işte "Kesip »aKlaaiKiarım... Köşesi ou auşuneeaen KaynaKianaı; ner
hafta bu köşede “Kesip Sakladıklarımdan bazılarını bulacaksınız.
Yıllardan beri gazetelerden, dergilerden, yazılar, fotoğraflar, haber
ler keser, saklarız; bir gün gelir işimize yarar, diye... Günü gelince
on-G
eçen pazar, havamı sıcak, Çeşme’den yeni dönmü şüz, Beyoğlu, yarım yüzyıllık anıla rıyla burnumuzda tütüyor. Dr. Saclt Kutlu’yla Takslm’de buluştuk, biraz lafladık, sonra Tü- nel’e doğru yürümeye başladık, o kaldırım senin, bu kaldırım benim...
Birden kendimizi Markiz’in önünde bul duk, belli ki Markiz’e insan eli değmiş Le- bon’dan sonra Markiz de kurtuluyor...
Lebon nedir, Markiz nedir?
Genç, hatta kırkına yaklaşan kuşa ğa anlatmak gerek...
Onu da A tilla Ilh an ’a bırakalım ,
“Kesip Sakladıklarımız” dosyasın
dan 1 Mayıs 1989 tarihli yazısını çe kip çıkaralım.
‘Markiz’de beş çayı
Daha o zaman Petrograd’ın adını Anka ra Pastahanesi’ne, Parisienne’in adını Hatay Pastahanesine çevirmemişlerdi. Daha o zaman, yani ne zaman? 1940’lı yıllar, savaş bütün cephelerde, olanca şiddetiyle sürüyor; ben öğretime devam hakkımı Danıştay kararıyla, yeniden elde etmiş, yatılı okumak üzere İstanbul’a gel mişim; eski Beyoğlu’ndan beni en ziyate etkileyen şeyher, pastahaneler oluyor: Haylayf, Nisuvaz, Löbon, ve Markiz! Mar kiz, hele Markiz!
Önünden geçtiğimiz olmuyor mu? Tü- nel’e yakın bir yerdedir, Sovyet Konso losluğumun az buçuk karşısına düşer, birara yedek parçacı dükkanı olacağı söylenmişti ya, olmadı; camlardan bakın ca, duvarlarındaki ünlü dört mevsim tab loları ile, bir zamanların ünlü Markiz’ini terkedilm iş ve kederli görüyorsunuz. Neydi o, bırakın taşradan gelenleri, İstan bul’un nisbeten yoksul mahallelerinden gelenleri bile etkileyen, son derece ağır başlı, galiba aristokratça bir görünüşü vardı. O yıllarda, orada tek gözlüklü, ya nakları hafifçe pudralı, diplomat eskileri ne; hala Birici Dünya Savaşı kibarlığını yaşayan, yüksek rütbeli emekli subayla ra; Pera döneminin zarafet ve güzelliğini, yakındoğu aksanıyla konuştukları Fran- sızcalarına dökmüş, çok boyalı ve buğu lu, levanten, madamlara rastlanırdı; elle rinde gümüş zarflı çay fincanları, saplı ve altın çerçeveli gözlükleri, önlerinde çeşit li ecnebi gazete ve dergileri; artık Le Temps mi olur, Le Journal de Geneve mi; yoksa Völkishe Beobachter mi, The Ti mes mi, hangisiyse? Benim, Aynanın I- çindekiler, dizisi romanlarını okumuş o- lanlar, O Karanlıkta Biz’de, Sırtlan Pa- yı’nda, Dersaadet’te, Sabah Ezanlarımda, bu pastahanelerin renk ve atmosferlerini, çok daha etraflı ve ayrıntılı olarak hatırla yacaklardır.
Lebon, Baylan, Nisuaz
1940’larda Markiz’in yanısıra, az ilerde karşısına düşen (şimdi ABC Kitabevi) Lö bon, Pangaltı’da hem pastahanesi, hem birahanesi olan Hay Layf, içeriye adımı nızı attığınız anda, kendinizi Fransıztaş-M arkiz
a ç m r K e n
rasındaki bir emekliler kahvesine daldığı nızı sandığınız Nisuvaz, nihayet, en ucuz ve en halka açıkları sayılabilecek Baylan, hala bütün debdebesiyle yaşayan kahve ler arasındaydı. Bakın bilerek kahve, di yorum, çünkü buraları daha çok batı ül kelerinde gördüğünüz çay salonları (tea room) ile kahveler(bistro) arasında birta kım yerlerdi; genellikle bizim halkın top laşmayı sevdiği, iki türlü buluşma yerin den, bu alafrangalıkları, ile ayrılırlardı: ol dum bittim, yalnız erkeklerin gidebildiği geleneksel kahve ve kıraathanelerimiz den; kadın erkek girebilen, 30’lu yılların bütün romanlarında önemli bir yer işgal eden, muhallebicilerimizden! Türkiye’nin, batı yandaşı, (yoksa mukallidi mi demeli yim?) Tanzim at, Meşrutiyet, Mütareke, hatta Cumhuriyet aydınları; onlar kadar, hatta onlardan da ziyade, levanten tatlısu frenkleri, işte bu alafranga pastahanelr- de, aperitif, alır, alla franca çene çalar, e- debiyat, sanat ve siyaset konuşurken, gerçek İstanbul halkı, mahalle kahvele rinde tavla ya da altıkol iskambil oynar, muhallebicilerde bulunurdu; tabii, sorun lar da oralarda konuşuluyor.
Buraların kültür boyutları
Fikrimce bu ayrılık iyice belirtilmeden, Markiz’in ve benzer eski Beyoğlu kahve lerinin ifade ettiği asıl anlamı, bu anlamın kültür ve siyaset tarihimizdeki boyutları nı gençlere adamakıllı anlatamayız. Mar kiz, Löbon, Nisuvaz, Haylayf, hatta Bay lan, Devleti Aliye’nin battığı yıllarda Der saadet’te oluşmuş, bazen ecnebi dah a- çok gayrı müslim komprador burjuvasi- nin; doğal olarak da, bu burjuvazinin be nimsemeye çabaladığı kültür emperyaliz minin yuvalarıydı. Sahipleri genellikle kozmopolit yabancılar, ya da varlıklı a- zınlıklardan olurdu, garsonları ise hıristi- yan, bazılarında kadın; söz temsili ben, 1950’lerde bile N isuvaz’da, bir de adı sonradan Cumhuriyet’e çevrilmiş olan, Kristal’in altındaki pastahanede, taa mü- tareke’den kalmış, beyaz Rus garson ka dınların hizmet ettiğini hatırlıyorum.Fakat asıl dram, Türk düşünce ve sa nat hayatının içinde oluştuğu bu yerlerin, bu derece frenk özentisi içinde olmaları
değildir; ya nerdedir, zaten onu söyleye ceğim ya, lafa onun için girdim.
Türk’ten ziyade ecnebi
İşte o pastahaneler bu sözde birbiren karşıt, gerçekte herşeyleriyle birbirinin e- şi sanatçı ve fikir adamlarımızın, onların yardakçılarının buluşup geliştikleri yer ler. OsmanlI aydını sosyalistmi diyor, de mekle kalsa iyi, işi 2. Enternasyol’a baş vurmaya kadar götürmüş, gel gör ki cad- di kebir’e çıktı mı, teşebbüsi şahsi ve a- demi merkeziyetyandaşı prens Saba hattin Bey’in taraftarlarıyla aynı pas- tahanelerde oturup, aynı Viyana ya da Paris kahvesini içiyor (o zaman espresso ve cappucino henüz devre ye girmemiş), aynı alafranga servis ten yararlanıyor, aralarında hatta ay nı tarih te P a ris ’te sürgün bulunm ak, Karlsbad’da olmak, Londra’dan geçmek gibi, ortaklaşa hatıralar var. Bilmem anla tabiliyor muyum? Halkın gözüyle baktın mı, fikir ayrılıkları ne kadar vakin görü nürse görünsün, bu sanatçı ve aydınların hepsi birbirlerinin aynı, hepsi Türk’ten zi yade ecnebiye benziyor, hepsi Türkler’in yaşadığı hayattan uzak, hiçbirisi, ciddi ciddi, tarih ve yurt bilinci nedir diye araş tırıp, çağdaş koşullarda ulusal bir Türk bileşim inin ne olacağını aram ıyor da, mülkü parçalamak isteyen Düveli Muaz- zama’nun sundukları çeşitli kültür reçe telerini benimsiyorlar.Ne dersiniz, Devlet;i Aliyye’nin batma sında, sonraları çoğu işbirlikçi bile ola cak bu tür sanatçı ve aydınların, hiç mi rolü olmamıştır?
Enter barlar. Pera
pastahaneleri
Yarın Artık Bugündür’ü seyretmiş miy diniz?
O televizyon dizisini, günümüzün entel barlarının eski Pera pastahanelerinin ne dereceye kadar uzantısı olduğunu tartış mak için yazmıştım. O kadar öyledir ki, ne vakit eski Pera’yı canlandırmak lafı a- çılsa, en hararetli savunucuları o barlar dan geliyor, yoksa arabesk çağının bu bu yabancılaşmış çocuklarını eski Pera alafrangalığını özlemle anmaya götüren, o alafrangalığın esrarengiz büyüsü mü dür? Doğrudur, vardır öyle bir büyü, ro manlarımda, ben de altını çizmeye uğraş mışımda ama, zinhar yanılmayalım, o bü yü, bir çürüme, dağılma, yozlaşma ve bo zulma döneminin (decandence) büyü- süydü, Tanzimat sonrasında başlayıp, I- kinci Dünya Savaşı ertesine kadar sürü yor, gerçekte çoğu seçkin aydınımızın, iğrenerek burun kıvırdığı lahmacun ve kebap kültürü, o bildiğimiz arabesk lüm penlik, Beyoğlu’na dalarak, iki yüz yıllık bir yabancılaşmayı tasfiye etmiştir.
Niye lümpen mi olmuştur? Niye mi ara besktir? Böyle olmaması için, mutlaka devrede bulunması gereken, aydınları mız ve sanatçılarımız, o süreç işlerken, Pera pastahanelerinde fink atıyorlardı da ondan!
SAYFA 18 FİESTA - 17 TE M M U Z 1994
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi