• Sonuç bulunamadı

Bir zamanlar sekiz oğlu olan bir adam vardı. Bunun dışında,

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Bir zamanlar sekiz oğlu olan bir adam vardı. Bunun dışında,"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

HASBÜYÜ

B

ir zamanlar sekiz oğlu olan bir adam vardı. Bunun dı- şında, Tarih’in sayfalarında bir virgülden ibaretti. Üzücü ama bazı insanlar hakkında bundan daha fazlasını söyle- yemezsiniz.

Adamın sekizinci oğlu büyüdü, evlendi ve sekiz oğlu oldu. Se- kizinci oğlun sekizinci oğlu için tek bir uygun meslek bulundu- ğundan, bu çocuk sihirbaz oldu, büyük bilgelik ve güç kazandı –ya da en azından güç kazandı– sivri şapka taktı ve hikâye bu- rada bitebilirdi…

Bitmeliydi…

Ama bu sihirbaz Sihir İlmi’nin kurallarını ihlal etti, sağduyuya kulak tıkadı ve kalbine uydu –çünkü kalp sıcaktır, karmaşıktır ve, eh, mantıksızdır– sihir çevrelerinden kaçtı, âşık oldu ve ev- lendi, ama bunları illaki bu sırayla yaptığını söylemiyoruz.

Sihirbazın yedi oğlu oldu ve bu yedi oğlun her biri daha beşik- ten itibaren dünyadaki tüm sihirbazlardan güçlüydü.

Sonra sekizinci bir oğlu oldu…

Sihirbaz kare. Bir büyü kaynağı.

Bir hasbüyücü.

(3)

Mevsimlerden yazdı. Gök gürültüsü kumlu uçurumların çevre- sinde gümbürdüyordu. Çok aşağıda deniz, akide şekeri yiyen yaşlı bir adamın ağzı gibi şapırdıyordu. Rüzgârların üzerinde birkaç martı tembel tembel süzülüyor, bir şey olmasını bekli- yordu.

Ve sihirbazların babası uçurumun kıyısında, deniz lavantaları- nın ve hışırdayan kıyı otlarının arasında çocuğu kollarına alarak oturmuş, denizi seyrediyordu.

Orada karaya doğru süzülen karanlık, çalkantılı bulutlar vardı ve büyük bir fırtınadan hemen önce görülen cinsten koyu, şu- rupsu bir ışığı önüne katmış, güdüyordu.

Adam, arkasına aniden bir sessizlik çöktüğünü fark ederek döndü ve kızarmış, yaşlı gözlerle uzun boylu, siyah cübbeli, baş- lıklı şekle baktı.

KIZIL IPSLORE? dedi şekil. Ses bir mağara kadar boş, bir nöt- ron yıldızı kadar yoğundu.

Ipslore aniden çıldıran kişilerin korkunç sırıtışıyla sırıttı ve in- celeyebilmesi için çocuğu Ölüm’e doğru uzattı.

“Oğlum,” dedi. “Ona Coin adını koyacağım.”

İŞ GÖRÜR BİR İSİM, dedi Ölüm nazikçe. Boş göz yuvalarını, uykuya sarınmış küçük, yuvarlak yüze çevirdi. Söylentilerin ak- sine Ölüm zalim değildir – yalnızca işinde çok ama çok iyidir.

“Annesini aldın,” dedi Ipslore. Hınçsız, duygusuz bir ifadeydi.

Uçurumların arkasındaki vadide, Ipslore’un çiftliği, dumanları tüten bir enkaza dönüşmüştü ve yükselen rüzgâr, yumuşak kül- leri hışırdayan kum tepelerine doğru süpürmeye başlamıştı bile.

SONUÇTA KALP KRİZİYDİ, dedi Ölüm. ÖLMEK İÇİN DAHA KÖTÜ YOLLAR OLDUĞUNU SÖYLEMELİYİM.

Ipslore denize baktı. “Onca sihir bilgime rağmen onu kurtara- madım,” dedi.

(4)

SİHRİN BİLE GİTMEDİĞİ YERLER VARDIR.

“Şimdi de çocuk için mi geldin?”

HAYIR. ÇOCUĞUN KENDİ KADERİ VAR. BEN SENİN İÇİN GELDİM.

“Ah.” Sihirbaz ayağa kalktı, uyuyan bebeği dikkatle seyrek ot- ların arasına yerleştirdi ve orada yatan uzun asayı eline aldı. Asa siyah metalden yapılmıştı; gümüş ve altın kafes işi oymalar ona zengin ve kötücül bir zevksizlik kazandırıyordu. Metal, büyülü bir element olan oktirondandı.

“Bunu ben yaptım, biliyor musun,” dedi sihirbaz. “Herkes me- talden asa yapılamayacağını söylüyordu, bir asanın ancak ahşap olabileceğini söylüyordu ama yanılıyorlardı. Kendimden çok şey kattım bu asaya. Oğluma vereceğim.”

Ellerini sevgiyle asanın üzerinde dolaştırdı ve asadan hafif bir tınlama geldi.

Neredeyse kendi kendine, “Ona kendimden çok şey kattım,”

diye tekrarladı.

GÜZEL BİR ASA, dedi Ölüm.

Ipslore asayı havaya kaldırdı ve sekizinci oğluna baktı. Bebek aguladı.

“Annesi kız istiyordu,” dedi sihirbaz.

Ölüm omuzlarını silkti. Ipslore şaşkınlık ve öfke içinde baktı ona.

“Ama o ne?”

SEKİZİNCİ OĞLUN SEKİZİNCİ OĞLUNUN SEKİZİNCİ OĞLU, dedi Ölüm faydasızca. Rüzgâr Ölüm’ün cübbesini savur- du ve başlarının üstündeki kara bulutları sürükledi.

“Bu onu ne yapıyor?”

ÇOK İYİ BİLDİĞİN GİBİ, BİR HASBÜYÜCÜ.

Gök, işaret almış gibi gürledi.

(5)

“Alınyazısı ne?” diye bağırdı Ipslore, yükselen fırtınanın üze- rinden.

Ölüm yine omuzlarını silkti. Bu işte iyiydi.

HASBÜYÜCÜLER KENDİ ALINYAZILARINI YAZARLAR.

YERYÜZÜNDE HAFİF AYAKLARLA YÜRÜRLER.

Ipslore asasına dayandı ve parmaklarını üzerinde tıkırdattı.

Kendi düşüncelerinin labirentinde kaybolduğu açıktı. Sol kaşı seğirdi.

“Hayır,” dedi usulca, “hayır. Onun alınyazısını ben yazaca- ğım.”

HİÇ TAVSİYE ETMEM.

“Sessiz ol. Ve kulaklarını aç da dinle. Onlar kitaplarıyla, ayinle- riyle ve İlimleriyle beni kendilerinden uzaklaştırdılar! Kendileri- ne sihirbaz diyorlar ama o şişman gövdelerinde benim serçepar- mağımdaki kadar bile büyü yok! Sürgüne gönderdiler! Beni…

İnsan olduğumu gösterdiğim için! Sevgisiz bir insan nedir ki?”

NADİR, dedi Ölüm. YİNE DE, FARK ETMEZ.

“Dinle dedim! Bizi buraya, dünyanın sonuna sürdüler ve bu karımı öldürdü! Asamı elimden almaya çalıştılar!” Ipslore rüzgârın sesini bastırmak için haykırıyordu.

“Hâlâ biraz gücüm var,” diye hırladı. “Ve diyorum ki, oğlum Görünmez Üniversite’ye gidecek, Rektör şapkasını takacak ve dünyanın tüm sihirbazları onun önünde eğilecek! Ve benim oğlum onlara yüreklerinin, o namert, açgözlü yüreklerinin en derinlerinde ne varsa onu gösterecek. Dünyaya gerçek kaderini gösterecek. Ve hiçbir büyü benim oğlumunkinden daha büyük olmayacak.”

HAYIR. Ölüm’ün usulca söylediği sözcükte tuhaf olan şuydu:

Fırtınanın kükremesinden daha yüksekti. Ipslore’un irkilmesine ve bir anlığına kendine gelmesine sebep oldu.

(6)

Sihirbaz kararsızca öne arkaya sallandı. “Ne?” dedi.

HAYIR DEDİM. HİÇBİR ŞEY NİHAİ DEĞİLDİR. HİÇBİR ŞEY MUTLAK DEĞİLDİR. BEN HARİÇ ELBETTE. KADERLE BU ŞEKİLDE OYNAMAK DÜNYANIN YIKILMASINA SEBEP OLA- BİLİR. NE KADAR UFAK OLURSA OLSUN, BİR BELİRSİZLİK FAKTÖRÜ BULUNMALI. KADERİN SAVUNUCULARI HER KEHANETTE BİR BOŞLUK OLMASINI TALEP EDER.

Ipslore, Ölüm’ün amansız yüzüne baktı.

“Onlara bir şans mı vermem gerekiyor?”

EVET.

Ipslore’un parmakları metal asanın üzerinde tık, tık, tık etti.

“O zaman onlara bir şans vereceğim,” dedi. “Cehennem buz tuttuğunda…”

HAYIR. SIRF YORUM YAPMAYARAK BİLE OLSA, SANA BİR SONRAKİ DÜNYANIN SICAKLIĞI HAKKINDA FİKİR VER- MEME İZİN YOK.

“O zaman,” Ipslore duraksadı, “o zaman, oğlum asasını fırlatıp attığında istedikleri şansa sahip olacaklar.”

HİÇBİR SİHİRBAZ ASASINI FIRLATIP ATMAZ, dedi Ölüm.

BAĞ ÇOK GÜÇLÜDÜR.

“Ama mümkün olduğunu kabul etmen gerek.”

Ölüm bunu düşündü. Birinin ona bir şeyi yapması gerektiğini söylemesine alışık değildi ama kabullenmiş göründü.

KABUL, dedi.

“Bu senin için yeterince küçük bir şans mı?”

YETERLİ ÖLÇÜDE MOLEKÜLER.

Ipslore biraz gevşedi. Hemen hemen normal bir sesle, “Pişman değilim, bilirsin,” dedi. “Yine yaşasam, yine yapardım. Çocuklar bizim gelecek için umudumuz.”

(7)

GELECEK İÇİN UMUT YOK, dedi Ölüm.

“O zaman gelecek bizim için ne barındırıyor?”

BENİ.

“Senden başka, demek istiyorum.”

Ölüm ona şaşkın şaşkın baktı. PARDON?

Yukarıda, fırtınanın uluması yükseldi. Bir martı geri geri sü- rüklenerek geçti.

“Demek istediğim,” dedi Ipslore acı acı, “bu dünyada yaşama- ya değer ne var?”

Ölüm düşündü.

KEDİLER, dedi sonunda, KEDİLER İYİDİR.

“Lanet olsun sana!”

ÇOK KİŞİ BANA LANET OKUMUŞTUR, dedi Ölüm sakin sa- kin.

“Daha ne kadar zamanım var?”

Ölüm cübbesinin kuytularından büyük bir kum saati çıkardı.

Kum saatinin cam hazneleri siyah ve altın rengi parmaklıklarla çevrilmişti ve hemen hemen bütün kum taneleri alt yarıdaydı.

AH, YAKLAŞIK SEKİZ SANİYE.

Ipslore sırtını dikleştirdi ve hâlâ uzun olan boyu tüm haş- metiyle ortaya çıktı. Işıldayan metal asayı çocuğa doğru tuttu.

Minik pembe bir yengece benzeyen bir el battaniyenin içinden uzandı ve asayı kavradı.

“O zaman, dünya tarihi boyunca asasını sekizinci oğluna mi- ras bırakan ilk ve son sihirbaz ben olayım,” dedi yavaşça, gür bir sesle. “Onu, bu asanın…”

YERİNDE OLSAM ACELE EDERDİM.

“… tüm gücünü kullanmakla görevlendiriyorum,” dedi Ipslo- re, “ve en kudretli…”

(8)

Bulutun yüreğinden çığlık çığlığa bir şimşek fırladı, Ipslore’un şapkasının sivri tepesine düştü, çatırdayarak kolundan aşağı aktı, asa boyunca çaktı ve bebeğe çarptı.

Sihirbaz dumanlar içinde gözden kayboldu. Asa yeşil yeşil par- ladı, sonra beyaza döndü ve sonunda sıradan, kor-kızıl bir renk aldı. Bebek uykusunda gülümsedi.

Gök gürültüsü dindiğinde Ölüm yavaşça eğildi ve bebeği kol- larına aldı. Bebek gözlerini açtı.

Gözler içten içe parlıyordu. Ölüm, daha iyi bir sözcük bulun- madığından, hayatı denebilecek şey boyunca ilk defa, bir insa- nın bakışları karşısında gözlerini kaçırma dürtüsü hissetti. Göz- ler kafatasının birkaç santim içine dikilmiş gibiydi.

Bunun olacağını düşünmemiştim, dedi Ipslore’un sesi, boş hava- dan. Ona bir zarar geldi mi?

HAYIR. Ölüm bakışlarını o taze, bilgiç gülümsemeden ko- pardı. GÜCÜ KONTROL ALTINA ALDI. O BİR HASBÜYÜCÜ:

ÇOK DAHA KÖTÜSÜNE DAYANABİLECEĞİNDEN KUŞKUM YOK. ŞİMDİ – BENİMLE GELECEKSİN.

Hayır.

EVET. SEN ÖLDÜN, ANLARSIN. Ölüm çevresine bakınarak Ipslore’un dalgalanan gölgesini aradı ama bulamadı. NEREDE- SİN?

Asanın içinde.

Ölüm tırpanına dayandı ve içini çekti.

APTALCA. SENİ ORADAN KOLAYLIKLA ÇIKARABİLİRİM.

Asayı yok etmeden yapamazsın, dedi Ipslore’un sesi. Ölüm ses- te yeni, yoğun bir coşku olduğunu fark etti. Bebek asayı kabul ettiğine göre onu yok etmeden asayı yok edemezsin. Ve bebeği yok edersen kaderi altüst edeceğinden bunu da yapamazsın. Son büyüm.

Hiç fena değil, bana sorarsan.

(9)

Ölüm asayı dürtükledi. Asa çatırdadı ve üzerinde muzır kıvıl- cımlar gezindi.

Tuhaftır, Ölüm kızmamıştı. Öfke bir duygudur ve duygular için salgı bezleri gerekir. Ölüm’ün salgı bezleriyle işi olmazdı ve öfkelenmek için epey uğraşması gerekirdi. Ama biraz canı sıkılmıştı. Yine içini çekti. İnsanlar bu tür şeyleri sürekli deni- yordu. Diğer yandan, izlemek oldukça ilginçti ve en azından bu, her zamanki simgesel satranç oyunundan biraz daha orijinaldi.

Ölüm satranca öteden beri ürküntüyle bakmıştı, çünkü atın na- sıl hareket ettiğini hep unutuyordu.

KAÇINILMAZ OLANI ERTELEMEKTEN BAŞKA İŞE YARA- MAZ, dedi.

Yaşamak da öyle bir şey zaten.

AMA TAM OLARAK NE KAZANMAYI BEKLİYORSUN?

Oğlumun yanında olacağım. Kendisi bilmese de, ona öğreteceğim.

Dünya görüşüne rehberlik edeceğim. Ve hazır olduğunda, adımları- nı ben yönlendireceğim.

SÖYLESENE, dedi Ölüm, DİĞER OĞULLARININ ADIMLA- RINI NASIL YÖNLENDİRDİN?

Onları kovdum. Bana kafa tutmaya cüret ettiler ve onlara öğrete- bileceğim her şeye kulak tıkadılar. Ama bu oğlum öğrenecek.

BU AKILLICA OLUR MU?

Asa sustu. Yanında, bebek yalnızca kendisinin duyabildiği bir sese gülerek yanıt verdi.

Dünya kaplumbağası Büyük A’Tuin’in yıldızlarla dolu gecede nasıl hareket ettiğini anlatacak benzetme yoktur. On altı bin kilometre uzunluğunda, kabuğu meteorlarla delik deşik olmuş, kuyrukluyıldız buzuyla kırağı tutmuş bir varlıksanız, kendiniz- den başka hiçbir şeye benzemezsiniz.

(10)

Büyük A’Tuin yıldızlar arası derinliklerde, var olmuş ve olacak en büyük kaplumbağa gibi ağır ağır yüzüyordu. Kabuğunun üze- rinde dikilen dört fil, sırtlarında engin, yuvarlak DiskDünya’yı taşıyordu. Işıl ışıl bir çağlayan bu dünyanın kenarlarından dö- külüyordu. DiskDünya, belki olasılık eğrisindeki imkânsız bir nokta olarak, belki tanrılar da şaka yapmayı herkes kadar sevdi- ği için vardı.

Aslında herkesten daha fazla severler.

Halka Deniz kıyılarının yakınlarındaki büyük, kadim Ankh- Morpork şehrinde, Görünmez Üniversite’nin yükseklerinde bir yerde, kadife yastık üzerine yerleştirilmiş bir şapka vardı.

İyi bir şapkaydı. Muhteşem bir şapka.

Tepesi sivriydi elbette ve geniş, sarkık bir siperliği vardı, ama tasarımcı bu temel ayrıntıları hallettikten sonra kendini gerçek- ten işe vermişti. Şapkanın üzerinde altın danteller vardı; inciler, en saf vermin kürkünden şeritler, ışıldayan Ankhtaşları,* inanıl- maz ölçüde zevksiz payetler ve –bu kısmı şapkanın doğasını ele veriyordu– oktarinlerden bir halka vardı.

Oktarinler şu anda güçlü bir büyü alanında olmadıklarından parlamıyor, daha çok düşük kaliteli elmaslar gibi görünüyordu.

Ankh-Morpork’a bahar gelmişti. Henüz çok aşikâr değildi ama bu işten anlayanlar için işaretler vardı. Örneğin, ikiz şehrin su rezervi, lağım kanalı ve sık sık da morgu görevini gören o bü- yük, geniş, ağır Ankh Nehri’nin üzerindeki kir tabakası yanar- döner bir yeşil renk almıştı. Şehrin sarhoş çatılarına şilteler ve yastıklar atılmış ve uzun süren kışın ardından zayıf güneş ışı- ğında havalandırılıyorlardı. Mahzenlerin rutubet kokan derin- liklerinde, özsuları çekilmiş direkler ve kirişler, kök ve ormanın kadim çağrısıyla inleyerek kıvranıyordu. Görünmez Üniversite’

* Oltu taşı gibi ama farklı şehirden çıkıyor.

(11)

nin saçaklarında ve oluklarında kuşlar yuva yapıyordu, ama yuva yapacak uygun yer kıtlığına rağmen, çatıların kenarına di- zilmiş oluk başı canavarlarının davetkârca açılmış ağızlarına asla ama asla yuva yapmıyorlardı ve bu, söz konusu oluk başı cana- varlarını epey hayal kırıklığına uğratıyordu.

Kadim Üniversite’ye bile bir tür bahar gelmişti. Bu gece Küçük Tanrılar Arifesi’ydi ve yeni rektör seçilecekti.

Eh, tam olarak seçileceği söylenemezdi, çünkü sihirbazların oylama denen o utanç verici yöntemle işi olmazdı. Rektörlerin tanrıların iradesiyle seçildiğini herkes bilirdi ve bu sene tanrıla- rın ihtiyar Virrid Wayzygoose’u seçecekleri kesin görünüyordu, çünkü Virrid düzgün bir ihtiyar sihirbazdı ve senelerdir sırasını bekliyordu.

Görünmez Üniversite’nin rektörü, Disk’teki tüm sihirbazların resmi önderiydi. Bu, bir zamanlar onun en güçlü büyücü olduğu anlamına da geliyordu ama artık çok daha sakin bir dönemde yaşıyorlardı ve dürüst olmak gerekirse, kıdemli sihirbazlar büyü işlerine biraz burun kıvırıyorlardı. Onlar idari işleri tercih edi- yorlardı, çünkü idari işler daha güvenliydi, daha eğlenceliydi ve aynı zamanda şatafatlı akşam yemeklerine katılmalarını müm- kün kılıyordu.

Uzun akşam bu şekilde ilerledi. Şapka Wayzygoose’un oda- sındaki soluk yastığında otururken, Wayzygoose da şöminenin önündeki banyo küvetinin içinde oturmuş, sakalını sabunlu- yordu. Diğer sihirbazlar çalışma odalarında uyukluyor ya da o geceki ziyafet için iştahlarını açmak amacıyla bahçelerde gezi- niyorlardı; yaklaşık on iki adım atmak bu iş için oldukça yeterli görülüyordu.

Büyük Salon’da, önceki iki yüz rektörün oyma veya boya ba- kışları altında, kâhyanın ekibi uzun masaları ve bankları kuru-

(12)

yordu. Kubbe tavanlı mutfak labirentinde –eh, hayal gücünün yardıma ihtiyacı yoktu– bol bol donyağı, sıcak, bağırış çığırışlar, fıçı fıçı havyar, bütün halde öküz çevirmeler, duvardan duvara serpantin gibi uzatılmış uzun sucuk kangalları vardı ve aşçıbaşı soğuk odalardan birinde, bilinmeyen bir sebepten dolayı tere- yağından ürettiği Üniversite modeline son dokunuşlarını yapı- yordu. Ne zaman bir ziyafet düzenlense yaptığı bir şeydi –tere- yağından kuğular, tereyağından binalar, ekşi yağlı sarı hayvanat bahçeleri– ve bundan o kadar çok zevk alıyordu ki, yapmaması- nı söylemeye kimsenin içi el vermiyordu.

Kâhya kendi mahzen labirentinde fıçıların arasında dolaşıyor, içki dolduruyor ve tadıyordu.

Beklenti havası, dünyanın en eski binası olmakla ünlü, iki yüz kırk metre yüksekliğindeki Sanat Kulesi’nde yaşayan kuzgunla- ra bile yayılmıştı. Şehrin çatılarına çok yüksekten bakan, ufalan- maya yüz tutmuş taşların üzerinde minyatür bir orman gelişmiş- ti. Orada koskoca böcek ve küçük memeli türleri evrimleşmişti.

Kulenin en ufak esintide bile rahatsız edici bir şekilde sallanması yüzünden insanlar oraya artık nadiren tırmandığından, kule ta- mamen kuzgunlara kalmıştı. Kuzgunlar şimdi fırtınadan önce titrersineklerin yaptığı gibi, heyecanla uçuşmaktaydılar. Aşağı- dan birinin onlara dikkat etmesi iyi bir fikir olurdu.

Korkunç bir şey olmak üzereydi.

Hissedebiliyorsunuz, değil mi?

■ Yalnız değilsiniz.

“Ne oldu bunlara?” diye bağırdı Rincewind gürültü patırtının üzerinden.

Deri ciltli bir kitap rafından fırlar, zincirinin sonuna gelip sar- sılarak aniden dururken Kütüphaneci eğildi. Sonra yere daldı,

(13)

yuvarlandı ve kürsüsünü dövmekte olan Maleficio’nun İblis İlmi Araştırmaları kitabının üzerine atladı.

“Uuuk!” dedi.

Rincewind omzunu titreyen kitap rafına verdi ve hışırdayan kitapları dizleriyle yerlerine itti. Gürültü korkunçtu.

Büyü kitaplarının kendilerine has bir hayatı vardır. Bazıların- da bu hayat enerjisi çok fazladır; örneğin, Necrotelicomicon’un demir plakalar arasında tutulması gerekir. Hakiki Uçma Sanatı son yüz elli senesini tavan kirişlerinin arasında geçirmiştir. Ge Fordge’un Cinsi Münasebet Sihirleri Derlemesi ise tek başına bir odada, bir buz fıçısının içinde saklanmaktadır ve ancak sekse- nini aşmış ve tercihen ölü sihirbazlar tarafından okunabileceği kuralı katı bir biçimde uygulanmaktadır.

Ama ana raflardaki sıradan kitaplar ve elyazmaları bile, kapısı- nın altını bilinmeyen bir şeyin kazdığı kümesteki tavuklar kadar huzursuz ve sıkıntılıydı. Kapalı kapaklarının ardından, pençe sesleri gibi boğuk gıcırtılar geliyordu.

“Ne dedin?” diye bağırdı Rincewind.

“Uuuk!”*

“Tamam!”

Rincewind, yardımcı kütüphaneci olarak, temel indeksleme ve muz getirme işlerinin ötesine geçememişti ve Kütüphaneci’nin sarsılan rafların arasında sallana sallana dolaşmasını, orada siyah

* Istampa ve indeks kartlarıyla çalışan alelade bir kütüphaneye benzemediğini anlamış olmanız gereken Kütüphane’de bir süre önce bir büyü kazası yaşanmış ve Kütüphaneci’yi orangutana dönüştürmüştü. O zamandan beri, onu tekrar insana dönüştürme girişimlerine direniyordu. Kullanışlı uzun kollar, kavrama yeteneğine sahip ayak parmakları ve halk içinde kaşınma serbestisi hoşuna gitmişti, ama en önemlisi, büyük varoluş sorunlarının kendiliğinden çözülüp, bir sonraki muzun nereden geleceğine dair muğlak bir meraka dönüşmüş olmasından memnundu. İnsanlığın çaresizliğinin ve asaletinin farkında olmadığından değil. Yalnızca, onu ilgilendirdiği kadarıyla insanlığın çaresizliğini ve asaletini alıp münasip bir yere bırakabilirdiniz.

(14)

elini titrek bir cildin üzerinde dolaştırmasını, burada birkaç maymunsu mırıltıyla ürkmüş bir kitabı sakinleştirmesini hay- ranlıkla izliyordu.

Bir süre sonra Kütüphane yatışmaya başladı ve Rincewind om- zundaki kasların gevşediğini hissetti.

Ama kırılgan bir barıştı bu. Orada burada bir sayfa hışırdıyor- du. Uzak raflardan bir kitap sırtının uğursuz gıcırtısı geliyordu.

Kütüphane, ilk paniğinden sonra, şimdi sallanan sandalye fabri- kasındaki uzun kuyruklu kedi kadar gergin ve tetikteydi.

Kütüphaneci koridorlarda sallana sallana döndü. Ancak bir kamyon tekerinin sevebileceği, her daim hafifçe gülümsermiş gibi görünen bir yüzü vardı ama masanın altındaki odacığına girmesine ve başını bir battaniyenin altına saklamasına bakarak, Rincewind onun çok endişeli olduğunu anlayabiliyordu.

Asık suratlı raflara göz gezdiren Rincewind’e bakın. Disk’te sekiz sihirbazlık kademesi vardır; Rincewind, on altı seneden sonra, daha birinci kademeye bile ulaşamamıştı. Aslında, bazı öğretmenleri uzun uzadıya düşündükten sonra onun sıfırıncı kademeye bile ulaşamayacağı sonucuna varmıştı ki, çoğu nor- mal insan zaten o kademede doğardı. Bir başka deyişle, Rince- wind öldüğünde insan ırkının ortalama sihir yeteneğinin bir parça artacağı öne sürülmüştü.

Rincewind uzun boylu ve zayıftı. Doğanın sakal uzatsın diye yaratmadığı insanların uzattığı türden, seyrek bir sakalı vardı.

Üzerindeki koyu kırmızı cübbe daha iyi günler, hatta muhteme- len daha iyi on yıllar görmüştü. Ama yine de sihirbaz olduğunu anlayabiliyordunuz, çünkü sarkık siperli, sivri tepeli bir şapkası vardı. Şapkanın üzerine, iğne işindeki yeteneği yazı bilgisinden de kötü biri tarafından gümüş iplikle, büyük harflerle SİİRBAZ sözcüğü işlenmişti. Tepesinde bir yıldız vardı. Payetlerinin çoğu dökülmüştü.

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

[r]

1 Abdulkadir Yüzen 70 49 86,00 25,8 74,800000 Başvurusu Uygun Hak Kazandı. Sınav Tarihi

[r]

[r]

Bakanlar Kurulu Sayın Üyelerine, İstanbul Valisi Sayın Nevzat Ayaz’a, Birinci Ordu Komutanı Orge­ neral Sayın Haydar Saltık’a, Harp Akademileri Komutanı

For determining the in-situ shear strength of masonry walls along the mortar bed joints and comparing the obtained results with the results of the shear tests

Çalışma grubumuzdaki olgularda en sık gözlenen risk faktörü sigara kullanımı olmakla birlikte daha ciddi altta yatan majör bağışıklık baskılayıcı