ÜMRAN YAYINLARI : 5 TÜRK DÜŞÜNÜRLERİ
DENEME DİZİSİ : 1
Kapak : İsmet Keten
Dizgi — Baskı : Üntit Matbaası Tel: 12 19 23 Cilt : Bilgin Kardeşler Tel : 11 89 51
Kapak Baskısı : Semih Ofset Tel : 25 03 57 Temmuz 1981 — ANKARA
DÎVANLAR ARASINDA
Bölüm I
Beyit Derken ... 1
«Ey Güi» ... 6
«Tekrar Gül» ... 10
«Hevâ-yı Suzu Güdûz» ... ... 14
Bir Beyitin Çevresinde ... 20
Bir Zarîf Adam ... 30
Galatada Ayak Seyri .... ... 35
Galatada Ayak Seyri II ... ... 41
«Eda» Meselesi ... . 49
Rakîb ... ... ...I.. 55
«Lafz-ı Nâ-Merbût» ... 62
«Yanlış Haberler» ... 67
«Vech-i Şebeh» ... 76
«Tevârüd» ... 81
«Gen Yakadan» ........ 87
Böliim II İnsanlar ve Kitaplar Hocam Ali Nihad Tarlan ... 97
Hocam Mahir Bey ... ... 105
Kültür, Kitab ve Dahası... 114
Tasavvuf ...
Beş Şehiri Okurken ...
Tarık Buğra’nın «Hikâyeler»i
DÎVANLAR ARASINDA
BEYİT DERKEN.
Kılâsik edebiyatımızın çok bilinen bir özelliği de her beytin başlıbaşına bir anlam ifâde etmesiydi. Eski şâirle
rimizi değerlendirenler, bilhâssa eski tezkireciler «bâkir mazmun, bikr-i ma’nâ, muntazam şiir v.s.» derken hep be- yiti kasdederlerdi. Nitekim Zâtî’nin sunduğu bir gazelde
ki :
Geldi ol zühd libâsını kabâ etdirici Zâhidâ hırkaya çek başını mânend-i keşef
beytini 2. Bâyezîd pek beğenir ve Zâtî’nın ifâdesine göre
«Billahi görün, âlemde ma’nâ dükendi derler, hâşâ ki ma’nâ dükene! Dünyâ dolu ma’nâdır, hüner bulmaktadır»
der ve şâire bir mansıb verilmesini emreder. Sonrası a- cıklı bir hikâyedir. Şimdi bizi ilgilendiren, bu beyitte, ken
disi Adlî mahlâsiyle şiirler yazan Sultân 2. Bâyezid’in o vakte değin söylenmemiş — veyâ kendisi gibi bilgin bir şâirin duymadığı, görmediği — bir ma’nâyı bulmuş ol
masıdır.
Benim anladığıma göre Zâtî, bu şiirde, güzelliği veyâ cilvesi ile zâhide, ya’nî dinin yasakladığı şeylerden ti
tizlikle kaçınan ve kendisini ibâdete veren kimseye, ya
DÎVAN^LAR ARASINDA
sağı ve ibâdet! unutturacak bir güzelin gelişini haber ve
rerek, başını kablubağa (kablumbağa) gibi hırkasının altı
na çekmesini söylüyor. Beyitteki hayâl gerçekten çok canlıdır. Kablubağa hayatı için bir tehlike sezdiği ânda başını kabuğunun içine çeker. Sultan Bâyezîd bu hayâli başka bir şâirin kalemine ve zihnine gelmemiş hayâller
den biri olarak görmüş olmalıdır. Fakat beyitin pâdişâh tarafından o kadar çok beğenilmesinin sebebi herhâlde sâdece bu yönü değildir. «Kaba, fenâ» kelimelerindeki cinâs-ı hattî (cinâs-ı musahhaf veyâ cinâs-ı tashif de de-
«en üste giyilen cübbe, önü açık kaftan» anlamıyla «aşa- nilir), «kabâ ettirmek» deyimindeki «kabâ» kelimesinin
«en üste giyilen cübbe, önü açık kaftan» anlamıyla, «aşa
ğı cinsden, âdî, zevksiz» anlamlarını birlikte kasdederek,
«libâs» kelimesinin delâletiyle tevriye-i müheyyie sanatı,
«zâh’id» ve «zühd» kelimelerindeki iştikak san'atı, daha bir sürü ma'nâ ve lafız san’atları beyiti süsleyip bezeye
rek beğenilir hâle getirmişlerdir.
Yine Zâti, Yavuz Selim’e sunduğu bir nûniyye (kâ
fiye mısrâımn son harfi nûn ’N’ olan gazel veyâ kasîde) içindeki :
Serverâ bir bende-i bikayddır kapında adi Tutamazdı anı zencîre çekip Nûşîrevân
beyitini Yavuz pek beğenerek, böyle mükemmel bir be
yit yazdığı İçin, şâirin aylığının ve câyizesinin artırılma
sını emreder.
Bu beyit de lafız ve ma’nâ san’atları bakımından yu
karıdaki gibi zengindir. Buradaki «bende (köle)» ve «bi- kayd (hür, bağlantısı olmayan)» sıfatı arasındaki tezâd san’atı; «kayd» kelimesindeki «bağlama» veyâ «bağlan- 2
DÎVANLAR ARASINDA ma, hür olmama, -irâde ve davranışlarına sınır koyma ve- yâ koyulmuş olma» ma’nâlarından «bağlamak» fiilinin
«zencir» kelimesiyle münâsebeti; Nûşirevân Âdil’in, sara
yının damına bir çıngırak koyup onu bir zencirle cümle kapısına bağlayışı ve böylece adâlet talebinde bulunanın kapıya gelip zenciri çekerek içeriye haber verişi hikâyesi, bu hikâye ile ilgili «zencire çekmek, tutmak» filleri, ve ni- hâyet Yavuz Selîm’i adâleti efsâne hâlinde söylenen bir pâdişahla karşılaştırarak Yavuz’un üstünlüğünü belirtmek-1 teki ince hayâl, kendisi de mükemmel bir şâir olan koca sultanın estetik zevkini pek okşamış olmalıdır.
Beyit kelimesinin diğer anlamı, «Ev»dir. Kılâsik bir şâirde beyit, sosyal değişmelerin yanında İktisadî zarûret- lerin de etkisiyle şimdi artık tamamen kaybolmuş olan es
ki Türk evi gibidir. Onda nasıl maddî ve ma’nevî bakım
dan yakın olanlar ev halkını teşkil ediyorsa, beyitte de lafz ve ma’nâ bakımından biribiriyle ilgili olan kelime ve kav
ramlar bulunurdu. Evdeki gelin, dâmât, oğul, kız, evlâtlık, kaynana, kaynata, aşçı v.s. nasıl kanun ve örf bakımından bir birlik teşkil ediyorsa, beyitteki kelimeler bedî ve be
yân san’atları denen iki kanunun sıkı hükümleriyle bir ara
ya getirilirlerdi. Onun içindir ki, eski şiirimizi okurken be
yitteki her kelimenin, her kavramın orada bulunmuş se
bebini araştırmadan, tâbiri câizse künyesi hakkında bilgi edinmeden o beyiti anlamak, «içine girmek» mümkin de
ğildir. Yalnız, bu araştırmada başvuracağımız tek rehber, kılâsik şâirlerimizin büyük bir sadâkatle bağlı oldukları estetik kaideler, bedî’ ve beyân san’atlarıdır. Yukarıdaki iki beyitte bu san’atlara ne kadar titizlikle dikkat edildiği
ni bir parça görmüş olduk.
Bir başka örneği yine Âşık Çelebi’den a!alım.
16. yüzyılın bu müstesna hikâyecisi, zevk ve sohbet 3
adamı, Dukagin-zâde Yahyâ Bey’i anlatırken, onun, büyük bilgin, şâir, şeyhülislâm Kemalpaşa-oğlu’na bir kaside su
nuşunu hikâye eder. Şeyhülislâm kasideyi o kadar beğe
nir ki, tekrar okutur. Mecliste Defterdâr İskender Çelebi,- İshak Çelebi, Bursalı Nihâlî Ca’fer Çelebi, Hayâlı Bey gi
bi şâir ve bilginler de vardır. Kasidenin ilk beyiti şöyle:
Faz! ile Rûmda bir dâiredir ol mihr-i kemâl Mah-rûlar yanağında nitekim dâne-i hâl
Mecliste bulunanlardan İshak Çelebi ve İskender Çelebi, Kemâlpaşa-oğlu’nun takdirine iştirak ederek şu matla’ be- yitindeki «mihr» kelimesinin pek »münâsib» düşmüş oldu
ğunu söylerler. İskender Çelebi «Mihr»in eş-anlamlı keli
me «Şems»i, oradan da Kemâlpaşa-oğlu’nun adını — ki Ahmed Şemseddin’dir — hatırlattığını bildirir. BeMi onlar belirtmediler, belirttiler de Âşık Çelebi o zamanın mâli
ye vekili olan İskender Çelebi’nin zamanın mâliye veki
li olan İskender Çelebi’nin zekâsını ve zekâsını ve kültü
rünü ifâdeye o kadarcığını yeter gördü, söz uzamasın diJ ye nakletmedi, beyitte böyle zengin anlamlı kelimeler da
ha var. Yahyâ Bey burada «MihH kemâl» kelimesini «ol
gunluk, rnühemmelli'k güneşi» anlamında kullanmıştır. Fa
kat, Şeyhülislâm’ın dedesinin adının Kemal olduğunu bile
rek; ’mihr’ ve ’şems’ kelimelerinde tevriye san’atı göster
miş, dolayısiyle «Kemalpaşaoğlu Ahmed Şemseddin» de- mişdir. Beyitteki kelimeleri ve deyimleri şöyle bir sı
ralayalım: «faz!, Rûm, bir dâne, mâh-rû (mâh,ru), yanak, dâne-i hâl (dâne, hâl)». Buradaki her kelime, tıpki eski Türk konağında olduğu gibi, bir diğeriyle gerek lafz, ge
rek ma’nâ bakımından ilgilidir. «FazI» kelimesi (inâyet, ihsân, cömertlik» anlamı yönünden dâne-buğday çağrısı DÎVANLAR ARASINDA
4
DÎVANLAR ARASINDA mıyla «dâne» kelimesi ile, «hüner, marifet, ahlâk ve inanç doğruluğuyla bilgi, ilim» anlamı yönünden «kemâl» keli
mesi ile alâkalıdır. «Rûm» hem Anadolu bölgesi, hem «be
yaz renk» anlamındadır. İkinci mısrâdaki «mah» kelimesi İle birincideki «Mihr» arasındaki maddî alâkayı belirtmeğe lüzum yok. «Rü» kelimesi «yüz» demektir ki, burada «be
yaz yüz» kasdedilmişdir. Çünki ilk mısrâdaki «rûm» ke
limesini karşılamakdadır. «Hâl» yâni «ben» siyah olup, beyaz yanak üzerindeki siyah ben bir ma’nevî tezâdı be- lirtmekdedir. İlk mısradaki «bir dâne» deyimindeki «dâne»
ile İkincideki «dâne-i hâl» tamlamasındaki «dâne»nin se
mantik bakımından ayrı anlamlarda olduğu âşikârdır. Ko
nuyu daha fazla yaymamak için diğer edebî san’atları, te- nâsüb unsurlarını ve leff ü neşr san’atım bir yana bırakı
yorum. Şu üç beyit, klâsik şiirin yapısının ne kadar sağ
lam olduğunu, şâirlerimizin dilin imkânlarından ne kadar büyük bir dikkatle yararlandıklarını gösteriyor sanırım.
5
«EY GÜL»
Fuzûlî bir gazeline:
Ey gül ne aceb silsile-i müşg-i terin var Ey serv ne boş cân alıcı işvelerin var
beyitiyle başlıyor. Yazının başlığını bu beyitten aldım.
Açıklamasını, şu günlerde bütün gücünü ve zamanını Fu- zûlî’nin gazellerini şerh etmeğe vermekte olan Prof. Dr.
Ali Nihad Tarlan’ın eserinden kısmet olursa, yakınlarda okuruz.
Gülün daha neleri var ki...
Fuzûlî Kânunî Sultân Süleyman’ı övdüğü «gül» redif
ti kasidesine:
Çıhdı yaşıl perdeden arz eyledi dîdâr gül Sildi mir’ât-ı zamîr-i pâkden jengâr gül
beyitiyle başlar. Bu günki dile çevirirsek «Yeşil perdeden çıkıp yüzünü gösterdi gül; temiz iç aynasından pası sildi gül» diyor. Yeşil çanak yaprağı içinden açılan, ya’nî gon
ca iken gül olan çiçeğin bu değişimi bir yeşil peçe — ve
yâ perde — arkasından yüzünü gösteren bir güzelin kişi
liğinde anlatılmaktadır. Bahar mevsiminin diğer bir adı bu edebiyatta «mevsim-i gül» gül mevsimidir. Uzun kış ge-
I
çelerinde, soğuk binâlarda sıkıntıdan içleri kararmış in
sanlar baharın gelişiyle bağlara bahçelere açılırlar, yeyip içip eğlenirlerdi. Fuzulî, açılışıyle bahar mevsimini geti
ren gülün insanlara eski çoşkunluğunu iâde edişini «temiz iç aynasından pası sildi» diye anlatıyor.
Kasîdenin sonlarına doğru :
Meyve ol sultân-ı âdildir nihâl-i devlete Sâbıkâ gelmiş selâtin-i felek-mikdâr gül
«Önceden felek kadar sultan gül gibi gelmiş, fakat devlet ağacına meyve o adâletii pâdişâhtır» diyor. Böylece Fuzû- lî, Kânunî’nin kendisinden önce gelen dokuz sultandan da
ha değerli olduğunu söylüyor. Açıkça «Ondan önce dokuz sultan geldi» diyerek değil, fakat «felek kadar geldi» di
yerek bu fikri ifâde ediyor. Eskilere göre felek — ya’nî gök
yüzü — yedisi yedi seyârenin (gezegenin) bulunduğu kat
lar, biri sâbitelerin (burçların) bulunduğu ve diğeri atlas olmak üzere 9 katlı olarak tasavvur edilirdi. Bu türden ör
tülü ifâdeler, klâsik şiirimizde az rastlanmayan örnekler
de görülür.
Necâtî Bey, terkîb-i bend şeklindeki Şehzade Abdul
lah Mersiyesi’nin 2. bendinin 3. beyitinde;
Yur ise kursa-i sâbûn-ı mihr ile yüz yıl Bu yüz karasını mehden kaçan yuyar felek
«Yüz yıl güneş sabunu ile yusa bile, ayın bu yüz karasını felek nasıl yuyar?» diyor. Burada, ayın üzerindeki lekeler yüz karasına benzetilmiş, ayın ışığını güneşten alışı vakı
asından hareketle, güneşin ayın yüzünü temizleyip parlat
masından söz edilmişdir. Fakat akla şu soru hemen geli- DÎVANLAR ARASINDA
7
yor: Şehzâdenin ölümünden ayın ne gibi bir suçu olabi
lir? Neden ay sorumlu tutulsun?
Üçüncü benddeki şu beyitte biz bu soruların cevâbını buluyoruz:
Söyündü şem’i vü dağıldı cem’i cum'a günü Bu şem’-i neyyir ü ol cem’-i târmâra dirîğ
Cuma günü mumu söndü ve meclisi dağıldı; bu parlak mu
ma ve o darmadağın meclise yazık!». Öğreniyoruz ki Şeh- zâde Abdullah Cuma günü vefât etmişdir. Eski yıldız-bi- limcilere göre yedi gezegenin herbirinin haftanın yedi gü
nünden ve gecesinden biri üzerinde etkisi vardı. Ayın da pazartesi gününe ve cuma gecesine (perşembe gününü cuma gününe bağlayan geceye etki ettiğine inanılırdı. Ta
rih kayıtlarına göre şehzâdeinin cuma günü vefât etdiğini biliyoruz. Çok mümkindir ki, bu vefât ânı, zamân olarak, perşembe gününü cuma gününe bağlayan geceye rastla- mışdır.
Gül redifli kasideler 16. yüzyılda pek boldur. Kılâsik edebiyatımızda bu çiçeğin birçok türü anılmaktadır. Bun
lardan birisi iki renkli (sarı-kırmızı) güldür ki «gül-i ra’nâ»
dedikleridir. 18. yüzyılın başlarında vefât etmiş Arpaemî- ni Sâmî:
Dü nîm olursa da ten dilde ârzû birdir Dü reng ise gül-i ra’nâ aceb mi bû birdir
«Ten iki bölüm olsa da gönülde arzû birdir; gül-i ra’nâ iki renkli olsa nolur? kokusu birdir» diyerek bu gülden söz eder.
Kılâsik şiirimizde «serv-i gül-endâm, serv-i gülfürûş, serv-i semen» diye anlatılan da, üstüne sarmaşık gülü ve- DÎVANLAR ARASINDA
8
DÎVANLAR ARASINDA yâ yediveren gülü dediğimiz gülün sarıldığı servidir. Bu gül serviyi öyle kaplamıştır ki, servi görünmez olmuşdur.
Gül, rengi ve biçimi yönünden birçok şeye benzetil
miştir, veyâ birçok şey güle teşbih olunmuştur. Bunlar
dan biri de kulakdır.
Nergis, kenarındaki kirpiği andıran taç yapraklarıyla nasıl göze benzetilmişse; şene, çukuruyla ve şekliyle el
maya benzetilmişse; saç, koyu rengi ve lüle lüle biçimiy
le sünbüle benzetilmişse aynı şeklî münâsebetten hare
ketle gül de kıvrım kıvrım haliyle kulağa benzetilmişdir.
Kim bilir, belki bu benzetişin vech-i şebehlerinden biri de gülün bülbülün feryâdlarını hep dinleyip durmakla kalma
sıdır. 16. yüzyılın şâirlerinden Âhi:
Kandasın ey serv-had bâğın gül-ü nergisleri Göz ku'lağ olmuş durur, sen serv-i bâlâdan yana
«Nerdesin ey servi boylu sevgili ki, beklerken bağın gül
leri ayak sesini duymak için kulak oldular, nergisler de göz» diyor. Bâkî’nin:
Gül hasretinle yollara tutsun kulağını Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizâr
beyiti, aşağı yukarı Âhî'ninkiyle aynı anlamı ihtivâ etmek- dedir. Yine Necâtî Bey'in:
Hüsnüm sıfatın tâ kim diye işide dâyim Gülşende gül ü gonca gûş u dehen olmuşdur
«Senin güzelliğinin niteliklerini söyleyip dinlemek için, çi
çek bahçesinde gül kulak ve gonca da ağız olmuşdur» be
yiti bu durumu kuşkuya yer kalmayacak bir açıklıkla be- lirtmekdedir.
9
«TEKRAR GÜL»
Orıaltıncı yüzyılın başında vefât etmiş olan Necâtî Bey
— ki kendi zamânmın ve istisnâsız bütün Onaltıncı Yüz
yılın şâirlerini etkilemişdir — «gül» redifli kasidesinde:
Var iken yüzün güle meyi eylemez dil bülbülü Arife bir gül yeter lâzım değil tekrâr gül
«Senin yüzün varken gönül bülbülü gülle ilgilenmez; an
layışla olana bir gül yeter, başka gülün gereği yoktur» di
yor. Henüz bahârın hükmünü sürdürdüğünden midir nedir, gül deyip gül işitmek hoşuma gitti, bu kez de gülden söy
leşelim dedim. Yoksa dostların irfânından şüphem yok.
Geçen yazıda «Ey gül...» deyip Fuzûlî ile söze başlamış- dım, bu kez Necâtî Bey sözün imâmesi oldu. Aslında bu iki şâir, çağdaş olmasalar bile, duyuş bakımından, anla
tımlarındaki kendilerine mahsûs özellikler bakımından ay
nı iklimin çocuklarıdırlar. Necâtî Bey’in:
Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek Bir avuç toprak atar bâd-ı sabâdan gayrı Ve bir başka beyitinde:
10
DÎVANLAR ARASINDA Bir veçhe unuduldı Necâtî ki kimesne
Mihnet-serâsı kapusın açmaz meğer ki bâd
«Necâtî öylesine unutuldu ki Mihnet evinin kapısını rüz
gârdan başka kimse açmez» şeklinde anlattığı yalnızlık, terk edilmişlik durumunu ondan yirmib&ş yıl sonra gelmiş olan Fuzulî:
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
«Ne gönlüm ateşinden özge kimse bana yanar, ne de sabâ yelinden gayrı kimse kapımı açar» diye ifâde ediyor ki, Necâtî Bey'in divanını büyük bir ihtimâlle okuyup etkilen
miş olsa bile, aşağı yukarı aynı telden çalıyorlar demek- dir.
Fuzûlî, geçen yazıda sözünü ettiğim «gül» redifli ka- sîdesinde:
Matbah-ı cûdına kim dûdına sünbüldür gulâm Hâr-keşlik san’atın dutmuş değil bl-kâr gül
«Onun — Kânûnî Sultan Süleyman’ın — cömertliğinin mutfağına, ki o mutfağın dumanının kölesi sünbülldür, gül odun taşımayı iş edinmiştir, işsiz güçsüz değildir» diyor.
Kânunî’nin eli-açık oluşunu herkesin doyunduğu bir mut
fağa benzetiyor. Sünbül, kılasik edebiyatımızda biçim ba
kımından kıvrım kıvrım, renk yönünden koyu, hattâ siyah olarak düşünülürdü. Böylece Fuzûlî, koca pâdişâhın mutfa
ğından çıkan dumanı biçim ve renk bakımından öyle güzel buluyor ki, sünbüle benzetmeye kıyamayıp, sünbülün ona köle olduğunu söyleyerek anlatmağa çalışıyor. Bu arada sünbül, menekşe gibi isimlerin eskiden kölelere verildiği-
DÎVANLAR ARASINDA
ni de hatırlatayım. Nitekim Necâtî Bey «Menekşe» redifti kasidesinde:
Gülzâr-ı sarayında zihî dâr-ı saâdet Kim oldu lakab çarh-ı perestâra benefşe
bahçesinde felek halayığının adı menekşe oldu» diyerek
«Senin sarayının — ki ne güzel bir mutluluk yuvasıdır — bahçesinde felek halayığının adı menekşe oldu» diyerek bu âdetin bir örneğini bize vermekdedir.
Klasik edebiyatımızda gül, istisnâlar bir yana, umumi
yetle dikenli olarak düşünüle gelmişdir. «Hâr» kelimesi sözlükte hem «diken» hem de çalı-çırpı» anlamlarını kar- şılamakdadır. Böyle Fuzulî, ikinci mısrâda, «hâr-keş» ter
kibiyle hizmetçiye benzettiği gül İçin «diken taşıyan» ve
«çalı-çırpı taşıyan» anlamlarını bir arada kullanmakdadır.
«Kâr» kelimesi türkçemizde «iş-güç, kazanç» kavramları
nı kakarşılar. «Bî-kâr» terkibî ise «işsiz, başıboş gezen»
anlamlarındadır. Fuzûlî gülün işsiz-güçsüz, bugün kullan
dığımız bir başka deyimle «boşgezenin boş kalfası» olma
dığını söylüyor.
Şu «bî-kâr» deyimi bana bir hâdiseyi hatırlattı: Avru
palI bir türkoloğun, arşiv vesikalarından birindeki «...câ- ıniinin etrâfındaki vakıf dükkânlarda kârhâne'ler vardır»
mealindeki bir cümleyi, eserinde «türklerin kadm-erkek münsebetlerinde amansız bir şekilde müsâmahasız olduk
ları söylenir, câmîlerin etrafında genel-ev açılmasına izin veren bir ulusa karşı ne korkunç iftirâ!» yollu yorumladı
ğını iktisad târihçisi dostum Mehmet Genç nakletmişdi.
«kâr-hâne» deyiminin eskiden «işyeri» anlamında olduğu
nu bilmeyen bu türkolog sözlük allâmeliğinin insanı na hâllere düşüreceğinin örneğidir.
12
DÎVANLAR ARASINDA Gölün üzerindeki, eskilerin jâle dediği çiy dâirelerinin güneş tarafından çekildiği gerçeği şairlerimizce biribirin- den güzel hayâllerle anlatılmışdır. Onaltıncı yüzyılın fele
ğin çenberinden geçmiş şairi ince, duygulu Hayalî Bey’in şu beyitindeki kadar güzeline ben rastlamadım:
Germ olup benzettiğiyçün kendüyi ruhsâruna Âfitâba jilelerden oldu seng-endâzgül
«Coşup kendinden geçerek parlaklıkta kendisini se
nin yanağına benzetti diye, gül güneşe çiylerden taş atar oldu»
O Hayâlî Bey ki, ateş rengi güllerin arasında gül fida
nını görünce, gülleri alev, gül budağım tutuşmuş çalı zan
neder:
Gördüğümde âteşin güller içinde sanırım Kaddüne öykündüğiyçün gül budağın yakdılar
«Gül budağını ateş gibi kırmızı güller içinde gördü
ğüm zaman, boyuna benzemeye kalkdı diye yakdılar sanı
yorum» der. Halbuki bu türden ince hayâllerin şâiri bam
başka bir üslûbun sâhibi Nâilî’nin gelmesine daha yüz yıl vardır.
«HEVÂ-YI SUZ U GÜDÂZ
Türk Edebiyatında, doğuda Onbeşinci Yüzyılda Alî Şîr Nevâyî’nin Mecâlisü’n-nefâyis’i ile başlayan şuarâ tezki- reciliği — ki ber çeşit biyografik sözlüktür — Anadolu’
da Onaltıncı Yüzyılın ilk yarısında Sehî Bey’in Heşt Be- hişt’i ile devâm eder. Sırasiyle Latîfî, Ahdî Âşık Çelebi, Kınalı-zâde Haşan Çelebi v.s. eserleriyle zamanımıza ka
dar gelir ve son örneğini rahmetli İbnülemin Mahmud Ke
mal Bey verir. Şuarâ tezkireleri Türk kültürü tarihinin vaz
geçilmez kaynaklarındandır ve diğer benzerleri gibi harf devriminin karanlık perdesinin arkasında kalmışdır. Onları yerri türk harflerine aktarmak ve bugünün türkçesiyle ya
yınlamak kültür bakanlarının himmetine ve bu ihtiyacı du
yan komisyon üyelerinin insafına kalmışdır. Bu tezkirele
rin yazarları yanlız biyografik bilgi vermekle kalmamışlar, konu edindikleri şâirin şiirinin ve eserlerinin bir değerlen
dirmesini de yapmışlar veyâ nakletmişlerdir. Bu yüzden
dik ki biz şuarâ tezkirelerinde — büyük bir bölümü yaza-*
rina âit olmakla beraber — çağının genel anlamdaki şiir talâkkisini de yansıtılmış buluruz. Bâzı durumlarda yazar, konu edindiği şâir hakkındaki genel görüşü belirtir hattâ tenkid ederken, kendi kanaatini de ortaya koyar. Bunlar-
DÎVANLAR ARASINDA dan Kınalı-zâde Haşan Çelebi, çok kere seleflerinden La- tîfî Efendi ile Âşık Çelebi’nin görüşlerini yansıtmakla be
raber arasıra kendi düşüncesini de ortaya sürer. Bu yazı
da böyle bir örnek üzerinde durmak istiyorum.
16. yüzyılda yaşamış olan Edirneli Emrî Efendi, bu
güne bile zevkimizi okşayacak değerde mısrâ ve beyitle
rin sahibi, ilgisizlik ve bilgisizlik yüzünden bir köşede unu
tulup kalmayı hiç de hak etmemiş bir şâirdir. Haşan Çe
lebi «Ba’z-ı ashâb-ı hased mezbûru cânib-i ma’nâ ile mu- kayyed olduğundan şehbâz-ı tab’ı havâ-yı süz u güdâza pervâz etmemiştir, elfâzı rekîkdir diye zebân-ı ta’nı dırâz ederler, ammâ ki hılâf-ı vâki id iği gün gibi âşikâr ve lâmi’dır» yâni «bâzı kıskançlar adıgeçeni ma’nâ yönüne dikkat ettiğinden âşıkânelik veyâ lirizm tarafıyle ilgilen- memişdir, sözleri tutukdur diye dil uzatıp yererler, ama gerçeğe aykırı olduğu gün gibi ayan beyandır» der ve o- nun «o tarzda olan şiirleri sayısız denecek kadar çokdur»
diye ilâve ederek şunları örnek gösterir:
Çünki bir âşık dahî istersin ey şeh kendüns Gsmzenün cellâdı tîgiyle iki m’etsin beni
«Ey sultânım., kendine bir âşık daha istiyorsun; cel'â- da benzeyen yan bakışın beni iki mi biçsin?» şeklinde bu günün diliyle nesre çevirebildiğim bu beyitte şâir sevgili
sine, kendisinin ayarında bir âşık daha bulmak istiyorsa bunun imkânsız olduğunu ifâde etmekdedir. Böylece sev
gilisinin hercâyîliğinde de şikâyet ediyor.
Eğer haşr olmaz isem ol kıyâmet-kad nigârumla Gezen mahşerde göğsüm döğerek seng’i mezârumla Gubâr olsam reh-i kûyında komaz tozudur âhum İlahî n’eyleyem bu rûgâr-ı zûrkârumla
«O kıyamet boylu sevgiliye kavuşamazsam, kıyâmet gününde kendi mezâr taşımla bağrımı döğe döğe geze
yim. Mahallesine giden yolda toz olsam âhım beni bırak
maz, savurur; yâ Rabbi, beni güç durumlara düşüren bu talihimle (rüzgârımla) nasıl başedeyim?». Buradaki kıyâmet ve kad (boy) münâsebeti ayrı bir yazı konusudur. Bağrını döğerek, yakasını yırtarak, saçını başını yolarak kederini dışarı vurmak bugün de görülen bir psikolojik davranışdır.
Şâir bizzat kendi mezar taşıyla bağrını döğeceğini söylü
yor ki ince bir hayâldir. İkinci beyitteki «rüzgâr» kelime
sinin kullanılışı dikkati çekicidir. Bilindiği gibi bu kelime hem rüzgâr hem de zaman anlamlarına gelir. Emri Efendi bunların dışında bir de «kader» kelimesiyle karşılanabile
cek bir anlam da vermekdedir.
Diğer Bir beyit:
Gördüm ey dil minnet ister vermeğe dünya murâd Ana minnet etmeden kurtuldum oldum nâ-murâd
«Ey gönül, gördüm ki dünyâ muradımı vermek için kendisine minnet etmemi istiyor,murad etmekten sıyrı'a- rak ona minnet etmekten kurtuldum».
Haşan Çelebi’nin verdiği öbür örnek:
Dîvâneyim görelden sen haddi lâlegûnu Artar bahârı görse şeydâların cünîınu
«Sen yanağı lâle renkliyi göreliberi dîvâneyim; bahâ- rı görünce çılgınların deliliği artar.» beyitidir. Haşan Çe
lebi bu beyitlerin hepsini de «süz u güdâz» vâdesinde söy
lenmiş olarak göstermekdedir. Biz bu deyimi «âşikâne»
veyâ «lirik» diye de çevirebiliriz. Çelebi’nin bu hükmünü daha iyi değerlendirmek için «Bu eş’âr-ı belâgat-şi’âr câ- DÎVANLAR ARASINDA
DİVANLAR ARASINDA nib-i ma’nâsı muhayyel ü rengîn olan güftâr-ı bî-nazîr ü karînindendir» yâni «belâgat örneği bu şiirler mâ’nâ yö
nünden ince ve renkli, eşi ve benzeri olmayan sözlerin- dendir» diyerek sıraladığı örneklere geçelim,:
Pâymâl eyleme gîsû-yı abîr-efşânun Kuyruğın basma nigârâ uyur ejderhânûn
«Anber kokusu saçan saçını ayaklama; eygüzel, uyu
yan yılanın kuyruğuna basma»
Nesîm-î cân güherbâr olduğunca şah-ı mercandan Olur bir gonca peydâ yaprağı lâl-i Bedahşândan
«Cân yeli inci saçtıkça, mercân dalında yaprağı Be- dahşân la’linden bir gonca peydâ olur»
Gördü kim her dem sütûn-ı hâne âhından yanar Bîsütûn etti varıp Ferhâd-ı miskin meskenin
«Evinin direklerinin ateşli âhıyla durmadan yandığını görünce zavallı Ferhad nihayet Bîsütûn dağında yerleşti (veyâ, evini direksiz yapdı)».
Hasret-i ebrû-yı müşkînünle nûnun kaddi ham Nokta komuş sînesi üstüne anun dâğ-ı gam
«Senin misk renkli (siyah) kaşının hasretiyle Nûn harfinin beli bükülmüşdür, gam yarası onun bağrının üs
tüne nokta komuş».
Bu beyitlerde gerçekten ince ve renkli hayâller var
dır. Muammâ yazmakla ün kazanmış olan Emrî ikinci be
yitte bize ne söylüyor? bunu kesin olarak açıklamak güç.
Fakat o zamânın estetik görüşüne sâdık kalarak bir 17
yorumda bulunmak da mümkindir. «Cân vermek» kelime
si dilberin ağzıyle ilgilidir. Onun konuşması veyâ öpme
si «cân vermek», onu öpmek de «cân almak» deyimleriy
le ifâde edilirdi. Nitekim Nedîm:
La’l-i yâr ağzında ammâ vâpesîn olmuş nefes Aşık-ı bîmârı gördüm cân verip cân almada
«Sevgilinin dudağı ağzında ammâ nefes sona gelmiş (yâni ölüyor); hasta âşığı can verip can alırken gördüm», beyitinde bu iki deyimi bir arada kullanmıştır. «İnci» kıla- sik edebiyâtımızda.hele bu çağda «damla ter dalmalası»
ve «diş» benzeri idi. Burada ağız sözkonusu olduğundan
«diş» kelimesini hatırlamak gerekir sanıyorum. Beyiti a- çıklamakda asıl güçlük «şâh-ı mercân (mercan dalı)» tam
lamasından gelmektedir. Bilindiği gibi teşbîn san’atinde benzeyenle benzetilen arasında herkesçe kabûl edilebilir maddî veyâ mânevî bir ortak bulunur ki buna «vech-i şe- beh (benzetme yönü)» denmektedir. Mercan renk olarak ağızla ilgili görülse bile «Şâh (dal)» İle ağız arasında bir şekil benzerliği bulmak güç. Onu ancak bir mercan parça
sı diye telâkki edersek vech-I şebeh alâkası bulmuş olu
ruz. Yâni, boyu ağız genişliğinde olan bir mercan dalı par
çası. Bu takdirde beyiti «O dilber konuşmağa başlayınca mercan renkli ağız açılır, inci dânesi şeklindeki dişleri gö
rünür, ve la’l renkli dudaklarıyle gonca gibi ağzı ortaya çı
kar» şeklinde mânâlandırmak mümkindir. «Cân yelinin in
ci saçması» bahar yelinin yağmur yağdırmasıdır. Eski te
lakkiye göre bahar yağmurunun istridyenin içine düşme
siyle inci meydana gelirdi. Binâenaleyh «inci» kelimesi
nin arkasında hem «diş» hem de «bahar yağmuru» kavra
mı vardır. Bu damlalar mercan dalına düşünce oradan işte DÎVANLAR ARASINDA
DÎVANLAR ARASINDA Öyle bir gonca meydana gelmektedir. Bu beyitdeki hayâl komposizyonu yapısı ve üslûbu bakımından ancak Nâilî’de, hattâ Şeyh Gâlib’de rastlanabilecek türdendir ve devrine göre çok ileridedir. Önce söyledim yâ, Emrî muammâ yaz
makla ünlü idi. Bu beyit de içinde bir muammâ gizliyor ola
bilir.
Üçüncü beyiti daha iyi kavramak için Ferhad’ın mes
leğinin mimar olduğunu hemen hatırlamak gerekir. Bîsü- tûn kelimesi ise iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi — ki onu asıl olarak aldım — Ferhad’ın deldiği Bîsütûn Dağı’- dır. İkincisi «bî-sütûn (sütûnsuz)» anlamıdır. Mesken ke
limesi «ev; yerleşilen veyâ oturulan yer» anlamlarına ge
lir.
Sonuncu beyitde bir gerçek sebebi veyâ objektif gö
rünüşü bambaşka bir biçimde yorumlamak veyâ görmek diye tanımlanan hüsn-İ ta’lîl sanatını görüyoruz. Bu sanat 16. yüzyılda şâirlerin çok sık kullandıkları birkaç sanatın başında gelir. Eski Türk harflerindeki Nûn harfi, kabaca bir târifle, yarım dâire biçimindedir ve içinde, hemen he
men dâirenin merkezine rastlayan yerde noktası bulunur.
Nûn harfi eğriliğinden dolayı biraz da siyah mürekkeble yazıldığından rengi cihetiyle olsa gerek, kaşa benzetilirdi.
Bu benzetişin Hurûfîlikden geldiğini hemen belirtmek is
terim. Şâir Nûn tarfinin objektif görünüşünü yorumlamak- dadır.
Her iki örneğin karşılaştırılmasından ortaya şu sonuç çıkıyor: Şairin ferdî hislerini, âşıkâne duygularını ifâde ettiği beyitleri Haşan Çelebi «sûz u güdâz» ile dolu ola
rak tanıtmakdadır. Ferdî duyguları ifâde etmeyen, salt ma’
nâ oyunları ile zenginleştirilmiş beyitleri ise «muhayyel ve rengîn» diye târif ediyor.
BİR BEYİTİN ÇEVRESİNDE
Kılâsik edebiyatımızın metinlerini anlamak için yazıl
dıkları devrim kültür ve san’at dünyâsına girmek, o zama
nın değer ölçülerini bilmek zorundayız. «Kılâsik» dediğim eski türk edebiyatı metinleri belli bir görüşün, kaideleri sınırlı bir estetiğin ürünüdürler. Sürûrî'nin Bahrü’l-maârif’- inden Muallim Nâcî’nin Istılahât-ı Edebiyye’sine kadar birçok belagat kitabları kılâsik edebiyatın estetiğinin kav
ramlarını şu veyâ bu oranda açıklamışlardır, fakat bu ki- tabları okuyarak eski metinleri anlamanın mümkün olaca
ğını sanmak fazla iyimserlik olur. Bence tutulacak ilk yol, okuduğumuz ve anlamaya çalıştığımız metnin yazıldığı çağda nasıl anlaşıldığını araştırmakdır. Üzülerek söyleme
liyim ki, böyle bir araştırmaya kalkışanın yeter derecede örnek bulabilme şansı umulduğu kadar fazla değildir. Eski
ler, arab ve acem şâirlerinin eserleri bir yana, tek tük şiir
lerini bile açıklamakda çok hamarat davranmışlar, bizim şâirlerimizle hemen hemen hîç meşgûl olmamışlardır. Bu husûsdaki örnekleri bölük pörçük bir halde kıyıda köşede, çoğunlukla şuarâ tezkirelerinde buluruz. Sözgelişi, 16.
yüzyıl şâirlerinden Edirneli Emrî Çelebi'nin şöyle bir beyti var:
DÎVANLAR ARASINDA Bir hilâli iik Pervînün arasına alur
Necm-i eşkümle görünsem o meh-i tâbâna
Bugünkü türkçemizle söylersek, şâir Gözyaşımın yıl
dızıyla o parlak ay gibi olan sevgiliye ne zaman görün- dem, bir yeni ayı iki Ülker yıldızının arasına alır diyor. Bu- aradaki hilâl ve iki Ülker yıldızı hangi mefhumların yerini tutmakdadır? bunu bilemiyoruz. Kınalızâde Haşan Çelebi bu beyiti şâirin nasıl açıkladığını, şöyle anlatıyor:
«Iztırab çeken âşığın ayrılık derdiyle ağladığını gören ay yanaklı dilberlerin, parmaklarını dişlerinin arasına ko
yup âşığın hâline şaşmasını tasvîr etmek için demişdir.»
Merhûm bana dedi ki«Bu gazeli dediğimde, Anadolu ede
biyatçılarının övüncü, şâirlerin başı, edebiyatçıların kendi
sine uyduğu merhûm Zâtî’ye okuyunca, beytin örtülü ifâ
desi mâ’nânın ortaya çıkmasına engel olduğundan bu faki
rin söylemek istediği bir güneş gibi kalbinde doğup aydın
lık saçmayınca, beytin mâ'nâsını yine benden sordular».
Haşan Çelebi ilk cümlede beytin bize neyi anlatmak- da olduğunu söylüyor. Onun söylediğinin, eski deyimle şâirin karnındaki ma’nâ olduğunu da ikinci cümleden an
lıyoruz. Böylesine anlaşılması güç, değişik yorumlara el
verişli sayılamayacak kadar çokdur. Bizzat şâiri tarafın
dan açıklanmışını bulmak mes’ûd bir tesâdüfdür. Belli ki bu mâ’nâyı şâir Haşan Çelebi’ye açıklamış, o arada da Zâ- tî’nin beyti anlayamadığını kibar bir dille nakletmişdir. Fa
kat şâirin murâdından haberdâr olmayanlar, Haşan Çele
bi’nin deyişiyle yârân-ı safâ demişler ki Bu beytin ma’nâsı, sabrı tükenmiş âşığın sırrını bildikde, güzellerin dudakla
rını ısırıp âşıkların hâline şaşmalarından kinâye olması mümkindir. Haşan Çelebi, onların bu yorumlarını destekle
mek için, Emrî Çelebi’nin dilberin dudağını hilâle teşbih 21
eden bir beyitini aktarmakdadır:
Bir zerre gün yüzünde temaşa değil mi kim İki hilâl olur çü tülü’ ide âfitâb
«Güneş doğunca (sevgilinin) gün yüzünden bir zerrenin iki hilâl olması görülecek şey değil midir?»
Birinci beyitde, Haşan Çelebi’nin şâirin ağzından ri- vâyet ettiği anlaşılan yorumda, sevgilinin parmağı hilâle, parmağı ısıran alt ve üst dişleri ise iki Ülker yıldızına teşbîh edilmişdir. Fakat beyti kendilerine göre yorumla
yan diğer san’at dostları, güzelin parmağını değil de du
dağını dişlerinin arasına aldığını tasavvur etmişlerdir. Ya’- nî, İkincilere göre yeni aya benzetilen parmak değil du
daktır. Nitekim diğer şâirlerden beğendiği mazmunları al- makdan sakınmayan — sakınmak ne kelime? kendisine ha hak gören — ve herhalde o «yârân-ı safâ»dan biri olan Zâtî yukarıdaki iki beyitde geçen «pervîn» ve «hilâl» isti
arelerini bir beyitde toplamıştır:
’ İki mâh-ı nev içinde âfitâb üzre ayân
Gösterir Pervîni ol bedr-i münîrin bandesi
«O parlak ayın gülüşü güneş üzerinde, iki yeni ay için
de Ülker yıldızını açık-seçik olarak gösterir.» Bu beyitde yüz güneşe, gülüş hâlindeki iki dudak iki yeni aya ve ara
daki dişler de Ülker yıldızı kümesine benzetilmişdir.
Parmağın hilâle teşbîhi Emrî'nin buluşu değildir. Ne
câtî Bey’in çıraklarından, Anadolu’daki ilk şuarâ tezkiresi
nin yazarı Sehî Bey’de bir örneğine rastlamışdım:
Mâh-ı nevdir parmağun ey âfitâb-ı hüsn kim Hâle gibi devr idüpdur anı zihgîrün senün DÎVANLAR ARASINDA
22
DÎVANLAR ARASINDA Ey güzellik güneşi, senin parmağın yeni aydır, zihgîrin onu hâle gibi dolanmıştır. Zihgîr okçuların çok atarken parmaklarına taktıkları yüzüğe denir. Anlaşıldığına göre, Sehî Bey bu beyitte bir okçu güzeline hitâb etmekdedir.
Bana kalırsa, ikinci beyitde güzelin gülüşü güneşe, ve zerreye benzetilen dudağının bu gülüş ânında aldığı biçim de iki hilâle benzetilmişdir. Fakat, benim «gülüş»
diye yorumladığım «güneş» kelimesini bir başkası farklı olarak ma’nâlandırabilir. Nitekim, önceki beyit üzerinde şâirin kasdıyla başkalarının farklı fakat doğruluğu muhte
mel yorumlarını gördük. Bu arada, eski şâirlerimizce dâi- mâ küçük olarak telâkkî edilen veyâ küçüğü makbûl tutu
lan dudağın, bu vasfından dolayı zerreye, noktaya v.s.
benzetildiğini, hattâ «yok» diye ta’rîf olunduğunu da be
lirtmek isterim.»
Böyle bilmece gibi görünen beyitlerden birine Zâtî dî
vânında rastlamışdım. Balıkesir'in bu müstesnâ çocuğu şiiri, başka bir ifâde ile san’atı, hayatının kendisi yapmış, çağındaki bütün şâirlere ustalığını, büyüklüğünü kabul et- tirmişdi. Onaltıncı yüzyılın sonlarına doğru ün salmış bir
çok şâir, başta Bâkî olmak üzere, onun tezgâhında yetiş
mişlerdi. Zâtî sözünü ettiğim beyitde:
Murg-ı zerrîn-per zümürrüd-âşiyân lûlû-gıdâ Bâl açup uçmak diler her subh kuyundan yana
«Altun kanatlı, zümrüd yuvalı, inci yemli kuş, her sa
bah kanat açıp senin oturduğun yerden yana uçmak diler»
diyor. Bu beyitte, eski edebiyatımızda mazmûn denilen ve çok def’a edebiyat allâmelerince yanlış bilinen, hattâ ne olduğu hakkında kesin bilgileri olmayan nesnenin bir ör
neğini buluyoruz. Bizim kılâsik şiirimizde, bilhâssa Onal- 23
tıncı yüzyılda, en büyük özellik, varlıkların ve olayların beş duygumuza hıtâb ©den keyfiyetlerine şâirlerin mutlak bir doğrulukla bağlı oluşlarıdır. Eski şâir söylenenden çok söyleniş biçimine önem verirdi. Batı şiirinde de bu böyley- di. Bir örnek olmak üzere Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac adlı eserinde, 3. perdenin 5. sahnesinde Roxa- ne’ın kendisine aşkını «sizi seviyorum» cümlesiyle ifâde eden Christian’a «mevzûunuzu süsleyin» deyişini, «anla
tın biraz bana, nasıl seviyorsunuz?» deyişini, yaratıcı mu- hayyeleden mahrûm Christian’ın yerine şâir Cyrano’nun o müstesnâ aşk ilânı mısrâarını hatırlatırım. Eski şiirde, teş
bih, istiâre gibi ma’nâya dayanan san’atları kaldırdığımız
da tabîati fizikî boyutları içinde olduğu gibi görürüz. Bâ- zan şâir bir unsurun, bir varlığın bütün vasıflarını sayar ve adını söylemez, yukarıdaki beyitde olduğu gibi. Maz- mûn işte böylesine ifâde edilmiş olan mefhumlara deni
lir. Yukarıdaki beyitin mazmunu da «güneş»dir. Zâti, güne
şin kendisini bir kuşa benzetmişdir. Bu kuşun ışınlar sa
rı kanatları, mâvi gökyüzü zümrütten yuvası, güneş do
ğunca ortadan kaybolan yıldızlar da dâneleridir. Zâti, sev
gilinin yerinin bütün dîvan şâirlerince yükseklerde telakki edilişi gibi çok bilinen bir görüşü alıyor, senin yerin gök
lerdedir, zenit noktasındadır gibi herkesin söyleyebileceği bir biçime tenezzül etmiyor, güneş her sabah senin bulun
duğun yere varmak ister diyerek aynı şeyi bir başka bi
çimde söylüyor, aynı zamanda da çok güzel bir nüsn-i ta’- lîl san’atiyle güneşin ufuktan göğe doğru yükselişini yo
rumluyor.
Uçup uçup geldi tâ murg-i se-perler cismüme Kuşça câruım almağa ağız bir etdi yaralar
Bugünki dile çevirirsek, Zâti şunu der: «Yaralar kuşça ca- DÎVANLAR ARASINDA
DÎVANLAR ARASINDA nımı almağa ağız bir edinceye kadar üç kanatlı kuşlar uçup uçup vücûduma geldi.» Buradaki «üç kanatlı kuşlar»
deyiminin farsçası mürg-i se-per deyimindeki se-per, es
ki yazıda muhtelif biçimlerde okunacak şekilde bitişik ya
zıldığı için, 1964-65 yıllarında adı geçen dîvânın hazırlan
masına yardım eden — aralarında benim de bulundu
ğum — asistan ve talebeleriyle berâber Prof. Dr. Ali Ni- had Tarlan’ı epeyce uğraşdırmışdı. «Üç kanatlı kuşlar» de
yimiyle ne anlatılmak istendiğini çıkarmakda güçlük çek- mişdik.
Daha sonra Kınalı-zâde Haşan Çelebi'nin tezkiresin
de, Sultan 2. Bâyezid’in bir farsça beyitine devrin şâirle
rinin yazdıkları nazîreler arasında Müeyyedzâde’nin şu be
yitine rastlamışdım:
Her tîr-i se-per k’ez tü resed ber dil-i çâkem Murgî şeved ü raks kuned ber ser-i hâkem
«Senden yaralı gönlüme gelen her üç kanatlı ok bir kuş olur ve mezârımın başında sıçramağa başlar.»
Bu beyit bize üç kanatlı bir okdan söz ediyor ve ok da kuşa benzetiliyor. Silâh müzesini gezenler dikkat et
mişlerdir veyâ farkederler ki, okların arkasından üç tüy vardır. Dede Korkud’da, Salur Kazanın Evinin Yağmalandı
ğı Boyunu Beyân Eder başlıklı ikinci hikâyede «üç yelekli kayın oklar atıldı, demreni düştü» cümleciği Üe aynı tür okdan söz edilmekdedir.
Zâtî’nin beyitinde tam bir istiâre örneği görüyoruz.
Sözlük istiâreyi, kendisine benzetilenin (müşebbehün bih’- in) bir şeye benzetilen yerinde kullanılması diye tanıtıyor.
Arkasındaki üç yelekden ve bir de havada gitdiğinden do
layı oku üç kanatlı kuşa benzeten şâir, benzetilenle ben-
DİVANLAR ARASINDA
zetme edâtını kaldırmışdır.
Edebiyatımızda bu türden istiâre pek çokdur. Eski şâ
irlerimizin görülen dudak yerine lâ’l deyişleri, saç yerine sünbül, yüz yerine ay veyâ güneş deyişleri bu türden istiâ
re örnekleridir. Burada, dar amlamında ok, üç kanatlı kuş deyiminin mazmunudur.
Sözlükler mazmûnun, çok def'a biri diğerinde bulun
mayan bir çok anlamlarını vermekle birlikte, bir iki anla
mında birleşiyorlar. Bunlardan biri de «bir beyitin içinde
ki anlam veyâ kavram» tanıtmasıdır. 15. yüzyılın son ya
rısında yaşamış olan mesîhî:
Pîrâheıı-i visâlüne göz dikdüğüm bu kim Hecıün bir ince ipliğe döndürdü kâmetüm
«Sana kavuşmanın gömleğine göz diktiğim bu ki, senden ayrı olmak beni bir ince ipliğe döndürdü» diyor. Buradaki iplik - göz - dikmek - göz dikmek kelimeleri ve deyimle
ri bize iğne sözünü hatırlatmıyor mu? İşte bu beyitin maz- mûnu iğnedir.
Onaltıncı yüzyılın sonunda yaşamış büyük şâirlerden.
Bâki’nin ders arkadaşı Malkaralı Nev*î:
Nazm-ı şîrinin gibi bir kıssa masnû’ olmaya Nev’iyâ çün resm ede üstâd-ı çarh-ı bî-sütûn
«Ey Nev’î, bu direksiz duran göğün yapıcısı yapmaya kal
kışsa da senin tatlı şiirin gibi bir resim yapılamaz» diyor.
Buradaki «şîrîn-üstâd-bî-sütûn» kelimeleri bize Şîrin'i ve onun mimarlıkta üstâd, Bîsütûn dağını delen talihsiz âşığı Ferhad'ı hatırlatmakdadır. Şu hâlde bu beyitin mazmûnu Ferhad’dır veyâ bütünü ile Ferhad ve Şîrin hikâyesidir.
DÎVANLAR ARASINDA
Ooaltıncı Yüzyıl şâirlerinden Selîkî:
Rîk-i harem-i Kâ’be-i kuyunla habîbim Dolaydı gözüm şişeleri kanı o sâat
«Sevgilim, Kâbe'ye benzeyen mahallenin avlusunun kumiy- le gözümün içi dolaydı, âh nerede o ân!» diye feryâd edi
yor. Buradaki «harem-Kâ’be-habîb» kelimeleri Peygambe
rimizi, «rik (kum) - şişe - sâat» kelimeleri kum saatini ha- latlatıyor. Bu beyitin iki mazmûnu var fakat kuvvetle be
lirtilen kum saatidir. Nitekim Şeyh Gâlib Hüsn ü Aşk’ındfl.
Aşk’ın mensub olduğu Benî Mahabbet kabilesini anlatır
ken:
Vâdîleri rîk u şîşe-i gam
Kumlar şağışınca hüzn ü mâtem
«Vâdîleri kum ve gam şişesi, kumlar kadar hüzün ve yas»
diyor ki, buradaki «rîk» ve «şişe» kelimesinde de kum saati mazmûnu vardır. Sırası gelmişken şunu da belirte
lim: Süleymâniye Kütübhânesi’nde Hâlet Efendi bölümün
de bulunan Şeyh Gâlib’in el yazısı müsveddedeki «rîk u»
terkibindeki «u» harfini birisi, büyük bir ihtimâlle Hâlet Efendi çizmiş böylece de beyitin anlamını berbâd etmiş- dir. O çizilmeye değer verenler de mısradaki terkibi «rîk-i şişe-i gam» diye okumuşlardır. Nasıl anlam vermişlerdir?
merak ederim.
Onaltıncı Yüzyılın ilk yarısını bütün varlığıyle doldu
ran büyük bilgin Şeyhülislâm Kemal Paşa - oğlu Ahmed Şemşeddîn Efendi:
Vermese cânâna can nakdin rakîb olmaz aceb Plr-i Kâfir kesbe kâdir olmasa vermez harâc
«Rakîb sevgiliye can parasını vermezse şaşılmaz, çünki yaşlı kâfir kazanacak güçde değilse haraç vermez»
diyerek 2. Halîfe Hazret-i Ömer’in bir ictihadına-sünneti- ne — işâret etmekdedir: İslâm hukûkunda, müslüman ol
mayanların cizye denilen bir haraç vermeleri mecbûriyeti vardı. Hazret-i Ömer zamanında yaşlı bir kâfir çalışama
yacak kadar ihtiyarladığını, bu yüzden de haraç verecek gücü olmadığını söyleyerek haraçtan bağışlanmasını di
ler. Adaleti bir efsâne hâlinde günümüze kadar gelmiş olan büyük halîfe, ihtiyarın haraç vermekden 'bağışlanma
sı dışında kendisine ayrıca aylık bağlanmasını da buyurur.
Bu beyitin mazmûnu ise işte bu hâdisedir.
Fuzûlî de :
Bu gamlar kim benim vardır baîrin başına konsa Çıkar kâfir cehennemden güler ehl-i azâb oynar
«Bendeki bu gamları devenin başına koysalar, kâfirler ce
hennemden çıkar ve azab çekenler güler oynar» diyerek Kur’ân-ı mecîdin 7. süresi olan A’râf sûresindeki 40. âye
te işâret etmekdedir. Bu beyitin mazmûnu da o âyetdir.
Burada da bir noktayı açıklamak istiyorum: Âyet’de «Bi
zim âyetlerimizi yalan sayıp onlara karşı kibirlenmek is
teyenler (yok mu?) onlar için gök kapıları açılmayacak, onlar, cemel iğne deliğine girinceye kadar, cennete gir
meyeceklerdir. Biz günahkârları böyle cezâlandırırız» de- nilmekdedir. Buradaki «cemel» kelimesini Fuzûlî yine «de
ve» anlamına gelen «baîr» diye almış olmakla beraber, Merhûm, Kemal Ediib Kürkçüoğlu üstâdımız kelimenin arabçada bir de «halat» anlamına geldiğini binâenaleyh buradaki «cemel» kelimesinin «deve» değil «halat» diye anlaşılmasının her bakımdan doğru olacağına dâir bir ka
naati merhûm metin açıklaması üstâdı Ferid Kam Bey’den DÎVANLAR ARASINDA
28
duymuş olduklarını söylemişlerdi. Gerçekden Kâmûs Ter- cemesi’nde «ceme!» kelimesinin «gemi ipi» veya «halat»
anlamına geldiği de belirtilmişdir.
DÎVANLAR ARASINDA
29
BİR ZARİF ADAM
KEFELİ Hüseyin Efendi, künyesinden de anlaşıldığı gibi, Kırımlıdır. Kınalı-Zâde’ye göre, güzel bir rnâ’nâ- nın ardından şahin gibi giden, bilgili insanların peşini bı
rakmayan bir adamdır. Kırım halkına tatar denildiği her
kesçe bilinir. Nev’î-zâde Atâyî, bundan hareketle, Hü
seyin Efendi’nin misk âhûsunun göbeğinden tatar miski kesesinin düşmesi gibi, Kefe’de varlık yazısına düşdüğü- nü söylüyor. Müderrislik ve kadılık foigi memurluklarda bulunduktan sonra hicrî 1020 Şâbanında (1602 yılının Ocak -Şubat aylarında) Mekke kadılığından ma’zûl iken vefât et
miştir.
Efendi, ince duygulu, zarif bir insan, mûsıkîşinas, bestekâr, meclislerde nükteleri dolaşan, yaptığı tuhaflık
larla ilgili fıkralar her toplulukta anlatılan biridir. Hikâyele
rinden birisi şudur :
Müderrisliği zamanında yüksek mansıblara layık ünlü bir müderris olduğu halde, Kudüs kadılığına Sahn (Fatih Medreseleri) Müderrisleri rağbet etmezken kendisi tâ- lib olur ve bu davranışı pek garip karşılanır. Yola çıkar
ken etrâfına hademelerini, çuhadarlarını toplayıp bir kud
ret gösterisi yaparak büyüklere vedâ için dolaşırken,
DÎVANLAR ARASINDA Bayazıt’da Maymuncu Deli Mehmed adlı bir maymun oy
natıcının gösteri yaptığı yerden geçer. Orada durup atın
dan iner ve adamın elini öper, aşırı derecede saygı göstererek duâsını dileyip vedâ eder. Bu garib vaziyetden maymuncu da, etrafdaki seyirciler de şaşırıp dehşete dü
şerler. Her işin aslını faslını öğrenmeğe meraklı olanların sorularına «Mehmed Dede evliyanın ulularındandır, kendi
sin? gizlemek için bu San.atı edinmiştir» diye cevab ve
rir Fakat, fesatlık olsun diye değil de, efendiyi tanıdıkla
rından bunda nükte olacağına hükm edip onu anlamak is
teyen zariflere «Bu tuhaflıkdan maksadım, makam düşkü
nü dunyâperest gâfillere, âlimlerin günde beş kere abdest suyuyla yıkadıkları ellerini öpmekten çekinip hattâ nefret edenlere, herifin ömrü boyunca maymun sidiğine bulaş
mış ellerini öptürmek ve dileklerine ermek için yüzlerine gözlerine sürdürmekdir» der. Gerçekten, maymuncu bu hâ
diseden sonra evliyâlıkla meşhûr ve Hüseyin Efendi’nin tahmin ettiği gibi, o tür insanların elini öpüp avucuna yüz
lerini sürerek hâcetlerini diledikleri bir kimse olur.
Bu Hüseyin Efendi’nin nazmı da davranışları ve nükte
leri gibi inceliklerle doludur. Onaltıncı yüzyıl şiirinin en önemli hususiyeti türkçe kelime ve deyimlerin üzerinde Oynayarak edebi sanatlar göstermekdir. Herhâlde, türk- çemizin ifâde ve mâna bakımından en zengin örneklerini bu yüzyılın mahsûllerinde buluruz. Kefeli gibi Zekî, kültürlü ve nüktedân kimselerin bu zenginliğin artmasında çok hizmetleri geçmiştir. Efendi’nin şu beyitinin ikinci mısraı bir atasözü gibi günümüze kadar tekrar edile gelmiştir :
Mezâk ehli lebün yâd etse tûtî kandi vasf eylsr Bilen söyler acebdir hâl-i âlem bilmeyen söyler
«Zevk sahibi kimseler senin dudağını ansalar, papa
ğan şekeri anlatır; dünyânın hali tühafdır. bilen de söyler bilmeyen de.»
Aşağıdaki beyitde, içinde çıkılmaz derecede güç bir durumdan veyâ bir şeyin akla, mantığa uygunsuzluğundan yâhut benzeri durumlardan şikâyet eden insanın «insan nasıl ölmesin» veyâ «insan ölmesinde ne yapsın» nidâsı üzerinde yapılan bir tevriye san’atını görüyoruz:
Demiş dilber bana can veren olur vaslıma mahrem İşiden gerçek anlar anı nice ölmesin âdem
«Gönül alıcı güzel, benim için canını veren vula- tıına erişir demiş; onu gerçek sanır (veya doğru söylüyor sanır) insan nasıl ölmesin! ». Burada deyim «Dilber, be
nim için ölenler vuslatıma kavuşur, deyince işidenler el
bette ölürler» ve bir de «güzel öyle demekle yalan söyledi, onu tanımayanlar da gerçek sanıyorlar. Böyle bir yalan insanı çatlatır, öldürür» gibi iki ma’nâda kullanılmıştır.
Gam-ı dildir gelip mülk-i dile hükm etsin Cin u düden sürelim zevk u safâyı gitsin
Bu beytin İlk mısraını «Sevgilinin gamı gelip gönül mül
künü hükmü altına alsın» diye bu günki dile çevirmek müm- kin; fakat ikinci mısraı «Candan ve gönülden zevki ve eğ
lenceyi kovalım gitsin, çünki onlar varken sevgilinin gamı gelmez» şeklinde ve bir de «O gamla şöyle cân u gönül
den bir safâ sürelim, bir zevk edelim ki değme gitsin, ta
dına doyum olmasın» şeklinde manâlandırmak lâzımdır.
«Yürü var» deyimi «yaya olarak yürü ve gideceğin ye
re var» anlamında ve bir de «hadi canım sen de! git ora
dan!» şeklinde küçültücü bir tavrı belirtmek için kullanı
lır :
DÎVANLAR ARASINDA
Oiımadun semend-i vasla süvar Kaldu ayakda ey gönül yürü var
«Vuslat atına binemedin; kaldın ayakta ey gönül yü
rü var!». İkinci mısradaki «kaldın ayakda deyimi hem
«çaresiz kalmak» hem de «yaya kalmak» mâ’nâlarını ifâde etmekdedir.
Şu beyitde, iki arapça kelimeden teşekkül etmiş bir de
yimin gârib bir kullanılışını görüyoruz : Şerhalarla edelim cismi sar-â-pâ mecrûh Arz-ı hâl eyleyelim yâra mufassal meşruh
Beyit bu günki dile «Vücûdumuzu baştan ayağa kesik
lerle yaralayalım; sevgiliye hâlimizi mufassal ve meşrûh bildirelim» şeklinde çevrilebilir. «Mufassal» kelimesi as
lında «kesilmiş, ayrılmış» mânâsına; «meşrûh» kelimesi de «açılmış, yarılmış» mâ’nâsına gelir. Fakat yine bu ke
limeler ayrı ayrı veyâ burada olduğu gibi birlikde «uzun uzadıya; enine boyuna; açık seçik» mâ’nâlarını da içine al- makdadır. Hüseyin Efendi tek tek kelimeleri ve her iki keli
meden teşekkül eden deyimi çift mâ’nâda kullanıyor. Bu san’at, eğer tevriye denilebilirse, oldukça karmaşık bir tevriyedir. Klâsik şâirlerimiz bunun gibi niçe söz ve mâ'- na incelikleri göstermişlerdir ki, bir belâgat kitabında adı
nı bulmak mürnkin değildir.
Şu beyit yukarıdakilere oranla daha basitdir:
Ehl-i aşka katı çok ta’nı ko var epkem ol Yürü ey zâhid-i hodbin bizi ko kendini gör
«Âşıkları aşırı aşırı kınamayı bırak, sus! Ey kendini beğenmiş sofu, sen bizi ko da kendine bak!». Burada ince
lik «hodbîn» kelimesindedir. Bu kelime aslında «kendin!
I DİVANLAR ARSINDA
DÎVANLAR ARASINDA
gören» anlamındadır. «Kendini gör» deyimi ise, bilindiği gibi «kendine bak; elin gözünde çöp arayacağına kendi gö
zündeki merteği gör» anlamında kullanılmışdır.
Efendi, Edirneli Emrî’nin bir beyitine nazîr-e demişdir.
Kınalı-zâde Haşan Çelebi’nin «ma’nâ dünyâsı incelense, nazireler yazılsa bundan iyisi denilemez» dediği beyit şu
dur:
Gözüm pür-sîm iken ağlar gönül bî-sîm iken ağlar Ecebdir hâl-i âlem olan ağlar olmayan ağlar
«Gözüm gümüşle dolu iken ağlıyor, gönlümse gümüş- siz iken ağlıyor; dünyânın hâli ne garibdir, olan da ağlıyor, olmayan da...»
Burada «gözüm pür-sîm» dediği beyaz göz yaşıyla gö
zünün dolu olması, «gönül bî-sîm» dediği de kucağında gü
müş gibi beyaz vücudlu bir sevgilinin yokluğudur. Bana kalırsa, Haşan Çelebi övgüsünde pek de abartmış sayıl
maz.
«GALATA’DA AYAK SEYRİ»
Hangisi söylemiş hatırlamıyorum, bir şuarâ tezkiresi yazarımız, biraz sonra kendilerinden söz edeceğim şâirler
den birini anlatırken «Galata’ya ayak seyrine giderdi» di
yor, Söylenen yerin Galata olduğundan pek emin değilim.
Belki Tavatla’dır, belki samatya, belki de Tahtakale...
Cümleyi söyleyiş bakımmdan güzel bulduğum için yazıma başlık yapdım. «Ayak» türkçe bir kelime olup, bilinen mâ’- nâsı dışında kadeh mânâsına da gelmekdedir. «Seyran»
ise, bilindiği gibi, «seyretme, gezip dolaşma» demeye ge
lir. Bu ma’nâJardan hareketle başlıktaki cümleyi hem «Ga- lata’da gezip dolaşma» hem. de «Galata’da kadeh dolaş
tırma, içki içme» diye anlayabiliriz. Bu türden tevriyeler, ma’nâ oyunları bilhassa Onaltıncı Yüzyıldaki şâir ve ya
zarlarımızın pek rağbet etdikleri bir şeydi. Dukaginzâde Yahya Bey, İstanbul Şehrengîzi’nde:
Binüp keştîye dahi niçe dilber Galatada ayak seyrânın eyler
diyerek bir çok güzelin. Galata’da gezip dolaşarak güzel
liklerini temâşâcılara arzetdiklerini ve meyhânelerde dem
lendiklerini bir mısraın içinde söylüyor. Aynı şâir «ayak seyri kılmak» deyimini «kadehi elden ele dolaştırmak»
ma’nâsında:
Gel ayak seyrini kıl nûş et meyi peymâneden Âkil olanlar kaçar mı zâhidâ meyhâneden
beyitinde bu günki türkçe ile «Gel kadehi dolaştır, şarabı kadehden iç; ey sofu, akıl sâhibleri m.eyhâneden kaçar mı?» şeklinde ifâde eder. Bir başka beyitde aynı deyimi:
Şarâbı terk edip söfi başını verme gavgâya Güzellerle ayak seyrânın eyle gel Galataya
şeklinde, hem «güzellerle şarab iç» hem de «güzellerle gezip dolaşmaya çık» mâ’nâlarında kullanır. Bu güzeller şehrengîzinden aktardığım beyitde söylediği, gemilerle Galataya giden o güzeller olmalı.
Onaltıncı Yüzyılda şâirlerin, edebiyat ve fikir adamla
rının ayak seyrine vardığı yerlerden başlıcaları Galata ve dolayları ile Tahtakale ve Balıkpazarı idi. Necâtî Bey’in:
Bayram ola vü gül açıla içmeyen kişi Sabr idebile mi tutalım âşık olmadı
diye belirtdiği gibi, o devirde şâirliğin bir özelliği içmek, diğeri de güzellere düşkün olmakdı. Galata her iki maksâ- da en elverişli yerdi. Çünki orası hıristiyan dînindeki uy
rukların, özellikle Cenevizlilerin en yoğun olduğu yerdi.
Nitekim Onaltıncı Yüzyılın başlarında vefât etmiş olan Şem’î ve Mesîhî bir gün Galata’da, içindeki güzelleri, mahfcûbiarı seyr için bir kiliseye varırlar. Zamânın şâirle
rinden biri bunları hıristiyanların arasında görüp şu kıt’ayı der:
Galatada Mesîhî deyre varıp Meğer Şem’î anınla bile gitmiş İşidenler galat idüp didiler Mesîhî kiliseye mûm iletmiş DİVANLAR ARASINDA
36