Ö m er Seyfettin
Ömer Seyfettin
V 0 '^ 0 ° ?
Kaşağı
Cumhuriyet döneminde yaşayamamtş, yeni harfler ile yazamamış, ancak cumhuriyet döneminde dilimizin nasıl olması gerektiği
konusunda hizlere ışık tutmuştur. Ömer Seyfettin yeni dil ile edebiyatın yeni bir ulus ve bir ruh yaratacağını görmüş, yeni seslerle birbirimizi daha iyi duyacağımıza, onun sadeliğinde
ve aydınlığında birbirimizi daha iyi göreceğimize ve birbirimize daha çok bağlanacağımıza gönülden inanmış bir dava adamıdır.
6
Mart Ömer Seyfettin’in aramızdan ayrılışının 83’üncü yıldönümüdür. Ölüm mad di yaşamın sonudur. Kimi kişilerin yaşamları ölümlerinden sonra da sürer. Fikir adamlarının, dava insanlarının büyük
tarafları ölmeyen yapıt ları ve topluma olan sü rekli katkılarıdır. Otu- zaltı yıllık kısa yaşamı na, adeta zamanla yarı şırcasına yapıtlarını sığ dıran, sade dil konu sunda öncülük yapan Ömer Seyfettin, ölü münden sonra da yaşa mını sürdürebilen nadir kişilerden biridir.
Türk edebiyatında öykü denilince, ilk akla
gelen adlardan birisi de hiç kuşku- suzki Ömer Seyfettin’dir. Öyküleri mizin bugünkü seviyeye gelmesin de ve sevilmesinde çalışkan kalemi nin rolü çok büyüktür. Ancak, Ömer Seyfettin’in beni gerçekten heyecanlandıran yönü dilimiz konu
sunda zamanında ve doğru yapılmış olan tesipiti ve dilin sadeleştirilmesi konusundaki kararlı çalışmalarıdır.
Cumhuriyet döneminde yaşaya- mamış, yeni harfler ile yazamamış, ancak cumhuriyet döneminde dili mizin nasıl olması ge rektiği konusunda bizle- re ışık tutmuştur. Ömer Seyfettin yeni dil ile edebiyatın yeni bir ulus ve bir ruh yaratacağını görmüş, yeni seslerle birbirimizi daha iyi du yacağımıza, onun sade liğinde ve aydınlığında birbirimizi daha iyi gö receğimize ve birbirimi ze daha çok bağlanaca ğımıza gönülden inan mış bir dava adamıdır.* Selanik’te, 1911’de çıkan “Genç Kalemler” dergisinin birin ci sayısında basılan başyazısı, di lin sadeleştirilmesi konusunda ta rihi ve bugün için bile ibretle okunması gereken, geçerliliğini sürdüren bir yazıdır.
Bir Yazar
Bir Öyküsü
Bütün Dünya^« M a rt 2003
Y
azarın özdil konusunda bilinçlenmesinde içinde bulunduğu ortam ve Ba tılı yazarların yalın dilini izlemesi denli, İzmir'de tanıştığı ve dil konusuna bilimsel açıdan yaklaşan Mehmet Necip Bey’in rolü çok büyüktür. Ali Canip ve Ziya Gökalp’in çalışmalarının yanında, Ömer Seyfettin de öykü yazarlığında yeni dil çalışmalarını uygulamaya koyabilmiştir. Öykü lerinde halkın konuşma dilini örnek almış ve bu dili çok başarı lı kullanmıştır.Türk öyküleri ile akademik dü zeyde ilgilenen, bunları tercüme eden ve ko nu ile ilgili kitaplar ya zan Alman Profesör Otto Spies'e göre, “Ömer Sey fettin’in dili gösterişsiz ve sadedir. Yeni T ü rk iy e ’nin sosyal ve milli prob
lemlerini işler. Öykülerini canlı, akıcı bir dille yazar. İnce bir mi zahla karıştırlmış bu öykülerde di daktik, moral tandanslara rastlanır. Kahramanlarını halkın içinden alır, her birinin karakterini çizer, beşe ri zaaflarını gösterir...”
Yazarımız tüm yazılarında ko nuya önem vermiş, süsden tasvir den kaçınmış, abartılı hiçbir söz oyununa başvurmamış ve halkın günlük dilini en yalın bir biçimde yakalamıştır.
Öykülerinin konularını günlük yaşamın gözlemlerinden, tarihten,
Anadolu’dan, folklorden, çocukluk anılarından, Balkan Savaşı’nın acıla rından alan yazarımız yurdun deği şik bölgelerindeki olaylara yer ver miş, kahramanlarını çok değişik yel pazeden seçmiş ve karakterlerinde ahlaki değerleri ön planda işlemiş tir. Askerlik görevi nedeni ile uzun yıllar Balkanlar’da bulunan yazarı mız, birçok olaya birinci elden tanık olmuş ve yüzyılın başında yaşanan ları öykülerinde kullanmıştır.
Öykü sanatımız gerçek gelişi mini Ömer Seyfettin’de bulmuş tur. Olayları, kişileri çok iyi irde leyen bir büyüteci, insan özellik lerini hemen keşfedebilen bir ze kâsı vardır. Ö y k ü l e r i n i halk için ve t o p l u m u n aksayan bir tarafını gös termek için yazmış, yan lış tarafları alaya almış, y a ş a d ı ğ ı günlerin ger çeklerini ve insanlarını yansıtmıştır.
“Harem” adlı öyküsünde bi linçsizce Batı hayranlığını ve Avru- palılar’ı taklit etmeyi “maymunluk” sayan Ömer Seyfettin öyküde “Ah ne güzelsiniz! Fakat yazık ki Tiirk- sünüz. Ne ziyan ne ziyan” tümce sine “Bu ecnebilerin yanında biz daima muti, biçare bir takım şeref dilencileri gibi kalıyoruz. En adi bir ecnebinin iltifatı, dostluğu, tak diri, tenezüllü bizi mesut etmeye kafi. Dine, millete, devlete ait fi kirlerimiz, onların karşısında bir denbire sönüyor, büzülüyor, garip
Yazarımız tüm
yazılarında konuya
önem vermiş,
abartılı hiçbir söz oyununa
başvurmamış ve halkın
günlük dilini en yalın
bir biçimde yakalamıştır.
Omer Seyfettin T e . . . K aşağı şekiller alıyor” yanıtını verdirerek,
hayranlık duyulan Batının, Türk- ler’de bir aşağılık duygusu yarat masına karşı çıkmıştır.
Hikmet Dizdaroğlu, Öm^r c'_y- fettin’in yapıtlarını, kendi yaşamı ile ilgili olanlar, yaşadığı devrin toplum sal ve siyasal düzenine ait olanlar, halk edebiyatından alınanlar, yanlış inanışlara dokunanlar, yurt sevgisi ve ülkücülük aşılayanlar ve konula rını tarihten alanlar olarak kümelen dirmiş ve yazarımız ile ilgili daha sonra yapılan çalışmalar da bu kü- melendirmeyi esas kabul etmişlerdir.
Ömer Seyfettin’in çok sevdiğim öykülerinin başında, “Gizli Ma bet”, “Bomba” “Bir Çocuk: Aleko”, “Ant”, “Forsa”, “Bahar ve Kelebek ler”, “Pembe İncili Kaftan”, “To puz”, “Perili Köşk”, “Beyaz Lale”,
“Tuhaf Bir Zulüm” ve “Rüşvet” ge lir. Her birinin ayrı bir tadı olduğu na inandığım bu güzel öyküleri okumanızı hepinize öneririm.
İleriki sayfalarda sizleri “Kaşağı” adlı öyküyü okumaya davet ediyo rum. “Kaşağıyı seçimimdeki neden öykünün Ömer Seyfettin ile özleş miş olması değildir. Tam aksine, çok okunmuş bu öykünün yeni ku şaklar tarafından tanınmamasından duyduğum büyük üzüntüdür.»
’Bu yazının sahibi günlük yaşamda ditin sadeleştirilmesinden ve özellikle yeni bir teknolojinin, "bilgisayar ”da olduğu gibi, dilimize kesinlikle Türkçe olarak girmesinden yana; ancak kültü rün bir birikim olduğuna ve edebiyat
alanında başyapıtlarımızın özgün
biçiminin korunmasından ve emek har canarak öğrenilmesinden yanadır.
Ömer Seyfettin'in Yaşamından Notlar
• Gönen de doğdu. • Binbaşı Ömer Şevki Bey in oğludur. • Orta eği
timini İstanbul ve Edim e liselerinde tamamladıktan sonra, yüksek eğitimini Harbiye Mektebi’nde gördü. • Teğmen rütbesiyle buradan mezun oldu (1903). • Namık Kemal. Recaizade Ekrem, Tevfik. Fik ret ve Halit Ziya ’dan etkilenmiştir. • İzm ir’de teğmen (1903-1908), daha sonra Rumeli'de üstteğmen olarak görev yaptı. • İzm ir de açılan Jandarm a Mektebi nde öğretmenliğine atandı (1908). • İzmir'de yazdıkları “Serbest İzm ir”, “Sedat ", Ahenk " gibi yerel dergi ve gazetelerde yayımlandı. •Meşrutiyet in ilanından sonra üstteğmen rütbesiyle Makedonya ’da Yakorit köyündeki sınır bölüğü komutanlığı yaptı (1908-1910). •Askerlikten istifa edip Selanik'te “Genç Kalemler” dergisinde yazm aya başlamıştır. • Balkan Savaşı (1912-1913) sırasında tekrar orduya döndü. • Yanya kuşatmasın da Yunanlılar’a tutsak düştü. • Bir yıl süren tutsaklığı sırasında yazdığı öykülerini “Halka Doğru”, “Türk Yurdu” ve “Zekâ”dergile
rinde yayımladı. • Ordudan tekrar ayrılıp İstanbul’a dönerek 1914’te Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başladı. • İstanbul Üniversitesi’nde kurulan “Dil İnceleme Kurulu ” üyeliğin de bulundu. • Genç yaşta Haydarpaşa Tıp Fakültesi’nde yaşama gözlerini yum du. •
A
hırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş, söğüt ler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arasında kaybolmuş gibiydi. Annem İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi ihtiyar bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşu yorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadarulı’la beraber on ları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek ne doyulmaz bir zevkti! Haşan korkar, yalnız binemezdi. Dadarulı, onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, ahırı süpürmek, gübreleri kaldırmak en eğlen celi bir oyundan ziyade bizim hoşumuza gidiyordu. Hele tımar!.. Bu, en zevkli şeydi. Dadaruh, eline kaşağıyı alıp işe başladı mı tiki., tık! . tiki., tık! Tıpkı bir saat gibi... Yerimde duramaz, “Ben de yapacağım" diye tuttururdum. O vakit Dadarulı beni tosunun sırtına kor, elime kaşağıyı verir,“Haydi yap” derdi.
Bu demir aleti hayvanın üzerine sürter, fakat o ahenk li tıkırtıyı çıkaramazdım.
“Kuyruğunu sallıyor mu?” “Sallıyor.”
“Hani bakayım...”
Eğilirdim, uzanırdım. Lâ kin atın sağrısından kuyruğunu göremezdim.
Her sabah ahıra gelir gelmez “Dadaruh, tımarı ben ya pacağım” derdim. “Yapamazsın.” “Niçin?” “Daha küçüksün de ondan...” “Yapacağım.” “Büyü de öyle.” “Ne vakit?”
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum, kamına bile varmıyordu. Halbuki en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının muntazam tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklannı kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın, huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt!..” diye sağrısına bir tokat indirir; sonra öteki atları tımara başlardı.
Bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım; bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un
Ömer Seyfettin’den
penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eğerlerin arasına falan baktım. Yok... Yok... Yata ğın altında yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Azıcık daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir haf ta evvel İstanbul’^' . gönderdiği hediyeler içinde fakfon kaşağı pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun un yanı na koştum. Karnına sürtmek istedim rahat durmuyordu. “Galiba acıtıyor?” dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine bak tım. Çok keskin, çok sivri idi. Biraz köreltmek için duvar ların taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ileri deki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldıra bileceğim en ağır bir taş bularak üstüne hız lı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen ihtimal Da- daruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim; parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
B
abam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün ahırda yalnızdım. Haşan, evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam, çeşmeye bakarken yalağın için de kırılmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’a haykırdı:“Gel buraya!”
u n
Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh, “Bilmiyorum” dedi
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan “Haşan” dedim.
“Haşan mı?”
“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan al dı. Sonra yalağın taşında ezdi.”
“Niye Dadaruh’a haber vermedin?” “Uyuyordu.”
“Çağırın şunu bakayım.”
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koş tum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarken arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışın dan ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
“Eğer yalan söylersen seni döverim...” “Söylemem.”
“Pekala bu kaşağıyı niye kırdın?”
baktı sonra sarı saçlı başını sarsarak, “Ben kırmadım” dedi. “Yalan söyleme diyorum.”
“Ben kırmadım.”
Babam tekrar, “Doğru söyle darılmayacağım. Yalan çok fenadır” dedi. Haşan inkarında inat etti. Babam hiddetlen di. Üzerine yürüdü. “Utanmaz yalancı!” diye yüzüne bir to kat indirdi..
“Götür bunu eve, sakın bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun” diye haykırdı. Dadaruh, ağlayan karde şimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.
A
rtık ahırda hep yalnız oynuyordum. Haşan, evde mahpustu. Annem geldikten sonra da affetmedi. Fırsat düştükçe “O yalancı” derdi. Haşan yediği to kat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal ver miyordu. “Aptal Dadaruh atlara ezdirmiş olmasın” derdi.Ertesi sene annem yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kal dık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarım, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı.
Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Bir takım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kar deşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu. “Niye ağlıyorsun?” diye sordum.
“Kardeşin hasta.” “İyi olacak.” “İyi olmayacak.” “Ya ne olacak?” “Kardeşin ölecek” dedi. “Ölecek mi?”
Bütün Dünya • M a rt 2003
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri, Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı, iftiracı” diye karşımda ağlıyordu.
Pervin’i uyandırdım, “Ben Hasan’ın yanına gideceğim” dedim.
“Niçin?”
“Babama bir şey söyleyeceğim.” “Ne söyleyeceksin?”
“Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.” “Hangi kaşağıyı?”
“Geçen seneki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...” Lafımı tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğu luyordum. Ağlaya ağlaya P eni n e anlattım. Şimdi babama söylersem Haşan da duyacak, belki beni affedecek...
“Yarın söylersin" dedi. “Hayır, şimdi gideceğim.”
“Şimdi baban uyuyor, yarın söylersin; Haşan da duyar. Onu öpersin, ağlarsın, seni affeder.”
“Pekala.”
“Hadi şimdi uyu.”
________________ __________________Kasağ-ı
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktık. Ben içimde ki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.»
Ömer Seyfettin’in Yapıtları
Ö m er Seyfettin 'in sağlığında. 1910 d a “Tarih Ezeli B ir Tekerrürdür", 1918'de “H a r e m ”, 1 9 1 9 ’d a “E fru z B e y ” adlı kitapları yayım lanm ıştır. Öyküleri ise ö lü m ü n d en sonra A hm et Halit Kitabeni, Rafet Zaimler. B ilgi Y ayınevleri ve Dergah Y a y ın la n ta ra fın d a n seri o larak yayım lanm ıştır. Öyküleri: Çocukluk a n ıla n : “A n d ”, “F alaka”, “K aşağı” ve “.İlk Cinayet". Çağının sosyal ve sosyal d ü ze n in e değinenler: (1908- 1920 y ılla n n d a k i çeşitli olaylan. d ü şünce a k ım la n m yansıtır.) “İtti- h atçıİann H atıra Defterinden ". “Boykotaj D üşm anı", “M eh d i”. “.P iç ”, “E fn ız B e y ”. H alk kayn a ğ ın d a n ve halk edebiyatından alm anlar: “Y a ln ız E fe ”, “Yüz", “D ü şü n ce Z a m a n ı ”, “K u ru m u ş Ağaçlar", “Çakmak", “D eve”, “B ir Hayır", “K ü la h ”. Yanlış inanışa dokunanlar: “Perili K öşk”, “K urbağa D u a sı”, “Eleğim Sağma", “H afiften B ir Ş a d a ”, "Türbe ", “Nasıl K urtarm ış ”. Yurt sevgisi, T ürkçülük ve u lusçuluk ülküsü aşılayanlar: “Forsa”, “Primo Türk Ç ocuğu”, B eyaz Lale", “Hürriyet Bayrakları . “M üjde ". “Fon Sadriştaynın Karısı ', “Fon Sadriştaym n O ğ lu ”, “Ç a n a kka le’d en Sonra". Tarihe d a y a n a n hikâyelerini iki bölüm e ayırm ış “Eski K a h ra m a n la r” ve “Yeni K ahram anlar" adla rım vermiştir. Eski K a hram anlar başlığı a ltın d a “Ferman", “Kütük", “Vire”, “Teselli”, “Pem be İncili K a fta n ”, “B aşını Vermeyen Şehit", “Büyücü". “T e k e te k ”, “Topuz", “Diyet", “Forsa", “N â d â n ” adlı ö ykü ler yayım lanm ıştır. “Yeni K ahram anlar" d izisin d e ise “Kaç Yerinden", "Bir Çocuk: Aleko ", “M üjde" ve “Ç anakkale'den Sonra ” adlı dört öykü yayım lanm ıştır. Ayrıca Ö m er S eyfettin’in değişik k o n u la n içeren “B a h a r ve Kelebekler”, “B o m b a ”, “Tuğra”, “Beşeriyet ve Köpek ", “N e zle ”, “H o r o z”, “T a v u k la r”, “Yüksek Ökçeler" a d la rın d a hikâyeni de yayım lanm ıştır. Ö m er Seyfettin in y a z m ış olduğu oyunlardan kim ileri İstanbul Şehir Tiyatroları nda sahnelenm iştir. B u oyunlarda kom edi ve hiciv ağır basm aktadır. A z sayıda, a r u z ve hece vezniyle şiir yazm ıştır. “F oya” ve “Sultanlığın Sonu ” adlı ro m a n la n y a n m katmış, Fıkra ve m akalelerinin çoğu T anin ve Vakit gazetelerinde y a yım la n m ıştır
-59