\ t O
MÜNEVVER
AYASLI İLE
BİR K O N U P
Ü A BD U LLAH UÇMAN , i 3(1906 yılında, babasının görevli olarak bulunduğa Selânik’te doğan Münevver Ayaşlı, Fransa’da Col lège de France ve Şark Dilleri Okulu'nu bitirmiş, ünlü şarkiyatçı Massignon'dan tasavvuf dersleri almıştır. Şair ve Viyana büyükelçisi iken intihar eden Sadullah Paşa’nın oğlu Nusret Sadullah Ayaşlı ile evlendikten sonra Ayaşlı soyadmı alan Münevver hanım, Osmanlı sarayının içinde büyü müş olmak hasebiyle, büyük medeniyetimizin can. lı örneklerinden biri olarak yaşamaktadır. Onun burada anlattıkları, neslimizin uzağına düştüğü öz kültürümüze ait belgeler olarak alınmalıdır.)
— Geçen sefer gelişimizde şu anda içinde oturduğumuz yalılar üzerinde çalışmak isteyen birin den sözetmiştiniz; isterseniz bun dan başlayalım.
— Bana 2-3 günde bir, yahut haftada iki defa telefon ediliyor ve «Yalılar hakkında bir kitap yazacağım»; cevabım: «Güzel, çok iyi edersiniz!», «Ama ben yalılar hakkında hiçbir şey bil miyorum, tanımıyorum, bana bu konuda sizi tavsiye ettiler!» Evet, yardım olur ama bir par çacık kendilerinin de bilmeleri lâzım değil mi? Teferruatta a- dam şu şöyleydi, bu böyleydi der, ama külliyen bir mevzuu bilmezse, ona yardım nasıl ola bilir? Şüphesiz genç bir yazar hanıma severek yardım etmek isterim; fakat hiç bilmeyen bi rine çok güç. Elif, be bilmeyen bir adama divan edebiyatını o- kutmak gibi bir şey olur. Me selâ bu akşamki gibi bir arada oturup konuşulabilir, bunu kaç kişi yapıyor; kimse yapmıyor- Bari ayakta duran yalılar bunu yapsa!
— Burada yalı sahiplerinin sorumlulukları ortaya çıkıyor.
— Ama yalı sahibi olmak yalnız kuru kuruya buna sahip olmak değil, yani bütün hava-i nesîmisiyle, atmosferiyle yalı sahibi olmak lâzım. Bakın bu gün gelen beye yeşilliği söyle dim, aklında kalmış; diyor ki «Olmaz demiştiniz». Hakikaten
Boğaziçi’ndeki yalılara açık renk reşil gitmiyoıT sırıtıyor, somur tuyor yalıda. Çünkü binalarla, yalılarla beraber dikilmesi gere ken ağaç ve nebatlar var. Mese lâ çınar Türk ağacı değil mi? Çınar daha çok kahve ve mey dan ağacıdır, yalı ağacı değildir. Klâsik yalı ağacı manolyadır, şimşirdir, defnedir. Bunların da yaprağı kış-yaz solmaz koyu yeşilliktedir. Bu çevre içinde, yani bu koyu yeşillik içinde açık renk yeşil olursa sırıtıyor.
— Efendim, Rumeli’nde ar tık bizim olmayan, üzerinde na- kus çanlan çalman topraklarda doğup büyüdünüz; sizin için bir hasretten ya da bir gurbetten sözedebilir miyiz?
— Aslında bu benim üze rinde en çok durduğum bir me. sele. Biliyorsunuz İsrail, yani Yahudi tarihi hicretle başlar, durmadan onu terennüm eder ler, yalnız Yahudiler değil bütün dünya edebiyatı onu terennüm eder. Halbuki bizim öz vatan bildiğimiz Bursa kadar Türk o- lan Üsküp, Serez, bunlar hak kında, bunları terk edip de ge lenler hakkında değil dünya e- debiyatı, biz bile böyle bir ede biyat yapmamışız. 93 Harbini bilmiyorum, fakat Balkan Har- bi’ni hatırlıyorum; öküz araba larıyla, küçücük çıkınlarla o sa rışın yalınayak Rumeli çocukla rı, yalınayak analar, nineler, o yaşlı kimseler İstanbul’a nasıl
sökün ettiler. O zaman bütün İstanbul câmileri muhacirlerle doldu. Göçmen ne demektir? Tekrar rica ediyorum Abdullah bey muhacir deyin lütfen.. Mu hacir Rumeli çocukları, kadın cıkları, kızanları bunlarla doldu her taraf, karakollar filân..
— Bu anlatmış olduğunuz durum, o günkü idarecilerin, po- litikacılarm ilgisizliğinden ile ri geliyor; Rumeli topraklarıyla ve orada yaşayan insanlarla İL gilenmemişler.
— Biz Balkan Harbi’nde fe ci bir mağlûbiyete uğradık değil mi? Dört tane Balkan devleti yalnız değildi o zaman, bütün Avrupa arkalarmdaydı. Eski ta birle düvel-i muazzama, yani İn giltere, Fransa, Rusya hepsi bun ların arkasındaydı. İkinci büyük darbe Rumeli Türklerine müba deleyle oldu; oradan gelen zen gin, müreffeh Türkler burada yoksul, kimsesiz kaldılar. Bura dan giden Rumlar, yani fakir ve yoksul Rumlar oradaki zengin Türk mallarına kondular. Yalnız mal mülk meselesi değil, ayrı ca hayat meselesi de. Meselâ çok güzel iklimi olan, havası olan yerlerde büyüyen insanlar bura da bataklıklara yerleştirildiler. — Balkanlardan gelenleri memleketin en kötü yerlerine yerleştiriyorlar..
— Evet, sıtmalık yerlere.. Sonra maalesef üzülerek söylü yorum, Anadolu’da, bilhassa Bur
sa civarında dolaştığınız zaman nerede mazbut, verimli arazi, ev ler, temiz pak ahali görürseniz onlar Rumeli muhacirleridir. Hiç unutmam bir eve girmiştik, afe- dersirıiz çocuklarının oturağının örtüsü ve örtünün kenarı da dantelliydi. Rumeli muhaciri böyle yaptı mı, iç eteği hiç ol mazsa şu kadar işlemelidir.
— Bu gelenek hâlen devam etmektedir efendim.
— Evet. Birkaç yıl önce Hac da bizim delilde Yunanistan' dan. Batı Trakya’dan gelen 48 tane Rumeli Türkü vardı. Bu 48 tane Rumeli Türkü bizden da ha iyi, daha müreffeh, daha te miz, daha tertipliydi. Meselâ pi rinçlerini getirmişler, bulgurla rını getirmişlerdi.
— Bir de mübadele şeklin de değil de...
— Zulümden kaçan, iltica edenler tek tek, yahut ailece de ğil mi?
— Yunanistan’dan ve Bul garistan’dan kaçanlar oluyor sık sık..
— îşte ben de onu söylüyo rum zaten; bütün mesele Türk lüğün tamamen yok edilmesi me selesidir, Avrupa topraklarında Türk bırakmamak fikrinde Av rupalI. Buna maalesef biz de iş tirak ediyoruz.
— Efendim bir de bizde «Bi zim Viyana kapılarında ne işi miz vardı!» diyenler var.
— îşi olmayan gidemez ta bii, nitekim dönüldüğünde onla rın istediği oldu. Dîdeler rûşen, yani göz aydın. Dün zaferle, kös ler çalınarak, heybet ve vekarla giden Türk bugün hizmetini ar- zetmeğe gidiyor. Amele gitmek istiyorsa buyursun gitsin, daha da uzağa gidebilir, gidiyorlar ni tekim.
— Sizce, bugün, Türk kültür hayatuıın nelere ihtiyacı var? Yerli kültürümüze sahip çıkma mız içhı neler yapmamız gere kiyor?
— Yerîi kültüre sahip çık mak için hiç olmazsa lise son sı nıflarında eski hurufatı öğret mek lâzım. Bana kalırsa buna birinci sınıftan başlamak lâ zım. Üç sene eski hurufatı oku
sun ki, hazineler toz toprak ve ondan daha fena olan sevgisiz lik, alâkasızlık içinde eriyip git mesinler.
— Sadece eski hurufat yeter, li midir
— Şüphesiz bütün bir ha yatı geri getirebilir miyiz yani? Bütün bir hayat tarzını geri ge tirebilir miyiz? Hiç olmazsa bir parça nefes, bir ruh aşılamak lâzım. Sonra kendi kendimize hakikaten bunu itiraf ediyoruz, istiyoruz, fakat TV’de, yahut çok okunan bir gazetede tam aksini yapıyorlar; yarım milyon satan bir gazete bunun müdafaasını yaparken bu mücadele çok sa kat kalır. Fakat gene de diren mek lâzım. Konuşurken alıştı ğımız Türkçeyi konuşacağız, yet ki değil, olanak değil, olanaksal değil. Bunları kullanmamalı, ya şantı ne demek?
Bir de efendim bütün bun larla alâkalı olarak eskiden beri mevzuu bahis olan ve hakika ten çok ciddî bir mesele var: Memleketimizdeki batılılaşma. Bir takım kimseler doğrudan doğruya Avrupalılaşmamızı is terler, bir kısım da, ki İslâmcı- lar, bunlar arasında Said Halim Paşa, Mehmed Akif Bey, Baban- zâde Ahmed Naîm Bey, hatta İskilipli Atıf Hoca ve şimdi is
mini unuttuğum bazı kimseler batının tekniğini alıp, fakat ka tiyen kendi an'anemizden, kendi benliğimizden zerrece tâviz ver meden yalnız batının tekmğini almamızı teklif etmişlerdi. Bu nun için de öne sürdükleri mi sal Japonya’dır, bizim islâmcı- lar Japonya'yı çok tutmuşlardır. Bizim Islâmcıla'nn ideali Japon ya gibi bir garplılaşmadır; evinde Japon, evinde Türk, ma- kina başında, fabrikanın ba şında AvrupalI, garplı...
— Bugün bizim için müm kün mü bu?
— Bugün için bilemiyorum, ama vaktiyle bu işe başlarken mümkündü. Nitekim bu bir müd det de olmuştur. Birçok müte hassıslar gelmiştir, îngilizler gelmiştir bahriye için paşalık rütbesine kadar. Meselâ Goltz Paşa, Tıbbiyeye gene yabancı pa şalar gelmiştir. Sonra Humbara- cı Bonewal Paşa.. Bunlar gelmiş ve teknikte birçok yenilikler yaptıkları halde Türk hayatım zerre kadar zedelememiştir.
— Efendim, sayın Ergun Gö ze ile yaptığınız bir konuşmada «Estergon kalesine hâlâ ağla rım» diyordunuz; sadece bizden, elimizden çıkışı yüzünden mi, yoksa Rumeli’de bir sembol olu şu yüzünden mi?
ÜÇ HELAL
LOKMA---— ÜÇ HELÂL LOKMA VAR,
DEMİŞ, BENİM ELİMDE, HÜDÂVENDİGÂR MURAT GAZİ HAN, DİĞER ÜLKE PADİŞAHLARINDA OLMAYAN:
KÂFİRLERDEN ALINAN (HARAÇ) BİRİ.
DİĞERİ, HACIKÖYDEKİ GÜMÜŞ MADENLERİ. ÜÇÜNCÜSÜ DE, GANİMET MALLARI GAZALARIN. ASKERİM BU HELÂL LOKMALARLA YAŞAR! HARAM YEMEM!
(HESAP SORARLAR ADAMA, ÖTEKİ DÜNYADA YARIN!) KİMSEYE DE YEDİRMEM, YEDİREMEM!
---— Estergon kalesi, Türklü ğün Avrupa’daki saltanatının sembolü halindedir. Estergon kalesi dediğim zaman Mohaç'a ağlarım, Üsküb’e ağlarım, Ko- sova’ya, Varna’ya, Selânik’e. Bal kan Harbi’ne, bunların şimdi isimlerini unuttuğum palangala. ra, palanga biliyorsunuz kale nin küçüğüdür, bunların he- yet-i umumiyesiyle, Rumeli’ nin, yani Türk Avrupa’nın kay bına ağlamak demektir. Haki katen Estergon şarkısı söylen diği zaman bir lise talebesi gi bi gözlerim dolar ve kimse gör meden birkaç damla gözyaşı akı tırım.
Sultan Reşad merhum fev kalâde bir padişahtı, meşruti bir padişahtı, esir bir padişahtı. Sultan Reşad en son 191 l ’de Se lânik’e geldi. Selanik’te ben Sul tan Reşad’ı görmüştüm, büyük donanma olmuştu, bugüne na zaran kandiller çok sönüktü, zi ra yağ kandiliydi, mamafih bu nunla beraber rıhtımda kalan çok büyük bir donanmaydı. Ora dan sonra Cedd.i âlâsı Murad-ı Hüdâvendigârın Kosova’daki türbesine gitti ve orada
fevka-S O N E
---lâde kıymetli bir şal örtmüş ve Kosova muharebesinin cereyan ettiği sahada büyük bir Cuma namazı kılındı, muhteşem. O, bir nevi Rumeli’den vedâ gibi bir haldir, bugün anlıyorum ki bir vedâ namazıydı. Sultan Re şad Selânik’te Mevlevi tekkesi ne de gidiyor ve orada çok gü zel bir âyin oluyor.
— Bu Rumeli ziyareti sıra, sında mı?
— Evet, 1911’de, Balkan Harbi’nin arifesinde..
— Böyle bir sohbet sırasın daydı yanılmıyorsam, Rumeli' de Köpriilü’den ötede tam 93 tane Mevlevi ve Halveti tekke sinden bahsetmiştiniz.
— Hayır 9J değil, 40 tane. Onu daha iyi tahkik için Köprü lü Halveti şeyhi, şimdi İzmir'de mukîm Şeyh Alâeddin Yayımtaş Bey’den sormak lâzım; ben on. dan işittim, dediğine göre Köp- rülü’den tâ Ohri’ye kadar. Aslın da ben o yaşlarda tekkeler hak kında bir fikir edinmek için he nüz çocuktum. Yalnız bugün şu kanaatteyim, Bursa veya Mani sa Mevlevi dergâhıyla Selânik Mevlevi dergâhı arasında hiç bir
fark yoktur. Peki bu nedir? Ta rikatın esasma halel getirmeksi zin tarikatın an’anesinin deva mıdır.
— Geçen gelişimizde, Üsküp Mevlevi dergâhında geçen bir hâdise anlatmıştınız..
— Şimdi onu tekrar Üsküp şeyhi Hakkı Efendi’den öğrene biliriz, yani kendinden sorsanız dalıa iyi olur. Ben, kendisinden işittiğim bir hikâyeyi naklediyo rum, kendisinden işittiğim hi kâye de şu: Çileye girmek iste yen dervişler şeyhin müsaade siyle tam binbir gün çileye gi riyorlar. Önce şeyhe müracaat ediliyor, şeyh de eğer kemâline, yani dervişte çileye girme kemâ line ermişliği görüyorsa, kabul ediyor; yahut da gelecek sene, ya da iki sene sonra diye böyle bir şey söylüyor. Yine böyle bir şeyhe müridleri başvuruyorlar; benim kendisinden işittiğime gö re, şeyhin iki oğlu var ve çile çıkarma arzusunda bulunuyor lar, böyle bir şeyi anneleri de istiyor. Tabii bu çileye büyük bir mahrumiyet içinde giriyor lar, ya Amerikan bezi, yahut da patiska bezi, zemheri soğuğunda bunlarla oturuyorlar. Şeyh efen di karısına «Buna dayanamaz bi zim çocuklar, nazlı büyüdüler» demesine rağmen, haremi o ka dar çok ısrar ediyor, o kadar çok ısrar ediyor ki, nihayet ka bul ediyor. Ayda bir yahut on beş günde bir bit yoklaması o- lurmuş tam bin bir gün yani çi le müddetince. Şeyh efendi iner, hücrelerde çiledekileri yoklar mış. Bir de bakıyor ki, kendi evlâtlarının patiskalarının için de kürk dikilmiş, anneleri kürk dikmiş ve böyle helva gibi, ku rabiye gibi filân, sucuk, pastır ma gibi kırıntılar da var. Halbu ki çile müddetince suyla kuru ekmek yiyecekler.. Bunun üze rine o kadar hiddet buyuruyor ki şeyh efendi, hem iki evlâdını reddediyor, hem de hanımını ta- lâk-ı selâse ile boşuyor. Bu da tarikatta bağlılığın alâmetidir.. Tarikatta «kan yap, kanun yap ma», yani «birini öldür, fakat tarikatın en ufak bir şeyini de
Sen ve ben kimleriz, çoğu zaman düşünürüm; Neden, nasıl geldik ha, sen Batıdan, ben Doğudan. Susuzluklar içîr.de içtiğimiz acı sudan
Başka yok ayrı giden... ne hoş eyler Mevlâ, gülüm.
Bir zincir kopar senden uzakta geçse tek günüm Ve soluğunla çıkar gelir o yitik halka, bir kuyudan. Düşündün mü hiç, nedir bizi aynı yastıkta tutan; Ben doğulu derbeder şair, sen düzen içinde tüm...
Çiçek tohumları kimi kez rüzgârda döllenir Hani Asya’dan o rüzgâr esmişti uzun uzun.
Bir şeyler kalmış elmalı — ki bâzan sende küllenir— , Benim yüreğim harlı fırın, sen âh ıscak somun musun? Gün olur incecik su gibisin, bir gün kıyışız nehir, Sorsam çoğu kez bilemem Cermen misin, Hun musun?
ğiştirme» esası vardır. Bu da gösteriyor ki, şeriattaki reform culara da çok güzel bir derstir. Çünkü dinde reform yapabilmek için sebeb-i mevcudatın üzerinde bir adam gelmiş olsun ki onu yapsın; daha küçük bir adam nasıl reform yapabilir? Ama e- fendim hayır olduğu gibi kalsın sen mümkün olduğu kadar yine şeriata hizmet edebilirsin, ya hut edemezsin, beş vaktini kı labilirsin, yahut kılamazsın, ama ben kılacağım diye günde bir defa, yahut haftada bir defa na maz.. Bu olmaz...
— Dostunuz Asaf Hâlet Çe lebi üzerine de bir iki hatıranızı dinlemek isteriz.
— Asaf Hâlet Çelebi Bey i çok severdim ve iyi şair, büyük şair olduğu kanaatindeyim. Bel ki velûd bir şair değildi, çok yazmazdı ve yazdıklarını da neş retmek imkânım bulamadı. Fa kat kendi bizatihi şair bir in sandı; musikiden anlar, tasav vuftan anlar, güzel yemekten an
lar ve kendi yemek yapardı. Kendi, 200 sene evvelki, 300 se ne evvelki Türk yemeklerini bi lirdi ve Türklere has olan neza ket vardır ki başka milletlerle çok temasım olduğu halde Asaf Hâlet ÇeJebi'de bu Türk ve bil hassa İstanbul nezaketi vardı.
— Bu nereden geliyordu efendim?
— Bunu birçok kere ken disi hayattayken düşünmüşüm dür, fakat evlerine gidip de pe derlerini gördüğüm zaman bu nun nereden geldiğini ve peder leri Hâlet Çelebi’nin yanında ne kadar zayıf kaldığını gördüm ve pederleri yalnız babası değil, ho cası, mürebbîsi, bütün kültürü nü, yani bizim kendi lisanımızda hars dediğimiz görgüyü babasın dan aldığını müşahede ettim. O kadar kibar ve nazik bir adam dı ki, ben genç olduğum halde clpençe divan durur, hatta geri geri giderdi. Hatta kaç defa korkmuşumdur, eyvah kapı eşi ğine ayağı takılır da düşerse di ye.
— Bir de Necip Fazıl Bey le ilgili hatıralarınız vardı.
— Necip Fazıl Bey’i aşağı yukarı kırk seneden beri tanıyo rum. Kendisine ilk defa Abdül- hak Hâmid Bey’in Maçka’da Maçka Palas’taki dairesinde çar şamba günleri kabul gününde rastladım. Abdülhak Hâmid Bey kendisini severdi ve gelmediği zaman veyahut geç kaldığı za man «Ayy içim sıkılıyor, ne ol du; niye gelmedi?» diye hayıf ta nırdı. Çünkü Abdülhak Hâmid Bey’e gelen bütün zevat eski Osmanlı terbiyesi ve daha ziya de bu terbiyenin baskısı altında hiç bir yenilik göstermeyen bir hoş sohbet içindeyken birdenbi re bir bomba gibi Necip Fazıl Bey gelir ve bu eski OsmanlIla ra bir aşı şeklinde konuşmalar yapardı. Bunlar hem korkarlar, hem şaşarlar, hem hoşlanırlardı bu tarz konuşmalardan. Çünkü kendilerini kendilerine müda faa eden bir sesti bunların ara sındaki Necip Fazü’ın sesi.
MÜNEVVER AYAŞLI İLE
BİR KONUŞMA
II
— Lüsyen hanımla araları nın pek iyi olmadığı söylenir.
— Lüsyen hanım, «beyefen di, beyefendi» dediği zevci Ab. dülhak Hâmid Bey’in bir kim- seye olan fazla zaafını kıskanır dı. Halbuki Necip Fazıl Bey'e zaafı vardı; bundan dolayı pek hoşlanırdı, fakat Abdülhak Hâ mid Bey kadar değil. Beri taraf tan Necip Fazıl Bey de birinci plânda Abdülhak Hâmid Beyi tuttuğu için, kadınlık gururu da rencide oluyordu Lüsyen Hanı mın, bundan dolayı da hoşlan mıyordu. Hoşlanmıyor demek de biraz fazla şey, yani neden bey efendi bunu bu kadar seviyor gibi bir mülâhaza yürütürdü. Hatta eve gelmediği zaman lar, Necip Fazıl Bey eve gel mediği zamanlar, Abdülhak Hâ mid Bey otomobiline biner, şim di çirkin çirkin binalar yüksel miş olan Levent ve o taraflara gezmeğe giderdi. Ata çok me raklı olan Necip Fazıl Bey ata
biner, bir nevi gizli randevu ile oralarda görüşürlerdi ve bun dan da şikâyetçi olan Lüsyen Hanım «Nedir bu! Nedir bu!» diye Frenk aksanıyla «Bunlar sanki genç kız, genç erkek, gizli randevu veriyorlar, oralarda gö rüşüyorlar!» diye şikâyet etmiş tir birkaç defa.
— Fıkra yazarı olarak 10 yıl dan fazla bir zamandır siz de sağ basının içindesiniz, sağ ba sın halikındaki düşünceleriniz nelerdir?
— Başarısızlık, maalesef şim diye kadarki sağ basının kade ri olmuştur. Zira tek cepheli, dünyaya açılmamış bir pencc reden hitabediyoriardı. İlk za manlar, yani Büyük Doğu çıktı ğı zamanlar, hakikaten bir hadise oldu. Çünkü ilk defa böyle sağ cı bir neşir organı çıkıyordu, fa kat ondan sonra, sağcı gazeteler çıkmağa başladıktan sonra bir müddet bu heves devam etti, fa kat uzun zaman devam
edemez-A BD U LLedemez-AH UÇMedemez-AN
di, çünkü okuyucu, eski tabirle kârı üzerinde de bir bıkkınlık hasıl oldu. Dünyadan haber yok, memleketten haber yok; halbu ki okuyucu dünyadan haber is tiyor, dünyaya açılan bir pen cereden dünyayı görmek isti yor. Bunu sol cephe gazeteleri ziyadesiyle, resmiyle, haberleriy le, veriyordu. Meselâ benim de sevdiğim birçok gazete ve mec mualar vardır ki, banka ilânı koymaz, tiyatro, sinema ilânı koymaz, televizyon ilâm koy maz; nihayet bütün bir memle ket manastır hayatına döndürü lemez. Size yalnız bizdeki bu '
mecmuaları değil, 15 senedir çı kan Muslim World diye Pakis tan’da çıkan bir İngilizce ga zete vardı, 15 seneden beri bu gazete arpa boyu ilerlememiştir. Çünkü birinci nüshasından beri bana gönderirler, hatta reklâm ları çoğalmamıştır. Buna mu kabil Londra’da intişar eden Jesus Chronicle isimli bir Muse vi gazetesi hergün çıkmaktadır ve belki 20 sahife tıklım tıklım havadis, dünya havadisi, reklâ mı vardır. Birini bir elinize, di ğerini bir elinize aldığınız za man maalesef bizimki çok ha fif, hem çok sönük kalmakta dır. Müslüman zenginler parala rım bankaya veriyorlar, banka haliyle başkalarına yaptığı gibi bunlara da bir faiz veriyor; müs- lüman zenginler bu faizi ne ya pıyorlar; almıyorlar; ne yapıyor lar, bankaya bırakıyorlar; sev medikleri bir müessese olan bankayı bu suretle daha da kuvvetlendirmiş oluyorlar. Hat ta geçenlerde bir PakistanlI dos tuma bunu söylediğim zaman «Evet, bizde de öyle!» dedi, «Bizde de zenginler paralarını. Şener Öztop : Balıkçılar
bankaya koyuyorlar, fakat faizini almıyorlar ve o bankalar bu faizleri Pakistan’da hristiyan müesseselere veriyorlar.» dedi. Pekâlâ ribanın doğru olmadığı na kanaat-ı kâmilimiz vardır, ama parayı ver ve ribayı alpıa, bu noksan, yarım bir tedbir. Sonra Salih Tuğ Bey’den işit tiğim bir hadis değil, kelâm-ı kibar, yani büyük bir zâtın söy lediği söz, yazılısı var, fakat ak lımda değil «Fena gelirden bile iyilik yapılabilir» diye bir içti hat varmış. Biz de hiç olmazsa, kendileri kabul etmezse bile, hiç olmazsa Dârülaceze’ye ver seler, bankaları daha zengin, da ha kuvvetli yapacaklarına, bi zim kanaatimizce daha münasip olur.
— Kendi yerli kültürüne sa hip çıkmak isteyen genç nesil lere neler söylemek istersiniz.
— Birinci şart: Türkçe öğren mek, Türkçe konuşmak, Türkçe yazmak.
— Türkçeden kastınız Osman- lıcayı iyi bilmek midir?
— Evet, fakat Osmanlıca di ye bir tahdid koymak doğru ol maz. Osmanlıca diye yeni bir tabir çıktı, o Türkçedir, Türk hurufatıdır, bin seneden beri kullandığımız hurufattır. Bunla rı bilip, aralarında bu lisanı ko nuşmak ve ihtisas yapmak iste dikleri meselelerde hakikaten on ları derinliğine tetkik ve tahkik etmek.. Bunlar için kendi kütüp haneleri kâfi değilse bile pek çok millî ve umumî kütüphane ler vardır.
— Yayma hazırlamakta oldu ğunuz yeni çalışmalarınız var mı?
— Hazırlanmağa başlanmış birkaç tane eserim vardır, fa kat bunların hiç biri daha ya rımlanmamış bile. En kuvvet lisi, yani kendimce kıymet ver diğim, iki serhat şehrimiz olan biri Erzurum, biri Edirne hu susunda eser yazmaktır. Edir ne şehri hemen hemen bitmiş gibidir, Erzurum'a da başladım, fakat daha ortasına bile gele medim.
— İstanbul hakkmda da bir eser tasarınız olacak yanılmı yorsak..
— İstanbul hususunda dost larla müştereken hazırlamak is tediğim bir eser var. Bunda, Frenklerin, hatta Türklerin, hat ta İstanbulluların bilmediği bir îstanbulu tanıtmak arzusunda yım. Bu MİSTİK İSTANBUL'a güzel resimlerle, sahabe kabir lerinden başlayıp, veliler mer- kadleri, tekkeler, zaviyeler, ha- rab olmuş, harebe olmuş, bun ları, neredeydi, bunları anlata cağım. Birkaç dostum var bil hassa yaşlılardan; bir tanesi de  s i m S ö n m e z B e y , Âsim Dedemiz, içinde bunlar en iyi bilenlerdir. (*) Şurasını da Türk gençliğine sizin vasıtanızla bir defa rica ediyorum ve be
lirtmek istiyorum ki, herhangi bir meselede «Vesika var mı efendim? Şey var mı?» diye sor masınlar; çünkü bilsinler ki, Türk vesika bırakmamıştır. O kadar bırakmamıştır ki, 35'ler de okka, yani kilo hesabına Bulgarlara Hazine-i evraktan vesika satmıştır. Bizim bildiği miz daha ziyade rivayetler üze rine temel kurduğumuz bir yan tarihtir. Biliyorsunuz tarih, işte filân sene harb olmuş, filân kral düşmüş, orası cumhuriyet ol muş, filân zafer kazanılmışın yanında, kralın sevdiği kadın kimdi, efendim yaşayışı nasıldı diye ortaya çıkarmaktır. Me selâ Türkiye’de Evliya Çelebi- siz bir Türk tarihi çok ciddi fa kat çok kuru kalan bir tarih olurdu. Tıpkı Fransa’da Saint
T A N R ID A N D E Ğ İ L M İYİZ?
Gel birer yıldız da biz yakalım gökyüzünde!Birleşsin yalazları, gezinsin beş kıt’ada
Çağımıza yakışan insanı alkışlasın toprak, deniz Saçları altın sarısı, elleri kansız
Alırdan kurşun geçmez deriden, geniş, yalansız Gözleri masmavi gökyüzünce, aydınlık olmalı, Becerikli elleri birbirini kucaklayıp sarmalı. İnsanca yaşamaya kurulmak dudaklan dilleri Gürbüz anaiann ikiz çocuklan gibi..
Soyumuza yakışan insanı haykırmak gök, deniz Tanrıdan değil miyiz..
Gel birer günah da bizim olsun yeryüzünde Budaklarımız birleşsin unuturcasına yalardan Çağımıza yakışan insanı yeşertsin toprak, deniz İster ak isterse simsiyah olsun derileri
Yeter ki karartmasın düşünleri evreni.. Geçmemeli tırnaklan gırtlaklarına durmadan Şizofrenili çılgın hastalar gibi
Belmemeli usların aynasını kahpe bir mermi.. Rh pczitivler, r.egativler uyuşmalı damarlarında Beyazı karası, uzunu kısası
Kucaklaşmalı beş kıt’a da.
Gel gömelim kendimizi ölmeden usulca!
Nasıl oluşuyor görelim çınar kökleri, yanardağlar Çağımıza yakışan insanı alkışlayalım
Kavgasız, kinsiz
Gel birer yıldız da bizim olsun gökyüzünde! Tanndan değil miyiz...
---Simon diye bir zat çıkıyor ve bütün XVIII. asır Fransasını dedikodularıyla, rivayetleriyle ıç hayatını yazan bir adam çıkıyor ki, hakiki tarihçilerden daha çok bunların kitapları kapışı lıyor ve gündelik tarih bunlar la anlaşılıyor.
— Söz Âsim Dede’ye gelmiş ken ondan da kısaca bahseder
misiniz..
— Âsim Dede hakkında söy leyeceğim şey, kendisini çok sevdiğimdir. Âsim Dede hakika ten mahviyet ve tevazu içinde, tarihî, tasavvufî ve edebî çok malûmat sahibi bir kimsedir. Ve çok isterdim ki Âsim Dede derecesinde Üniversitelerimiz de Ordinaryüs Profesörlerimiz olsun...
— Yanlış hatırlamıyorsak Os manlI padişahları üzerinde de çalışıyordunuz galiba?
— Osmanlı padişahları hakkın da da garib bir çalışmam var. Yukarıdan aşağı değil de, aşa ğıdan yukarı doğru. Meselâ Sul tan Osman’dan başlamadan ev vel son halife, ondan evvel son padişah ve yavaş yavaş, yavaş yavaş ileriye gitmektir. Bunu arzu ediyorum.
— Efendim tarikatlarla olan münasebetlerinizin derecesini de öğrenebilir miyiz?
— Hazret kabul ederse Mev levi tarikatına girdim. Fakat bu, eski tarzda değil, tekkeler ka pandıktan sonra, ancak tarikat
A C I Ö Z L E M
görmüş şeyhler vasıtasıyla oldu. Binaenaleyh biz gene, Allah af fetsin bu misali, sahabe değil, tâbiîn, hatta tebe-i tâbiîn vazi- yetindeyiz. Biz, görenin, tekke de yetişenin yetiştirdiği kimse lerden el aldık, tekke hayatı gör medik. Binaenaleyh bizim gibile re vaktiyle muhib, muhibbân der lerdi. Mevlâna’yı sevenler, yahut Hazreti Rıfâî’yi sevenler şeklin de. Hiç biri tarikat ehli olarak tam bir tarikat ehli değildir. Evet biz seviyoruz, seviyoruz ama tekke edebi görmedik, tek ke terbiyesi görmedik. Benim şeyhim, makamı cennet olsun, tekkede yetişmiş ama biz evin de devam ettik, tekkeye değil. Ev ile tekke arasındaki havâ-yı nesimi de büsbütün başka. Son ra, kapanmış ve metruk kalmış, yalnız madden değil, manen de metruk kalmış bir tarikin tek rar canlanması gibi bir hal olu yor. Bu yüzden bizlese, bugün kü ehl-i tarika Halveti, Mevlevi, Rıfaî demekten ziyade muhib, muhibbân demek daha doğru olur. Çünkü birçok vazifeleri oluyor tekkeye devam edenlerin; vazifeleri biz yapamıyoruz, tek keye devam edemiyoruz, tekke ler kapalı. Tekkeler kapandığı zaman tekkelere devam eden ler çoktan hayat sahnesinden ayrılmış. Söylediğim gibi biz tebe-i tâbiîn vaziyetindeyiz.
— Karşıda bazı Mevlevi şeyh lerinin fotoğraflarım görüyoruz
Artık hiç bir şey istemiyorum Ne deniz, ne aşk, ne de rüzgâr Yaşamak kolay değil biliyorum Şarkılarda bile hüzün var..
Tüm kapılar kilitli, camlar karanlık Bir kördüğüm gibi bütün sokaklar Sebebsiz sevmişim insanları Boşuna ağlamışım sabahlara kadar.. Yorgun gecelerin ardından
Aydınlık günler istemiyorum
Bir selvi, bir mezar ve ezan sesleri Artık ölümü özlüyorum..
KÂMURAN Ö Z B İ R
---efendim..
— Efendim, bir tanesi, başta ki Midhat Baharî Hazretleri. Çok büyük bir zat idi. Diğerleri benim kendi şeyhim, o da çok büyük bir zat idi: înas Çelebi denilen, yani Hazreti Mevlâna- nın kız kolundan inen Afyon Çe lebilerinden. Afyon, Konya’dan sonra en büyük Çelebilik ma kamıdır ve oradaki Çelebiler de Hazreti Mevlâna kolundan iner ler ama kadın kolundan inerler, Kadın kolu kimden iniyorlar? Cenab-ı Pir Hazreti Mevlâna’nın muhterem oğulları Sultan Veled in kerimeleri Mutahhara hatun dan. Mutahhara hatun kimle evle niyor? Germeyanoğlu, Kütahya emiri, Germeyan emareti sahibi, daha doğrusu Germeyenoğlun- la evleniyor. Peki Sultan I. Meh- med’e niye Çelebi deniyor? Bun dan evvel hiç Osmanlı Sultan larına Çelebi denmediği halde neden ona Çelebi deniyor? Çün kü o, Cenab-ı Pîr Hazreti Mev- lâna’dan geliyor anne tarafından. O kadar güzel bir şey ki, bir tarafı Osmanlı, bir tarafı Ger meyanoğlu, bir tarafı da Hazre ti Mevlâna. Yıldırım Bâyezid'in hanımı Germeyanoğullanndan, hatta Kütahya’yı beraberinde çeyiz getiriyor değil mi?
— Sizin bir de Üsküp Mevlevi dergâhının son şeyhiyle karşı laşmamz vardı...
— Efendim, bu karşılaşma de- değil tanıyorum. Geliyordu bura ya sıhhatliyken, gece kaldı hat ta; benim dostum o. Bir defacık karşılaşma değil ki.. Üsküp Mev- levihânesi Balkanlarda, Rume- lide mevcut olan zannedersem Selanik’ten de daha büyük bir Mevlevi dergâhıydı. On iki hek tar arazisi varmış ve dervişân burada yiyeceklerini ekiyorlar, biçiyorlar, hemen hemen dışa rıdan hiç bir şey almağa ihtiyaç göstermeden geçiniyorlar. Yani dışarıdan aldıkları gaz, sabun gibi toprakla münasebeti olma yan lüzumlu eşya. Arazide ekip biçtikleri gibi, pek çok da hay vanları var ve süt, yoğurt, hep si dergâhın bu on iki hektarlık arazisinden çıkıyor. Ve gayet yüksek duvarlarla muhatmış vc
10 -12 çoban köpeği, yahut kurt köpeği bu dergâhı muhafaza edermiş. Sırplılar, bugünkü de yimle Yugoslavlar gayet hür metkâr davranırlarmış. «Gospo- tin şeyh, Mösyö şeyh, bay şeyhi» diye hitap ederler ve kendisini sayarlarmış. Fakat 54’de, zanne dersem 56’da çıkan bir kanunla tekkeler kapanmış, kapanınca da artık Şeyh Hakkı Efendi’nin orada kalmasına lüzum kalma- mış. Yalnız çok acıdığım bir şey varsa, bu büyük arazi için de Mevlevi mezarlığı da varmış
kİ, Mevleviler arasında Hâmuşân, yani «Susanlar» denir; birçok büyük Mevleviler burada med fun olduğu gibi, İstanbul’a be raber nakledemeyecekleri bü yük levhalar, el yazıları, güzel herhangi bir büyük eşyayı da mezarlığa gömmüşler. Belki bakır, pirinç eşyalar o kadar za rar görmez ama, o nefis güzel yazıların da çürüdüğü muhak kaktır. Muhterem Şeyh Hakkı Efendi şöyle bir serzenişte bu lunurdu: «Yugoslavlar bizi Türk diye hudut harici atmak iste diler ve attılar, Türkiye’de ise bize Arnavut diyorlar ve bizi Arnavut diye sevmiyorlar!» Hal buki bunlar Rumeli Tiirkleri, ayrıca bir kavine karışmadan tam Türk olarak kalmışlardır asırlar boyunca. Arnavutlar baş ka, Rumeli Türkleri büsbütün başka..
— Bir ara editör bulamamak tan şikâyet ediyordunuz..
— Efendim, sağ cephe yazar ları neşir ve neşriyat müessese- si bulamamaktadır. Biz, çocukla rın köşe kapmaca oynadığı gibi iki üç yayınevi arasında oyun oynamaktayız. Allah razı olsun, bunlar da basmasa yazılarımız kütüphanelerimizin çekmelerinde müsvedde halinde kalacaktır. Fakat yalnız bunlar bastığı içiiı inkişaf edemiyoruz. Biz kolay yazıyoruz, güç bastırıyoruz, kar şı cephe güç yazıyor, kolay bas tırıyor. Herhangi manasız bir kitap karşı cephe yazarı yaz- dıysa gayet kolaylıkla basılıyor, reklâmı yapılıyor ve çok satılı yor. Bunu karşı cephe kıskanç lık zannetmesin, velev ki zannet
sin ziyanı yok...
— Bir de, bir vakfın size ödül vereceğinden sözediliyordu..
— Bir ödül meselesi var ve bizden bir kitap istediler 75 senesinde intişar etmiş. Ödül el bette memnuniyet verici, iftihar edici bir vaziyetir, aksini iddia etmiyoruz, ama ödül verenler bize daha geniş çalışma sahası açsalar, yani bununla demek is- toyurum ki, daha kolaylıkla yazılarımızı bastırma yahut ter cüme ettirme imkânı bize ver seler, bizim için çok daha ra hat olur. Nitekim çok kuvvetli olan Rus edebiyatının bugünkü mümessilleri de memleketlerin de kalmış olsa hiç bir zaman bugünkü şöhrete ve bugünkü alâkaya mazhar olamazlardı. Biz, ama demiyorum ki Doktor Jivago’yu yazan derecinde ola cağız, şöyle olacağız, bu gibi şeylerden, bu gibi iddalardaıı varesteyiz. Fakat bir tecrübe edelim bakalım, biz de anlaya lım kendimizin ne olduğumuzu. Hakikaten dünya efkâr-ı umu- miyesinde bir yer tutabiliyor muyuz, tutamıyor muyuz? Tu tamıyorsak, kendi halimize kü selim; tutabiliyorsak, bu hem
İ STERDİ M
-Kendimiz, hem belki kendimiz den çok memleketimiz için bir iftihar vesilesi, bir fayda temin eder..
— Efendim bu konuşma için çok teeşkkür ederiz, Allah razı olsun, hakkınızı helâl edin.
— Helâl hoş olsun..
(*) Bu konuşma 29.VIII.1976 ge cesi iftardan sonra Münev ver hanımefendinin Beyler beyindeki yalısında yapıl mıştı. Güzel bir tesadüf ese ri olarak burada sözü edi len, Mehmed Akif’in, bir nesli «Âsım’m nesli» diye o- nun şahsında sembolize ettiği muhterem Hamzavî dervişi Âsim Sönmez Dede de o ge ce orada bulunuyorlardı. Kendileri iftardan sonra ■ ta- savufî şiirler okumuşlar, anlattıkları menkıbelerle meclise manevi bir hava kat mışlardı. 25.XII.1976’da ve fat haberini duyunca, o ge ce Âsim Dede'yle ilk ve son görüşmemiz olduğunu anladım. Ulaşılması imkân sız birçok şeyi beraberinde götüren bu aziz can nur içinde yatsın.
I Taze umutlar versin isterdim bu bahar:
Çiçeğe duran ağaç,
Göğe açılan her yeni yaprak,
Penceremde günün ilk ışıklarıyla başlayan sabaiı Ve perde perde yayılan kuş sesleri,
Unuttursun isterdim
Bütün düşünmek istemediklerimi bu ballar. Bitmek bilmesin isterdim dudaklarımda, Islık ıslık uzayan o çocuksu şarkılar
Ve masallarda kalan düşüınsü mutluluklar... Sonra, saklamak isterdim avuçlarımı Hatırlamamak için çaresizliğimi, Hiç olmazsa bu bahar...
Tanrım! artık bir dost eli uzanıveıse ansızın, Öylesine yakın, öylesine sıcak
Bir yağmur sonu, Şimşeklerin sustuğu an... Bir garip avuntu da olsa,
insancıl duygular büyüsün isterdim yüreklerde, Denizler kadar berrak,
Temmuz güneşince sıcak Ve bütün acılardan uzak...
PINAR YAM AÇ ______ __________________ ________