretti- ği “akıllı güç” benzeri dış politika yöntemleri daha kabul edilebi- lir. Tekelci burjuvazi ile rejim a- rasındaki bu fay hatları, dönem dönem artan ve azalan tektonik sarsıntılar doğuruyor.

Dolayısıyla başkanlık rejimiy- le tekelci finans kapital arasın- da politik düzlemde bir açı fark- lılığının olmadığını söylemek, mümkün gözükmüyor (Ali Koç zamanında, bu tekelci aristokrasi adına konuşurken, temel kaygı- sının kitlelerin hızla antikapita- list düşüncelere yaklaşmakta ol- duğunu kabul etmişti). Burjuva muhalefetin nefes alıp politika ü- rettiği alan bu açının kendisidir.

Türk tekelci finans kapitali a- çısından başkanlık rejiminin ka- zandırdıkları, bu rejimin işçilerin bir seferberliğiyle çökmesi duru- munda, burjuvazinin kaybede- ceklerinden çok daha azdır. Da- hası sermayenin belirli sektörle- ri, rejimin kazanç olarak masaya getirdikleri uğruna Türkiye dev- riminin gündemleşmesi riskinin alınmasını aptallık ve budalalık olarak yorumlamaktadır. Saray, iktidarının doğası gereği emekçi sınıflar nezdinde ekmek ile de- mokrasi taleplerini, belki de Tür- kiye’de daha önce hiçbir iktidarın yapamadığı derecede kaynaştır- dı. Artık bu rejimin devrilmesi, Türkiye devriminin demokratik

(10)

görevlerinin başlıca bileşenlerin- den biri. Tekelci finans baronla- rı ekmek ile demokrasi taleple- rinin bu tip bir kaynaşma yaşı- yor olmasının, kendilerinin artık değer gaspıyla edindikleri haksız serveti doğrudan doğruya tehdit ettiğinin bilincinde. Onların çe- şitli partileri (CHP, İYİP, vs.) işte bu bilinçle hareket ediyor ve bu bilincin bir sonucu olarak “güç- lendirilmiş parlamenter sistem”

benzeri önerileri ortaya sürüyor.

Bu bilincin ortaya çıkmasında, rejimin yer yer yabancı serma- yeyi korkutup kaçırması da rol oynuyor.

CHP ile diğer burjuva muhale- fet partileri bu bağlamda bir de- mokratik gericilik politikası gü- düyorlar. Bu demokratik gerici- lik politikası ile sarayın despotik gericilik politikasını birbirine karıştırmak vahim bir hata olur- du. Burjuva muhalefetinin he-

defi, ezilenlerin öfkesinin sah- te demokratik birtakım meka- nizmalar içinde sönümleneceği ve yabancı, sömürgeci sermaye- nin güvenini kazanacak bir par- lamenter restorasyonun haya- ta geçirilmesi. Birtakım burju- va parlamenter mekanizmaların restore edilmesinin istenmesinin ardındaki kaygı, Türk ve Kürt proletaryalarının daha iyi sömü- rülmeleri, onların sınıf hareket- lerinin daha anayasal bir düz- lemde bastırılması, onların mu- halefetinin daha etkili ve öfke patlamalarına yol açmayacak şe- kilde kısılmasıdır.

Elbette mücadelenin ilk aşama- larında, burjuva muhalefetin bu sahte demokratik önermelerinin ardına takılacak olan işçi ve halk sektörleri olacaktır. İşçiler müca- delenin ilk aşamalarında daima, ellerinin altında bulunan en ma- liyetsiz araçla savaşmayı tercih e-

derler. Bu en maliyetsiz araç, de- mokrasinin restore edileceğini vaat eden muhalefetin “güçlen- dirilmiş parlamenter demokrasi”

hedefi olacaktır. Ve unutmamak gerekir ki, muhalefetin bu he- defi belirli oranlarda hayata ge- çebilir. Özellikle yukarıda bah- sini ettiğimiz olasılık gerçekle- şirse, yani mücadeleci sektörler bu programın başarılı olabilece- ğine inandırılırsa, program hem sembolik olarak hem de kimi i- dari ve kurumsal alanlarda ha- yata geçirilmek istenecektir. Pe- ki bu bir demokratik devrim bi- çimini alacak mıdır? Tek başına muhalefetin kendi kısmi progra- mının çeşitli taraflarını gerçek- leştirmeye çalışması asla bir de- mokratik devrim biçimini alma- yacaktır. Böylesine bir devrimin olup olmayacağını, sözünü etti- ğimiz durumda, demokratik hak ve özgürlüklerin restore edilmesi

(11)

uğruna kitlelerin ne derecede ve ne yoğunlukta seferber olacağı ve bu seferberlikleriyle burjuva restorasyonun kalıplarını aşarak, gerçek bir demokratikleşme- nin yolunu açıp açamayacakları belirleyecektir.

Öte yandan kitlelerin ataleti e- gemen bloklar tarafından belirli bir derecede sağlanırsa ve burju- va muhalefet kendi eylem prog- ramını bir demokratik gericilik ajandasını dayatmak için kullan- makta başarılı olursa, Türk ka- pitalizminin kronik demokrasi problemi yine aşılmamış olarak kalacaktır. Bu “yeni” ve “restore edilmiş”, demokratik koşumlarla süslenmiş rejim de, sermaye biri- kiminin süreklileşen problemle- riyle boğuşurken, her geçen gün daha baskıcı bir siyaset izlemeye zorlanacaktır. Burjuva muhalefe- tinin Türk kapitalizmiyle yaşaya- cağı demokrasi çelişkisi de bura- da düğümlenecektir: Zira ekmek sorununu çözmeksizin demok- rasi sorununu çözmenin bir yo- lu mevcut değil. Ve biliyoruz ki burjuva muhalefetin varlık şart- larından birisi, ekmek sorunu- nun ta kendisidir.

Rejimin demokratikleşmesi Başkanlık rejimine ve onun kendisini sözde demokratikleş- tirme potansiyeline geri döne- lim: Özelde mevcut rejimin, ge- nelde ise burjuva Türk devle- tinin tepeden bir müdahaleyle gerçekleşecek şekilde “demok- ratikleşmesi” mümkün müdür?

Bunun cevabı birkaç alanda a- ranmalı. Bu alanlardan ilki, kü- resel kapitalizmin bugünkü geli- şiminin niteliğidir. Kapitalist ü- retim ilişkileri altında demokrasi ile demokratikleşme adımları, toplumu yöneten sınıflar açısın-

dan bir siyasal ilke değil, maliyet ve kâr-zarar meselesidir. Özet- le, herhangi bir gerçek demok- ratikleşmenin şartı, mücadeleci bir işçi hareketi kutbunun bur- juva devlet aygıtı üzerinde uygu- ladığı basınç olmaktadır. Ancak bu basıncın hissedilmesiyle ve söz konusu işçi hareketinin radi- kalleşmesinden duyulan korkuy- la demokrasinin finanse edilme- si burjuvaziye dayatılabilir.

Burada, toplum genelinde bi- riken öfke ile hoşnutsuzluk, ik- tidar partisinin sözde tabanının süreklileşmiş bir erozyona uğru- yor olması, burjuva sağın parça- lılığı ve benzeri etmenler ikinci planda değerlendirilmeli. Bütün bunlar yönetilenlerin eskisi gi- bi yönetilmek istemiyor oldukla- rının henüz bir göstergesi değil.

Yine de bu ikincil etmenler ibre- yi, kitlelerin psikolojilerinin re- jimden kopuşa doğru yol aldığı- nı kaydetmemiz için bize yeterli veriler sunmaktadır. Yaşanma- mış olan ise nitel sıçramadır.

Bu maddeye bir de küresel ka- pitalizmin bir daralma, resesyon ve hatta kriz döneminde olması ekleniyor. Pasta küçülürken es- ki pay sahiplerinin yeni dağıtımı kararlaştırmak için parlamento- lar yerine kınlarından çekilen kı- lıçları tercih edebileceği gerçek- çi bir ihtimal olarak karşımızda.

Kapitalizmin derinlemesine bir şekilde geliştiğini veya yeniden inşa olduğunu belirtmek müm- kün olabilseydi, bu gelişim yö- neliminin birtakım bağımlı ka- pitalist ülkelerde demokratik re- formlara alan açabilecek denli bir uluslararası birikimi sağla- yabileceğini varsaymak belki de söz konusu olabilirdi. Bugün ise ABD, Fransa ve benzeri emper- yalist ülkelerin, uluslararası artık değer gaspından hatırı sayılır bir

pay almalarına rağmen ülke için- de bir polis devletinin inşasını sürdürdüklerini gözlemliyoruz.

Bunun başlıca sebepleri arasında Batılı ülkelerdeki geleneksel ve güçlü sendikal ve sosyal demok- rat işçi muhalefetinin parçalan- mış ve burjuva devletin içine çe- kilmiş olması ve finans kapitalin 2008 krizinin sonuçlarını yoğun- laşan bir saldırıyla aşmaya çalış- ması var.

Birinci Dünya Savaşı, Ekim Devrimi ve 1918 Almanya Dev- rimi benzeri sarsıcı olayların ardından Avrupa kapitalizmi 1924’te kısa bir süreliğine dahi olsa belirli bir ekonomik toparla- nışı örgütlemeyi başarabilmişti.

Weimar Cumhuriyeti beklenen- den uzun süren ömrünü bu kısa süreli toparlanışa borçluydu. Bu- gün için ekonomide benzer bir istikrar ve politikada benzer bir durgunluk döneminin yaşanma- sı olası gözükmüyor. Bunun baş- lıca sebebi 2008 ekonomik kri- zinin yarım kalmış oluşudur;

yani bu finansal çöküşün man- tıksal sonuçları henüz emper- yalizm içinde bütün boyutlarıy- la kendilerini var etmedi. Krize devlet destekli fonlarla, nüfusun önemli kısmının radikal biçim- de mülksüzleştirilmesiyle ve ar- sız kemer sıkma politikalarıyla bir yama atılmaya çalışıldı ancak bu onu durdurmadı. Şimdi pan- deminin de neden olduğu sosyal çıkmaz yarım kalan krizi kendi- sini tamamlamaya ve bütün so- nuçlarını dünya-tarihsel sahnede sergilemeye çağırıyor. Böylesi- ne bir konjonktür altında oligar- şik sektörler, “popülist” iktidar- lar olarak adlandırılan rejimlerin öncesinde var olan yönetim bi- çimlerinin restore edilme çaba- sının kendisi açısından amaçsız ve anlamsız bir faaliyet olacağı-

(12)

nın, hatta belki de bir intihar te- şebbüsü olacağının farkında. Bu oligarşi, Rus işçilerinin gözleri ö- nünde Duma ekip Stolipin biçen eski Çar’ın en sadık öğrencisidir.

2008 krizinin ardından küresel kapitalizm kendi tarafları ara- sında henüz yeni bir ticari kon- sensüs sağlayabilmiş değil. Bu- nu sağlayamamış olmasının ne- deni, bunu istemiyor oluşu değil;

bunu yapabilecek kapasiteye sa- hip değil.

Türk burjuva demokrasisinin ya da daha doğru bir ifadeyle es- ki yarı parlamenter Bonapartiz- min kendi kendini restore etme kapasitesinin yalnızca başkanlık rejiminin kriziyle ve siyasal kad- roların niyetleriyle ilgili olma- ması bu yüzden önemli. Böylesi- ne bir restorasyon, aynı zamanda başkanlık sözleşmesinin bugün- kü tarafları olan sömürücü azın- lığın, nehir geçerken atın değişti- rilmesinden kaynaklanacak olan kayıplarının tazminatını ödeye- bilmeyi garantileyebilmeli. Bu garanti verilemezse, bu kayıpla- rı karşı tarafa zorla kabul ettire- cek olan bir devrimci işçi kutbu söz konusu olmalıdır, ki bu du- rumda parlamentonun restoras- yonu da “demokratikleşme” ol- maz, hakiki bir işçi demokrasi- sinin kurulmaya başlanmasının önüne geçilmesi olur.

Yarı-parlamenter Bonapartiz- min restorasyonunun faturasını kredi çekmeden nakit parayla ö- deyebilecek bir başkanlık rejimi bugün mevcut değil. “Demokra- tikleşme” gündemini Türk kapi- talizminin siyasal kapasitesi çer- çevesinde değerlendirmek şart.

Bugün böylesine bir siyasal ka- pasitenin oligarşi tarafında göz- lemlenebilmesi bize mümkün gelmiyor çünkü küresel kapita- lizm bir daralma ve gerileme dö-

neminde ve dahası bu kapasite- yi eyleme dökmeye zorlayacak o- lan bir ulusal proleter basınç ile seferberlik bugün için söz ko- nusu değil. “Hiçbir imtiyaz sa- hibi toplumsal grup ayrıcalıkla- rını kaybetmeyi ve daha alt bir sosyal kesim haline gelmeyi ka- bul etmez. Aksine ayrıcalıklara sahip her toplumsal kesim on- ları artırma eğilimindedir.” (Na- huel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi).

Bu bağlamda burjuva muha- lefetin sözde demokrasi progra- mı, belirli nesnel basınçların al- tında kendini var etmek duru- munda kalıyor. Bu program bir yandan, kayıplarının tazminatını talep edecek olan oligarşiyle, di- ğer yandan da Türk kapitalizmi- nin nesnel olanaklar yelpazesiyle yüzleşmek zorunda kalacak. İlk yüzleşme sırasında hiç şüphe yok ki, Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete- ye” karşı açtığı “savaşta” yaptığı çağrıdan da görülebileceği üze- re, burjuva muhalefet çeşitli halk sektörlerine yaslanma ihtiyacı hissedecek. Bu yaslanma anın- da (tabi eğer yaşanacak olursa) sosyalistlerin izleyecekleri stra- teji sekter bir karakter taşırsa, bu onlar açısından, kitlesel çapta ve- rilen bir mücadeleden dışlanmak ve izole olmak olacaktır. Ancak tam tersi uygulanacak olursa, ya- ni salt bu yaslanma bir ihtiyaç di- ye bu programın içinde likidas- yona uğramak tercih edilirse, bu da sosyalist stratejinin ölümünü getirecektir. Dolayısıyla tartışılıp oluşturulacak olan taktikler, bir yandan kitlelerin içinde olmayı, onlarla birlikte mücadele etme- yi öngörmeli, diğer taraftan da kitlelerin önderliklerini, politik düzlemde ve eylem anında teşhir edebilmeye ve devrimci parti ile onun işçi sınıfı içindeki prestijini

güçlendirmeye hizmet etmelidir.

Yeni bir sağcı anayasal Bonapartizm ihtimali

Buraya dek rejimin kendini demokratikleştirme potansiyeli- ni ve burjuva muhalefetin resto- rasyon yöneliminin olası sonuç- ları ile olasılıklarını tartıştık. An- cak bir ihtimal daha söz konusu:

Başkanlık rejiminin daha baskı- cı bir yönelim kazanması, tekel- ci sermaye gruplarının rahatsız- lıklarını dile getiren muhalefetin basiretsizliği dolayısıyla at gözlü- ğü takılmış bir “demokratikleş- me” projesinin karşılık göreme- yerek veya gerçekleştirilemeye- rek başarısız olması, rejimin sağa doğru kayması. Başkanlık rejimi mevcut biçimiyle egemen blok- lar açısından da sürdürülemez gözüküyor ise, o halde bu rejimin burjuvazi açısından kazanımla- rını koruyacak olan ve hukuki hukuksuzluğu, antidemokratik yönetimin rasyonelleştirilmesini yeni bir biçim altında hayata ge- çirecek olan yeni bir siyasal yö- nelim gündeme gelebilir. Bu yö- nelim de iplerin gevşetilmesi ve mütevazi demokratik mevzilerin topluma yeniden bahşedilmesi şeklinde yaşanmayabilir. “Ayrı- calıklara sahip her toplumsal ke- sim onları artırma eğiliminde- dir.” Sonuç olarak başkanlık reji- minin krizi, bu rejimin daha sert araçlar ve yöntemlerle hayata ge- çirilmeye çalışılmasına da yol a- çabilir. Bu konuda kararı verecek olan alt sınıfların mücadele az- midir. Erdoğan’ın reform sözle- ri “sol gösterip, sağ vurmak” de- yişinde somutlanan bir manevra biçimini pekala kazanabilir. Türk kapitalizmi kendi tarihi boyunca demokrasiyi finanse etmekten- se, ezilenlerin üzerinde sallaya-

(13)

cağı sopayı sıkıca kavramayı ter- cih etmiştir.

Başkanlık rejiminin özel mül- kiyeti koruma, sermayenin bi- rikimini sağlama ve artık değer gerçekleştirme kapasiteleri temel noktalarıyla varlığını sürdürdü- ğü müddetçe, emperyalizm ile burjuvazinin bu rejimden vaz- geçme eğilimleri güçlenme ola- nağını bulamayabilir (demokra- tik değerler konusunda en kay- gılı olan ülke izlenimini veren İngiltere’nin, rejimle imzaladı- ğı son devasa serbest piyasa an- laşmasını hatırlayın). Rejimin bunların dışındaki rahatsızlık veren eylemleri ile uygulama- ları ise kapitalist sınıflar açısın- dan öze dair, yani yapısal (yapı- sal kelimesinin altını çizme ih- tiyacı hissediyoruz) bir problem teşkil etmeyecektir. Proleter kit- lelerin ürettikleri artık değerin gasp edilmesi sağlandıkça, kâr- lar yukarıda tutuldukça, serma- ye birikiminin önündeki bütün yasal, sosyal, politik ve insanî en- geller kaldırıldıkça Avrupa Birli-

ği benzeri “demokrasi” demago- jisine sığınan ikiyüzlü emperya- list merkezler, hukukun ne kadar uygulandığıyla veya yargının ne kadar tarafsız olduğuyla hiçbir biçimde ilgilenmeyecektir.

Şimdi bu yaklaşımı, bir de Rah- mi Koç’un Türkiye burjuvazisi- nin gereksinimlerini dile getirdi- ği 2004 senesindeki röportajın- daki bir pasajla karşılaştıralım:

“En iyisi akıllı bir diktatör.

Ama, bu devirde mümkün de- ğil. İkinci en iyi ise başkanlık sis- temi. Bu sistemde, hukukunu- zun çok iyi çalışması lazım. Ben- ce Türkiye’nin en büyük sorunu hukuk sistemini muntazam ça- lıştıramamasıdır.” (Rahmi Koç, Hürriyet, 30 Aralık 2004.)

Belirttiğimiz üzere Türkiye burjuvazisinin tekelci sektörleri ile oligarşinin kendi sermaye bi- rikimleri açısından asıl taleple- ri, hukuki bir hukuksuzluk ekse- nine sahip rasyonel bir diktatör- lük ile parlamenter pürüzlerin zaten bütünüyle temizlenme- si ve oldukça aristokratik bir yö-

netim biçiminin hakim kılınma- sıdır. “Rasyonal bir diktatörlük”

derken, rejimin eylemlerinin hu- kuksuz sayılmayacağı ama yeni hukuki norm sayılacağı ve ulu- sun onayını arkasına almış veya en azından ulusu tarafsızlaştır- mış güçlü bir “yerli ve milli” Bo- napartizmden bahsediyoruz (ye- ni anayasa tartışması da işte bu zemin üzerinde hayat bulmak- tadır). Ancak diktatörlük mese- lesi, potansiyel diktatör adayla- rının aklî melekelerini ne denli ustaca ve yetkin bir biçimde kul- lanabileceklerine indirgenemez.

“Akıllı diktatörün” mümkün ola- mamasının temel nedeni, Türki- ye’de demokratik hak ile özgür- lüklerin savunulmasına adanmış derin ve güçlü bir mücadele ge- leneğinin olmasıdır. Liberal de- magogların iddialarının aksine, demokratik haklar ile özgürlük- ler işçi sınıfı arasında geniş çap- ta sahiplenilmekte ve bu haklar ile özgürlüklere yönelik saldırı- lar da yine proleter sınıfların saf- larında itirazlar ve muhalefetle

(14)

karşılanmaktadır.

Rahmi Koç ikinci en iyi se- çenek olarak başkanlık rejimi- ni ama “hukuku çok iyi çalışan”

bir başkanlık rejimini öneriyor.

Türk kapitalistler başkanlık reji- mini bir kazanım olarak elde et- tiler ancak bu rejim kötü hazır- lanmış, üzerine çok düşünülme- miş bir anayasa ile ortaya çıktı.

Bugünkü durumun burjuvazi a- çısından temel krizi budur. Ku- rumlar içi ve arası işleyişte kro- nik aksaklıklara yol açan, yöne- tim kademelerinde bile yönetim biçimine dair soru işaretleri do- ğuran kriz, yeni anayasanın re- jimin işlevlerine uygun şekilde rasyonelleştirilememesinde yat- maktadır. Burjuvazinin rahat- sızlıklarından bir diğeri devlet kademelerinin mekteplilerden temizlenip alaylılar ile doldurul- muş olmasıdır ki, bu da aslın- da “hukuk” sorunuyla ilişkilidir.

Dolayısıyla mali, sınai ve ticari oligarşinin talebi rejimin “kaza- nımlarının” muhafazası ve piya- salara ve devlet aklına aşina bir anlayışla (hukukla) yönetilme- sidir. Saadet Partisi bu bağlam- da “alternatif” bir başkanlık sis- temi önermektedir. Davutoğ- lu’nun ekibi Gelecek Partisi ise

“güçlendirilmiş parlamenter sis- tem” adı altında, bugün cumhur- başkanında toplanan bütün yet- kilerin başbakanda toplanacağı, yani başkanlık rejiminin aslıda öznesinin değişeceği bir sistem önermektedir. Bu iki öneri de, başkanlık rejiminin kapitalist- ler nezdindeki kazanımlarını bir yandan korumayı hedefleyen, diğer yandan da yoksul sınıflar- daki demokratik kaygıları din- dirmeyi hedefleyen önerilerdir.

Türkiye bir yarı sömürge ka- pitalizmidir. Onun sermaye bi- rikim krizinin kronik doğası-

nın başlıca nedeni de uluslara- rası düzlemdeki bu yarı sömürge konumudur. Bu kapitalizm, artık değer akışını dünya pazarından ülke içine çekmekten çok, ülke i- çindeki artık değer üretimini dış borç ödemeleri, eşitsiz mübade- le, yabancı sermayenin ticari im- tiyazları, kâr transferleri, komis- yonlar ve özelleştirmeler üze- rinden dünya pazarına bir kredi ödüyor gibi aktarmaktadır; bu i- lişki biçimi, onun siyasal rejimle- rine halihazırda bir tarihsel zaaf atfetmektedir. Ulusal kapitaliz- min yarı sömürge karakteri ser- maye birikim krizlerini tetikle- mekte, bu da başlı başına bütün politik tarafların üzerinde or- taklaşabilecekleri bir siyasal yö- netim projesinin doğumunu en- gellemektedir. Tarafların tem- sil ettikleri burjuva sektörlerin koşulsuz ve eşzamanlı tatmini- nin mümkün olamaması, bekle- nen rüşvet mekanizmasının bü- tün yolsuzluklara rağmen yeter- siz kalması ve benzeri olgular Türk Bonapartizminin doğasına kronik bir çok başlılık krizi atfet- miştir. Başkanlık rejimi bu tarih- sel krizi bir politik krize doğru sıçratmış mıdır, soru budur.

Türk tipi başkanlık rejimi ta- rihsel olarak zayıf, politik ola- rak görece ve toplumsal olarak da yıkılabilirdir. Tezimiz şudur:

Bu zayıflık, görecelilik ve yıkıla- bilirlik liberaller ile demokrat- ların fantezisini kurdukları gi- bi olmayacaktır. Rejimden çıkı- şın kısa ve kolay bir yolu mevcut değildir; kolaycılık, kestirmecilik vaaz eden herkes temel olarak iş- çi sınıfını kandırmakta, onu üst- lenmesi gereken siyasal sorum- luluklardan uzaklaştırmakta ve dahası onun eylem gücünü felç etmektedir. Eğer liberal argü- manların iddia ettiği üzere Türk

kapitalizmi kendi siyasal üstya- pısını reforma tabi tutma ve res- tore etme kapasitesine sahipse, işçiler ile emekçiler neden siya- setten, bu yorucu uğraştan uzak durmasınlar ki, değil mi? Ancak bu doğru değil. Türkiye’de sını- fın siyasete çekilmesinin dışın- da gerçek bir “demokratikleşme”

stratejisi yoktur; olanlar da ölü doğmuştur.

Leibniz, Sezar kavramının ken- disinde, Sezar’ın Rubicon neh- rini geçecek olmasının zaten i- çerildiğini öne sürüyordu. İlk günahı işlemeyen bir Adem nos- yonu söz konusu olamazdı. Ö- zünde idealist olan böylesine bir kavramsal determinizme cephe- den karşıyız. Başkanlık rejimi- ni, sırf o kendisini 16 Nisan ile 24 Haziran’da topluma dayattığı için, yenilmez kılan hiçbir gün- cel olgu mevcut değildir. Tam tersine bu rejim, Türk kapitaliz- minin tarihsel olarak çöküş ev- resine girmiş bulunmasına özgü olan bütün zaafları en radikal bi- çimleriyle bağrında taşıyor.

Erdoğan sorunun kaynağın- dan çok, onun bir sonucu. O, Türk kapitalizminin çöküş ve çü- rüme evresine girmiş olmasının semptomatik bir göstergesi. O- nun liderliğindeki başkanlık re- jimi, Türk kapitalizminin ulusal pazarı, toplumu, burjuvazinin çıkarlarını ve sınıflar mücadele- sini demokratik araçlar ve yön- temlerle yönetemiyor oluşunun bir göstergesi. Burjuva Türk de- mokrasisinin krizi, her şeyden önce, Türk kapitalizminin kap- samındaki üretici güçlerin üre- tim ilişkileri ve siyasal üstyapıyla yaşamakta olduğu ölümcül çeliş- kinin bir neticesidir. Sonuç ola- rak bu çelişki konjonktürel değil, yapısaldır.

(15)

Eski Yunan mitolojisinde, i- lahlar kimi yok etmek isterler- se onu önce delirtirlerdi. İstan- bul Kanalı gibisinden çılgın pro- jelerden belki de Kuzey Kıbrıs’ı, Irak ve Suriye’nin kuzey kesimle- rini yutma, hatta Azerbaycan’la bir biçimde bütünleşme emelle- rine kadar varan planların peşi- ne düşmeye iten ve aklı başında diplomatların, zeki ekonomistle- rin ve geleceği gören çevrecilerin neredeyse “delilik” gibi gördük- leri uygulamalara yönelen Türki- yeli yöneticileri bu hale sürükle- yen ilahlar da kapitalizmin o yü- ce tanrıları.

Yirmi yıllık iktidarı boyunca yığınları arkasından sürükleyen ve bunu her aşamada doğrul-

tu değişikliği yapma ve yaptırma becerisiyle başaran Erdoğan’ın

“pragmatist” bir lider olduğu söylenir. Pragmatizm, kişinin koşullara uyarlanabilme yetene- ğinin ölçüsüdür. Ama Erdoğan’ın bugüne kadarki asıl becerisi o- nun “oportünizminde” yatıyor;

yani koşulardan yararlanarak, hatta o koşulları zorlayarak he- define ulaşabilmek fırsatçılığın- da. Bir anlamda onun destekçi- leri, liderlerinin tarihi yaptığına inanıyorlar. Onu “reis” konumu- na yükseltenin sadece onun ki- şisel becerileri değil, aslında ta- rihin nesnel koşulları olduğunu pek düşünmeden. Şimdi ise ön- derlerinin tarihin koşulları kar- şısında nasıl ayakta kalmaya ça-

baladığını, “üzerlerine ölü topra- ğı serpilmiş” salonlarda sessizce, muhtemelen endişeyle izliyorlar.

Kuşkusuz bireylerin tarihin a- kışı üzerinde etkileri vardır, ama her zaman belirli koşullar altın- da ve o koşulların sınırları da- hilinde, belki de o sınırlarla çar- pışarak. Belirli bir liderin orta- ya çıkması tarih açısından bir rastlantıdır; ama tarihin, belir- li dönemlerde önemli bir lider çıkarması bir zorunluluğun ü- rünüdür. “Şöyle şöyle bir ada- mın ve tam da o adamın, bel- li bir zamanda, belli bir ülkede ortaya çıkışı, kuşkusuz yalnız- ca bir şanstır. Ama o eğer orta- dan kaldırılırsa, ikame edilmesi gereği ortaya çıkar ve bu ikame,

Başkanlık rejimi altında

sermaye birikimi ve dış politika

Muhittin Karkın

(16)

iyi ya da kötü, ama uzun zaman- da bulunur. Napolyon’u, işte tam da o Korsikalıyı, bizzat kendi sa- vaşlarıyla tükenen Fransa Cum- huriyetinin askeri diktatör ola- rak gereksinmesi rastlantıydı;

ama ortada bir Napolyon olma- saydı, onun yerini birinin dol- duracak olduğunu, gerek duyul- duğu zaman birinin mutlaka bu- lunduğu olgusu kanıtlamaktadır:

Sezar, Agustus, Cromwell, vb.”

(Marks-Engels, Seçme Yazışma- lar 2, Sol Yayınları, 1996).

Erdoğan’ı yirmi yıldan beri Türkiye’nin lideri yapan tarihin bir rastlantısıydı, ama eğer o ol- masaydı ülkenin yaşamakta ol- duğu süreç mutlaka onun bugü- ne kadar üstlendiği işlevleri ye- rine getirecek bir başka lideri ön plana çıkaracak, ileri iletecek, bir süre baş tacı yapacaktı. Yarı par- lamenter (yarı Bonapartist) bir rejimle küreselleşme döneminde kendini ayakta tutmaya çalışan Türkiye kapitalizmi, 2008 dün- ya krizinin ardından neoliberal politikaları başta emekçi yığınlar olmak üzere halkın her kesim- den gelecek muhalefetine rağ- men uygulayabilmek için bir Bo- napart’a ihtiyaç duyuyordu ve bu göreve Erdoğan talip oldu.

Sermaye için taze güç

Bu andan itibaren de Türki- ye’nin dış politikasında izlediği virajları, küresel neoliberal dö- nemde Türkiye’deki sermaye bi- rikimi süreçlerinin gereklerine bağlı ve ona paralel olarak dö- nemlere ayırarak izlemek gereki- yor. AKP 2002’de iktidar olduğu dönemde, 2001 krizinin Türki- ye’deki etkileri, özellikle banka- cılık sektöründe gerçekleştirilen yeniden yapılanma sayesinde at- latılmış durumdaydı. 1994 kri-

zi sonrasında Tansu Çiller hü- kümetince devlet garantisi altı- na alınmış olan 70’i aşkın banka tasfiye oldu; bu bankalar ba- tan Tasarruf ve Mevduat Sigor- ta Fonu’na (TMSF) devredildiler.

Bankacılık Düzenleme ve De- netleme Kurumu özerkleştirildi, riskleri sınırlayan kurallar kon- du. Merkez Bankası yasası yeni- lendi, bağımsızlaştırıldı ve esas görevi fiyat istikrarının sağlan- ması olarak belirlendi. Kamuda şeffaflığın sağlanmasına yönelik önlemler alındı ve özelleştirme- lerin kararlılıkla uygulanacağı belirtildi. IMF uzmanlarıyla bir- likte hazırlanan “istikrar prog- ramı” da 2002 başından itibaren murislerinden devralarak uygu- lamaya devam etti..

Kasım 2002’de düzenlenen er- ken seçimlerde AKP %34 oy- la iktidara geldiğinde ekono- mik dengelerde belirli bir is- tikrar sağlanmıştı. Ama dünya konjonktüründe de bir değişim yaşanmaktaydı. Küreselleşme- nin getirdiği sermaye hareketli- liği, gelişmiş kapitalist ülkelerde- ki kâr oranlarının düşme eğilimi karşısında, sermayenin ucuz e- mek cennetleri olarak kabul edi- len ve sendikalaşma oranları dü- şük ve iş güvenliğinin son derece yetersiz olduğu ülkelere akmaya başlamıştı. Bu doğrudan dış yatı- rımlar sayesinde “az gelişmiş” o- larak kabul edilen ülkelerin dün- ya ihracatı içindeki payları hız- la artmaya başlayacak ve Türkiye de bundan kendi payına düşeni alacaktı.

Bu noktadan itibaren AKP yö- netimi altındaki Türkiye’de ser- maye birikimi süreci tümüy- le dışardan gelecek sermaye ve yatırımlar ekseni üzerinden ge- lişmeye başladı. 2008 dünya kri- zine kadar süren bu dönemde ül-

keye 62,5 milyar dolar doğrudan yabancı yatırım sermayesi girdi ve ortalama %7,1 gibi bir büyü- me oranı gerçekleştirildi. Bu yol- la önemli miktarlarda sermaye yatırımı ve kredi imkanları elde eden Anadolu burjuvazisi, kuru- lan yeni organize sanayi bölgele- rinde gerçekleştirdiği imalat sa- yesinde ihracatın 2002-2008 a- rasında toplam yaklaşık yarım trilyon dolar düzeyine ulaşma- sında etkili oldu. Bu gelişme toplam dış borcun da azalması- na ve bunun GSYH’ye oranının

%38,2’ye (2008) kadar inmesine, yani Maastricht Kriteri olarak bi- linen %60 oranının epeyce altın- da kalmasına yardım etti.

Bu ekonomik verilerin zemi- ninde hareket eden AKP hükü- metlerinin dış politikası bir yan- dan Avrupa Birliği’ne entegras- yon görüşmelerini sürdürmek, öte yandan da ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı’nın bölgede- ki yürütücü gücü olmayı üstlen- mek eksenlerinde gelişti. Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın İspanya baş- bakanı Zapatero ile birlikte Me- deniyetler İttifakı Girişimi’nin eşbaşkanlığını üstlenmesi (2004) rejimin özgüveninin bir işareti oldu.

AKP hükümetleri, hızlanan e- konomik gelişmenin Türkiye’yi sadece Ortadoğu’daki Müslü- man çoğunluklu devletler de- ğil, ama aynı zamanda Balkan- lar’da ve dağılan SSCB’den arta kalan Asya’daki yeni Türki cum- huriyetler üzerinde lider konu- muna getirebileceğine gerçekten inanıyordu. Eski Osmanlı İm- paratorluğu’nun şaşalı egemen- lik haritaları önünde tatlı hayal- ler kuran Yeni Osmanlıcı politi- kacıların görmek istemedikleri ise ABD emperyalizminin, hari- taları yenilenmekte olan bu böl-

(17)

gelerde güçlenmekte olan yayıl- macı kapitalist Rusya’nın önünü kesmek için Türkiye’ye taşeron- luk görevi yüklemiş olmasıydı.

Yabancı sermaye ülkeye akmaya devam ettiği ve bu ülkelerle ti- caret büyüdüğü sürece bu göre- vin istekle üstlenilerek emper- yalizme bağımlılığın güçlenme- sinde politik bir beis görülmedi.

Tayyip Erdoğan’ın ABD kurum- larının raporlarında Balkanlar’a, Asya’ya ve Ortadoğu’ya İslami demokrasiyi taşıyacak, yani em- peryalizm adına neoliberal a- lanları geliştirecek en önemli li- der olarak kaydedilmesi Türkiye burjuvazisinin göğsünü kabartı- yordu. ABD-Türkiye işbirliğiy- le sürdürülen bu yayılmacı poli- tikaların taşıyıcısı ise, bu iki ül- kenin hedeflerindeki devletlerde bulundurdukları resmi diplo- matlarından ziyade, gene kendi- lerinin besledikleri Fetullah Gü- len cemaati ve onun onlarca ül- kede kurduğu dernekler, okullar, vakıflar, vb. idi. (Bu işbirliği Ara- lık 2013’e kadar sürecekti.)

Baş müzakereci olarak Ali Ba- bacan’ın yönlendirmesi altın- da Avrupa Birliği ile yürütülen

entegrasyon görüşmeleri bağ- lamında Türk hukuk sistemin- de yapılan bazı değişiklikler ise, bir yandan liberal kesimlerde ül- kede demokrasinin gelişmekte olduğuna dair iyimserlik hava- sı yaratırken öte yandan, ve da- ha da önemlisi, İslamcı iktidarın başta silahlı kuvvetler olmak ü- zere devlet kurumlarındaki Ke- malist kesimleri tasfiye girişim- lerini güçlendirmesine ve başarı- ya ulaştırmasına yardımcı oldu.

Fetullahçı kadrolarca sürdürülen ve liberal entelijensiyanın şevk- le alkışladığı bu köklü operasyon yeni bir Bonapartist rejimin de zeminini hazırlıyordu.

Arap isyanı ve yeni rota

2008-2011 yılları arasındaki dönem tüm dünyada sınıf mü- cadeleleri alanında yeni bir dö- nemin başlangıcı olacak ve ay- nı zamanda Türkiye’nin dış po- litikasında yayılmacı emellerin tam anlamıyla uygulamaya ko- nacağı bir zaman dilimi oluştu- racaktı. 1970’lerin ortalarından beri dünya kapitalizminde kâr o- ranlarında görülen düşüş eğilimi

(2000’lerin başlarındaki finans hareketliliğinin yarattığı geçici düzelmeye karşın) 2008’de bü- yük bir mali krizle birlikte, mer- kezi en gelişmiş emperyalist e- konomilerde olmak üzere bü- yük bir çöküşe ve bunalıma yol açtı. Emperyalist finans kapita- lin neden olduğu ve on binlerce işletmenin iflas ederek milyon- larca işçinin işsizlik ve yoksulluk girdabına sürüklendiği bu krize karşı, gene başta emperyalist ül- keler olmak üzere pek çok yerde kitlesel isyan hareketleri başladı.

Böylece 1980’lerin başlarından beri dünya ölçeğinde sürmek- te olan emperyalizmin saldırı a- şaması kapanıp yeni bir devrim- ci dalga kabarmaya başlayacaktı.

“Büyük Çöküntü” olarak da adlandırılan 2008 krizinin ön- cesinde başlamış olan ekono- mik daralma Türkiye’de de özel- likle sanayi alanında durgunlu- ğa neden oluyordu. Ertesi yıl bu durgunluk önemli bir daralmaya ve işsizliğe neden olacaktı. Ama Türkiye bu döneme sağlam bir bankacılık sistemi ve düşük ka- mu borcuyla girdiğinden, iç tale- bi düşürücü sıkı maliye politika-

(18)

larıyla krizi bir “yumuşak inişe”

dönüştürmeyi başardı. İhracat ithalattan daha hızlı arttı, cari a- çık geriledi ve büyüme oranı %3 düzeyinde tutulabildi.

Bu dönemde dikkat çekici ve belirleyici olan noktalardan bi- risi Türkiye’nin Avrupa ülkele- riyle olan ticareti daralırken Or- tadoğu ve Afrika ülkelerine olan ihracatının toplam içindeki pa- yının %12’lerden yüzde 30’lara çıkmış olmasıdır. Buna eşlik e- den iki etmen daha AKP iktida- rının dış politika ağırlığını Orta- doğu ve özellikle Kuzey Afrika’ya kaydırmasına neden oluyordu:

Balkan ülkelerinin Avrupa Birli- ği ile bütünleşmeye başlaması ve bazılarının NATO’ya dahil olma- sı ile Orta Asya ülkelerinin Rus- ya’nın arka bahçesi olduğu gerçe- ğinin kavranması ve bu ülkelerle Ankara’nın çeşitli sürtüşmelere girmesi.

Ama rejimin karakterini ve dış politika seçeneklerini belirleye- cek olan bir unsur daha vardı:

Erdoğan’ın etrafında oluşan oli- garşik burjuva kesim. Dünya kri- zinin süreğen niteliği Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle yaptığı ticareti daraltırken ülke sanayisini de o- lumsuz yönde etkiliyordu. Ama bir yandan da gelişmiş ekonomi- lerden çekilen finans sektörleri mali yatırımlarını gelişmekte o- lan ülkelere yönlendirmeye baş- lamışlardı ve Türkiye de bundan kendine düşen payı alabiliyordu (2010’dan itibaren). İşte bu kre- diler ihracata yönelik sanayiden ziyade kâr oranları yüksek gö- rünen, iç talebe yönelik ve dev- let destekli inşaat, enerji ve silah sektörlerine akmaya başladı. Bu kredilerden büyük ölçüde yarar- lananlar ise bugün “beşli çete” o- larak adlandırılan ama biraz da- ha geniş bir patronlar ve şirketler

grubu oldu.

“Sıcak para” girişlerine (2011’de 16 milyar dolar) dayalı sermaye birikimi süreci, IMF’ye olan bor- cun bunun da yardımıyla kapa- tılmasına karşın elbette kamu ve özel dış borçların artmasına yol açıyordu (300 milyar dolar; GS- YH’nin %44,8’i). Ama oligar- şi eliyle başlatılan devlet destekli

“mega projeler” bir yandan da e- konominin %8,5 (2011) gibi bü- yük bir oranda büyümesine im- kan sağlıyordu. Bu dönemde GS- YH 774 milyar dolara (2011), kişi başına düşen milli gelir ise 10.444 dolara ulaştı.

2011 küresel anlamda olduğu kadar Türkiye için de kritik bir yıl oldu. Ortadoğu ve Kuzey Af- rika’da başlayan halk devrimleri süreci pek çok ülkede rejim de- ğişikliklerine yol açtı. Bölgedeki emperyalist egemenlik sarsılır- ken bunlardan bazılarında (Tu- nus ve Mısır) devrimci bir seçe- neğin bulunmayışı sonucunda İhvan hareketi iktidara geldi. Bir yandan güçlenen ekonomi, öte yandan kendisinin İhvancı ide- olojisi, AKP iktidarının bölgesel bir güç olmaktan çıkıp “küresel güç” olma hevesine kapılmasın- da etkili oldu. Bu noktadan son- ra, önce başbakanlık dış politika danışmanlığı yapan (2003-2009) ve Mayıs 2009’da da Dış İşleri Ba- kanı olan Ahmet Davutoğlu’nun

“komşularla sıfır sorun” anlayı- şına dayalı “yumuşak güç” poli- tikası artık bu ekseninden çıkıp tamamen yayılmacı ve saldırgan bir düzleme oturdu.

Türkiye’nin cumhuriyet tari- hinde hükümetlerin ABD em- peryalizmiyle zaman zaman sür- tüşmeleri olmuştu, ama “Arap Baharı” ile çok daha aktif bir “li- derlik” konumuna geçebileceğini düşünen AKP yönetimi, özellik-

le Erdoğan, bu tip sürtüşmeleri başka bir boyuta taşımaya baş- ladı. Örneğin 2010’da BM Ge- nel Kurulu’nda nükleer sorun- la ilgili olarak İran’ı destekledi;

Çin’le Konya’da ortak hava tat- bikatı yaptı ve bu ülke ile ticaret hacmini sonraki 5 yıl için 3 ka- tına çıkardı. Daha da önemlisi, emperyalizm Libya’daki devrim- ci kalkışmayı bir iç savaşa dönüş- türdüğünde NATO’nun Libya’da- ki varlığını eleştirdi. Emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki varlığına yönelik eleştirileriyle bölge halk- larına kendisini emperyalizme karşı mücadelenin ve demokra- sinin önderi olarak lanse etmeye koyuldu. Erdoğan’ın “İhvancı a- kımın lideri” olarak 2011’de Mı- sır, Tunus ve Libya gezileri Tür- kiye’nin oyun kurucu rolünün vurgulanmasında kullanıldı.

Ama bunların hepsi yukarıda belirttiğimiz gibi Erdoğan’ın o- portünist politikalarının bütünü içinde yer alıyordu. Zira bir yan- dan emperyalizme karşı söylem- ler geliştirirken diğer yandan da örneğin 2010’da İran’a karşı Füze Kalkanı projesini kabul etti, hat- ta füzelerin Türkiye’ye yerleştiril- mesini önerdi. Başar Esad’ın Su- riye devrimini iç savaşa dönüş- türmesinin ardından ABD’nin yanında konumlandı, ABD’nin Predator insansız hava araçlarını Suriye’yi ve Irak’ı gözlemlemek üzere Türkiye’de konuşlandırma- sına izin verdi. Öyle ki, ABD Dı- şişleri Bakanlığının 2010 Terör Raporunda, Türkiye’den ABD i- çin “dost, tarafsız ve bölgesinde- ki sorunların çözümünde kolay- laştırıcı, terörle mücadelede kri- tik rol oynayan bir ülke” olarak söz edilecekti. Bir anlamda Tür- kiye, AKP’nin eliyle bir kez da- ha ABD’nin bölgedeki taşeron- luğunu üstlenmeye hazır ol-

(19)

duğunu gösteriyordu. 2007’de Türkiye’nin ABD ile imzaladığı

“PKK terörüne karşı ortak istih- barat anlaşması” halen yürürlük- teydi. 2009’da ABD başkanlığını üstlenen Barack Obama Nisan a- yında Ankara’yı ziyaret ederek iki ülke arasındaki ilişkileri da- ha da güçlendirecek, Türkiye de başta Afganistan ve Irak olmak üzere bölgesel düzeydeki işbirli- ğini güçlendirecekti.

2009 yılında Kuzey Irak’ın Tür- kiye sınırı yakınlarında (Şekhan) son yılların en büyük petrol re- zervinin bulunmasının AKP hü- kümetinin dış politikasının da- ha da şahinleşmesinde etkili ol- duğunu belirtmemiz gerekiyor.

Bunu izleyen iki yıl içinde dün- yanın önde gelen petrol şirketle- rinin bölgeye akın etmeye başla- ması, yeni kaynakların sahipliği ve taşınması konularında Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile mer- kezi Bağdat hükümeti arasın- da gerginliklere yol açmıştı. Öte yandan Erbil yönetimi, Bağdat’a olan bağımlılığından kurtulmak amacıyla ve ihracat kapasitesini artırma niyetiyle, 2012’de Türki- ye üzerinden bir petrol boru hat- tı kurulacağını ilan etmişti. An- kara, kendi enerji oligarklarının da itmesiyle soruna müdahil ola- rak Kürt yönetimini Bağdat yö- netimine karşı desteklemeye ko- yuldu. Ayrıca AKP hükümeti, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle merkezi Şii yönetiminin Irak- lı Sünniler üzerinde baskı uygu- lamakta olduğunu iddia ediyor, bu doğrultuda Irak Kürt yöneti- miyle ilişkilerini sıkılaştırıyordu.

Bunlara (Erbil ile birlikte) “PKK terörüne karşı mücadele” strate- jisi de eklenince, silahlı güçlerin Kuzey Irak’a girmesinin ve orada kalıcılık kazanmasının yolu açıl- mış oluyordu.

Benzer bir politika Suriye üze- rinde de uygulanmaya başlana- caktı. “Sıfır sorun” politikasının geçerli olduğu dönemde Türki- ye 2010 sonlarında Suriye, Lüb- nan ve Ürdün ile bölgesel eko- nomik işbirliği anlaşması im- zalamıştı (Levant İş Forumu).

Ama bu anlaşmanın imzalandı- ğı günlerde Arap isyanlarının il- ki Tunus’ta patlak vermişti. İs- yanlar, Mısır, Libya ve Yemen ü- zerinden Suriye’ye sıçradığında Esad diktatörlüğünün tavrı kitle- lere saldırmak ve iç savaş başlat- mak oldu. Bu gelişmenin karşı- sında Erdoğan-Davutoğlu yöne- timi Esad yönetimini gayrimeşru ilan etti, iç savaş geliştikçe güç- lenen cihatçı kesimlerin Türki- ye’de örgütlenmelerine izin ver- di ve daha sonra diğer gerici A- rap ülkelerinden Suriye’ye gelen cihatçılara silah desteği sağladı, NATO’nun Suriye’ye koyduğu si- lah ambargosunu destekledi ve ekonomik ambargo uygulamaya başladı.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki devrimci süreç karşısında AKP hükümetinin politikası iki ana eksen üzerinde yürüdü. Birinci- si, bu devrimlerin işçi ve emek- çi hükümetlerle sonuçlanmama- sı ve Türkiye’ye de sıçramaması amacıyla ABD tarafından da “ı- lımlı İslamcı” olarak tanımlanan karşıdevrimci İhvan partileri ta- rafından gasp edilmesi ve böyle- ce bölgede “düzen kurucu” rolün Erdoğan liderliğine geçmesi. İ- kincisi, Suriye’de IŞİD ve diğer cihatçı güçlere karşı ABD’nin de desteğiyle mücadele eden Kürt PYD/YPG güçlerinin ülkenin kuzeyinde (PKK’yi de güçlendi- recek biçimde) bölgesel bir ege- menlik alanı oluşturmalarının engellenmesi.

Ama bu iki eksen de büyük bir

başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Zi- ra Tunus’ta İhvancı Gannuşi hü- kümeti halk kitlelerinin baskı- sıyla fazla ayakta kalamayacak (Ocak 2014); Mısır’da ordu bir darbeyle Mursi hükümetini de- virecek (Temmuz 2013); Lib- ya emperyalizmin silahlı müda- haleleri sonucunda kendi içinde bölünecek ve iç savaşa ortamı- na sürüklenecek; Suriye’de Kürt güçler, bazı Arap gruplarının da desteğiyle IŞİD’in “İslam devleti- ne” son vererek ABD destekli bir egemenlik bölgesi oluşturacak- tı (2016).

Üstelik Ankara’nın bu politi- kaları Suriye’de ABD, Rusya ve İran’la; Mısır dolayısıyla İhvan karşıtı Arap ülkeleriyle; Libya’da Avrupa Birliği’yle sürtüşmeler yaşamasına neden olacak ve Tür- kiye 2013 ortalarından itibaren

“değerli yalnızlık” ortamına sü- rüklenecekti. Artık bölgesinde

“lider ülke” konumunu kaybe- den Türkiye’nin “reisi”, aynı yıl patlak veren Gezi ayaklanma- sı ve 17-25 Aralık FETÖ soruş- turmalarıyla içerde de dengesi- ni kaybedecek ve kurmuş olduğu tüm planları değiştirmek zorun- da kalacaktı. AKP hükümeti o zamana kadarki müttefiki Gülen cemaatine karşı şiddetli bir mü- cadeleye girişecek; ülkedeki de- mokratik mücadelelere karşı tam bir baskı rejimi kurmaya yönele- cek; 2013’te başlattığı “Kürt açı- lımına”, 7 Haziran 2015 seçim- lerinde aldığı yenilgi nedeniy- le son verecek, 2017’de de şaibeli bir Anayasa referandumuyla ye- ni bir Bonapartist rejimin inşası- na girişecekti.

Yağmacı birikim dönemi Başta da belirttiğimiz gibi, si- yasi kişilikleri ve önderlikle-

(20)

ri, onların politikalarını belir- leyen sadece kendi kendilerini tanımlamaları değil, daha da ö- nemlisi içinde hareket ettikleri nesnel koşullardır. Dünya kapi- talizminin içinde sürüklenmek- te olduğu kriz dinamikleri, dışa bağımlı yarı sömürge bir ülke o- lan Türkiye’nin kendi koşullarıy- la da birleşince, ülke burjuvazi- sinin ve onun içindeki oligarşik kesimin sözcülüğünü ve liderli- ğini üstlenmiş olan AKP’nin ve Erdoğan’ın iç ve dış politikalar- da sergilediği virajlarda ve zik- zaklarda en önemli etken olmuş- tur. Başlangıçta sermaye ithaline ve ürün ihracına dayalı birikim süreci ve buna dayalı “ılımlı İs- lamcılık”, “yumuşak güç”, ”Yeni Osmanlıcılık” tariflerine daya- lı politikaların içerde ve dışarda

“sert güç” aracılığıyla yağmacı ve yayılmacı nitelik kazanmasının nedenlerini de işte bu nesnel ko- şullarda aramak gerekir.

Bu bağlamda göz önünde tut- mamız gereken en önemli et- menlerden birisi de dünya ka- pitalizminin 2008 büyük krizini atlatamamış olması, kâr oran- larının düşmeye devam etme-

si, küresel ölçekte dış yatırım- larda daralmaların yaşanması, ABD’nin ve AB ülkelerinin pa- rasal genişleme uygulamalarıyla ekonomilerine geçici bir denge (ki bu denge Covid-19 salgınıy- la tekrar bozulacaktı) sağlamala- rıyla sermaye akışının bu ülkele- re doğru kayması idi. Bu durum dünya sermaye çevrelerinin Tür- kiye’nin hukuk sisteminin ve uy- gulamalarının sermayeye yeterli güveni vermediğini düşünmele- riyle birleşince, Türkiye burjuva- zisi için dış sermayeye dayalı bi- rikim süreci büyük bir sıkıntıya düşmüş oldu.

Gerçekten de 2007 yılına ka- dar yükselerek gelen ve 19 mil- yar doları bulan Türkiye’ye dış sermaye yatırımları 2011’den iti- baren sistematik bir düşüşe geç- ti ve 2019’da 5,8 milyar, 2020’de 4 milyar dolara kadar düştü. Buna, borçlanma stokunun 2005’teki 170 milyar dolardan 2019’da 440 milyar dolara yükselmesi de eş- lik edince reel sektördeki kriz de- rinleşti. Bu durum, Türkiye bur- juvazisi içindeki çelişkilerin de artmasında etkili oldu. Zira in- şaat, enerji ve silah sanayilerin-

de kümelenen oligarşik sektör kaynakların yağlanmasını Bona- partist rejim sayesinde pürüzsüz sürdürebiliyordu.

Öyle ki, 2015’ten 2020’ye ka- darki “son beş yılda kamu, 100 milyon lira üzeri toplam 327.8 milyar liralık ihale verdi. Bu- nun yüzde 50’sini 20 şirket aldı.

Cengiz-Limak-Mapa-Kolin-Kal- yon’un payı ise yüzde 24 oldu.

Krizin derinleştiği 2019 yılında dağıtılan ihalelerin çoğunluğunu ise Türkiye Varlık Fonu’nun or- tak olduğu İstanbul Finans Mer- kezi’nin yeni müteahhitleri aldı”, (Gazete Duvar, 24/12/2019). Ay- rıca, “CHP Mersin Milletveki- li Ali Mahir Başarır, Cengiz, Li- mak, Kalyon, Kolin ve Makyol firmalarına sağlanan Vergi, Re- sim ve Harç İstisna Belgelerine (VRHİB) kaç kez indirim yapıl- dığı ile ilgili Ticaret Bakanı Ruh- sar Pekcan’ın yanıtlaması istemi ile 12 Ekim’de bir soru önergesi vermişti. Soru önergesine gelen cevaba göre; son 10 yılda Cengiz İnşaat için 30, Kolin İnşaat için 36, Makyol İnşaat için 24, Kal- yon İnşaat için 19 ve Limak İnşa- at için de 19 kez VRHİB tanzim

Referanslar

Benzer Belgeler

Antik Çağ’dan Yakın Çağ’a Batı’da mülkiyet kavramı (mülkiyet kavramı ve hakkının tarihî gelişimi, İlk Çağ’da mülkiyet, Antik Yunan’da

Bugün yerli-yabancı herhangi bir kişi herhangi bir karakolun önünde durup binanın fotoğrafını çekmeye kalksa güvenlik açısından gözaltına alınma olasılığı

Ouyang (2007) bilgi paylaşımı stratejilerinin kamçı etkisi üzerindeki etkisini analiz ederek genel sonuçlar çıkarmak amacıyla talep yapısının belli olduğu

Özellikle yoksul ülkelerde yürütülen madencilik faaliyetlerinin önemli bir bölümünü oluşturan altın madenciliği alanında çalışan firmalar çeşitli spekülasyonlar,

Bugünkü krize ve tüm dünyadaki toplumsal hareketlere bakt ığımızda, yaşanılan krizin liberal grup tarafından olağan bir olay olarak görüldüğünü fakat Marksist

Refik Saydam H ıfzıssıhha Merkezinde yaptırılan tahlil sonuçlarının, daha önce arsenik olduğu tespit edilen ve Niğde Belediyesince kapat ılan içme suyu kuyularının

va hukuk"un ufku henüz aşılmamışsa da bu, sosyalizmde burjuva hukuk anlayışının hakim olduğu anlamına gelmez. Burjuva hukuk anlayışının izlerini de

Hermann, «How Decision Units Shape Foreign Policy: A Theoretical Framework», International Studies Review, Vol.3/2 (2001): 52.... Karar