• Sonuç bulunamadı

Münevver Ayaşlı ile bir konuşma

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Münevver Ayaşlı ile bir konuşma"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

\ t O

MÜNEVVER

AYASLI İLE

BİR K O N U P

Ü A BD U LLAH UÇMAN , i 3

(1906 yılında, babasının görevli olarak bulunduğa Selânik’te doğan Münevver Ayaşlı, Fransa’da Col­ lège de France ve Şark Dilleri Okulu'nu bitirmiş, ünlü şarkiyatçı Massignon'dan tasavvuf dersleri almıştır. Şair ve Viyana büyükelçisi iken intihar eden Sadullah Paşa’nın oğlu Nusret Sadullah Ayaşlı ile evlendikten sonra Ayaşlı soyadmı alan Münevver hanım, Osmanlı sarayının içinde büyü­ müş olmak hasebiyle, büyük medeniyetimizin can. lı örneklerinden biri olarak yaşamaktadır. Onun burada anlattıkları, neslimizin uzağına düştüğü öz kültürümüze ait belgeler olarak alınmalıdır.)

— Geçen sefer gelişimizde şu anda içinde oturduğumuz yalılar üzerinde çalışmak isteyen birin­ den sözetmiştiniz; isterseniz bun­ dan başlayalım.

— Bana 2-3 günde bir, yahut haftada iki defa telefon ediliyor ve «Yalılar hakkında bir kitap yazacağım»; cevabım: «Güzel, çok iyi edersiniz!», «Ama ben yalılar hakkında hiçbir şey bil­ miyorum, tanımıyorum, bana bu konuda sizi tavsiye ettiler!» Evet, yardım olur ama bir par­ çacık kendilerinin de bilmeleri lâzım değil mi? Teferruatta a- dam şu şöyleydi, bu böyleydi der, ama külliyen bir mevzuu bilmezse, ona yardım nasıl ola­ bilir? Şüphesiz genç bir yazar hanıma severek yardım etmek isterim; fakat hiç bilmeyen bi­ rine çok güç. Elif, be bilmeyen bir adama divan edebiyatını o- kutmak gibi bir şey olur. Me­ selâ bu akşamki gibi bir arada oturup konuşulabilir, bunu kaç kişi yapıyor; kimse yapmıyor- Bari ayakta duran yalılar bunu yapsa!

— Burada yalı sahiplerinin sorumlulukları ortaya çıkıyor.

— Ama yalı sahibi olmak yalnız kuru kuruya buna sahip olmak değil, yani bütün hava-i nesîmisiyle, atmosferiyle yalı sahibi olmak lâzım. Bakın bu­ gün gelen beye yeşilliği söyle­ dim, aklında kalmış; diyor ki «Olmaz demiştiniz». Hakikaten

Boğaziçi’ndeki yalılara açık renk reşil gitmiyoıT sırıtıyor, somur­ tuyor yalıda. Çünkü binalarla, yalılarla beraber dikilmesi gere­ ken ağaç ve nebatlar var. Mese­ lâ çınar Türk ağacı değil mi? Çınar daha çok kahve ve mey­ dan ağacıdır, yalı ağacı değildir. Klâsik yalı ağacı manolyadır, şimşirdir, defnedir. Bunların da yaprağı kış-yaz solmaz koyu yeşilliktedir. Bu çevre içinde, yani bu koyu yeşillik içinde açık renk yeşil olursa sırıtıyor.

— Efendim, Rumeli’nde ar­ tık bizim olmayan, üzerinde na- kus çanlan çalman topraklarda doğup büyüdünüz; sizin için bir hasretten ya da bir gurbetten sözedebilir miyiz?

— Aslında bu benim üze­ rinde en çok durduğum bir me. sele. Biliyorsunuz İsrail, yani Yahudi tarihi hicretle başlar, durmadan onu terennüm eder­ ler, yalnız Yahudiler değil bütün dünya edebiyatı onu terennüm eder. Halbuki bizim öz vatan bildiğimiz Bursa kadar Türk o- lan Üsküp, Serez, bunlar hak­ kında, bunları terk edip de ge­ lenler hakkında değil dünya e- debiyatı, biz bile böyle bir ede­ biyat yapmamışız. 93 Harbini bilmiyorum, fakat Balkan Har- bi’ni hatırlıyorum; öküz araba­ larıyla, küçücük çıkınlarla o sa­ rışın yalınayak Rumeli çocukla­ rı, yalınayak analar, nineler, o yaşlı kimseler İstanbul’a nasıl

sökün ettiler. O zaman bütün İstanbul câmileri muhacirlerle doldu. Göçmen ne demektir? Tekrar rica ediyorum Abdullah bey muhacir deyin lütfen.. Mu­ hacir Rumeli çocukları, kadın­ cıkları, kızanları bunlarla doldu her taraf, karakollar filân..

— Bu anlatmış olduğunuz durum, o günkü idarecilerin, po- litikacılarm ilgisizliğinden ile­ ri geliyor; Rumeli topraklarıyla ve orada yaşayan insanlarla İL gilenmemişler.

— Biz Balkan Harbi’nde fe­ ci bir mağlûbiyete uğradık değil mi? Dört tane Balkan devleti yalnız değildi o zaman, bütün Avrupa arkalarmdaydı. Eski ta­ birle düvel-i muazzama, yani İn­ giltere, Fransa, Rusya hepsi bun­ ların arkasındaydı. İkinci büyük darbe Rumeli Türklerine müba­ deleyle oldu; oradan gelen zen­ gin, müreffeh Türkler burada yoksul, kimsesiz kaldılar. Bura­ dan giden Rumlar, yani fakir ve yoksul Rumlar oradaki zengin Türk mallarına kondular. Yalnız mal mülk meselesi değil, ayrı­ ca hayat meselesi de. Meselâ çok güzel iklimi olan, havası olan yerlerde büyüyen insanlar bura­ da bataklıklara yerleştirildiler. — Balkanlardan gelenleri memleketin en kötü yerlerine yerleştiriyorlar..

— Evet, sıtmalık yerlere.. Sonra maalesef üzülerek söylü­ yorum, Anadolu’da, bilhassa Bur­

(2)

sa civarında dolaştığınız zaman nerede mazbut, verimli arazi, ev­ ler, temiz pak ahali görürseniz onlar Rumeli muhacirleridir. Hiç unutmam bir eve girmiştik, afe- dersirıiz çocuklarının oturağının örtüsü ve örtünün kenarı da dantelliydi. Rumeli muhaciri böyle yaptı mı, iç eteği hiç ol­ mazsa şu kadar işlemelidir.

— Bu gelenek hâlen devam etmektedir efendim.

— Evet. Birkaç yıl önce Hac­ da bizim delilde Yunanistan'­ dan. Batı Trakya’dan gelen 48 tane Rumeli Türkü vardı. Bu 48 tane Rumeli Türkü bizden da­ ha iyi, daha müreffeh, daha te­ miz, daha tertipliydi. Meselâ pi­ rinçlerini getirmişler, bulgurla­ rını getirmişlerdi.

— Bir de mübadele şeklin­ de değil de...

— Zulümden kaçan, iltica edenler tek tek, yahut ailece de­ ğil mi?

— Yunanistan’dan ve Bul­ garistan’dan kaçanlar oluyor sık sık..

— îşte ben de onu söylüyo­ rum zaten; bütün mesele Türk­ lüğün tamamen yok edilmesi me­ selesidir, Avrupa topraklarında Türk bırakmamak fikrinde Av­ rupalI. Buna maalesef biz de iş­ tirak ediyoruz.

— Efendim bir de bizde «Bi­ zim Viyana kapılarında ne işi­ miz vardı!» diyenler var.

— îşi olmayan gidemez ta­ bii, nitekim dönüldüğünde onla­ rın istediği oldu. Dîdeler rûşen, yani göz aydın. Dün zaferle, kös­ ler çalınarak, heybet ve vekarla giden Türk bugün hizmetini ar- zetmeğe gidiyor. Amele gitmek istiyorsa buyursun gitsin, daha da uzağa gidebilir, gidiyorlar ni­ tekim.

— Sizce, bugün, Türk kültür hayatuıın nelere ihtiyacı var? Yerli kültürümüze sahip çıkma­ mız içhı neler yapmamız gere­ kiyor?

— Yerîi kültüre sahip çık­ mak için hiç olmazsa lise son sı­ nıflarında eski hurufatı öğret­ mek lâzım. Bana kalırsa buna birinci sınıftan başlamak lâ­ zım. Üç sene eski hurufatı oku­

sun ki, hazineler toz toprak ve ondan daha fena olan sevgisiz­ lik, alâkasızlık içinde eriyip git­ mesinler.

— Sadece eski hurufat yeter, li midir

— Şüphesiz bütün bir ha­ yatı geri getirebilir miyiz yani? Bütün bir hayat tarzını geri ge­ tirebilir miyiz? Hiç olmazsa bir parça nefes, bir ruh aşılamak lâzım. Sonra kendi kendimize hakikaten bunu itiraf ediyoruz, istiyoruz, fakat TV’de, yahut çok okunan bir gazetede tam aksini yapıyorlar; yarım milyon satan bir gazete bunun müdafaasını yaparken bu mücadele çok sa­ kat kalır. Fakat gene de diren­ mek lâzım. Konuşurken alıştı­ ğımız Türkçeyi konuşacağız, yet­ ki değil, olanak değil, olanaksal değil. Bunları kullanmamalı, ya­ şantı ne demek?

Bir de efendim bütün bun­ larla alâkalı olarak eskiden beri mevzuu bahis olan ve hakika­ ten çok ciddî bir mesele var: Memleketimizdeki batılılaşma. Bir takım kimseler doğrudan doğruya Avrupalılaşmamızı is­ terler, bir kısım da, ki İslâmcı- lar, bunlar arasında Said Halim Paşa, Mehmed Akif Bey, Baban- zâde Ahmed Naîm Bey, hatta İskilipli Atıf Hoca ve şimdi is­

mini unuttuğum bazı kimseler batının tekniğini alıp, fakat ka­ tiyen kendi an'anemizden, kendi benliğimizden zerrece tâviz ver­ meden yalnız batının tekmğini almamızı teklif etmişlerdi. Bu­ nun için de öne sürdükleri mi­ sal Japonya’dır, bizim islâmcı- lar Japonya'yı çok tutmuşlardır. Bizim Islâmcıla'nn ideali Japon­ ya gibi bir garplılaşmadır; evinde Japon, evinde Türk, ma- kina başında, fabrikanın ba­ şında AvrupalI, garplı...

— Bugün bizim için müm­ kün mü bu?

— Bugün için bilemiyorum, ama vaktiyle bu işe başlarken mümkündü. Nitekim bu bir müd­ det de olmuştur. Birçok müte­ hassıslar gelmiştir, îngilizler gelmiştir bahriye için paşalık rütbesine kadar. Meselâ Goltz Paşa, Tıbbiyeye gene yabancı pa­ şalar gelmiştir. Sonra Humbara- cı Bonewal Paşa.. Bunlar gelmiş ve teknikte birçok yenilikler yaptıkları halde Türk hayatım zerre kadar zedelememiştir.

— Efendim, sayın Ergun Gö­ ze ile yaptığınız bir konuşmada «Estergon kalesine hâlâ ağla­ rım» diyordunuz; sadece bizden, elimizden çıkışı yüzünden mi, yoksa Rumeli’de bir sembol olu­ şu yüzünden mi?

ÜÇ HELAL

LOKMA---— ÜÇ HELÂL LOKMA VAR,

DEMİŞ, BENİM ELİMDE, HÜDÂVENDİGÂR MURAT GAZİ HAN, DİĞER ÜLKE PADİŞAHLARINDA OLMAYAN:

KÂFİRLERDEN ALINAN (HARAÇ) BİRİ.

DİĞERİ, HACIKÖYDEKİ GÜMÜŞ MADENLERİ. ÜÇÜNCÜSÜ DE, GANİMET MALLARI GAZALARIN. ASKERİM BU HELÂL LOKMALARLA YAŞAR! HARAM YEMEM!

(HESAP SORARLAR ADAMA, ÖTEKİ DÜNYADA YARIN!) KİMSEYE DE YEDİRMEM, YEDİREMEM!

(3)

---— Estergon kalesi, Türklü­ ğün Avrupa’daki saltanatının sembolü halindedir. Estergon kalesi dediğim zaman Mohaç'a ağlarım, Üsküb’e ağlarım, Ko- sova’ya, Varna’ya, Selânik’e. Bal­ kan Harbi’ne, bunların şimdi isimlerini unuttuğum palangala. ra, palanga biliyorsunuz kale­ nin küçüğüdür, bunların he- yet-i umumiyesiyle, Rumeli’­ nin, yani Türk Avrupa’nın kay­ bına ağlamak demektir. Haki­ katen Estergon şarkısı söylen­ diği zaman bir lise talebesi gi­ bi gözlerim dolar ve kimse gör­ meden birkaç damla gözyaşı akı­ tırım.

Sultan Reşad merhum fev­ kalâde bir padişahtı, meşruti bir padişahtı, esir bir padişahtı. Sultan Reşad en son 191 l ’de Se­ lânik’e geldi. Selanik’te ben Sul­ tan Reşad’ı görmüştüm, büyük donanma olmuştu, bugüne na zaran kandiller çok sönüktü, zi­ ra yağ kandiliydi, mamafih bu­ nunla beraber rıhtımda kalan çok büyük bir donanmaydı. Ora­ dan sonra Cedd.i âlâsı Murad-ı Hüdâvendigârın Kosova’daki türbesine gitti ve orada

fevka-S O N E

---lâde kıymetli bir şal örtmüş ve Kosova muharebesinin cereyan ettiği sahada büyük bir Cuma namazı kılındı, muhteşem. O, bir nevi Rumeli’den vedâ gibi bir haldir, bugün anlıyorum ki bir vedâ namazıydı. Sultan Re­ şad Selânik’te Mevlevi tekkesi­ ne de gidiyor ve orada çok gü­ zel bir âyin oluyor.

— Bu Rumeli ziyareti sıra, sında mı?

— Evet, 1911’de, Balkan Harbi’nin arifesinde..

— Böyle bir sohbet sırasın­ daydı yanılmıyorsam, Rumeli'­ de Köpriilü’den ötede tam 93 tane Mevlevi ve Halveti tekke­ sinden bahsetmiştiniz.

— Hayır 9J değil, 40 tane. Onu daha iyi tahkik için Köprü­ lü Halveti şeyhi, şimdi İzmir'de mukîm Şeyh Alâeddin Yayımtaş Bey’den sormak lâzım; ben on. dan işittim, dediğine göre Köp- rülü’den tâ Ohri’ye kadar. Aslın­ da ben o yaşlarda tekkeler hak­ kında bir fikir edinmek için he­ nüz çocuktum. Yalnız bugün şu kanaatteyim, Bursa veya Mani­ sa Mevlevi dergâhıyla Selânik Mevlevi dergâhı arasında hiç bir

fark yoktur. Peki bu nedir? Ta­ rikatın esasma halel getirmeksi­ zin tarikatın an’anesinin deva­ mıdır.

— Geçen gelişimizde, Üsküp Mevlevi dergâhında geçen bir hâdise anlatmıştınız..

— Şimdi onu tekrar Üsküp şeyhi Hakkı Efendi’den öğrene­ biliriz, yani kendinden sorsanız dalıa iyi olur. Ben, kendisinden işittiğim bir hikâyeyi naklediyo­ rum, kendisinden işittiğim hi­ kâye de şu: Çileye girmek iste­ yen dervişler şeyhin müsaade­ siyle tam binbir gün çileye gi­ riyorlar. Önce şeyhe müracaat ediliyor, şeyh de eğer kemâline, yani dervişte çileye girme kemâ­ line ermişliği görüyorsa, kabul ediyor; yahut da gelecek sene, ya da iki sene sonra diye böyle bir şey söylüyor. Yine böyle bir şeyhe müridleri başvuruyorlar; benim kendisinden işittiğime gö­ re, şeyhin iki oğlu var ve çile çıkarma arzusunda bulunuyor­ lar, böyle bir şeyi anneleri de istiyor. Tabii bu çileye büyük bir mahrumiyet içinde giriyor­ lar, ya Amerikan bezi, yahut da patiska bezi, zemheri soğuğunda bunlarla oturuyorlar. Şeyh efen­ di karısına «Buna dayanamaz bi­ zim çocuklar, nazlı büyüdüler» demesine rağmen, haremi o ka­ dar çok ısrar ediyor, o kadar çok ısrar ediyor ki, nihayet ka­ bul ediyor. Ayda bir yahut on beş günde bir bit yoklaması o- lurmuş tam bin bir gün yani çi­ le müddetince. Şeyh efendi iner, hücrelerde çiledekileri yoklar­ mış. Bir de bakıyor ki, kendi evlâtlarının patiskalarının için­ de kürk dikilmiş, anneleri kürk dikmiş ve böyle helva gibi, ku­ rabiye gibi filân, sucuk, pastır­ ma gibi kırıntılar da var. Halbu­ ki çile müddetince suyla kuru ekmek yiyecekler.. Bunun üze­ rine o kadar hiddet buyuruyor ki şeyh efendi, hem iki evlâdını reddediyor, hem de hanımını ta- lâk-ı selâse ile boşuyor. Bu da tarikatta bağlılığın alâmetidir.. Tarikatta «kan yap, kanun yap­ ma», yani «birini öldür, fakat tarikatın en ufak bir şeyini de­

Sen ve ben kimleriz, çoğu zaman düşünürüm; Neden, nasıl geldik ha, sen Batıdan, ben Doğudan. Susuzluklar içîr.de içtiğimiz acı sudan

Başka yok ayrı giden... ne hoş eyler Mevlâ, gülüm.

Bir zincir kopar senden uzakta geçse tek günüm Ve soluğunla çıkar gelir o yitik halka, bir kuyudan. Düşündün mü hiç, nedir bizi aynı yastıkta tutan; Ben doğulu derbeder şair, sen düzen içinde tüm...

Çiçek tohumları kimi kez rüzgârda döllenir Hani Asya’dan o rüzgâr esmişti uzun uzun.

Bir şeyler kalmış elmalı — ki bâzan sende küllenir— , Benim yüreğim harlı fırın, sen âh ıscak somun musun? Gün olur incecik su gibisin, bir gün kıyışız nehir, Sorsam çoğu kez bilemem Cermen misin, Hun musun?

(4)

ğiştirme» esası vardır. Bu da gösteriyor ki, şeriattaki reform­ culara da çok güzel bir derstir. Çünkü dinde reform yapabilmek için sebeb-i mevcudatın üzerinde bir adam gelmiş olsun ki onu yapsın; daha küçük bir adam nasıl reform yapabilir? Ama e- fendim hayır olduğu gibi kalsın sen mümkün olduğu kadar yine şeriata hizmet edebilirsin, ya­ hut edemezsin, beş vaktini kı­ labilirsin, yahut kılamazsın, ama ben kılacağım diye günde bir defa, yahut haftada bir defa na­ maz.. Bu olmaz...

— Dostunuz Asaf Hâlet Çe­ lebi üzerine de bir iki hatıranızı dinlemek isteriz.

— Asaf Hâlet Çelebi Bey i çok severdim ve iyi şair, büyük şair olduğu kanaatindeyim. Bel­ ki velûd bir şair değildi, çok yazmazdı ve yazdıklarını da neş­ retmek imkânım bulamadı. Fa­ kat kendi bizatihi şair bir in­ sandı; musikiden anlar, tasav­ vuftan anlar, güzel yemekten an­

lar ve kendi yemek yapardı. Kendi, 200 sene evvelki, 300 se­ ne evvelki Türk yemeklerini bi­ lirdi ve Türklere has olan neza­ ket vardır ki başka milletlerle çok temasım olduğu halde Asaf Hâlet ÇeJebi'de bu Türk ve bil­ hassa İstanbul nezaketi vardı.

— Bu nereden geliyordu efendim?

— Bunu birçok kere ken­ disi hayattayken düşünmüşüm­ dür, fakat evlerine gidip de pe­ derlerini gördüğüm zaman bu­ nun nereden geldiğini ve peder­ leri Hâlet Çelebi’nin yanında ne kadar zayıf kaldığını gördüm ve pederleri yalnız babası değil, ho­ cası, mürebbîsi, bütün kültürü­ nü, yani bizim kendi lisanımızda hars dediğimiz görgüyü babasın­ dan aldığını müşahede ettim. O kadar kibar ve nazik bir adam­ dı ki, ben genç olduğum halde clpençe divan durur, hatta geri geri giderdi. Hatta kaç defa korkmuşumdur, eyvah kapı eşi­ ğine ayağı takılır da düşerse di­ ye.

— Bir de Necip Fazıl Bey le ilgili hatıralarınız vardı.

— Necip Fazıl Bey’i aşağı yukarı kırk seneden beri tanıyo­ rum. Kendisine ilk defa Abdül- hak Hâmid Bey’in Maçka’da Maçka Palas’taki dairesinde çar­ şamba günleri kabul gününde rastladım. Abdülhak Hâmid Bey kendisini severdi ve gelmediği zaman veyahut geç kaldığı za­ man «Ayy içim sıkılıyor, ne ol­ du; niye gelmedi?» diye hayıf ta­ nırdı. Çünkü Abdülhak Hâmid Bey’e gelen bütün zevat eski Osmanlı terbiyesi ve daha ziya­ de bu terbiyenin baskısı altında hiç bir yenilik göstermeyen bir hoş sohbet içindeyken birdenbi­ re bir bomba gibi Necip Fazıl Bey gelir ve bu eski OsmanlIla­ ra bir aşı şeklinde konuşmalar yapardı. Bunlar hem korkarlar, hem şaşarlar, hem hoşlanırlardı bu tarz konuşmalardan. Çünkü kendilerini kendilerine müda­ faa eden bir sesti bunların ara­ sındaki Necip Fazü’ın sesi.

(5)

MÜNEVVER AYAŞLI İLE

BİR KONUŞMA

II

— Lüsyen hanımla araları­ nın pek iyi olmadığı söylenir.

— Lüsyen hanım, «beyefen­ di, beyefendi» dediği zevci Ab. dülhak Hâmid Bey’in bir kim- seye olan fazla zaafını kıskanır­ dı. Halbuki Necip Fazıl Bey'e zaafı vardı; bundan dolayı pek hoşlanırdı, fakat Abdülhak Hâ­ mid Bey kadar değil. Beri taraf­ tan Necip Fazıl Bey de birinci plânda Abdülhak Hâmid Beyi tuttuğu için, kadınlık gururu da rencide oluyordu Lüsyen Hanı­ mın, bundan dolayı da hoşlan­ mıyordu. Hoşlanmıyor demek de biraz fazla şey, yani neden bey­ efendi bunu bu kadar seviyor gibi bir mülâhaza yürütürdü. Hatta eve gelmediği zaman­ lar, Necip Fazıl Bey eve gel­ mediği zamanlar, Abdülhak Hâ­ mid Bey otomobiline biner, şim­ di çirkin çirkin binalar yüksel­ miş olan Levent ve o taraflara gezmeğe giderdi. Ata çok me­ raklı olan Necip Fazıl Bey ata

biner, bir nevi gizli randevu ile oralarda görüşürlerdi ve bun­ dan da şikâyetçi olan Lüsyen Hanım «Nedir bu! Nedir bu!» diye Frenk aksanıyla «Bunlar sanki genç kız, genç erkek, gizli randevu veriyorlar, oralarda gö­ rüşüyorlar!» diye şikâyet etmiş­ tir birkaç defa.

— Fıkra yazarı olarak 10 yıl dan fazla bir zamandır siz de sağ basının içindesiniz, sağ ba­ sın halikındaki düşünceleriniz nelerdir?

— Başarısızlık, maalesef şim­ diye kadarki sağ basının kade­ ri olmuştur. Zira tek cepheli, dünyaya açılmamış bir pencc reden hitabediyoriardı. İlk za­ manlar, yani Büyük Doğu çıktı­ ğı zamanlar, hakikaten bir hadise oldu. Çünkü ilk defa böyle sağ­ cı bir neşir organı çıkıyordu, fa­ kat ondan sonra, sağcı gazeteler çıkmağa başladıktan sonra bir müddet bu heves devam etti, fa­ kat uzun zaman devam

edemez-A BD U LLedemez-AH UÇMedemez-AN

di, çünkü okuyucu, eski tabirle kârı üzerinde de bir bıkkınlık hasıl oldu. Dünyadan haber yok, memleketten haber yok; halbu­ ki okuyucu dünyadan haber is­ tiyor, dünyaya açılan bir pen­ cereden dünyayı görmek isti­ yor. Bunu sol cephe gazeteleri ziyadesiyle, resmiyle, haberleriy­ le, veriyordu. Meselâ benim de sevdiğim birçok gazete ve mec­ mualar vardır ki, banka ilânı koymaz, tiyatro, sinema ilânı koymaz, televizyon ilâm koy­ maz; nihayet bütün bir memle­ ket manastır hayatına döndürü­ lemez. Size yalnız bizdeki bu '

mecmuaları değil, 15 senedir çı­ kan Muslim World diye Pakis­ tan’da çıkan bir İngilizce ga zete vardı, 15 seneden beri bu gazete arpa boyu ilerlememiştir. Çünkü birinci nüshasından beri bana gönderirler, hatta reklâm­ ları çoğalmamıştır. Buna mu­ kabil Londra’da intişar eden Jesus Chronicle isimli bir Muse­ vi gazetesi hergün çıkmaktadır ve belki 20 sahife tıklım tıklım havadis, dünya havadisi, reklâ­ mı vardır. Birini bir elinize, di­ ğerini bir elinize aldığınız za­ man maalesef bizimki çok ha­ fif, hem çok sönük kalmakta­ dır. Müslüman zenginler parala­ rım bankaya veriyorlar, banka haliyle başkalarına yaptığı gibi bunlara da bir faiz veriyor; müs- lüman zenginler bu faizi ne ya­ pıyorlar; almıyorlar; ne yapıyor­ lar, bankaya bırakıyorlar; sev­ medikleri bir müessese olan bankayı bu suretle daha da kuvvetlendirmiş oluyorlar. Hat­ ta geçenlerde bir PakistanlI dos­ tuma bunu söylediğim zaman «Evet, bizde de öyle!» dedi, «Bizde de zenginler paralarını. Şener Öztop : Balıkçılar

(6)

bankaya koyuyorlar, fakat faizini almıyorlar ve o bankalar bu faizleri Pakistan’da hristiyan müesseselere veriyorlar.» dedi. Pekâlâ ribanın doğru olmadığı­ na kanaat-ı kâmilimiz vardır, ama parayı ver ve ribayı alpıa, bu noksan, yarım bir tedbir. Sonra Salih Tuğ Bey’den işit­ tiğim bir hadis değil, kelâm-ı kibar, yani büyük bir zâtın söy­ lediği söz, yazılısı var, fakat ak­ lımda değil «Fena gelirden bile iyilik yapılabilir» diye bir içti­ hat varmış. Biz de hiç olmazsa, kendileri kabul etmezse bile, hiç olmazsa Dârülaceze’ye ver seler, bankaları daha zengin, da­ ha kuvvetli yapacaklarına, bi­ zim kanaatimizce daha münasip olur.

— Kendi yerli kültürüne sa­ hip çıkmak isteyen genç nesil­ lere neler söylemek istersiniz.

— Birinci şart: Türkçe öğren­ mek, Türkçe konuşmak, Türkçe yazmak.

— Türkçeden kastınız Osman- lıcayı iyi bilmek midir?

— Evet, fakat Osmanlıca di­ ye bir tahdid koymak doğru ol­ maz. Osmanlıca diye yeni bir tabir çıktı, o Türkçedir, Türk hurufatıdır, bin seneden beri kullandığımız hurufattır. Bunla rı bilip, aralarında bu lisanı ko­ nuşmak ve ihtisas yapmak iste­ dikleri meselelerde hakikaten on­ ları derinliğine tetkik ve tahkik etmek.. Bunlar için kendi kütüp haneleri kâfi değilse bile pek çok millî ve umumî kütüphane­ ler vardır.

— Yayma hazırlamakta oldu­ ğunuz yeni çalışmalarınız var mı?

— Hazırlanmağa başlanmış birkaç tane eserim vardır, fa­ kat bunların hiç biri daha ya­ rımlanmamış bile. En kuvvet­ lisi, yani kendimce kıymet ver­ diğim, iki serhat şehrimiz olan biri Erzurum, biri Edirne hu­ susunda eser yazmaktır. Edir ne şehri hemen hemen bitmiş gibidir, Erzurum'a da başladım, fakat daha ortasına bile gele­ medim.

— İstanbul hakkmda da bir eser tasarınız olacak yanılmı­ yorsak..

— İstanbul hususunda dost­ larla müştereken hazırlamak is­ tediğim bir eser var. Bunda, Frenklerin, hatta Türklerin, hat­ ta İstanbulluların bilmediği bir îstanbulu tanıtmak arzusunda­ yım. Bu MİSTİK İSTANBUL'a güzel resimlerle, sahabe kabir­ lerinden başlayıp, veliler mer- kadleri, tekkeler, zaviyeler, ha- rab olmuş, harebe olmuş, bun­ ları, neredeydi, bunları anlata­ cağım. Birkaç dostum var bil­ hassa yaşlılardan; bir tanesi de  s i m S ö n m e z B e y , Âsim Dedemiz, içinde bunlar en iyi bilenlerdir. (*) Şurasını da Türk gençliğine sizin vasıtanızla bir defa rica ediyorum ve be­

lirtmek istiyorum ki, herhangi bir meselede «Vesika var mı efendim? Şey var mı?» diye sor­ masınlar; çünkü bilsinler ki, Türk vesika bırakmamıştır. O kadar bırakmamıştır ki, 35'ler de okka, yani kilo hesabına Bulgarlara Hazine-i evraktan vesika satmıştır. Bizim bildiği­ miz daha ziyade rivayetler üze­ rine temel kurduğumuz bir yan tarihtir. Biliyorsunuz tarih, işte filân sene harb olmuş, filân kral düşmüş, orası cumhuriyet ol­ muş, filân zafer kazanılmışın yanında, kralın sevdiği kadın kimdi, efendim yaşayışı nasıldı diye ortaya çıkarmaktır. Me­ selâ Türkiye’de Evliya Çelebi- siz bir Türk tarihi çok ciddi fa kat çok kuru kalan bir tarih olurdu. Tıpkı Fransa’da Saint

T A N R ID A N D E Ğ İ L M İYİZ?

Gel birer yıldız da biz yakalım gökyüzünde!

Birleşsin yalazları, gezinsin beş kıt’ada

Çağımıza yakışan insanı alkışlasın toprak, deniz Saçları altın sarısı, elleri kansız

Alırdan kurşun geçmez deriden, geniş, yalansız Gözleri masmavi gökyüzünce, aydınlık olmalı, Becerikli elleri birbirini kucaklayıp sarmalı. İnsanca yaşamaya kurulmak dudaklan dilleri Gürbüz anaiann ikiz çocuklan gibi..

Soyumuza yakışan insanı haykırmak gök, deniz Tanrıdan değil miyiz..

Gel birer günah da bizim olsun yeryüzünde Budaklarımız birleşsin unuturcasına yalardan Çağımıza yakışan insanı yeşertsin toprak, deniz İster ak isterse simsiyah olsun derileri

Yeter ki karartmasın düşünleri evreni.. Geçmemeli tırnaklan gırtlaklarına durmadan Şizofrenili çılgın hastalar gibi

Belmemeli usların aynasını kahpe bir mermi.. Rh pczitivler, r.egativler uyuşmalı damarlarında Beyazı karası, uzunu kısası

Kucaklaşmalı beş kıt’a da.

Gel gömelim kendimizi ölmeden usulca!

Nasıl oluşuyor görelim çınar kökleri, yanardağlar Çağımıza yakışan insanı alkışlayalım

Kavgasız, kinsiz

Gel birer yıldız da bizim olsun gökyüzünde! Tanndan değil miyiz...

(7)

---Simon diye bir zat çıkıyor ve bütün XVIII. asır Fransasını dedikodularıyla, rivayetleriyle ıç hayatını yazan bir adam çıkıyor ki, hakiki tarihçilerden daha çok bunların kitapları kapışı­ lıyor ve gündelik tarih bunlar­ la anlaşılıyor.

— Söz Âsim Dede’ye gelmiş ken ondan da kısaca bahseder

misiniz..

— Âsim Dede hakkında söy­ leyeceğim şey, kendisini çok sevdiğimdir. Âsim Dede hakika­ ten mahviyet ve tevazu içinde, tarihî, tasavvufî ve edebî çok malûmat sahibi bir kimsedir. Ve çok isterdim ki Âsim Dede derecesinde Üniversitelerimiz­ de Ordinaryüs Profesörlerimiz olsun...

— Yanlış hatırlamıyorsak Os­ manlI padişahları üzerinde de çalışıyordunuz galiba?

— Osmanlı padişahları hakkın­ da da garib bir çalışmam var. Yukarıdan aşağı değil de, aşa­ ğıdan yukarı doğru. Meselâ Sul­ tan Osman’dan başlamadan ev­ vel son halife, ondan evvel son padişah ve yavaş yavaş, yavaş yavaş ileriye gitmektir. Bunu arzu ediyorum.

— Efendim tarikatlarla olan münasebetlerinizin derecesini de öğrenebilir miyiz?

— Hazret kabul ederse Mev­ levi tarikatına girdim. Fakat bu, eski tarzda değil, tekkeler ka­ pandıktan sonra, ancak tarikat

A C I Ö Z L E M

görmüş şeyhler vasıtasıyla oldu. Binaenaleyh biz gene, Allah af fetsin bu misali, sahabe değil, tâbiîn, hatta tebe-i tâbiîn vazi- yetindeyiz. Biz, görenin, tekke de yetişenin yetiştirdiği kimse­ lerden el aldık, tekke hayatı gör­ medik. Binaenaleyh bizim gibile­ re vaktiyle muhib, muhibbân der­ lerdi. Mevlâna’yı sevenler, yahut Hazreti Rıfâî’yi sevenler şeklin­ de. Hiç biri tarikat ehli olarak tam bir tarikat ehli değildir. Evet biz seviyoruz, seviyoruz ama tekke edebi görmedik, tek­ ke terbiyesi görmedik. Benim şeyhim, makamı cennet olsun, tekkede yetişmiş ama biz evin­ de devam ettik, tekkeye değil. Ev ile tekke arasındaki havâ-yı nesimi de büsbütün başka. Son­ ra, kapanmış ve metruk kalmış, yalnız madden değil, manen de metruk kalmış bir tarikin tek­ rar canlanması gibi bir hal olu­ yor. Bu yüzden bizlese, bugün­ kü ehl-i tarika Halveti, Mevlevi, Rıfaî demekten ziyade muhib, muhibbân demek daha doğru olur. Çünkü birçok vazifeleri oluyor tekkeye devam edenlerin; vazifeleri biz yapamıyoruz, tek­ keye devam edemiyoruz, tekke­ ler kapalı. Tekkeler kapandığı zaman tekkelere devam eden­ ler çoktan hayat sahnesinden ayrılmış. Söylediğim gibi biz tebe-i tâbiîn vaziyetindeyiz.

— Karşıda bazı Mevlevi şeyh­ lerinin fotoğraflarım görüyoruz

Artık hiç bir şey istemiyorum Ne deniz, ne aşk, ne de rüzgâr Yaşamak kolay değil biliyorum Şarkılarda bile hüzün var..

Tüm kapılar kilitli, camlar karanlık Bir kördüğüm gibi bütün sokaklar Sebebsiz sevmişim insanları Boşuna ağlamışım sabahlara kadar.. Yorgun gecelerin ardından

Aydınlık günler istemiyorum

Bir selvi, bir mezar ve ezan sesleri Artık ölümü özlüyorum..

KÂMURAN Ö Z B İ R

---efendim..

— Efendim, bir tanesi, başta­ ki Midhat Baharî Hazretleri. Çok büyük bir zat idi. Diğerleri benim kendi şeyhim, o da çok büyük bir zat idi: înas Çelebi denilen, yani Hazreti Mevlâna- nın kız kolundan inen Afyon Çe­ lebilerinden. Afyon, Konya’dan sonra en büyük Çelebilik ma­ kamıdır ve oradaki Çelebiler de Hazreti Mevlâna kolundan iner­ ler ama kadın kolundan inerler, Kadın kolu kimden iniyorlar? Cenab-ı Pir Hazreti Mevlâna’nın muhterem oğulları Sultan Veled­ in kerimeleri Mutahhara hatun­ dan. Mutahhara hatun kimle evle­ niyor? Germeyanoğlu, Kütahya emiri, Germeyan emareti sahibi, daha doğrusu Germeyenoğlun- la evleniyor. Peki Sultan I. Meh- med’e niye Çelebi deniyor? Bun­ dan evvel hiç Osmanlı Sultan­ larına Çelebi denmediği halde neden ona Çelebi deniyor? Çün­ kü o, Cenab-ı Pîr Hazreti Mev- lâna’dan geliyor anne tarafından. O kadar güzel bir şey ki, bir tarafı Osmanlı, bir tarafı Ger­ meyanoğlu, bir tarafı da Hazre­ ti Mevlâna. Yıldırım Bâyezid'in hanımı Germeyanoğullanndan, hatta Kütahya’yı beraberinde çeyiz getiriyor değil mi?

— Sizin bir de Üsküp Mevlevi dergâhının son şeyhiyle karşı laşmamz vardı...

— Efendim, bu karşılaşma de- değil tanıyorum. Geliyordu bura­ ya sıhhatliyken, gece kaldı hat ta; benim dostum o. Bir defacık karşılaşma değil ki.. Üsküp Mev- levihânesi Balkanlarda, Rume- lide mevcut olan zannedersem Selanik’ten de daha büyük bir Mevlevi dergâhıydı. On iki hek tar arazisi varmış ve dervişân burada yiyeceklerini ekiyorlar, biçiyorlar, hemen hemen dışa rıdan hiç bir şey almağa ihtiyaç göstermeden geçiniyorlar. Yani dışarıdan aldıkları gaz, sabun gibi toprakla münasebeti olma­ yan lüzumlu eşya. Arazide ekip biçtikleri gibi, pek çok da hay vanları var ve süt, yoğurt, hep si dergâhın bu on iki hektarlık arazisinden çıkıyor. Ve gayet yüksek duvarlarla muhatmış vc

(8)

10 -12 çoban köpeği, yahut kurt köpeği bu dergâhı muhafaza edermiş. Sırplılar, bugünkü de yimle Yugoslavlar gayet hür metkâr davranırlarmış. «Gospo- tin şeyh, Mösyö şeyh, bay şeyhi» diye hitap ederler ve kendisini sayarlarmış. Fakat 54’de, zanne dersem 56’da çıkan bir kanunla tekkeler kapanmış, kapanınca da artık Şeyh Hakkı Efendi’nin orada kalmasına lüzum kalma- mış. Yalnız çok acıdığım bir şey varsa, bu büyük arazi için­ de Mevlevi mezarlığı da varmış

kİ, Mevleviler arasında Hâmuşân, yani «Susanlar» denir; birçok büyük Mevleviler burada med fun olduğu gibi, İstanbul’a be­ raber nakledemeyecekleri bü­ yük levhalar, el yazıları, güzel herhangi bir büyük eşyayı da mezarlığa gömmüşler. Belki bakır, pirinç eşyalar o kadar za rar görmez ama, o nefis güzel yazıların da çürüdüğü muhak kaktır. Muhterem Şeyh Hakkı Efendi şöyle bir serzenişte bu­ lunurdu: «Yugoslavlar bizi Türk diye hudut harici atmak iste­ diler ve attılar, Türkiye’de ise bize Arnavut diyorlar ve bizi Arnavut diye sevmiyorlar!» Hal­ buki bunlar Rumeli Tiirkleri, ayrıca bir kavine karışmadan tam Türk olarak kalmışlardır asırlar boyunca. Arnavutlar baş­ ka, Rumeli Türkleri büsbütün başka..

— Bir ara editör bulamamak­ tan şikâyet ediyordunuz..

— Efendim, sağ cephe yazar­ ları neşir ve neşriyat müessese- si bulamamaktadır. Biz, çocukla­ rın köşe kapmaca oynadığı gibi iki üç yayınevi arasında oyun oynamaktayız. Allah razı olsun, bunlar da basmasa yazılarımız kütüphanelerimizin çekmelerinde müsvedde halinde kalacaktır. Fakat yalnız bunlar bastığı içiiı inkişaf edemiyoruz. Biz kolay yazıyoruz, güç bastırıyoruz, kar­ şı cephe güç yazıyor, kolay bas­ tırıyor. Herhangi manasız bir kitap karşı cephe yazarı yaz- dıysa gayet kolaylıkla basılıyor, reklâmı yapılıyor ve çok satılı­ yor. Bunu karşı cephe kıskanç­ lık zannetmesin, velev ki zannet­

sin ziyanı yok...

— Bir de, bir vakfın size ödül vereceğinden sözediliyordu..

— Bir ödül meselesi var ve bizden bir kitap istediler 75 senesinde intişar etmiş. Ödül el­ bette memnuniyet verici, iftihar edici bir vaziyetir, aksini iddia etmiyoruz, ama ödül verenler bize daha geniş çalışma sahası açsalar, yani bununla demek is- toyurum ki, daha kolaylıkla yazılarımızı bastırma yahut ter­ cüme ettirme imkânı bize ver­ seler, bizim için çok daha ra­ hat olur. Nitekim çok kuvvetli olan Rus edebiyatının bugünkü mümessilleri de memleketlerin­ de kalmış olsa hiç bir zaman bugünkü şöhrete ve bugünkü alâkaya mazhar olamazlardı. Biz, ama demiyorum ki Doktor Jivago’yu yazan derecinde ola­ cağız, şöyle olacağız, bu gibi şeylerden, bu gibi iddalardaıı varesteyiz. Fakat bir tecrübe edelim bakalım, biz de anlaya lım kendimizin ne olduğumuzu. Hakikaten dünya efkâr-ı umu- miyesinde bir yer tutabiliyor muyuz, tutamıyor muyuz? Tu­ tamıyorsak, kendi halimize kü­ selim; tutabiliyorsak, bu hem

İ STERDİ M

-Kendimiz, hem belki kendimiz­ den çok memleketimiz için bir iftihar vesilesi, bir fayda temin eder..

— Efendim bu konuşma için çok teeşkkür ederiz, Allah razı olsun, hakkınızı helâl edin.

— Helâl hoş olsun..

(*) Bu konuşma 29.VIII.1976 ge­ cesi iftardan sonra Münev­ ver hanımefendinin Beyler­ beyindeki yalısında yapıl­ mıştı. Güzel bir tesadüf ese­ ri olarak burada sözü edi­ len, Mehmed Akif’in, bir nesli «Âsım’m nesli» diye o- nun şahsında sembolize ettiği muhterem Hamzavî dervişi Âsim Sönmez Dede de o ge­ ce orada bulunuyorlardı. Kendileri iftardan sonra ■ ta- savufî şiirler okumuşlar, anlattıkları menkıbelerle meclise manevi bir hava kat­ mışlardı. 25.XII.1976’da ve­ fat haberini duyunca, o ge­ ce Âsim Dede'yle ilk ve son görüşmemiz olduğunu anladım. Ulaşılması imkân­ sız birçok şeyi beraberinde götüren bu aziz can nur içinde yatsın.

I Taze umutlar versin isterdim bu bahar:

Çiçeğe duran ağaç,

Göğe açılan her yeni yaprak,

Penceremde günün ilk ışıklarıyla başlayan sabaiı Ve perde perde yayılan kuş sesleri,

Unuttursun isterdim

Bütün düşünmek istemediklerimi bu ballar. Bitmek bilmesin isterdim dudaklarımda, Islık ıslık uzayan o çocuksu şarkılar

Ve masallarda kalan düşüınsü mutluluklar... Sonra, saklamak isterdim avuçlarımı Hatırlamamak için çaresizliğimi, Hiç olmazsa bu bahar...

Tanrım! artık bir dost eli uzanıveıse ansızın, Öylesine yakın, öylesine sıcak

Bir yağmur sonu, Şimşeklerin sustuğu an... Bir garip avuntu da olsa,

insancıl duygular büyüsün isterdim yüreklerde, Denizler kadar berrak,

Temmuz güneşince sıcak Ve bütün acılardan uzak...

PINAR YAM AÇ ______ __________________ ________

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

Antik AŞ’nin Ankara Hilton Oteli’nde saat 14.00’ten başlayarak düzen­ leyeceği müzayedede Şeker Ah­ met Paşa’nın 40.5 x 32 santimet­ re boyutlarındaki kavunlu

Kaynağı Ay ve Mars olan meteoritlerin, asteroit ya da kuyrukluyıldız gibi daha küçük gök cisimlerinin Ay’ın ve Mars’ın yüzeyine çarpması sonucu uzaya dağılan

Tanınmış Türk yazan Yaşar Kemal, İngilizce olarak yayın­ layacağı «Orta Direk» romanı münasebetiyle Londra’da bir basın toplantısı yapmıştır.. İn giliz

1976’da Kültür Bakanlığı’nca Devlet Kla­ sik Türk Müziği Korosu kuru­ lunca, koronun şefliğine getirilen Nevzad Atlığ, bu arada çeyrek yüzyıl hevam ettiği

Külliyesi ile geniş bir sahayı iş­ gal eden Süleymaniye camiinin et­ rafında zaman zaman Istanbulun büyük yangınları geçmiş.. Cami et­ rafında bazı

Yunus Emre yılı olu­ yor, herkes Yunusçu oluyor.. Bu konunun şu an biraz istismar

Gıda fiyatlarındaki hızlı artışın yarattığı tepkilerden çekinen Avrupa Komisyonu, 2020 yılında Avrupa Birliği (AB) genelindeki ta şıtlarda kullanılan yakıt için yüzde