PRAGMATİZM
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran üçüncü bir anlayış, düşünce tarihinde pragmatizm olarak bilinen felsefe okuludur. Pragmatizm, Avrupa uygarlığıyla veya dünyanın başka
medeniyetleriyle kıyaslandığında, kısa sayılabilecek bir geçmişi olan ABD’nin felsefi düşünceye yaptığı yegâne özgün katkıyı ifade eder. Bir felsefe okulu ya da hareketi olarak pragmatizme, harekete ilk
teorik ifadesini ve ana doğrultusunu temin eden Charles Sanders Peirce’ın, pragmatizmi
yaygınlaştırıp, geniş çevrelere tanıtan William James’ın ve nihayet pragmatist bakış açısını Amerikan kurumlarına ve toplumsal hayatına uygulama çabasıyla seçkinleşen John Dewey’in katkılarından meydana gelir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.582.)
Peirce
Pragmatizmin kurucusu olarak gösterilen Charles Sanders Peirce (1839-1914), aslında yalnızca felsefeye değil fakat modern matematik ve mantığa da çok önemli katkılarda bulunmuş ve böylelikle ülkesinin en özgün ve yaratıcı filozoflarından biri olmuştur. O, bir filozof kimliğiyle, modern felsefenin Descartes’tan beri hâkim temaları ya da yaklaşımları olan temsilciliği,
sezgiciliği, içebakışçılığı ve egoizmi reddederken, öncelikle yöntemsel kuşkuculuğa karşı çıkmış ve şüphenin genel olarak bütün inançlara uygulanamayacağı gibi, mutlak olarak kesin olduğu
düşünülen inançların doğruluğunu kanıtlamak için de kullanılamayacağını savunmuştur. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.582.)
Peirce, pragmatizmin esas itibariyle doğruluğun doğasıyla ilgili bir görüş olmasından yani onun çoğu zaman, “bir teorinin işe yaradığı veya toplumsal olarak faydalı olduğu takdirde doğru kabul edilmesi gerektiğini” bildiren doğruluk görüşüyle özdeşleştirilmesinden dolayı, felsefesine önce farklı doğruluk teorilerini birbirinden ayırarak başlar. Ona göre, öncelikle şeylerin kendileriyle ilgili doğrular anlamında transandantal doğrular vardır. Burada, her şeye rağmen önermelerin doğruluğuna karşılık gelen kompleks doğruyla ilgili olduğumuzu ifade eden Peirce’a göre,
transandantal doğrular kendi içlerinde, etik doğrular veya mantık doğruları benzeri farklı türlere ayrılırlar. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.583.)
Peirce, doğruluğun tam olarak ne olduğunu ifade edebilmek için bir önermenin “gerçekliğe uygun düşmesinin” ne anlama geldiğini açıklama ihtiyacı hisseder. Gerçekten de doğruluk ve yanlışlıktan söz ettiği zaman, önermenin yanlışlanma veya çürütülme olasılığına gönderme
yaptığını bildiren Peirce’a göre, bir önermeden algısal bir yargıyla çatışan bir sonuç çıkarsandığı takdirde, o yanlış olmak durumundadır. Başka bir deyişle, bir önerme deneyim tarafından
çürütüldüğü takdirde yanlış, buna mukabil çürütülmediği takdirde doğrudur. Bu, Peirce açısından doğruluk ile doğrulanabilirliğin aynı olduğunu telkin ediyor gibi görünebilmekle birlikte Peirce, söz konusu özdeşliği meşhur yanılabilircilik öğretisine vücut verecek şekilde reddeder. Buna göre Peirce, gerçekte bir önermenin ampirik olarak doğrulandığı takdirde değil de deneyimsel olarak yanlışlanmadığı sürece doğru olduğunu söyler. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.583.)
William James
Pragmatizmin ikinci önemli ismi, adı pragmatizmle neredeyse özdeşleşmiş olan William James’tir (1842-1910). Zira, düşüncenin nereden ve nasıl türediğini ya da onun öncüllerinin neler
olduğunu sormak yerine, düşüncenin sonuçlarını inceleyen James’in gözünde pragmatizm, ilk nesnelerden, ilkelerden, kategorilerden öteye, son nesnelere, ürünlere, sonuçlara ve olaylara yönelmektir. James’a göre, kendisinden önceki klasik felsefe “nesne nedir?” diye soruyor ve
kendisini önemsiz şeylerde kaybediyordu. Darwin’in evrim teorisi, “varlığın kaynağı nedir?” diye soruyor ve kendisini yıldızlar yığınında yitiriyordu. Oysa, pragmatizm, “sonuçlar nelerdir?” diye sormakta ve düşüncenin yüzünü, eylem ve geleceğe yöneltmektedir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.586.)
Nitekim James, hayatı doğrudan ilgilendiren somut olgulara, eylemlere, insanın yaşamını şimdi ve yakın gelecekte doğrudan etkileyen güç ve eyleme önem vermiştir. Dahası James’a göre, pragmatizm yalnızca bir yöntemdir. Bir yöntem olarak pragmatizm, insan yaşamının bir amacı olduğunu öne sürer. Yani, pragmatizm rakip metafiziksel teorilere, bu teorileri benimseyen
insanların hayatlarında yapmış olduğu farklılıklara bakılarak değer biçilmesi gerektiğini söyleyen bir metottur. Dünya ve insan üzerine yeni bilgi ve yorum getirme iddiasında olan birbirlerine rakip teoriler, yalnızca insan hayatının amacına göre değerlendirilmelidir. Ona göre, dünya üzerine olan bir teori, insan yaşamıyla ilgili birçok konuyu göz ardı ederek kesin sonuçlu cevaplara ulaşıyorsa eğer, reddedilmelidir. Böyle bir teori kaçınılmaz olarak dogmatik bir öğretidir. Pragmatizmin, James’e göre, hiçbir dogması, mutlak hiçbir öğretisi yoktur. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.586.)
John Dewey
Pragmatizmin üçüncü filozofu John Dewey’dir (1859-1952). Teorinin kendisindeki versiyonu araçsalcılık olarak geçen Dewey, Peirce’a benzer fakat James’tan biraz daha farklı bir biçimde, metafizik ve epistemolojik meselelerle ilgilendi. Ama Peirce’ın neredeyse bir Ortaçağ realisti gibi davrandığı yerde, Dewey nesnel ve bağımsız bir biçimde var olan “gerçekler” yerine,
“deneyim”den hareket etme eğilimi gösterdi. Bu kez de Peirce’tan farklı ve James’a benzer şekilde, pratik problemlerle yakından ilgilendi. Bununla birlikte, onu ilgilendiren problemler,
bireysel ruhun problemlerinden ziyade toplumla ilgili problemlerdi. Bu yüzden, bireyin çevresine nasıl uyum sağlayacağı meselesi üzerinde durmak yerine, fiziki ve toplumsal, elbette bireylerin yararına olacak şekilde yeni baştan düzenlemeye duyulan ihtiyaç üzerinde durdu ve bu
bağlamda, bilimlerdekine benzer bilginin söz konusu amaç açısından vazgeçilmez bir önemi haiz olduğunu iddia etti. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.591.)
Onun araçsalcılığının da tıpkı özgün versiyonunu oluşturan pragmatizm gibi, doğallıkla biri negatif ya da eleştirel, diğeri ise pozitif veya yapıcı iki ayrı yönü vardır. Başka bir deyişle,
araçsalcılık bir yandan geleneksel felsefeye yönelik bir saldırı, diğer yandan da felsefenin farklı bir temel üzerine yeni baştan inşası olmak durumundadır. Dewey’in öğretinin gerek negatif gerekse pozitif yanını, büyük ölçüde çağdaşı Bergson’un felsefesine ilişkin yorum ve değerlendirmelerden türettiği kabul edilir. Ona göre, insan zihninin normal işleyişinin çıkar gözetmeyen bir faaliyet
olmadığını gören Bergson, bu durumda geriye sadece iki alternatifin kaldığını görmüştür: “Ya şöyle ya da böyle hiçbir felsefe yoktur ve her tür bilgi pratiktir ya da felsefe sezgiden meydana gelir.” Bergson’un kendisi bu alternatiflerden ikincisini seçmişti. Dewey ise birincisi seçti. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.591.)
Dewey, gerçekten de insan zihninin ezeli-ebedi hakikatlere erişemeyeceğini ama gereği gibi
donatıldığı takdirde, yakıcı politik ve sosyal problemlerle etkili bir biçimde başa çıkmaya muktedir olduğunu öne sürdü. Bu yüzden fiili dünyaya dönüp insan zekâsının burada neler yapabileceğiyle ilgilendi. Onun işte bu çerçeve içinde, 19. yüzyıl düşüncesinin sosyal felsefe kanadına, yararcıların temsil ettiği reformist düşünce geleneğine mensup olduğu söylenebilir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.591.)