*
77
-h
Mîna Urgan’ın Anısına
Mordo DİNAR
« - .1. 4 t
N
e dinozoru? Hangi dinozor? Mîna hiç bü- yümemişti ki! Hep genç kaldı. Sadece yaşlanmıştı. İhtiyarlamadan. Gençlik ça ğındaki körpe ideallerini yaşamının sonuna ka dar aynen taşıdı, aynı tazelikle. Bu ideallerin için de insanlara inanmak vardı, iyiliğe inanmak, kar deşliğe inanmak, eşitliğe inanmak, paylaşıma inanmak vardı. Bu heyecanları hep taze kaldı. İn fialleri de. Uzun ömründe rastladığı kötülükler, kalleşlikler, döneklikler ona hiçbir şey öğretme di. İnsanlığa inanmak onun için bir ihtiyaçtı ve bu rulette bazen yenildiyse yine de ona bir can kurtaran simidiymiş gibi sarılıp durdu. Bir yer de güzellik varsa, hemen görür, kutlar. Güzellik yoksa, bir yerinden zorla, ufak da olsa, bir gü zellik sokuşturur, yine de kutlar. Dokuz kişi kal leş çıktı, bir tanesi dürüst çıktı mı, “bak, gördünmü, ne kadar haklıyım” derdi. Her şeyi görmüş,
güneşin altında hiçbir yenilik yok, etrafa canı sı kılmış gözlerle bakan genç ihtiyarların aksine, her şeye fal gibi gözlerini açar, her şeye hayret eder, her yeni atılıma hazır, her yeni fikre açık, yaşlı bir gençti. Yeni bir kötülüğün karşısında gözle rini büyük büyük açar, inanamaz, nasıl olur böy le şey derdi. Halbuki bunu bin defa görmüştü, de risinin buna karşı katılaşmış olması gerekirdi. Asla. Derisi, çocukların ipeksi cinsindendi. Bu nun için açılan yaralar daha fazla acıtır, isyanı da o nisbette göklere çıkardı ya da bıçak gibi kesen istiskal dolu laflan. Yaşın ona tek öğrettiği, her kese hemen ve tereddütsüz tam notunu verebil mesi. Hani “o hayvan ki dört ayaklıdır, kuyruk
ludur, geceleri havlar, sahibine bağlılığı meşhur, filan falan” değil, “Ulan, buna köpek desene” der
di. Hırsıza da hırsız. Atatürk’e ihanet edene de, hain. Bunlan bol kullandı, bol olduklarından. Ölümünden az evvel kendisine Fransa TÜSl- AD’ı Başkanı Baron de SeUiere’in bir sözünü nakletmiştim: “İnsan, 20’ sinde iken solcu değil
se yüreği yok demek, 40’mda muhafazakâr olmaz sa kafası yok demektir.” Mîna’nın ok gibi reak
siyonu: “İşte döneklerin smokinli tarifi, reaksi-
yonerierin eldivenli görüşmüştü, bu b...tan herif öyle doğmuştur ve dünyayı anlamadan da öyle öle cektir, parfümlü mendili ile ve Gucci kravatı üe.”
Okuyucular, Mîna’nın bu ağız bozukluğuna hay ret etmesinler. Kalburüstü denebilecek bir çev rede doğan Mîna, yüksek tahsilinde dünya ede biyatı ve özetle İngiliz ve Fransız edebiyatının en çetrefil ve en ince kavramları içinde rahatça yüzen Mîna, entelektüel bir güdü ve kaçınılmaz bir dürtü ile tam bir halk insanı olmak istemiş tir. Doğal çevresinin değer yargılarını “yargıla mış, onları mikroskopla tetkik etmiş, elekten ge
çirmiş, birkaçım kabullenmiş, çoğunu reddetmiş ve baştan başa kaleme aldığı özel değerler liste sine göre yaşamak istemiştir ve öyle de yaşamış tır da, ödün vermeden, özgürce ve en dar zaman larında bile kimseye elini uzatmadan. Gerek do ğal muhiti itibarıyla, gerekse de yükseldiği mev kilerde bu eli doldurmaya hazır çok kimseler ol masına rağmen alçakgönüllü ve fakat bükülmez bir tutarlılıkla ve haysiyet ile zorlukları aşmıştır daha fazla çalışmakla, onurlu olduklarına karar verdiği prensiplerinden caymayarak. Holding sa hibi ile Sirkecideki hamal arasında kesinlikle bir ayrım yapmaz ve onları eşit tutardı, hatta pa ra ile kültürün çoktan beri boşanmış oldukların dan, belki de kendisini hamala daha yakın his sederdi. Bunun içindir ki Keats ve Malların'e’nin en ince mısralarını en titiz “inflexion”lanyla söy leyebildiği gibi, eski Tophane tersane işçilerinin çok renkli küfürlerini de aynı rahatlıkla telaffuz ederdi. Taksiye bindiğinde şoför ile konuşması bir kardeş konuşmasıydı, aile içi bir dertleşme. Lokantada garsonla konuşması, bir abla kardeş konuşmasıydı. Yalnız onların dilinde konuşmu yor, onların düşünce dünyasını ve mekanizma sını insiyaki olarak biliyordu. Dalga uzunlukla rı aynı idi ve bunun için de temas ve irtibat ani idi. Ve bu halk Mîna’sı, yarım saat sonra en yük sek edebiyat forumunda, en ince kavramlarla si hirbaz gibi oynayarak en derin görüşlerle kürsü de herkesi büyüleyen aynı Mîna idi. Bu mevzu larda bir dünya otoritesi olan Mîna, “Gel Ko-
ço’da kafayı çekelim, bir defasında da gırtlağın ge risine bir tek atalım” diyen ve akşamcıların teki
olan aynı Mîna idi. Bu çifte şahsiyetini mükem melen meczedebiliyordu. Demek istediğimiz, Mîna açık bir kitaptı ve herkes okuyabiliyordu - özelin özeli olan ve yalnız kendisine sakladığı prob lemlerinden
başka.-Paylaşmak, dayanışmak, başkalarının acıları na ortak olmak, içi boş ve büyük harflerle yazı lan kelimeler değildi. Ciddi şeylerdi. Bunu ya pamamak onda yara açardı. Ötekiler çeksin, ken disi evinde rahat otursun, mümkün değildi. Bun da hem bir haksızlık hem de bir nevi şerefsizlik görürdü. “ Beni ısırmayan yılan bin yaşasın” onun en nefret ettiği şeydi. Bunun içindir ki, tüm ar kadaşlarının hapsi boylamış olmalarına rağmen kendisinin hiç hapse atılmamış olması onun için nerede ise bir nevi aşağılık kompleksi haline gel mişti. “ Demek polis beni ciddiye almıyor, beni adanı
yerine koymuyor, ben hafif sıkletim” der kitabın
da, hayıflanarak. Zannolunmasın ki, bu haykırı şı rahat bırakılmış olmasından dolayı utanç du yan bir insanın lüks haykırışı veya içini rahatla
tan züppeliği olsun. İçeri atılanlara nerede ise gıp ta ile bakıyordu. Hakikaten de, paylaşmayı bir ya şam prensibi haline getirmiş olan bir şahsa veri lebilecek en büyük ceza herhalde onu paylaş maktan menetmek olsa gerek. İşte polislerin, bil meyerek, yaptıkları da buydu. Kaldı ki Mîna’da hiç de herhangi bir devletin herhangi bir mües- sesesini devirecek bir komplocu taraf da yoktu. Solculuğu, romantik ve bulutlarüstü bir solculuk tu. İçinde eşitlik, haklılık, dürüstlük ve toplu mun tümüne tahsil imkânı vs. gibi tüm güzellik ler vardı. Yoksa Mara’ı veya Lenin’i okuduğu nu pek sanmıyorum. İhtiyacı da yoktu. Şunu ga yet iyi biliyordu ki “entelektüel” denen kişi fil dişi kulesinde oturan biri değil, topluma karışan ve onunla birlikte yaşayan kişi idi. Toplumu ken di seviyesine getirmek için evvela toplumun se viyesine inip onun anlayacağı lisanla konuşmak tı. ÖDP’ye katılması ve son seçimletde adaylı ğını koymasının bir prensip meselesinden öte bir şey olmadığını gayet iyi biliyordu ve bir an bile, ne seçileceğini ümit etti ne de seçilip de bir si yasi faaliyette bulunabileceğini ümit veya arzu etti.
M îna’yı “Bir Dinozorun Anılan” ile keşfe denler, en azından, onun yaşamı nasıl doyasıya ve dinmeyen bir oburlukla içtiğini anlamışlardır. Ancak onu bir yaşam boyu tanımış ve hayli ek silmiş olan bizler, Mîna’nın son yıllarında yaşa mak zevkini yavaş yavaş kaybettiğini günbegün gördüler. Bedeni artık onun isteklerini yerine ge tirmiyor, beraberinde daima götürdüğü ufak ma kasla sigarasını iki “püf” ten sonra kesiyor ve ge risini yarım saat sonrasının ilave iki “püf”üne sak lıyor, rakı kadehini hesaplı yudumluyor, merdi venleri zorlanarak çıkıyordu. Ölüm fikri onu hiç terketmiyordu ve bunun ilerleyişini nerde ise kli nik bir gözle takip ediyordu. Sanki başkasının ölü müymüş gibi şahit mesafesi ile bakıyordu. Bir ku yumcu özeni ile hem ölümünü hazırlıyor hem de kendisini ölüme hazırlıyordu. Korkusuz ve ne rede ise istekli.
Bir gün, laf arasında, ölümünde organlarını bağışlamak istediğini söyledi ve hemen ardından
“amahangileri” diye ilave etti. “Ciğerlerim ber bat, çok sigara içtim, karaciğerim parlak değil, epey rakı içtim, midem fena değil, lüzumundan fazla yemek yedim ama, dur, böbreklerim fevkalade, mükemmel çalışıyorlar, o kadar ki içimde nere de olduklarım hile bilmiyorum, onlar başkaları nı daha yüz yıl götürür”.
İşte böyle. Mîna hakkında söylenebilecek o ka dar çok şey var ki, hangi birine? Ve neye yarar? Giden gitti ve şarkının dediği gibi ‘giden gel
miyor, acep nedendir?’ O, bunun da cevabını
bilerek gitti. Hepimiz fakirleştik.
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi