20
PAZAR, 14 Mart 2004
•
+
PAZAR dîULmi
Gezi
B
u kez uzaklara gitmeye üşendim. Gezi hakkımı İstanbul'da kullandım. Puslu bir cumartesi sabahıydı. Güneş beyaz tülün ardından parıldıyordu. Bahar gelirmiş gibi yapmıştı. Ona kalsa, geüp İstanbul'un üstüne oturacak, yaza kadar kalkmayacaktı. Çünkü o da İstanbul'u özlemişti. Ama kış, kışlığını sonuna kadar yapmak niyetindeydi. Nedense o gün karmı, soğuğunu toplayıp kayıplara karışmıştı. Bu fırsatı ganimet bilen bahar, bir acele gelmişti.Ağaran tanla birlikte, yüzlerce kuşun körpe gırtlaklarından kopan bir cümbüş gökyüzünü kaplamıştı. Güneş yeryüzüne altın renkli bir sevinçle saçıhveriyordu.
Anlayacağınız güzel bir gündü. Yolum uzak olmadığı halde erkenden yola çıktım. Boğaz kıyısından puslu manzarayı soluya soluya, Anadolu Feneri'ne kadar gidecektim.
Paşabahçe, Beykoz, sonra ormanların içinden döne döne Anadolu Kavağı... Yolun kıyısında hâlâ kar vardı. Sahile inince arabayı kenara çektim. Niyetim Boğaz’ı kokla maktı. Dışarı çıkınca, Karadeniz'i yala yıp gelen serin rüzgar önce göğsüm den itekledi, sonra sarıp sarmaladı. Is laktı ve tuz, yosun, iyot, balık koku yordu. Soğuk karayelle fazla oynaş madım. Kollarından sıyrılıp, tekrar arabaya bindim. Beni bırakan rüzgar arkamdaki bayırı yaladı, ağaçlarm dallarıyla oynaştı ve zirveyi aşıp gitti.
BOĞAZ'İN SON KÖYÜ
Anadolu Kavağı, Boğaz'ın Anadolu yakasındaki son köy olmanın
yalnızlığı içindeydi. Burası yıllardan beri, sıkıldığımda kaçıp saklandığım köşe bucaklardan biriydi. Ya meydandaki banklardan birine oturup, uzun uzun Karadeniz'in Boğazla kucaklaşmasını seyrederdim. Ya da bir restoranda, denizi gören bir masada, balığı bahane edip, bir başıma hayal kurup dururdum.
Buradan geçip gitmeden önce ister seniz geçmişe bir yolculuk yapalım. Geçmişi anlatmaya da her zaman ol duğu gibi Evliya Çelebi ile başlayalım. Çelebi kasabanın o dönemini şöyle an latır: 'Deniz kıyısında büyük bir lima nın kıyısında, 800 haneli ve İrem bağh tamamen Müslüman evleridir. Camii,
Önce buram buram balık kokan Anadolu Kavağı, sonra asırlardan beri İstanbul'u bir tepeden seyreden Yoros Kalesi ve nihayetinde Anadolu Feneri. İşte Boğaz'ın Anadolu yakası bu küçük köyle birlikte bitiyor. Buradaki fener yüzyıllardan beri gece karanlığında Karadeniz'den gelen gemilere ışık çakıp, onların Boğaz'a kazasız belasız ulaşmalarını sağlıyor.
Yoros Kalesi 'nin bulunduğu tepeye yaslanan Anadolu Kavaâı, İstanbul yaslanan Anadolu Kavağı, İstanbul'un en yalnız yerleşim yerlerinden biri.
Anadolu Feneri'nin ıssız sokakları güneşli ve neşeli günlerin
özlemi içindeydi.
ı n
lj
d
¿ırz
I _ J I I - I ~
köşeye itilin L„j ° 6SI ?,m<fi bir > y e ı h h p kaderine terk edilmiş. yedi mescidi, hamamı, 200 kadar dük
kanı, bekar evleri, sıbyan mektebi, bir çeşmesi, ve ab-ı hayat sulan var bir kasabacıktır. Halkı tamamen gemici, bağa ve marangozdur. Hepsi Anado luludur... Limanında kış ve yazda 200- 300 parça gemi eksik değildir, zira uy gun hava olmasını gözetip, uygun olunca her bir gemi bir tarafa gider. Dağlarmın kestanesi ve ahlat armudu meşhurdur.1 Reşat Ekrem Koçu bu meyvelere bir de inciri ekler. Ona göre 'Kavak İnciri' nden bal damlar. Yine ondan öğrendiğime göre, 1946 yılında incir ağaçlarının çoğu kesilmiştir.
Koçu, Anadolu Kavağı'nın sularım da öve öve bitiremez. İstanbul Ansiklopedisinde bu konu üstüne şunları yazar: 'Gayet tatlı, abı hayat misali sulan ile taranmış olan bu köyde altı çeşme vardır: Çeşmelerden akan sular Dolay Suyu ve Çmardibi Suyudur. Köyün diğer meşhur sulan, Abdihoca, Abıhayat ve Kumdöken su landır. Bu sonuncusu adından da an laşılacağı üzere mide, bağırsak ve böb rek hastalıklan için şifalı bir sudur.'
40'lı yıllarda askeri bölgenin içinde bulunduğu için, kasabaya
yabancıların girmesi yasaktı. İskelede polisler gelenlerin kimlik kartlarım kontrol ederlerdi.
Bu yasaldı dönemleri ben de anımsıyorum. 60'lı yılların sonunda, kara yoluyla Kavak'a giderken bir noktada araba durdurulur, içerdekile- rin kimlik kartlarına dönüşte iade edilmek üzere el konulur, bagaj sıkı sı kıya aranır, ondan soma geçiş izni ve rdirdi. Askerlerin bu aramaları beni çok heyecanlandırırdı. Kontrol nokta sından geçtikten sonra başka bir ülkeye gittiğimizi sanırdım hep.
TEPEDEKİ KALE
Vakit erken olduğu için bu sefer 'balık molası' vermedim. Orada kalmakta ısrar eden ruhumu zorla ikna edip, Kavak'ın dar sokaklarından kıvrıla kıvrıla Yoros kalesine doğru tırmandım.
Bu yıkık kaleden Boğaz'ı seyretmeye doyum olmaz. Kale bir Bizans yapısıdır ama sürekli el değiştirmiştir. Çünkü buraya sahip olan, Karadeniz ticaret yolunun da sahibi olur. Nitekim kale yıllar boyu BizanslIlar, Cenevizliler ve Osmanlılar
arasında gidip gelmiştir.
Böylesine önemli bir geçmişe sahip olan Yoros Kalesi, benim gittiğimde tüm önemlerinden sıyrılmış, yarı ha rabe halinde, kendi başınaydı. Gör kemli geçmişi övünen bir düşküne benziyordu sanki. Kalenin ayakta kal mayı becerebilmiş bir duvarını rüzga ra siper edip, geçmişi görmeye çalış tım. Kimi kaynaklar Yoros Kalesi'nin adım 'kutsal yer' anlamına gelen Hi- eron'dan aldığım öne sürer. Kimi kay nağa göre ise Yoros adı, antikçağ tan rılarından Zeus'un sıfatı olan 'uygun rüzgarlar’ anlamındaki 'Ourios' tan gelir. Başka bir iddia ise Yoros adının doğrudan doğruya dağ anlamına ge len 'oros' tan geldiği yolundadır.
Evliya Çelebi ise kalenin adıyla ilgili daha farklı şeyler söyler. Ona göre burada Yoros adlı bir rahibin manastın olduğu için kaleye de aym ad verilmiştir. Çelebi sözüne şöyle devam eder: 'İçinde hâlâ 200 kadar Müslüman evi ve ufak bir Yıldınm Han camii vardır. Zira Yıldınm Han bu kaleyi fethedip kalmıştı. Sonra Fatih tamir edip, içine asker koydu. Gerçi hâlâ dizdarı ve askerleri yoktur.
Ancak gökyüzüne baş kaldırmış yüksek bir dağm üzerinde dörtgen şekilli bir kaledir. Fırdolayı 2000 adımdır. Dört tarafı kestane ormanıdır. Halkı tamamen odun taşıyıcısıdır. İri sığırları, lezzetli saf sütleri ve yoğurtları olur. Bu kale halkı, Karadeniz'de Kazak şaykaları belirse, ateş yakıp çevre köylere haber ederler, o işe memurlardır. Ancak geceleyin asla ateş yakmazlar, zira Karadeniz'de yüzen gemiler karanlık gecede boğaz sanıp karaya düşerler...' Evliya Çelebi böyle söylese de, bazı korsanların gece bu tepede ateş yak tıkları, buna aldanıp kayalara bindiren gemileri soydukları, resmi olmayan tarih kitaplarında konu edilir. Şimdi kale civarında hiçbir heyecan yoktur. Yoros, şarapçılar, kaçak aşıklar, benim gibi Boğaz aşığı tek tük konuğuyla birlikte, bir tepeden sessiz sedasız İs tanbul'u seyretmektedir. Tıpkı asırlar dan beri yaptığı gibi.
FENERİN KÖPEKLERİ
Yoros’u kendi haline bırakıp, ormanın içinden geçen bir yoldan Fener Köyü'ne doğru gitmeye
başladım. Bu yolun bahar
başlangıcında ne kadar tahrik edici olduğunu bildiğim için, kış soğuğunda çini çıplak soyunmuş ağaçların zavallı görüntülerine aldanmadım. Onların en çok bir ay sonra yapraklarını, çiçeklerini takıp takıştırarak dayanılmaz birer güzele dönüşeceklerini biliyordum.
Önce bir okulun önünden geçtim. Sonra küçük meydam dolaşıp fenere bulunduğu uca giden dar yola saptım. Yolun bitiminde arabadan inince, köyün tüm köpeklerinin etrafımı sardığım gördüm. Onlara verecek kuru bir ekmek parçası bile bulamadığım için mahcup oldum. Başlarını okşamakla yetindim. Köpekler umduklarım bulamayınca bir koşu uzaklaştılar. Issız sokakta bir başıma kaldım. Önce fenerin yam başındaki 'Kaptan Restoran' a hamle ettim. Merdivenlerden inerken burnuma dolan ağır balık kokusu ile irkildim. Bir acele kapıyı açıp kendimi bahçeye attım. Bir iskemleye oturup, öfkeli beyaz köpüklü dalgaların kumsalla oynaşmasını seyrettim. Manzara büyüleyiciydi.
Bu restorana yıllar önce yine gelmiştim. Ama güzel havayla lezzetli balığı yan ya na getiremiyordum. Balıklar havalar boz duğunda yağlamyor, lezzetleniyordu. Ama yağmurlu, rüzgarlı havada terasın tadı ol muyordu. Havalar ısı nıp, restoranm tera sındaki manzara do yumsuz olunca da ba lığın tadı kaçıyordu. Restorandan çıkıp hemen yanındaki Hamidi Evvel Camii’nin verandasına geçtim. Ve köyün en güzel manzarasının buradan göründüğünü fark ettim. Fenere baktım, uyuyordu. Onun gemilere göz kırpmasını göremedim.
Aslında Fener Kö yü iki bölümden olu şuyordu. Ben deniz kıyısındaki bölümün sokaklarını arşınlıyor dum. Aslmda köyün daha büyük bölümü, Riva'ya giden yolun üstünde bulunuyor du. Sokaklar kimse sizdi. Evlerin bazılan onarılmıştı. Bazdan ise kaderlerine terk eddmiş, bir moloz yı ğınına dönüşmüştü. Rüzgarlı tepedeki ev lerin pencerelerinde, bitmek bilmeyen bir Karadeniz manzarası vardı. Fırtınalı bu günde, beyaz tüllü bir pencereye konuk olup, öfkeden kudur muş denizi seyretme yi düşledim. Dalgalar la oynaşa oynaşa de nizi aşıp gelen rüzga ra fazla direnemedim. Soğuktan yaşaran gözlerimi silip, bir başka ağaçlık yoldan Beykoz'a doğru direk siyon kırdım.
Tıpkı geldiğim gibi, Boğaz kıyısından köy köy geriye döndüm.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi