3 3 5
GÜNEŞ SAYFA7
Dünden • Buaünden
1 ŞUBAT PAZAR 1987
K A C IS
Hayata “ gülerek" bakan
ünlü yazarın gençlik anıları
Refik ERDURAN
1
Omuzlarımdan korkunç bir sorumluluk kalkmıştı
“ Nazım Ağabeyi şilebe bıraktıktan
sonra motoru Boğaz’a çevirdim”
Y
İRMİÜÇ yaşında, ama
aile reisi durumundaydım.
Nazım’m- baba bir, anne ayn-
kardeşi olan gencecik
kanmın, annemin, kocasından
yeni boşanmış ablamın, yedi
yaşındaki yeğenimin
güvenliğiyle ilgili
sorumluluklar da bende. Bir
fiyasko olursa onlann başına
neler geleceğini kim bilebilir?
Tutuklanma, sorgulanma,
işkence, kodes filan nedense
pek aklıma gelmiyor. En çok
düşündüğüm yakalanmamn
rezilliği...
B
İLİYORUM, 1951 Hazi- ran’mın ortasında bir sa bah Karadeniz'de olup bi tenleri merak ediyorsu nuz en çok.O gün geçmişimin bence en drama tik günij değil. Ama, zaman makinemi zin merceğini önce o saatlere ayarlaya lım.
Hani 1986 yılının sonuna doğru fırtı naya yakalanan bir Romen gemisi, İs tanbul Boğazı’nın hayli açığında 11 TIR kamyonunu denize attı ya? Yer işte o olayın geçtiği bölge.
Fırtına yok o gün. Yeni çıkan poyraz sabahın erken saatlerindeki sisi dağıtıp dalgacıklar oluşturmaya başlamış
Nt azım Ağabey i Plekhanov şilebine ...
bıraktıktan sonra minik sürat motorunun burnunu Boğaz yönüne çevirmişim. Se ke, seke uçarcasına gidiyor beyaz Chris- Craft
Kendimi de kuş gibi hafif hissediyo rum. Omuzlarımdan korkunç bir sorum luluk kalkıvermiş. Ama ileriye dönük dü şünmeye başlayınca, kafama sorular ve çelişkili kaygılar üşüşüyor.
Sürekli izlenen Nazım Ağabey'in or tadan kaybolması nasıl yorumlanacak? Ne zaman telaşlanıp nerelerde araya caklar O’nu? Basın ne zaman haber ala cak, durum ne zaman açıklanacak?
“ Birkaç gün denemek İçin” almış ol
duğum motorun sahibi Nazım’ın sırra kadem bastığını ne zaman öğrenecek? Duyunca iki olayı birbirine bağlayacak mı?
Tutuklanma, sorgulanma, işkence, kodes filan nedense pek aklıma gelmi yor. En çok düşündüğüm, "yakalanma
nın rezilliği."
"O sırada askerim. Yedek subay adaylarının sınıflara ayrılmak için gön derildikleri Ankara’da uç hafta boyunca ömrümün hiçbir döneminde olmadığım kadar çalışkan öğrenci kesilmiş, fizikten trigonometriye değin bir sürü teknik ve matematik konuyu yutmuş, sınavlarda
“ inekçe” bir puan tutturarak İstanbul'
un Tuzla'sındaki Uçaksavar Okulu'na yollanmamı sağlamışım.
“ İŞ İN tuhafı
uçaksavar top
çuluğu sanver-
miş beni. Skeet
atıcılığının dev boyutlusu gibi
hoşuma gitmeye başlamış”
İşin tuhafı, uçaksavar topçuluğu sa- rıvermiş beni. Skeet atıcılığının dev bo yutlusu gibi, hoşuma gitmeye başlamış. Yani, o günlerde yediğim herzeleri dü şününce inanması oeiki guç ama, asker liği düpedüz seviyorum. Çadırda yatsak da, güneş altında tam teçhizatla yapılan upuzun yürüyüşlerde anamız ağlasa da, boyuna sızıldanıp homurdansak da, ora daki bütün delikanlıların arasında "si
lah arkadaşlığı” denilen özel bir daya
nışma bağı kurulmuş.
Muin adında bir bölük komutanımız
var. Çok şişman bir üsteğmen. Çocuk lar Mohini diyorlar (o günlerde İzm ir’e getirilen yavru filin adı). Beni pek sevi yor ve bir-iki hafta sonunda evimize ge lip çay içmiş olduğu için kendisini aile mizden saydığını söylüyor. Dünya se vimlisi bir adam. Ama, hastalık derece sinde komünizmle bozmuş durumda. Geceyarıları hepimizi uyandırıp, şilte alt larında "mahzurlu kitap” arıyor. Bizim çadırda yalnız benim şiltemin altına bak mıyor. "Sen kardeşlmsin” diyerek..
Niçin “Gülerek”?
Ö
MRÜMDE hiç anı deflerim olmadı. Hiçbir dönemde sistemli biçimde nottutmadım. Mektup ve gazete biriktirmem genellikle. Foto albümlerine bak maktan hoşlanmam. Çünkü geçmişle uğraşmak dünlerin çoğalıp yarınların azaldığını düşündürür, bugünün üstüpe ölümün gölgesini düşürür.
Onun için, hep merak etmişimdir: İnsanlar neden yazarlar anılarını? Şu anda aklıma gelen nedenleri sıralayayım.
1. Kendinden söz etme merakı.
2. Birtakım davalarda kendini haklı, başkalarını haksız gösterme isteği. 3. İz bırakma umudu.
4. “Görüp geçirdiklerimden çıkardığım dersleri hemcinslerime ak tarmalıyım” kuruntusu.
5. Bir gazete genel yönetmeninin “ Anılarını yaz!" demesi ve o kişinin iki metre boyunda olması.
Şimdi benim gençlik anılarımı kağıda dökmek için makine başına geçme nin nedeni bu sonuncusu işte.
Dört numaralı nedenin üstümde hiç mi etkisi yok?
Var elbette. Ömrümün kıssasından aldığım hisseleri gençlere sunmanın belki yararı olur “ çorba tuz" ölçüsünde.
Lafın sonunda onlara verebileceğim bir öğütü başlangıçta tek sözcükle özet leyeyim:
Kasılmayın.
“ Ciddiyet ” anlayışınız asık suratlılıkla eşanlamlı olmasın yani.
İyi antrenörler atletlerin rahat koştukları zaman daha olumlu sonuçlar al dıklarını bilirler.
Dünyanın ciddi sorunlarla dolu olduğunun farkındayım. Ama gerek onlara, gerek kendi sorunlarınıza kaş çatmadan yaklaşabilirseniz, çözümlere yönel meniz kolaylaşır.
Tanrı ‘nın bildiğini kuldan niçin saklayayım? Kusurlarım erdemlerimden kat kat fazladır. Ancak, çok yararını görmüş olduğum bir özelliğim de var. An nem onu hep şöyle dile getirir:
Sen hayatı şaka sanıyorsun!
Oysa şaka sanmıyorum, öyle görüyorum çoğu zaman. Bence eğer insan ların yaşantısını yönlendiren bir doğaüstü bilinç varsa, çok şakacı bir yönet men olmalı o güç.
Yaptığı azizliklere gösterebileceğiniz en uygun tepki de gülmek. Deneyin, bakın.
Öylece daha uzun yaşayacağınızı garanti edemem. Ama yaşarken daha az gamlanır, daha çok eğlenirsiniz.
Kesin karara dönüşmemiş bir tasarım var:
Amatör pilotum. Gerçi yalnız Piper Cub ve Cessna gibi hafif uçaklarla bir kaç saat solo (tek başıma) uçmuşum. Ama çeşitli yolcu uçaklarıyla uçarken, pilot kabininde oturmuş olduğum için onlara da büsbütün yabancı değilim. Gereğinde -biraz alıştıktan ve yeterli sa yıda deneme turu yaptıktan sonra- bir yolcu uçağını da piste indirebileceğimi düşünüyorum.
O zamanlar, hava korsanlığı başlama mış daha. Güvenlik önlemi falan yok. İş ler kötüye giderse ailemi “ Seyahate çı
kıyoruz” diye kandırarak bir yolcu uça
ğına bindirebilirim. Kalkıştan sonra pi lot kabinine girip silah çekerek dilediğim rotayı dikte edebilir, direnen olursa, hep sini dışarı çıkarıp kapıyı kilitleyebilir, pi lot yerine oturabilirim.
Kurallar da koymuşum kendime. Si lah boş olacak. Sırf blöf gücüme güve necek, kesinlikle kan dökmeyecek ve kimse için somut tehlike yaratmayaca ğım.
(Toyluk tabii. Gerçekte ortaya bir si lah çıkarıldıktan sonra neler olacağını kimse kestiremez.)
Tüm bunları kurarken keyfim kaçıyor, kaşlarım çatılıyor. Çünkü bir daha
döne-OZAMANLAR hava
korsanlığı başlamamış
daha. Güvenlik önlemi
falan yok.
İşler kötüye giderse ailemi
“seyahate çıkıyoruz”
diye kandırarak bir yolcu
uçağına bindirebilirim.
Kalkıştan sonra pilot
kabinine girip
silah çekerek dilediğim
rotayı dikte edebilir,
direnen olursa hepsini
dışan çıkarıp kapıyı
kilitleyebilir, pilot
yenne oturabilirim.
meme olasılığını göze alarak Türkiye' den uzaklaşmayı düşünmek bile istemi yorum.
Sonra birdenbire kahkahayla gülme ye başlıyorum. Çünkü aklıma Nazım
Ağabey’in Münevver Yenge ye (eşine)
bildirmemi istediği “ müjde şifresi ge liyor.
O sabah ayrılırken, ikisi düşünmüşler. Ya yakalanırsak? Nazım'ı ya da beni te lefonla yalancıktan iyi haber vermeye zorlarlarsa? Öylece Münevver’i de so ruşturmanın içine çekmek gibi bir ma nevra çevirirlerse?
İyisi mi, ancak Nazım selamete kavuş tuktan sonra bana açıklayacağı, benim de ezberleyeceğim numaraya dönüşte bildireceğim, telefon dinlense bile, kim seyi kuşkulandırmayacak bir haber şif resi olmalı.
S ABAHTJ
beri Nazım A
bey, bana bo]
na ‘deli oğİ
dedi.Gerçek ]
yı var mı acaba o sözde?”
Kararlaştırdıkları ve Nazım Ağabey’in şilebe binerken bana tebliğ ettiği şifre cümle neydi, biliyor musunuz?
“ Süt şişesinin kapağı uydu.”
Evet, Türkçe’nin en güzel mısraların- dan birçoğunu yazmış olan büyük şai rin o durumda bulduğu laf buydu!
Evde bebek var ya? İşitene normal gelecek.
Ama düşünün, o konuşmayı dinleyen olduysa duyduğu diyalog şu:
—Alo!
— Evet?
—Süt şişesinin kapağı uydu.
— Mersi. Tık...
Bu da kuşku uyandırmazsa, ne uyan dırır?
Arayan kim? Sütçü mü? Şişeci mi? Paşabahçe Fabrikası kapak bölümü şefi mi?Boğaz'a girerken gülmem geçiyor. Bi raz sonra Kavaklar ın arasında olaca ğım. Önüm kesilecek mi? Ya da Moda Koyu’na varıp iskeleye çıktıktan sonra birkaç "sivil” koluma giriverecek mi?
Bilmiyorum. Ama aklıma bambaşka bir sorun takılıyor:
—Sabahtan beri Nazım Ağabey ba na boyuna “deli oğlan” dedi. Gerçek payı var mı acaba o sözde? Ya şaka- maka birkaç tahtam eksikse? Eğer öy leyse, nereden geliyor bu? Kime çek miş, nasıl koşullanmış, nerede üşüt müşüm?
Dikkat çekmemek için hız kesip Bo- ğaz'dan aşağıya uslu uslu.süzülürken, hep bunu düşünüyordum. Üsküdar'ı ge ride bırakıp Kızkulesi’ne yaklaşırken gözüm Salacak iskelesi’nin yanındaki iki yalıya ilişiyor.
Biri büyükbabamın yaptırdığı, benim de içinde doğduğum ev. Öteki ona biti şik. Aileye damat olduktan sonra babam satınalmış.
Ve zaman makinemin merceği daha uzak yıllara ayarlıyor kendini.
YARIN
“ OELİ” KANULIĞIN KAYNAĞI: BABAM
Yakalanma olasılığı gözümün önüne bir görüntü getiriyor. Talim sırasında te peme dikilen bir inzibat subayı, beni okul komutanının beklediğini bildiriyor. Arka daşlar nasıl şaşkınlıkla bakarlar yüzüme! Durumu öğrenince Muin Üsteğmen na sıl bakar? Yaptığımın kendisine karşı bir eylem olmadığını, tanışıp önyargısız ko- nuşabilseler Nazım Ağabey’le çok se vişeceklerini ona anlatabilir miyim? Çin ce konuşsam daha iyi!
Yirmiüç yaşında, ama aile reisi duru mundayım. Nazım’ın -baba bir, anne ayrı- kardeşi olan gencecik karımın, an nemin, kocasından yeni boşanmış ab lamın, yedi yaşındaki yeğenimin güven liğiyle ilgili sorumluluklar da bende. Bir fiyasko olursa onların başına neler ge leceğini kim bilebilir?
GÜNEŞ SAYFA 7
Dünden • Buaünden
2 ŞUBAT PAZARTESİ
I İ U 'I S
Hayata “ gülerek” bakan
ünlü yazarın gençlik anıları
Refik ERDURAN
V ekalet ücreti karşılığı m üvekkilinden almış...
Babam ın yazıhanesi tavana
kadar a t nalı d o lu y d u ...
A
n n e m
bir gün “yürü
babana gidiyoruz” dedi.
Yazıhaneye girdiğimizde
ne görsek beğenirsiniz?
Antre, katip bölümü ve
odalar tavana kadar nal-
dolu. Nalların uygun,
nitelikte olmadığı ve
askeriyeye satılamayacağı
anlaşıldı. Yazıhane ancak
hepsinin bedava
dağıtılmasıyla boşaltılabildi
--- ---
2
---A
ZRAİL dostumdur. Bir-iki değil, çok kez karşılaştık. Gözgöze geldik, bakıştık. Kılıma dokunmadan geçip gittiBabamın bir sözünü anımsıyorum:
—Belâ öyle bir köpektir ki, kaçarsan kovalar. Üstüne gidersen ısırmaz.
Kağıt üstünde parlak duran bu lafın gerçeklere uygunluğu tartışmaya açık bence. Çünkü o hikmeti dile getirmesin den kısa bir süre sonra babamı köpek ısırdı.
Sekiz yaşlarındaydım. O zaman yem yeşil kırlık bölge olan Mecidiyeköy’deki kahvelerden birinin bahçesinde ailece oturmuş, çşy içiyorduk. Bir ara annem le babam yürüyüşe çıktılar. Döndükle rinde babamın paçaları paramparça, ba cakları kan içindeydi.
iri bir köpekle karşılaşmışlar. Hayvan hırlamış. Babam üstüne yürümüş. Ge lişmeler teoriye uymamış Kaçmamış kö pek. Daha doğrusu, zorlu bir savunma yaptıktan ve düşmanına hayli zayiat ver dirdikten sonra kaçmış.
Herkes onun yakalanıp muayeneye gönderilmesi gerektiğini söylüyor, ba bam ise “ Bırakın canım hayvanı, ka
bahat bende" diye gülüyordu
Ama sonra doktorların ısrarıyla bir sü rü kuduz iğnesi yedi.
Pek çoktu babamın o tür olayları Osmanlı Bankası'nda çalışan bir mü- vekkjlesi bir kış günü telefon etmiş.
—İşten çıkınca peşime takılan bir adam var, demiş Çok korkuyorum. Ne olur, bugün beni evime kadar siz gö türün.
Hanım Cihangir'de, tenha ve hiçbir ta şıtın giremeyeceği kadar dar sokaklı bir yerde oturuyor. Tipiden göz gözü gör müyor o akşam. Buz tutmuş yerde kay mamak için ikisi güçlükle ilerlemeye ça lışırlarken geriden vuran bir gölge önle rine düşüyor. Babam dönüp de bir ada mın yaklaştığını görünce “ Yanında er
kek varken de hanıma musallat olur sun ha?” diye bağırarak saldırıyor, ırz
düşmanının boğazına sarılıyor Kayıp ye re yuvarlanıyorlar. Babamın bacağı kı rılıyor.
Ama bırakmıyor hasmının yakasını. Birşeyler söylemeye çalışan kadını da dinlemiyor. Adam ise avazı çıktığı kadar
“ İmdaaat, deli var!” diye haykırmak
ta.
Kapılar, pencereler açılıyor, insanlar dışarı uğruyorlar. Gürültüye koşan ma halle bekçisinin de yardımıyla babamın elinden kurtarılıyor adamcağız. Ve za vallının hiçbir kötü niyeti bulunmayan bir vatandaş olduğu anlaşılıyor.
Aile çevrelerinde kahkahalarla anla tılan o olaydan iki koltuk değneği arta- kalmıştı. Yetişemediğim dallardan incir koparmama yarardı onlar.
Babamın kadınla ilgili konularda sağ duyudan hayli yoksun oluşu kalıtımsal dı galiba.
Onun babası Halepte, Sivas’ta ve başka doğu illerimizde Ağırceza Reisi imiş. İki kadın almış. Hanımlar yarışa kalkıp birer düzine çocuk doğrmuşlar.
Babam evdeki gerginlikten bir an ön ce sıyrılıp asker olmak istemiş. İstan bul’a, Kuleli’ye yollamışlar. Hafta son larında “ namazında, niyazında" diye bilinen bir akraba hanımın evine çıkıyor muş. Henüz büluğ çağındaki oğlanla ne olmuşsa olmuş Bir süre sonra hanım kendisinden 25 yaş küçük delikanlıyla nikahlanmış.
Kuleli’den mezun olunca gerekli disip line giremeyeceğini anlayıp askerlikten çekilmiş babam. Hukuk’u bitirip avukat lığa başlamış. Tam yaşamını rayına oturtmuş görünürken ve kendi 30 yaşın dayken o sırada 14 yaşını yeni dolduran anneme âşık olmuş!
Oysa annem bambaşka bir ortamın ürünü. Babası Mustafa Refik, Doğu’dan çok Batı'ya eğilimli gazeteci-yazar Ah-
med Midhat Efendl'nin yeğeni. Dayısı
nı çok seven büyükbabam yetişirken bir kaç yılını onun Beykoz'daki yalısında ge çirmiş, oradaki çok düzenli ve disiplinli yaşamın etkisinde kalmış. Mülkiye'yi bi tirdikten sonra Resimli İstanbul dergisini çıkarmış, Darülmuallimat ve İzmir’ deki Metkeb-i Sultanî müdürlüklerinde bulun muş, çevirilerle para kazanarak Sala cak da bir yalı yaptırmış, oralı Ekmekçi- başı ailesinin kızını almış, kendi çocuk larını da Batı kültürüyle donatarak yetiş tirmeye başlamış. Kırk yaşındayken ve rem tedavisi için gittiği Viyana’da ölmüş. Ama anneannem onun ev ve aile düze nini aynı titizlikle sürdürmüş.
İşte o düzenin içine Doğu dan gelen bir torpido gibi dalmış babam. Karısı an neannemin arkadaşıymış. Kendi de ai le dostu sıfatıyla anneme edebiyat ders leri verirken usul usul baştan çıkarmış kızı. Birkaç yıl sonra -anneannemin fe nalıklar geçirmesine aldırmadan- evlen mişler.
Öylece "İki e v li” olmuş babam. Ve
1941 İstanbul'unda Prenses Nevcivan ın cenazesinin arkasından yürüyenler. Daz
lak zat Feridun Pasa. Solunda İstanbul Valisi Lutfi Kırdar. (Onun solundaki ada
mın edebine bakın! 0 zamanlar vali yanında öyle durulurdu.) Babam eli yelek cebinde yürüyor. Paşanın elindeki baston ise aslında silahtı. Sıyırınca şiş çıkar
dı içinden Cok vesveseli olduğundan, onu hic yanından ayırmazdı.
Yıl 1908-9 olmalı. Mustata Refik Bey Salacak taki yalısında, eşi ve üc ço cuğuyla. Ortadaki annem. Kılıkları, davranışları, disiplinli düzenleriyle herhangi bir Batılı burjuva ailesinden pek az farklı biçimde yaşarlarmış (üstte).
Annemin kucağında, beş ayıık kılı ğım. Gördüğünüz gibi, türban yeni bir sorun değil. Vaktiyle benim bile basım örtülüymüş (Yanda). büyukhammın yıllar sonra ölmesine de
ğin -biri kendinden çok yaşlı, öteki ken dinden çok genç- iki kadın arasında hu zursuz yaşamış.
Ama rahmetlinin belâ aramadaki en büyük dehası para alanındaydı.
Pek çok dostum beni “ zengin çocu
ğu' diye bilir.
Oysa babam zengin değildi. Çok ça lışan, sıkıntı ve tehlikelere göğüs geren, zaman zaman büyük paralar kazanan, sonra da hepsini hemen batırmanın, kaptırmanın, çarçur etmenin yolunu bu lan, o yüzden ömrünün büyük bölümün de parasızlıktan kıvranan bir acaip adamdı.
rininde "Tasfiye dolayısıyla ucuzluk” diye bir yazı görünce hemen içine dalıp sahibini bulmuş, “ Buradaki herşeyi
birden kaça satarsınız?' demiş. Pazar
lıkta uyuşulunca kapatmış tüm malları. O akşam anneme “ müjdeyi” verin ce kıyamet koptu tabiî. Günlerce bahçe ye tahta sandıklar taşınıp yığıldı. İçlerin den birkaç lokantaya yetecek sayıda - ve evden çok lokantaya yakışacak nitelikte- tabak çanak çıktı. Büyük bölü mü mahalleliye dağıtıldı. Kalanların da alabildiğine hoyratça bulaşık yıkanarak yok edilmesine çalışıldı. Ama o işlem yıl lar sürdü.
En b a sit sa tın a lm a la rı b ile fan tastik
fiy a tla ra d ö n ü ş tü r e b ilm e s iy le
ü n lü y d ü rah m etli.
Kazandığı davaların avukatlık ücreti ni alamadığı için arkasından kendisiyle alay edildiğini birkaç kez duymuşumdur. Annem de onun enayilik çizgisine varan yufka yürekliliğine kızardı. O yüzden tar tışırlardı zaman zaman.
Bir ara babam onun yazıhaneye uğ ramasını istemez gibi davranıyordu. An nem bir gün “ Yürü, babana gidiyoruz" dedi. (Yıllar sonra bana açıkladığına gö re, kocasının çok güzel bir sekreter edin miş olmasından kuşkulanmış.)
O gün yazıhaneye girdiğimizde ne görsek beğenirsiniz? Antre, kâtip bölü mü ve odalar tavana kadar nal dolu!
Evet, bildiğimiz at nalı. Pırıl pırıl ma den yığınlarından ne masalar görünü yor, ne kitaplar.
Meğer müvekkillerden biri avukatlık ücretini ödememiş. “ Elimde askeriye
ye satılacak nallar var, sana onları ve reyim, zamanı gelince teslim edip pa ranı alırsın" demiş babama. O da yü
zü tutmadığı için razı olmuş. Ama duru mu öğrenirse annemin kızacağını biliyor muş.
Nitekim nalların uygun nitelikte olma dığı ve askeriyeye satılamayacağı anla şıldı. Yazıhane ancak hepsinin bedava dağıtılmasıyla boşaltılabildi.
En basit satınalmaları bile fantastik fi yaskolara dönüştürebilmesiyle ünlüydü rahmetli. Annemin ailesine yakın olabil mek için onların bitişiğindeki yalıyı almış tı. Sonradan oraya yerleştiğimizde ev döşenirken tabak takımlarına ve mutfak öteberisine gereksinme olduğu söylen miş.
Babam ertesi gün Karaköy’den geçer ken öyle şeyler satan bir mağazanın
vit-Korkarım böyle anlatılınca babamı sıfır numara alık ya da manyak sanacaksı nız. Öyle de değildi. Zaman zaman ina nılmaz derecede becerikli ve akıllı dav randığı olurdu.
Örnek diye, son büyük parayı nasıl ka zandığını anlatayım. Ama öyküye hayli geriden, geçen yüzyıldan başlamam ge rek.
Nevcivan adlı güzel bir Çerkeş kızı Mı
sır sarayına cariye diye gönderiliyor. Örada bir prense iki oğul, bir kız doğu runca nikahı kıyılıyor. Sonradan kızı ve liaht prensle evlendiği için nüfuzu da ar tıyor. Kendisine büyük arazi parçaları ve çok değerli mülkler, mücevherler, çeşitli gelir kaynakları bağışlanıyor. Ölen koca sının ve büyük oğlunun miraslarına da konuyor. Emlakini ve servetinin önemli bölümünü Mısır’da bırakarak İstanbul’a gelip yerleşiyor. Vefai ailesinden Feri
dun Paşa diye bilinen, kendinden hayli
genç, zarif, yakışıklı, ama işsiz güçsüz biriyle evleniyor. Şimdi Osmanbey'de Ömür Kliniği olan konakta yaşıyorlar.
Derken Mısır’da vukuat çıkıyor. Nev-
civan'ın küçük oğlu Prens Sabahattin
bir tartışma sırasında sinirlenip eniştesi veliaht prensi bogazınoan taDancayıa vuruyor. Veliaht ölmüyor ama ses telle ri parçalandığı için konuşamaz oluyor
Prens Sabahattin'i de Malta’ya sürüp
orada hapsettiriyorlar. Adam uzun yıllar mahpus kaldığı ve kendisine gıdadan çok viski verildiği için meczuplaşıyor.
Sonunda Prenses Nevcivan M a lta - ya adamlar gönderiyor, büyük bir ser vet ödeyerek gardiyanları elde ediyor, oğlunu İstanbul’a getirtiyor. Ama Mısır hükümetiyle prensesin arası açılıyor ta biî. Emlakte ve eski miraslarda pay
id-P
a l t o
kurşun çuvalı
gibi ağırdı. Annem şaşırdı.
Babam ondan bir
tırnak makası istedi.
Pkltonun astarını
söktü. Tepeleme
mücevher yığıldı bir
masanın üstüne. Prenses
Necivan’m servetinin
kurtarılmış bölümü
Türkiye’ye o biçimde
transfer edilmişti.
dia edenlerin de çabasıyla oradaki işler düğüm oluyor. Sonuçta Feridun Paşa’- nın avukatı sıfatıyla babam giriyor dev reye.
Ben bu trajikomedinin kahramanları nı tanıdığım zaman on yaşındaydım.
Prens Sabahattin Koşuyolu'ndaki saray
yavrusu köşkün bahçesinde hiç konuş madan tekerlekli iskemleyle dolaşır, ge yiklere yiyecek verir, gözünü dikip ba karak kadın ziyaretçileri ürkütürdü. Prenses de yarı bunamıştı. Beni her gör düğünde yanağımdan makas alıp “ Ha
niymiş annen, haniymiş baban?” der,
sinirimi bozardı. Feridun Paşa ise ina nılmaz bir adamdı. Öğleden sonra uya nır, üç-dört saatte giyinip “ hazır olur” , sabahlara kadar oturur, herkesin de kendisiyle oturmasını ister, en ivedi so runlar karşısında bile bir türlü karar ve remez, üstüne varılırsa burnu terlerdi.
Dünya Savaşı’nın ikinci yılında pren ses hastalandı. Doktorlar , birkaç aylık ömrü kaldığını söylediler. Ölürse Mısır' daki tüm servet kayıplara karışacaktı. Zaten o ülkenin ne olacağı da belli de ğildi. Dakika yitirmeden birşeyler yap mak gerekiyor, prenses günden güne eriyor, Feridun Paşa durum kendisine anlatıldıkça terden sırılsıklam olan bur nunu ipek mendillerle silmekten ötede hiçbir karara varamıyordu.
Sorununa annem el koydu. Bir gece babamla ikisi evimizin salonunda paşayı saatlerce azar'adılar, iyice sıkıştırıp bu nalttılar. Ertesi gün prensesten umumî vekaletname alıp yola çıktı babam.
Savaş koşulları içinde çeşitli taşıtlar değiştirerek ulaşabildiği Kahire'de bir- buçuk ay kaldı. Orada tehlikeli entrika larla karşılaşmış. Birkaç kez tabancalar, bıçaklar karışmış işin içine. Pek çok ge ce çiftlik binalarında silahlı adamlarla nö bet tutmak zorunda kalmış. Sonunda paçasını da kurtarmış, servetin önemli bir bölümünü de. Satabildiği herşeyi haraç-mezat satmış, el koyabildiği (pa muk stokları gibi) herşeyi kestirmeden paraya çevirmiş, iş o parayı çeşitli en gelleri aşıp Mısır’dan çıkarabilme soru nuna dayanmış.
Biz bunların anahatlarını bir tek mek tuptan öğrenmiş, olayın nasıl bitebilece ğin! bilmediğimiz için heyecanla bekli yorduk. Bir akşam çıkageldi babam. He pimizi öptükten sonra gülümseyerek paltosunu anneme uzattı:
—Şunu alır mısın?
Palto kurşun çuvalı gibi ağırdı. Annem şaşırdı. Babam ondan bir tırnak makası istedi, paltonun astarını söktü. Tepele me mücevher yığıldı bir masanın üstü ne.
Prenses Nevcivan’ın servetinin kur
tarılmış bölümü Türkiye’ye o biçimde transfer edilmişti!
Hukuka sıkı sıkı bağlı bir insan saydı ğım babama sordum:
—Kaçakçılık değil mi bu?
— Kanunlar insanlar içindir, diye gül dü. Bunun Türkiye’ye ne kadar faydalı olduğunu görmüyor musun?
Şimdi olayın sonrasını dinleyin. Paşa mücevher değil, para istiyordu. Bir bankacı arkadaşı vardı babamın. (Sonradan çeşitli üçkağıtçılıklardan hü küm giyip hapse girdi). İstanbul’da o iş lemleri yapabilecek başka kimse yok muş gibi o arkadaşını çağırıp mücevher leri eline verdi:
—Al bunları, çabucak paraya çevir. Yüzde onunu bana, yüzde doksanını
Feridun Paşa'ya ver.
Paşa sonuçtan pek hoşnut kaldı. Ama babamın eline bütün bu hikayeden ka
zanabileceğinin üçte birinin bile geçme diğini sonradan farkettik.
Yine de önemli paraydı. Akıllıca yatı rımlara dönüştürülse ve korunsaydı ye di ceddimize yeterdi sürgit. Rahmetli he men hepsiyle Yeniköy’de yalı, Yakacık ve Bostancı'da kocaman bahçeli harap köşkler, antika eşya falan gibi "gelir ge
tirm ez” şeyler aldı. Ertesi yıl ölmesin
den sonra o bankacı bey varlık vergisi komisyonunda görevlendirilince annem den rüşvet istedi. Annem öfkelendi, ver medi. Vergiler geldi, karışık işler birbiri ni kovaladı, mal-mülk yok pahasına sa tıldı. Yani sonuçta söz konusu para da “ berm utad" çarçur edildi.
Ama o yüzden babamı eleştirmek ak lımın kenarından geçmez. Yalnızca gü lüyorum düşündükçe.
Çünkü ben beter şeyler yaptım. Hem de tekrar tekrar!
! YARIN
GÜNEŞ SAYFA 7
Dünden • Bucründén
3 ŞUBAT SALI 1987
K A C IS
Hayata “ gülerek” bakan
ünlü yazarın gençlik anıları
L / M L J
Refik ERDURAN
Resmin altında “yüzü neşeler dolu, ne sevimli yavru bu” yazıyordu
Evden kaçtığım gün çekilen
resmim dergiye kapak oldu
Y A L ID A in ce tahtadan
ve brandalardan
yapılm ış bir padılbot
vardı. A ltı-yedi
yaşım a g e lin ce
bununla dolaşm aya
başlam ıştım .
En
büyük zevkim botu
devirm ek, altına
girip için d e kalan
havayı soluyarak
insanları
heyecanlandırm aktı
• LK anınızın ne olduğunu
söy-I
leyebilir misiniz? Ömrün başlangıcındaki yıllardan genellik le belirsiz ve karışık izler kalır bellekte. Oysa benim ilk anım çok net. Çünkü yaşamımın tümünü etkilediğine inandığım bir olayla ilgili.
Salacak taki yalının önüne balıkçılar kayıklarını çeker, çakılların üstünde ağ kurutur ve onarırlardı. Onların kayıkları boşaltmalarını, balıkları taşımalarını, ba ğıra bağıra birbirleriyle şakalaşmalarını ön bahçeden izlemeye bayılır, yanları na gitmek için can atardım. Gelgelelim, arada kocaman bir kapı ve erişemedi ğim bir mandal vardı. Ayrıca dadım gö zünü üstümden ayırmaz ve o kapıya yaklaşmama bile izin vermezdi.
Henüz iki. ikibuçuk yaşımdayken bir gün nasıl yapmışsam gözaltından sıyrıl mış, bahçeye yalnız çıkmış, kapıyı aç mışım. (Belki de açık bırakılmıştı kapı). Taş merdivenden kıyıya inmiş, rıhtımda bağlı duran sandala binmiş, teknenin burnundan ip sarkıtarak balık tutar gibi oynamaya başlamıştım. Anlaşılan, b a caklarıma dolanmış ip. O ara bir vapu run dalgası da sandalı sallayınca deni ze yuvarlanmışım. Başım suyun içinde, ayaklarım havada kalmış. İskele çevre sindeki balıkçılardan biri sandal kenarın da çırpınan bir çift çocuk bacağını gör müş de yardıma koşmuş.
İşte ben o saniyelerde seyrine baktı ğım deniz dibini çok açık-seçik anımsı yorum. Yosunlar, taşlar, biraz ötedeki kumlara yarı gömülü duran çapa... Ağ zıma dolmaya başlayan suların tuzlu ta dı..
Sonra hava ve ışık... Merdivenden çığ lık çığlığa inen dadım.. Balıkçıların gü lerek "Birşey yok, birşey yok” diye onu yatıştırmaya çalışmaları... Hepsi keskin çizgilerle gözümün önünde.
Daha sonra onlarla ve başka balıkçı larla haşır-neşir oldum. Nasıl para ka zandıklarını, neler çektiklerini yanından gördüm. Gitgide anladım ve sevdim hepsini. Belki de onlardan genelleme yaparak tüm kol emekçilerine sıcak bak ma eğilimini edindim.
Aynı olayın bir de kötü yatkınlık edin meme katkısı oldu belki. Söz konusu duyguyu anlatmak şüç. “ Hiçbir şey
gerçekten öldürücü değildir, hiçbir şeyin bana fazla zararı dokunmaz" tü
ründen, inançla şımarıklık arası bir ra hatlık... Ve tehlikeyle flört etmeyi eğlen celi bir oyun sayma haşarılığı...
Yalıda ince
tahtalar ve
brandadan
yapılmış bir
padılbot vardı,
Altı-yedi yaşma gelince
onunla dolaşmaya başlamıştım
Yalıda ince tahtalar ve brandadan ya pılmış bir padılbot vardı. Altı-yedi yaşı ma gelince onunla dolaşmaya başlamış tım. En büyük zevkim botu devirmek, al tına girip içinde kalan havayı soluyarak beklemek, suyun yüzüne çıkmadığımı görünce boğulduğuma inanan insanla rı heyecanlandırmaktı.
Bir gün bu oyunu fazla sürdürüp akın tıya kapılmış olacağım ki, su üstüne çı kınca kendimi hayli açıkta buldum. Bo tu düzeltip suyunu boşalttım,Harem ya kınlarında kıyıyı zor tuttum, yalıya yaya döndüm. Evdekilere birşey söylemedi ğim için, botu getirmek yine balıkçı dost larıma düştü.
(Denizle şaka olmayacağını yine de öğrenememiştim herhalde. Taa 1972 yı lında, hergün bir-iki saat yüzmeye alış tıktan ve kırkımı geçtikten çok sonra, bir sabah Büyükada’nın Nizam kıyısından denize girdim. Tuzdan yanmasın diye gözlerimi yumarak ve başımı sudan hiç çıkarmayarak yüzerken düşüncelere dalmışım. Neden sonra başımı kaldırın ca bir de baktım ki, niyetlendiğim gibi kı yıya paralel gitmemiş, rota kırıp açılmı şım. Hızlanan rüzgara karşı yüzerek adanın çok daha batısında kıyıya çıktı ğımda, yarı ölü durumdaydım.)
“ Muzır” haşarılıkların başka biçimler
aldığı da oluyordu. On yaşıma yaklaşır ken mahalle arkadaşlarımla birlikte bo ta ya da küçük bir sandala biner, iske lenin altına girer, kadın yolcuların ana tomilerini tahta aralıklarından ve çok acaip bir açıdan incelemeye çalışırdık. O yüzden ciddi dayak yememize ramak kaldı birkaç kez. Gerçekte söz konusu seyirden bir zevk almış olduğumuzu da
Türk basınına iik katkım: 3 Eylül 1931 günkü Çocuk Şasi dergisinin kapağı. Baş lığın altında şu yazı var: “ Maarif Vekaleti'nin himayesinde haftada bir çıkar". Arka kapakta da reklamlar: “ Türk Korsanları. Muharriri Aptullah Ziya. Tarihli, resimli, büyük milli roman.” "Milli Bilmeceler. 25 kuruştur.” "Şark çikolatası. Türk cocuğu! Bu yegane Türk çikolatasını al! Milli, en nefis bir çikolatadır.”
Demiryolu vukuatındaki suç ortağım Bülent He. Burada ilginç olan, üstünde dur duğumuz yol İster inanın ister inanmayın, Bağdat Caddesi Günün orta yerin de ne bir kişi var oörünurde. ne tek taşıtı (Solda)
Henüz kısa pantolon giyer, ama buluğa hızla yaklaşırken. “ Cinayet" olayından bir-iki yıl önce (sağda)
sanmıyorum. Amaç röntgencilik değil, tehlikeyle flört idi yine. O flört ise galiba bir çeşit özgürlük arayışı ve kalıplara başkaldırıydı.
Çok küçükken, henüz Türkçeyi doğ ru dürüst konuşamazken, Fransızca öğ renmem için bir yabancı “ matmazel” tutuldu nedense. Dadım onu kıskandı, beni kışkırttı. "Gavur karışı seni de ga
vur edecek” falan dedi, iki kültür ara
sında kalma sorunuyla ilk karşılaşmamdı bu.
Kadın hayli yaşlı, sert mizaçlı, üstelik koyu Katolikti. Hiç Türkçe konuşmama mı istiyordu. Ben de, inadıma, onun di linden tek sözcük söylemiyordum (O zıt laşmanın etkisi hâlâ sürüyor. Fransızca- yı anlarım da, gerekmedikçe konuş mam.)
“ Yaşlı" sözcüğünü öğrenmemiş ol
duğum için kadının adını Bayat Matma
zel takmıştım. “ Bayat Matmazel İste mem” diye tutturuyor, ama anneme-
babama laf anlatamıyordum.
Sonunda bir gün evden kaçtım. Arna vut kaldırımlı yollarda yürüdüğümü, bir bostana girdiğimi, orada bulduğum bah- çevanlık aletleriyle oynadığımı ve çok mutlu olduğumu anımsıyorum. Rastlantı sonucu, elinde fotoğraf makinesiyle bir şey almaya bostana gelen biri resmimi çekmiş. O dönemin ünlü çocuk dergisi olan Çocuk Sesi’nin sahibini tanırmış; resmi ona vermiş. Bir süre sonra ben derginin kapağında, elimde kürekle boy gösterdim. Resmin altında da "Y ü z ü
neşeler dolu, ne sevimli yavru bu!”
yazmışlar.
Ama o gün yavrunun neşesi uzun sür medi Başta bir kez daha balıkçılar ol mak üzere, kahvelerden toplanabilen herkes seferber edilmiş. Bölge tarana rak ben aranıyormuşum. Çok geçmeden bulundum, tutuklandım, kucakta taşı yanları ısırmaya çalışmama ve avaz avaz bağırmama aldırılmadan eve geti rilip cezalara konuldum.
Yine de sinir savaşını benim kazan mış olduğum anlaşılıyor. Çünkü Katolik baskıcı Bayat Matmazel evden gitti. Fa şist yöntemlere karşı başarıyla direnme nin tadını da ilk kez öyle almış oldum!
Bela arama yöntemlerim ise geçen yıl larla birlikte gelişiyordu. İlkokula başla dıktan sonra, bir yaz iki aile ortaklaşa ev tuttuk Pendik’te. Onların oğlu Bülent okulda da en yakın arkadaşımdı. Kafa- , dardık çünkü. Onun da aklı fikri yeni mu zırlıklar icadındaydı.
ARAYI
koyduktan sonra
hattın üstünde
bekliyor, loko
motifin önünden
son anda kaçıyorduk
Evin arkasından tren geçiyordu. Ray ların üstüne koyduğumuz madeni para ları lokomotifin ağırlığının inceltip geniş lettiğini keşfettik. Hangimizin o yoldan daha ince ve geniş paralar koleksiyonu edineceği aramızda yarış konusu oldu.
Sonra ondan sıkıldık, yarışı bir adım ileriye götürdük:
Parayı raya koyduktan sonra hattın üstünde bekliyor, lokomotifin önünden son anda kaçıyorduk. Kim daha sonra kaçarsa, yarışı o kazanmış sayılıyordu. Makinistlerin deliye dönüp düdük çalma sına, pencereden yumruk sallayarak ba ğırıp çağırmasına gülmekten kırılıyor duk
Canına tak eden adamcağızlar duru mu amirlerine bildirmişler herhalde. Bir gün biz yine hat kenarında konuşurken çalıların arasından üç üniformalı Demir yolları memuru fırladı. Biz daha hızlı ko şuyorduk; yakalayamadılar.
Bir-iki yıl sonra ava merak sardım. Ba bamın başının etim yiyip tek namlulu, 12 numara bir tüfek aldırdım. Önce sığırcık ve karatavuk, sonra üveyk ve tahtalı gü vercin peşinde dolaşmaya başladım. Yakacık’taki köşkün satın alındığı yıl, o çevreye düşen bıldırcınlara musallat ola bilecek duruma gelmiştim.
Ama ilerleyen ve büluğ çağına yakla şan yaş bambaşka meraklar da getiri yordu. Komşu evlerdeki ailelerden biri nin benden hayli büyük, tombul, güler- yüzlü bir kızı vardı. Ablaca bir ilgi gös terirdi bana. Birkaz kez onlara kuş gö türdüğümde tatlı tatlı teşekkür etmiş, li monata vermiş, yaşantımla ilgili sorular sormuştu. O kadarı yetmişti aramızda özel bir ilişki kurulduğuna inanmama. Kendi kafamda kıza sahip çıkmaya ka rar verivermiştim.
Derken ortaya bir rakip çıktı. Bahçevanımızın ben yaşta bir oğlu vardı. Adını unutmuşum; Ali'ydi galiba. Şirin ama katırdan inatçı bir oğlandı. Av da birlikte dolaşırdık. Tüfeği ara sıra ona verirdim. “ Ben senden iyi atıyorum” dediği olurdu. Birkaç kez dövüşmüştük.
Bu oğlan günün birinde pattadak "O
kızı seviyorum, kız da beni seviyor”
diye bir laf atmaz mı ortaya! Birbirimize girdik, günlerce tartıştık, hırlaştık. Nuh diyor, peygamber demiyordu.
Sonunda bunaldım, kızın duygularını bir denemeyle açığa çıkarmamızı öner dim. Hemen razı oldu.
Oracıkta bir senaryo düzenledik. Kı zın önünde kavga eder gibi yapacaktık.
Ali beni vuracaktı. Bakalım kimden ya
na çıkacaktı ortak aşkımız?
Bir fişeğin saçmalarını çıkardık, nam luya sürdük. Her akşamüstü yaptığı gi bi kızın balkona çıkıp oturmasını bekle dik. Sonra onların bahçesine girdik, tü feği dayadığımız bir ağacın dibine çök tük, yazı-tura atarak sözümona oy namaya başladık.
Birden ben yerimden fırlayıp en me- lodramatik sesimle bağırdım:
—Hile yapıyorsun!
(Yazı-tura atarken nasıl hile yapılır, şimdi kestiremiyorum.)
Ali de kalktı.
—Ağzını topla.
—Başlarım ulan ağzından!
— Ben senin ağzından başlarım! Bu minval üzre bir süre atışmamızdan sonra A li’ye sunturlu bir küfür savur dum. O da tüfeği kaptığı gibi bana çe virdi.
Bereket versin son anda içgüdüyle ar kamı döndüm. Yoksa kör olduğumun resmiydi.
Efendim, saçmaları baruttan ayırmak için fişeğin ortasına yerleştirilen keçe ta panın çok yakından ateş edilince kurşun etkisi yapacağını hesaba katmamışız.
K EN D İM E geld iğ im d e,
bir yatakta yatıyordum .
Kafam sarg ılar
için d eyd i.
K ırkbeş d akika b aygın
kalm ışım . Doktorlar
saçm alan saç
d erisin d en kolay
ayık lad ılar ama, iz
b ırakıcı sarsıntı
yar mı d iye b eyin
in celem esin i g e re k li
gö rd ü ler
Ayrıca tapayla kovan arasına sıkışıp kal mış olan birkaç saçmayı da görmemişiz. Kendime geldiğimde bir yatakta yatı yordum. Kafam sargılar içindeydi. Kırk- beş dakika baygın kalmışım. Doktorlar saçmaları saç derisinden kolay ayıkla dılar ama, iz bırakıcı sarsıntı var mı diye uzun uzun beyin incelemesi yapılması nı gerekli gördüler.
Örganik bir bozulma yoktu. Ancak, şimdi düşünüyorum da, başka türlü saç malar ve sarsıntılar o cinayet filmini çe virmemden önce vardı herhalde kafam da. Tapanın bıraktığı kellik izini sol ku lağımın gerisinde bir zıpırlık madalyası gibi bugün de taşırım.
Ha, kızın tepkisini merak ediyorsanız, söyleyeyim. Ben yere yığılıp kafam kan lara belenince, fenalık geçirmiş zavallı. O yıllarda bir daha ne benim yüzüme baktı, ne de A li’ninkine.
Çok sonra bir kez karşılaşıp konuştuk. Çoluk çocuğa karışmış, iyice şişmanla- mıştı. Meğer olayın içyüzünü bilmezmiş. Anlatınca karnını tutarak güldü, sonra avucunu alnıma dayayıp başımı itti, “ Al
lah layığını versin!” diye
(Merak ediyorum Haberleri her gün gazete sayfalarına yansıyan “ aşk ve
kıskançlık” vukuatından çoğunun ge
risinde bundan beter zırvalar yok mu dur? Hem de failleri 13 yaşında olma dıkları halde!)
O olayı izleyen yazlarda iki merakımı, av ile denizi birleştirmenin yolunu bul muştum. Dayımın yelkenlisiyle sık sık Sivriada’ya giderdik. O ıssız adacıkta bol tavşan üremişti. Güneş doğarken ve ba tarken yemlenmeye çıkan hayvancıklar dan beş-altı tane vururdum kolayca. Bi zim evde tavşan yiyen olmadığı için hep sini meraklılarına dağıtırdım.
Sivriada'dan bir dönüşümüzde dayım beni Moda’ya bıraktı. Biraz önce vurmuş olduğum tavşanları bir valize koyup eli me aldım. Savaş yılları, oradan taşıt ma- şıt bulunmuyor. Altıyol’a doğru yürüme ye başladım. Biraz sonra peşimden bi rinin gelmekte olduğunu farkettim. Ufak tefek, yaşlıca bir adam. Gözü elimdeki valizde.
içinde ne olc
Valize bakınca onun ilgisinin nedeni ni anladım. Kenarından sızan kan onar saniyelik aralıklarla yere damlıyordu.
Hınzırlığım tuttu. Ürkmüş gibi yaptım. Telaşla yürüyor, sık sık durup yalize göz atıyor, sonra yine koşarcasına yola ko yuluyordum. Adam kayboldu. Katil sa nığından uzaklaşmak isteyecek kadar korkmuş olmasına güldüm için için.
Altıyol'da binecek araç ararKen yanı ma iki polis geliverdi. Valizin içinde ne olduğunu sordular. Sırıtarak kapağını açtım. Tavşanları görünce biri kaşlarını çattı:
—Tezkeren var mı senin?
Av için bir izin belgesinin gerekli ola bileceğini o güne dek ne duymuş, ne dü şünmüştüm. Şafak attı bende.
—Karakola gideceğiz, dediler. Yola koyulduk, ara sokaklara saptık. Ben diller döküyor, avı hiçbir insanın bu lunmadığı ıssız yerlerde yaptığımı anlat mak türünden ilgisiz laflar ediyordum. Sonunda “ yumuşayıp” o seferlik ba ğışladılar beni. Suç kanıtlarını orada bı rakmam koşuluyla...
Tavşanları valizle, ellerine toka edip koşar adım sıvıştım. Ülkemizdeki “ mev
zuatın önemi ve uygulanması" ile ilk
temasım bu oldu.
Sonradan geriye baktığımda "Acaba
çocukluğum o gün mü sona erdi?" di
ye düşünmüşümdür.
Babam ise sünnet oluğum gün "A r
tık çocukluk bitti” demişti.
Nedense çok geç sünnet ettirmişler di beni. On yaşımdayken, 1938 yılının bir Sonbahar ğünündş...
Ertesi sabah da İkinci Dünya Savaşı patlak vermişti.
İki olay arasında bir bağlantı bulunup bulunmadığının araştırılmasını tarihçile re bırakıyorum.
! YARIN TANIDIĞIM ÜNLÜLER
GÜNEŞ SAYFA 7
Dünden • Bucründen
4 ŞUBAT ÇARŞAMBA
' â t g *
w
« '
iîacis
Hayata "gOrek” bakan
ünlü yazar1 gençlik anıları
fRİfÜriRDURÂN
A n n em şaşaladı, ağzım d ü p e d ü z îçık k ald ı
Giysisini yere düşüriiveran Benli
Belkıs’ın içinde hiç birşty yoktu
başlı
‘ Ç
arpici
olan yalnız
karşımdaki çıplaklık ve
güzellik değildi. Bir
kadının öylesine rahat,
öylesine doğal
davranabildiğim ilk kez
görüyordum. Yerden aldığı
giysiyi başımın üzerine
.
örttü
■ 4 ı
ocuk Sesi dergisinin 3 Ey
lül 1931 tarihli sayısından söz ettim ya? Kapak içinde
"Umum taşra gazete bayi likleri nazarı dikkatine"
ilan var:
“ Yirmi senesini idrak etmiş istikana I
met müessesesinin memalik-ı dahili
ye ve hâriciyede umum bayilerine
bundan böyle de en seH ve en emin şekl-l mükemmeliyetteki irsaiat ve her türlü suhuletine tefevvuk gösterecek
bir bayilik bulunamayacağı ve bilcüm le sipariş ve müracaatların mahal-l tat
mininin ancak Ankara Caddesi 48 nu- maraki İstikamet müessesesl olduğu umuma ilan olunur.”
Ne anladım :?
Benim anlayabildiğim kadarıyla, şunu
d;yor:
istikamet yirmi yıllık kuruluştur. Tüm iç ve dış bayilere bundan sonra
da en hızlı ve güvenli biçimde mal yol
lamak ve her türlü kolaylığı göster mek bakımından kimse bizden üstün olamaz. Tüm sipariş ve başvuruları nız ancak bizim Ankara Caddesi 48 numaradaki yerimizde sonuca ulaştı
rılır."
Kültürü yerleşmiş ülkelerin hiçbirinde bugün yaşamakta olanlar 1931 tarihli bir dergide yayımlanmış herhangi bir şeyin dilini anlamakta güçlük çekmezler. Elli küsur yılda hemen hiç değişmemiştir o diller.
Bir de Türkiye’de o kadarcık sürede oluşmuş bulunan anlatım uçurumuna bakın!
Ama ülkemizdeki başdöndürücü de ğişiklik hızı yüzünden bizim kuşağın ya şamış olduğu kültür şokunun en çarpı cı belirtileri dilde değil. Sözcüklerin yan sıttığı kavramlarda.
"T a ş ra ” bayilerinden söz ediyor yu karıdaki ilanın sahibi. Taşra, yani “ d ı ş a rıs ı". Elli yıl öncesinin İstanbul’unda o kentte doğup büyümüş olmayan her kes "d ış a rılık lı” idi. ikinci sınıf vatan daş değil, "v a ta n d a şlık d ış ı" idi ade ta.
Ve bu bilinçli bir antidemokratik tutum ya da züppelikten kaynaklanmıyordu, in sanlar öyle koşullanmışlardı, o kadar.
Bugün hangi, "eski İstanbullu” ile konuşsanız, içini çekiyor:
—Aaah, bizim zamanımızdaki terbi ye!
Eskiden İstanbul’da insanlar gerçek ten daha mı terbiyeliydi? Ben öyle bir şey anımsamıyorum. Sanırım terbiye be lirtisi diye sayılıp dökülen şeylerin çoğu tenhalığın sonuçlarıydı. İnsanlar dirsek dirseğe yaşamadıkları için birbirlerinin itici özellikleriyle de şimdiki kadar burun buruna gelmiyorlardı.
Anımsadığım -ve gitgide azalmasına üzüldüğüm- bir nimet var:
Sohbet.
Mekan darlığı zaman darlığına, za man darlığı da iletişim kopukluğuna yol açtı.
Geniş bir kapıdan iki kişi geçecekse, hiç telaş etmeden rahat rahat konuşa rak ilerleyebilirler. Dar bir kapının önü ne kalabalık yığılmışsa ve gecikme kor kusuyla herkes itişip kakışmakta ise, in sanlarda konuşmp isteği de kalmaz.
Öyle bir şey oldu ve olmakta büyük kentlerimizde. Hemşehrilerin davranış larına sinirli bir acelecilik geldi. Sohbet sanatı da güme gitti.
Bırakın 50 yılı, 25-30 yıl öncesinin İs tanbul’unda anlatımıyla ünlü kişiler var dı. Sözlerini kesmeyen, ağızlarına ba kan, kendileriyle aynı sofrada bulunmak için can atan kişner vardı da ondan.
F alih R ıfkı,
A ta tü rk ’ün
d iy a lo g
y e te r s iz liğ in d e n n e le r
ç e k tiğ in i an latm ıştı
Söz değil de düşünce ustası olanlar monolog söylemez, diyalog kurmayı ba şarırlardı. ö yle ortamlar için bir numa ralı model Atatürk’ün sofrasıydı elbet te..
ilk gençlik yıllarımda o sofranın öykü lerini Falih Rıfkı A ta y ’ ın ağzından din lemiştim. Atay da “ düşünen ve ileten” bir insandı. Bir yaz gecesi Marmara Yat Kulübü’nün bahçesinde yemek yerken nedense efkarlanmış, oğlu yaşındaki ba na uzun uzun insanların artık duyup da dinlemediğinden, bakıp da görmediğin den yakınmış, cumhuriyetin kurucusu nun da diyalog yetersizliğinden neler çektiğini anlatmıştı.
Atatürkçün kendisini ilk gördüğümde
çok küçüktüm. Kalabalık bir salon ve gü rültülü müzik anımsıyorum. Balo gibi bir
Yahya Kemal Bey Kaptanlarla dostluğumuz
içlerinden biri Savarona yatının süvarisi olunca o gemiyi de zaman zaman ziyaret edebilmemizi sağ ladı. Mürettebata "Ata türk nerede oturdu, sura da ne yaptı?" diye soru lar yağdırır, yatın her kö sesini adeta oksardım.
Ablam. 18 yaşında (Solda)
Belkts hanım bu resmi arkasına bir
mesai yazıp babama vermiş.
Ama fotojenik değil. Kendisi çok daha güzeldi. (Belki de ben öyle anımsıyorum!)
Biz çocukken Atatürk soyut bir simge değilhepimize anamız babamız kadar yakın ve somut bir kahramandı. Her konuda na benzemeye özenirdik. İste ben de Atatürk'ün karlar içindeki ünlü resmini örmüş, hemen aynı pozu
vermiş-> vardı galiba. Herhalde Yalova’day dı. Babam Denizyollarının hukuk danış manı olmuştu, iş için sık sık gemilerle Karadeniz’e, Mısır’a, Yunanistan'a, en çok da İzmir’e gidip geliyor, kimi zaman beni yanına alıyordu. (Ö gemilerin lük sünü ve keyfini anlatamam! İki ünlü sü vari, Aziz ve Sait Kaptanlar, yolcu ağır lamakta birbirleriyle yarışırlardı). Deniz- yolları’nın Yalova ile -yanılmıyorsam Ter mal Otel’le- bir ilişkisi vardı. Yarı ömrü müz orada geçerdi.
Bir-iki kez de otel çevresinde görmüş tüm Atatürk'ü. Ama hep uzaktan ve he| kalabalık bir grup içinde. Öyle ki, kafan da onun için “ grupla dolaşan Büyü
Adam” gibi bir görüntü oluşmuştu.
Bir gün yine İzmir’e gidiyorduk. G< lata rıhtımına yanaşmış, yolcu alıyord gemi. Ben kamarada çizgi roman ok» yordum. (Sekiz, dokuz yaşlarında olm- lıyım.) Bir ara sıkıldım, babamı aram* için güverteye çıktım. Tuhaf bir sessi- lik vardı. Herkes kara tarafındaki küpe- telere yaslanmış, fazla konuşmadan s her zamanki gibi kaynaşmadan duruyr- lardı.
Babamı bulamayınca rıhtımda olai- leceğini düşündüm, büyüklerin güve lerinden örülü duvarı yariD hızla meti- venlerden indim.
Rıhtım boştu! Ama geride, o zaran parmaklıklarla ayrılmış olan sokaktaoir kalabalık toplanmıştı. Kapıya doğrurü- rürken dört-beş metre ötede Atatüıt’ ü görünce, zınkkadak durdum.
Saçları bembeyazdı. Kalabağın önünde, kapının odasındaydı. Ban ne kaşlarını çatıyor, ne gülüyor, yalnıza ilgi ve dikkatle bakıyordu. Belki hafifçi gü lümser gibiydi ya da bana öyle gidi.
Arkamdan yetişen biri beni omzla- rımdan tutup geriye döndürdü. Yira ko şarak merdivenden çıktım. Kim9den azar da işitmedim.
Şimdi Atatürk denilince ne 10 Ksım’- lardaki^oyut karartıları düşürdür, n qör- düğüm binbir fotoğrafı anımsarın Hep o tatlı (belki biraz da yorgun ve loderli) bakışıyla gözümün önündedir.
aşklarımı uzattım. Biraz sonra babam plip yanıma oturdu, alçak sesle ayak lım ı indirmemi söyledi.
— Başbakan devlet demektir, dev- Bte saygısızlık etmemelisin, dedi.
)ysa Mülkiyeli değildi rahmetli.) (Oys Bira;
B aşb a& n ,
d e v le t
d e m e k ir .
D e v le te s a y g ıs ız lık
e tm e m e lis in
İzm ir’e gidişlerimizden b irin o ismet
Paşa vardı gemide. Sabah erkeıden üst
güverteye çıktığımda baktım ki taşa bir şezlonga uzanmış, kitap okuyor Ben de az ötedeki şezlonglardan birin« oturup
3iraz içerledim, kalkıp gittim.
İsmet Paşa’nın çok ağır işittiği söyle
nir, ama babamın sözlerini duymuş. O konuda bir şevler konuşmuşlar.
Yıllar sonra İnönü tarafından gazete yazarı sıfatıyla Pembe Köşk’te kabul edildiğimde kendisine o olayı anlattım. Anımsadığını söyledi. Şaka ediyor san dım. “ Babanız avukattı, değil mi?” de mez mi! Olağanüstü bir insandı o da.
Ama çocukluk anılarımın hepsi dev let büyükleriyle, yazarlar çizerlerle ilgili sanmayın. Bambaşka görüntüler de var belleğimde.
Kahire seferlerinden birinde babam kamuoyumuzun Benli Belkıs diye tanı dığı hanımla tanışmış, avukatı olmuş. Oraya bir dahaki gidişinde annemle beni de götürdü.
O sırada Belkıs Hanım inanılmaz de recede yaşlı ve inanılmaz derecede zen gin bir Mısırlı paşa ile yaşıyordu. Bizi bir akşam yemeğine çağırdı.
Nil üstünde ağır ağır dolaşan bir yü zer evdeydi yemek. Sofradaki tabaklar som altındandı. Kleopatra filmlerindeki gibi, tepemizde tüylü birşeyler sallıyor lardı hizmetkarlar.
Yemekten sonra babam uyuklayan paşayla bir tşrtışma sürdürmeye çalışır ken, annem ve evsahibemiz kılık kıya fet konularına girdiler. (Çok iyi anımsı yorum, çünkü gözümü onun yüzünden, kulağımı onun sesinden, hatta burnumu onun parfümünden ayıramıyordum).
Belkıs Hanım giysilerini göstermeyi
önerince, annem heme.ı kabul etti. Ben de peşlerine takıldım. Yüzer evin alt ka tına inip yatakodasına girdik. Genzimi gıcıklayan rayihanın daha koyusu vardı orada.
Belkıs Hanım, bir dolap kapağını aç
tı, üstündeki mavi renkli uzun giysiyi bir- iki yerine dokunarak yere düşürüverdi.
Hiçbir şey yoktu içinde!
Annem şaşaladı, ama istifini bozma dı.
Ben istifimi bozdum. Ağzım düpedüz açık kaldı.
Çarpıcı olan yalnız karşımızdaki çıp laklık ve güzellik değildi. Bir kadının öy lesine rahat, öylesine doğal davranabil diğim ilk kez görüyordum.
Benim aşırı belirgin hayranlığıma gül dü, yerden aldığı giysiyi başımın üstüne örttü. Bayıltıcı kokulu kumaş kıvrımları nın arasından başımı çıkarabildiğimde yazık ki üstüne başka bir şey giymişti.
Sekse değinmişken Yahya Kemal’ den de söz edelim.
(Onun Benli Belkıs Hanım'a hiç ben zemediğini biliyorum. Anlatacağım çağ rışımın kaynağını.)
B
a k t i m
ki İsmet Paşa,
bir şezlonga uzanmış kitap
okuyor. Ben de az ötedeki
şezlonglardan birine
oturup ayaklarımı uzattım.
Babam gelip alçak sesle
ayaklarımı indirmemi
söyledi...
Yahya Kemal, annemin akrabası olan
Gümrükler Genel Müdürü Celadet Bar»
barosoğlu'nun çok yakın dostuydu. Bir
dönemde hemen her gün buluşur, haf tada bir akşam da bize gelirlerdi.
Ünlü şairin tarih anlatımı ilginçti. Ama monologdu. O fasıl bitince yeme İçme sürdürülür, şiirler ve şarkılar söylenirdi. Konuşulmazdı pek.
Yahya Kemal'in sofrada takma diş
lerini çıkarıp bardağa koymak gibi şey ler yaptığı iddia edilir. Onu görmedim. Fiziksel çirkinliklerden çok ruhsal kalın lıkları vardı. Kendisiyle dopdoluydu. Başkalarının kendisine bağlılığını ve hayranlığını da doğal karşılıyordu.
Y a h y a K em al
z e y tin y a ğ lı
p a tlıc a n
s a y ılır d ı. “A y
d o lm a s ın a b a y ılır d ı
ç ık a r m a k ” d iy e b ir
d e y im le r i v a rd ı
O sıralarda 18 yaşlarında olan ablam, ailenin bu konuğa verdiği değerin
vur-8
ulanması için sofra hizmetine katılırdı.al gibi, aşırı duyarlı, çabuk etkilenen, çok şeyden iğreniveren, ama züppeliği olmayan bir kolej öğrencisiydi.Yahya Kemal ve her zaman yanında
getirdiği üç-dört arkadaşı zeytinyağlı pat lıcan dolmasına bayılırlardı. “ Ay çıkar
mak" diye de bir deyimleri vardı. (Isırı-
lıp koparılınca dolmanın ucunun yarım daire biçiminde kalmasını aya benzeti yorlardı). Ablamın sofraya taşıdığı patlı can dolmalarından birini alıp “ Hadi ay
çıkar” önerisiyle ona uzatmaktan zevk
alırlar, zavallıcık kendini zorlayarak dol ma dişlerken kahkahayla gülerlerdi.
Babam ölmüştü. Ben 1 4 yaşınday dım. Odamdan çıkmamak ayıp olacağı için sofraya oturur, lahavle çekerek iz lerdim “ eğlenceyi.”
(Arada gerçekten ilginç kişilerin de o gruba katıldıkları olurdu. Örneğin Fer
di Tayfur gelirdi zaman zaman. Renk
li, dışa dönük, çarpıcı bir insandı. Konu şurken birden durgunlaşır, bir süre son ra -kar yağmakta da olsa- balkona çıkar, geri döndüğünde enerjisi tazelenmiş gi bi sürdürürdü lafı bıraktığı yerden. Me ğer uyuşturucu kullanırmış.)
Bir gece şiirler söylenirken Yahya Ke
mal sofradan kalkıp koridora çıktı. Ara
dan hayli zaman geçip de dönmeyince annem “ Tuvalette fenalık geçirmek
te olmasın?” diye meraklanmış. Ablam
ortalıkta olmadığı için bana işaret etti. Çıktım, baktım, tuvaletlerde yok. Aranır ken ablamın odasından küçük çığlıklar duyunca oraya seğirttim.
B ir g e c e
ş iir le r
| s ö y le n ir k e n
__
__
Y ah y a
îe m a l s o fra d a n k a lk ıp
k o rid o ra ç ık tı
İyice sarhoş olmalı ki, kapıyı açtığımı duymadı Yahya Kemal Bey. Dehşetle kurtulmaya çalışmakta olan ablamı bir köşeye sıkıştırmış, "Ağzım ver, ağzını
ver” diye hırıltılı sesler çıkarıyordu. Gel
diğimi neden sonra farkedince hiçbir şey söylemeden yanımdan geçti, sofraya döndü.
O geceden sonra bu grubu bir daha evimizde görmek istemediğimi söyledim anneme. Ablam da olayı anlattığı için sö züm tutuldu.
Haşan  lf Yücel ile de görüşürdük.
Yazları Marmara Yat Kulübü’nde kalır dı. O da fiziksel anlamda incelik örneği sayılmazdı. Kulübün asıl adı Ragıp Pa şa Yalısı olan binasının yaldızlı salonla rında uzun paçalı beyaz donla dolaştığı olurdu. Ama dünyanın en zarif ruhlu, en düşünceli, en efendi insanlarından biriy di.
Maarif Vekili idi o sıralarda. Ben da ha bıyığı terlememiş bir öğrenciydim. Kulaktan dolma laflarla onun partisini ve hükümetini eleştirir, türlü ukalalıklar ederdim.
Sinirlenmez de değildi, öfkelenir, ba ğırır, çağırır, ama tartışmayı sürdürürdü. Bir kere bile “ sen kim oluyorsun?" türünden birşey söylemedi.
Nur içinde yatsın. YARIN