• Sonuç bulunamadı

Atakan Çiftçi İşsizlik ve temel bir yaşam

geli-rinden yoksunluk, küresel ölçek-te emekçilerin yüzleştiği en ölçek- te-mel sorunların başında geliyor.

Pandemi bu sorunu daha da de-rinleştirdi, ama pandemi önce-sinde de tablo zaten oldukça va-himdi. Covid-19 salgınının bir pandemi haline gelmesinden he-men önce, Ocak 2020’de yayımla-nan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) raporuna göre, küresel iş-gücünün %61’i kayıt dışı, düşük ücretli, sosyal güvenlik hizmet-lerine kısmen ya da hiç erişeme-yen işlerde çalışmaktaydı. 2020 için işsiz sayısının 190 milyon civarında olacağı tahmin edil-mekteydi. Bu sayıya, iş aramak-tan ümidini yitirmiş 120 milyon kişi ve kısmi işlerde çalışan 165 milyon kişi ekleniyordu. Yakla-şık 500 milyon kişiye ulaşan bu kitle, 3,3 milyarlık toplam işgü-cünün %15’ini oluşturmaktaydı.

Dünya kapitalizminin mutlak

sefalete ittiği yarım milyarın in-sanın dağılımı yaş, cinsiyet, coğ-rafi konum gibi faktörlere gö-re de farklılık gösteriyor. Tah-min edileceği üzere, kadınlar ve gençler bu bileşenin daha bü-yük bir kesimini oluşturuyorlar.

2019’da küresel ölçekte erkekle-rin işgücüne katılım oranı %74 i-ken kadınlar için bu oran sade-ce %47 düzeyindeydi. 15-24 yaş arasını oluşturan gençler için de tablo oldukça dramatikti. Her beş gençten biri, yani 267 mil-yon genç, ne çalışma hayatının içinde yer almakta ne de eğitim görmekteydi.

Öte yandan, bir işe sahip ol-mak da mutlak sefaletten kurtu-luş anlamına gelmiyor. ILO gün-lük 3,20 dolardan az geliri (mev-cut kur düzeyine göre günlük yaklaşık 25 TL) çalışan yoksullu-ğu olarak tanımlıyor. ILO’ya göre pandemi öncesinde yaklaşık 630 milyon kişi, yani yaklaşık her beş

çalışandan biri bu miktarın al-tında bir gelir elde ediyordu. Bu dramatik sefalet tablosu Dün-ya Bankası’nın yoksulluk rakam-larıyla da örtüşmekte. 2017 için yapılan hesaplamaya göre yak-laşık 700 milyon kişi günde 1,90 doların (yaklaşık 15 TL) altında gelirle aşırı yoksulluk içinde bu-lunuyordu. Dünya nüfusunun

%25’i günde 3,20 dolar (yaklaşık 25 TL) ve %43,6’sı, yani neredey-se yarısı, günde 5,50 dolar (yak-laşık 40 TL) ile hayatta kalmaya çalışmaktaydı.

Bu sayılar pandemiden önce-ki yaygın ve derin sefaleti orta-ya koyuyor. Pandemiyle birlik-te ise iş ve gelir kaybında mu-azzam bir artış yaşandı. ILO’ya göre, 2019’un son çeyreğine gö-re, 2020’nin ilk üç çeyreğinde ortalama küresel çalışma süre-si kaybı %11,7 civarında gerçek-leşti. Bu dönemde küresel işgücü gelirinde 3,5 trilyon dolara

karşı-lık gelen %10,7 oranında bir dü-şüş gerçekleşti. Bu tahmini sayı-lar, on milyonlarca insanın ya-şadığı iş ve gelir kaybını kısmen aydınlatıyor. Pandemiyle birlik-te yaşanan iş ve gelir kaybına i-lişkin daha net sayılar vermek şu an için oldukça zor. İşlerini kay-bedenler işsizler veya işgücüne katılımdan çekilenler olarak ista-tistiklere yansırken, Türkiye’de-ki ücretsiz izin konumunda o-lanlar gibi istatistiklerde çalışan statüsünde görünen ve fakat aşı-rı yoksulluk düzeyinin biraz üs-tünde bir devlet yardımıyla yaşa-maya itilen milyonlarca insan da bulunuyor.

Kriz ve pandeminin bileşimiy-le, işsizlik ve yoksulluk, kapita-lizmin savunucusu ideologlar ve kurumlar tarafından da göz ar-dı edilemeyecek bir düzeye eriş-miş durumda. Mevcut durumun sürmesi halinde yeni devrim-ler dalgası yaşanacağı endişesi-ni belirten düşünce kuruluşla-rından, Davos toplantılarının ör-gütleyicisinin neoliberalizmin öldüğünü ilan etmesine ve çe-şitli reformlarla işsizliğin kapi-talist sistem içinde yönetilebi-lir hale gelmesini hedefleyen hü-kümetlere dek, bu konu burjuva kesimler içinde ciddi bir şekil-de tartışılmakta. Benzer biçim-de, işçi hareketinde ve sol kesim-lerde işsizlik ve daha genel olarak yoksulluğa ilişkin farklı görüş ö-nerileri ve yol haritaları mevcut.

Bu yazıda, özellikle işsizlik ve kı-sa çalışma programlarına iliş-kin tartışmayı değerlendirmeye çalışacağız.

Geleneksel saldırılar: işten çıkarma, işyeri kapatma Salgınla mücadele kapsamında hükümetler birbiri ardına

karan-tina önlemleri açıklarken, burju-vazinin bu duruma tepkisi kit-lesel işten çıkarmalar ve işyeri kapatmaları oldu. ABD’de işsiz-lik oranı bir anda 10 puan arta-rak, Nisan 2020’de İkinci Dün-ya Savaşı’ndan bu Dün-yana görülme-miş bir zirve olan %14,7’ye çıktı.

Trump’ın seçimleri kazanmak a-dına karantina önlemlerine hızla son vermesiyle bu oran Kasım’a gelindiğinde %6,7’ye düşmüş ol-sa da, işsizlik ol-sayılarının ol- sakla-dığı bir gerçek vardı: Şubat’tan Ekim’e kadarki süre içinde 3,7 milyon işçi işgücü piyasasından çekilmiş, işgücüne katılım oranı 2,2 puan azalarak %61,7’ye düş-müştü. Düşük gelirli işlerde ça-lışanlar, kadınlar ve yaşlılar ara-sında işten çıkarılma oranının çok daha yüksek olduğu ve bu kesimlerde yar alan milyonlarca işçinin uzun bir süre iş bulama-yacağı tahmin ediliyor.

Avrupa Birliği’nde (AB) kı-sa çalışma ödeneği gibi sosyal programlardan ötürü işsiz sa-yısındaki artış ABD’ye göre çok daha düşük düzeyde kaldı. Şu-bat’ta %6,5 düzeyinde olan işsiz-lik pandemi süresince yaklaşık 1 puanlık artış gösterdi. Bununla birlikte, 2020’nin ilk çeyreğinde çalışır durumda olan 1,2 milyon işçi, ikinci çeyrekte işsiz kalır-ken, bu sayının 2 katından faz-lası, yani 2,6 milyon işçi işgücü piyasasının dışına çıktı. Bu sayı-ya ilk çeyrekte işsiz durumda o-lan 1,1 milyon kişinin ikinci çey-rekte iş aramaktan vazgeçmesi-ni de eklemek gerekiyor. Geçici işten çıkarmalarsa, bu dönemde Avrupa işçi sınıfına ağır bir dar-be vurdu. Yunanistan’da işçilerin neredeyse %40’ı, İspanya, Fran-sa, İtalya, Portekiz ve İrlanda’da çalışanların dörtte birinden faz-lası geçici işten çıkarmaya

ma-ruz kaldı. İkinci çeyrekte toplam sayının yaklaşık 20 milyon işçi-yi bulduğu tahmin ediliyor. Do-layısıyla, işsiz sayısına kısmi ça-lışanları ve iş piyasasından çeki-lenler eklendiğinde, toplam oran

%14’e ulaşıyor ve ABD’yle benzer bir tablo ortaya çıkıyor.

Türkiye’ye geldiğimizde, TÜİK’in verdiği rakamların

ar-tık bir güvenilirliği kalmadığın-dan gerçek tabloya ulaşmak da-ha da zor. Yine de TÜİK’in veri-leri bazı çarpıcı gerçekveri-leri açığa çıkarıyor. İşsiz sayısına bakıldı-ğında son açıklanan Eylül 2020 verilerine göre, işsiz oranı bir ön-ceki yıla göre yarım puanlık dü-şüşle %12,7 olarak açıklandı. Ne var ki, istihdam geçen yıla oran-la 733 bin kişi azaldı. İşgücüne katılım oranı bir önceki yıla gö-re 1 milyonluk düşüşle %49,6 o-lurken ümitsiz işçilerin sayısı iki katından fazla artarak 1 milyon 400 bin kişiye çıktı. ABD ve AB ortalamalarıyla kıyaslandığın-da Türkiye’deki işsizlik oranının kriz öncesinde iki kat civarında yüksek olduğunu ve işgücü katı-lım oranının da çok daha düşük olduğunu görüyoruz. Dolayısıy-la Türkiye’deki işsizlik ve genel yoksulluğun resmi verilere göre de çok yüksek olduğu açık. Bu-na ek olarak, pandemi dönemin-de kısa çalışma ödönemin-deneği alan 3,5 milyon kişi ile ücretsiz izne gön-derilen 2,5 milyon kişiyi TÜİK istihdamın içinde kabul etti. Do-layısıyla, eksik istihdam edilen veya işgücünün dışına düşmüş kesimler de hesaba katıldığında, DİSK-AR’a göre, geniş tanımlı işsizlerin sayısı pandemi döne-minde 9,5 milyona, geniş tanım-lı işsizlik oranı da %26,4’e ulaştı.

İşten atılan veya kısa çalışma programlarına alınan çalışanla-rın gelir kaybını azaltmak için

hükümetler çeşitli paketler açık-ladılar. Fakat bu paketler, işçile-rin yaşadığı gelir kaybını karşıla-maktan oldukça uzak kaldı. ILO raporuna göre, küresel ölçekte pandemi nedeniyle ilan edilen mali canlandırma paketlerinin 9 trilyon dolar civarında oldu-ğu, bununsa yitirilen işgücü geli-rinin yarısına karşılık geldiği he-saplanmakta. Dahası bu paketle-rin büyük bir kısmı yüksek gelirli olarak tabir edilen ülkelerde uy-gulandı. Kayıpların daha büyük kısmının yaşandığı orta ve dü-şük gelirli ülkelerde, hükümetler çok kısmi adımlar attılar. Bunun da ötesinde, açıklanan paketlerin ne kadarlık kısmının işçilere ne kadarının patronlara teşvik ola-rak gittiği de ayrı bir başlıkta in-celenmesi gerekiyor.

Özetle, pandemi sırasında pat-ronların azalan kârlarını tela-fi etmek veya zararlarını en aza indirmek için kitlesel bir bi-çimde işten çıkarmaya gittiği-ni, hükümetlerin açıkladığı pa-ketlerinse işçi sınıfının küçük

bir kesiminin zararlarını kısmen karşıladığını görüyoruz. Kayıt dışı sektörlerde, bağımlı, yarı-sömürge ülkelerde yaşayan yok-sul emekçilerin ise pandemiden en ağır darbeyi aldığını, çoğun-lukla hiçbir gelir yardımı olma-dan kaderlerine terk edildikleri bir süreçten geçiyoruz. Şimdiy-se, hükümetlerin, çeşitli liberal veya sosyal demokrat ideologla-rın “sosyal devlet” kapsamı için-de örnek olarak sundukları “kı-sa çalışma programlarına” göz atalım.

Reform önerisi: “Daha az çalış, daha az kazan”

Bu dönemde, Almanya baş-ta olmak üzere çeşitli Avrupa ül-kelerinde uygulamaya konan kı-sa çalışma programları, IMF’den sosyal demokrat kesimlere dek pek çok kesimden övgü aldı ve başarı örneği olarak dünyaya su-nuldu. Almanya’da Kurzarbeit o-larak isimlendirilen ve diğer dil-lere “kısa çalışma programı”

bi-çiminde çevrilen uygulamanın tarihi aslında 1. Dünya Sava-şı’nın öncesine dek uzanıyor. Te-mel olarak bu sistem, kriz dö-nemlerinde patronların bir fab-rikadaki bir miktar işçiyi işten çıkarması yerine, tüm işçilerin çalışma saatlerinin kısaltılma-sı ve bu süreçte işçilerin mev-cut ücretlerinden daha düşük bir miktarı almaya devam etmesi o-larak özetlenebilir. Uygulamanın kapsamı, süresi, ücretten yapılan kesinti oranı gibi birçok başlık ülkeden ülkeye ve zaman içinde değişiklik gösterebiliyor. Bu uy-gulamanın bir benzerini Türki-ye’de de kısa çalışma ödeneği o-larak yakından tanıyoruz.

Almanya’da kısa çalışma öde-neği olarak işçilere ücretlerinin yaklaşık üçte ikisi veriliyor. Al-man hükümeti pandemi sırasın-da programın kapsadığı sektör-leri genişletti ve süresini uzattı.

Kapanmanın başladığı mart a-yından nisan ayının sonuna dek Kurbarzeit için başvuran işçi sa-yısı 10 milyonu, yani toplam

iş-gücünün %20’sini aşmıştı. Başka pek çok Avrupa ülkesinde ben-zer örnekleri uygulanan bu sis-tem pandemi döneminde İngil-tere, Romanya ve birçok ülkeye daha yayıldı. ABD’de ise, kısa ça-lışma programı yerine işsizlere federal hükümet tarafından aylık yardımlar yapıldı.

Kısa çalışma programları sos-yal demokrat partiler, sendikalar, Keynesçi ekonomistler ve hatta liberallerin bir kesimi tarafından da destekleniyor. Programın res-mi işsizlik oranlarını düşük se-viyede tuttuğu ve kriz dönem-lerinde işçilere nefes alma şansı yarattığı bir gerçek. Ne var ki, kı-sa çalışma programlarının işçi-lerden çok patronlara yaradığını akılda tutmamız gerekiyor. Kriz dönemlerinde, işçi çıkartarak ö-demek zorunda kalacakları taz-minatları ödemekten kurtulduk-ları gibi, programın kapsadığı dönem boyunca kısa çalışma ö-denekleri kamu kaynaklarından karşılanıyor. Bu faydaların yanı sıra, kriz sonrasında nitelikli iş-güçlerini kaybetmeden çalışma düzenini yeniden kurma şansı yakalıyorlar.

İşçi sınıfı açısından bakıldığın-da ise, program kapsamına

alı-nan işçiler, daha az çalışma şansı yakalamakla birlikte, son yıllarda küresel ölçekte giderek düşen iş-çi ücretleri göz önünde bulundu-rulduğunda, önemli gelir kayıp-larına uğruyorlar. Daha önem-lisi, bu programlardan işçilerin daha güvenceli işlerde çalışan a-zınlıktaki kesimi faydalanabili-yor. Giderek daha fazla yayılan esnek, güvencesiz ve geçici işler-de çalışan çoğunluk ise bu prog-ramların da dışında kalıyor.

Türkiye’de uygulanan kısa ça-lışma ödeneği (KÇÖ) ise çok da-ha fazla işçi düşmanı özellikler taşıyor. Öncelikle, KÇÖ hükü-met fonlarından değil, işsizler i-çin kullanılması gereken İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanıyor.

KÇÖ kapsamına alınan işçi, bir süre sonra işten atıldığında iş-sizlik ödeneğinden faydalanma hakkını yitiriyor. Ayrıca, emek-lilik koşullarının fazlasıyla zor-laştırıldığı göz önünde bulundu-rulduğunda, işçiler prim gün sa-yısı açısından da önemli kayıplar yaşıyor.

Troçki’nin itirazı

Kısa çalışma programının yeni bir uygulama olmadığını

belirt-miştik. ‘30’lu yıllardaki büyük e-konomik kriz altında benzer uy-gulamalar ABD’de de hayata ge-çirildi. ’29 ekonomik krizinin ardından kitlesel işsizlik ve sefa-letle yüzleşen ABD işçi sınıfı ra-dikal eylemlere girişmeye başla-mış, geleneksel sendika bürokra-sisinden (AFL - Amerikan Emek Federasyonu) bağımsız yeni bir sendikal örgüt (CIO – Sanayi Örgütleri Kongresi) inşa etmiş-ti. 1938’de bir CIO temsilcisiy-le Troçki arasında Meksika’da il-ginç bir tartışma yaşanır. Temsil-ci, işsizliğin önüne geçmek için çalışma saatlerinde indirime gi-dilmeksizin işlerin bütün sendi-ka üyeleri arasında dağıtıldığı-nı, bu sayede işyerlerinde işten çıkarma olmazken, işçilerin eski ücretlerinin yaklaşık %40’ını al-dığını belirtiyor. Troçki ise tem-silciye şu yanıtı verir:

Neden? Bu korkunç bir şey! Sa-atlik ücretlerde herhangi bir deği-şiklik yapılmaksızın çalışma satlerinin eşel mobil sistemiyle a-yarlanmasını mı kabul ettiniz?

Ama bu yalnızca, işsizliğin bü-tün yükünün, tüm ağırlığıyla işçi-lerin omuzlarına yüklenmesi an-lamına gelir. Her bir işçiye top-lam ücretinin beşte üçünü feda

ettirerek, burjuvaziyi kaynakları-nı işsizler için harcama zorunlu-luğundan kurtarmış oluyorsunuz.

(…) Amerikan kapitalizmi kronik ve tedavi edilemez bir hastalık-tan mustarip. (…) Bu, işçilerini-zin eski ücretlerinin yarın yüzde 30’unu, daha sonraki gün yüzde 25’ini alacağı ve bunun bu şekil-de şekil-devam eşekil-deceği anlamına geli-yor. Belirli zamanlarda iyileşme-lerin yaşanması doğrudur ve hat-ta bu kaçınılmazdır ancak genel eğri çöküş, düşüş ve yoksullaşma yönündedir.

Troçki’nin çıkış noktası, anlık durumda işçilerin kısa süreliğine de olsa nefes alabileceği çözüm-ler değil, kapitalizmin içinde bu-lunduğu durum ve giderek da-ha fazla ürettiği sefalet ve yıkım-dır. ABD ‘30’lu yıllardaki kronik krizinden, geçici bir süreliğine, Dünya Savaşı’na girerek ve bu sı-rada yarattığı devasa savaş en-düstrisi ve ardından savaşın yı-kımı üzerinden canlanan dünya ekonomisi sayesinde çıkabildi.

Ne var ki, bu canlanma geçiciy-di ve Avrupa ve Japonya’nın yı-kımı, milyonlarca insanın ölümü üzerinden şekillenmişti. ‘70’le-rin başından itibaren içinde bu-lunduğu kronik kriz ise giderek daha fazla derinleşiyor ve ABD işçi sınıfının daha fazla yoksul-laşmasına, işsizlik ile hizmet sek-töründe bulabileceği geçici, ya-rı-zamanlı işler arasında tercih-te bulunmasına neden oluyor.

ABD işçilerinin radikal grev ha-reketinden doğan CIO ise, yuka-rıda anılan politikalarıyla zaman içinde işçi tabanından tamamen uzaklaşır ve geleneksel sendika bürokrasisini temsil eden AFL (Amerikan Emek Federasyonu) ile birleşir.

Troçki’nin itirazı ve bu tartış-ma, tüm emek hareketi için

ya-kıcı bir önem taşıyor. Pandemi-nin ekonomik krizle birleşmesi sonucunda açığa çıkan durum, çalışma saatleri, işsizlik ve gelir paylaşımı tartışmalarını yeniden güçlü bir biçimde gündeme ge-tirdi. Teknolojide önemli geliş-meler yaşanırken, kronik kriz i-çindeki kapitalizm yeni iş alanla-rı yaratamıyor. Dünyadaki işsiz veya atıl durumda kalan işgücü sayısı giderek genişliyor. Bu dö-nemde dahi en zenginlerin ser-vetleri artarken en yoksul dilime girenlerin sayısı yükseliyor. Dü-şük işsizlik oranı ve Kurzarbe-it uygulamasıyla örnek gösteri-len Almanya’da dahi milyonlarca kişi geçinebilmek birkaç yarı-za-manlı işte birden çalışmak zo-runda. Almanya’da ücretlerin yaklaşık dörtte biri düşük ücret kategorisinde yer alıyor. Bu oran 1995’te %15 civarındaydı.

Temel sorunumuz, sendika-ların ve işçi hareketi temsilci-lerinin halen günübirlik politi-kalarla hareket ediyor olması ve emekçilerin yüzleştiği yapısal iş-sizlik ve hayat pahalılığı sorun-larının ısrarla üzerinden atlama-ları. Bu konuda daha ileri bir tu-tum almasını beklediğimiz DİSK yönetimi dahi, Covid-19 döne-minde Kurzarbeit sınırlarının ö-tesine geçmeyi başaramadı. İş-sizlik ödeneği düzenlemesine ilişkin DİSK Başkanı Arzu Çer-kezoğlu yaptığı açıklamada şu talepleri dile getirdi: “İşten çı-karmalar Covid-19 süresince ya-saklanmalı, işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yerine kısa çalış-ma ödeneği kullanılçalış-malıdır. Co-vid-19 süresince bütün işçiler süre koşulu aranmaksızın işsiz-lik ödeneği ve kısa çalışma öde-neğinden yararlanmalıdır.”

Türkiye’de kısa çalışma ödene-ğinin hükümet fonlarından

de-ğil, İşsizlik Fonu’ndan sağlandı-ğını yukarıda belirtmiştik. KÇÖ pandemiden bağımsız olarak, İş-sizlik Fonu’nun yağmalanmasına dayanan, patronlara önemli ka-zançlar sağlayan ve işçileri ağır mağduriyetlere uğratan bir sis-tem. Sendikaların öncelikle hak kayıpları yaratan KÇÖ sistemi-nin değiştirilmesini savunma-sı gerekirken, KÇÖ’den fayda-lanmanın kolaylaştırılmasını sa-vunmak, DİSK’in dahi mevziyi ne kadar geri bir hatta kurduğu-nu gösteriyor.

İşçileri mutlak sefalete sürük-leyen ücretsiz izin uygulaması-na karşı KÇÖ’nün genişletilmesi, işçilerin içinde bulunduğu duru-mu biraz olsun rahatlatacaktır, biçiminde bir itiraz geliştirilebi-lir. Bununla birlikte, sorun Troç-ki’nin de işaret ettiği gibi, anlık durumumuz değil, işçilerin gide-rek daha geniş kesimlerinin itil-diği mutlak sefalet koşullarından nasıl çıkılacağıdır. KÇÖ’nun ge-nişletilmesi yerine, işçilerin gelir kaybına uğramaksızın hükümet fonlarıyla desteklenmesi için en zenginlerden servet vergisi alın-ması, Yap-İşlet-Devret anlaşma-larının iptali ve bu düzenleme-deki işletmelerin tazminatsız ka-mulaştırılması başta olmak üzere birçok talep bu dönemde işçi ha-reketi tarafından yükseltilme-li ve savunma hattı bu gibi baş-lıklar üzerinden kurulmalıydı.

Örneğin İşçi Demokrasisi Parti-si’nin de içinde yer aldığı “Her-kese gelir güvencesi! Emekçi-ler için kaynak var!” kampanyası tam da böyle bir mücadele prog-ramını yükseltti.

Tembellik hakkı

“Hâlâ anlamıyorlar makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğunu;

insanı aşağılık ve ücretli işlerden kurtaracak olan, azat eden, boş zaman ve özgürlük veren Tanrı olduğunu.”

Çalışma saatleri, işsizlik ve de-rinleşen sefalet üzerine tartış-ma, pandemiden önce olduğu gibi pandemiden sonra da te-mel tartışma başlıklarından bi-ri olacak. Paul Lafargue, 140 se-ne önce yazdığı Tembellik Hakkı kitapçığında insanlığın o lük gelişmişlik düzeyinde, gün-de 3 saatlik çalışmanın insanlı-ğın ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olacağını yazıyordu. Tek-nolojide yaşanan radikal geliş-meler, günümüzde çalışma saat-lerinin Lafargue’nin hayalsaat-lerinin dahi çok ötesinde bir biçimde kı-saltılmasına imkân tanıyor. Ne var ki, bunun için üretici güçle-rin kapitalistlegüçle-rin daha fazla kâr elde etmesi için değil, insanlığın ihtiyaçları temelinde kullanılma-sı ve planlanmakullanılma-sı gerekiyor. İçin-de geçmekte olduğumuz çevre-sel, toplumsal ve ekonomik kriz insanlığa fazla zaman bırakmadı.

Kapitalizmin neden olduğu yı-kım yüz milyonlarca insanı sefa-lete sürüklemekle kalmıyor, her geçen dakika gezegendeki yaşam olanaklarını da tüketiyor.

Neyse ki, gelişen yalnızca ka-pitalizmin yıkıcı güçleri değil.

Kitleler de hakları ve talepleri i-çin giderek daha fazla mücadele-ye atılıyorlar. 2019 tüm dünyada mücadelelerin yükseldiği, birçok ülkede seferberliklerin rejim-leri veya hükümetrejim-leri devirdi-ği bir yıl oldu. 2020’de pandemi-den dolayı geçici bir duraklama olsa da, bu sene içinde kapitaliz-min kalbinde, ABD’de, bugüne kadar ülke tarihinde görülmüş en büyük kitlesel seferberliğe ta-nıklık ettik. Bir kez daha sorun-ların sorunu, kitlelerin

mücade-lesinde değil, önderliklerin kon-formizminde yatıyor. Seferberlik halindeki kitleler zafer kazana-bilmek için, mücadelelerini ka-pitalizmden kopuşa yönlendire-cek programa ve örgütlere ihti-yaç duyuyor. Yeniden Troçki ie CIO temsilcisi arasındaki konuş-maya dönelim:

CIO görevlisi: Eğer siz bugün ABD’de bir sendika örgütleme gö-revlisi olsaydınız ne yapardınız?

CIO görevlisi: Eğer siz bugün ABD’de bir sendika örgütleme gö-revlisi olsaydınız ne yapardınız?

Benzer Belgeler