• Sonuç bulunamadı

Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler”i

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler”i"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’NİN “KÜÇÜK ŞEYLER”İ

Sabahattin Çağın

*

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’S “LITTLE THINGS”

ÖZ: Samipaşazade Sezai tek romanıyla şöhret kazanmış olmakla birlikte bizde kısa hikâyenin ilk örneklerini veren bir yazar olarak da önemli bir yere sahiptir. Küçük hikâyenin ilk örneklerinin verildiği Küçük Şeyler adlı hikâye kitabı bu çalışmanın öznesini oluşturmaktadır. Hikâyeler çeşitli yönleriyle incelenmiş, zaman zaman onun diğer hikâye kitaplarına da göndermeler yapılmıştır. Hikâyeler çoğunlukla sıradan olaylar içinde sıradan insanları merkezine alan bir kurguya sahiptir. Hikâyeler hem bireysel hem de toplumsal konuları işlemişlerdir. Bu kitabın bir başka önemli özelliği kendinden sonraki nesillere de kısa hikâyenin kapılarını açmış olmasıdır.

Anahtar Kelimeler: Samipaşazade Sezai, kısa hikâye, Küçük Şeyler, Tanzimat

edebiyatı.

ABSTRACT: Aside from becoming famous with his only novel, Samipaşazade Sezai also holds an important place as a writer who published the first samples of short stories in Turkish literature. The main subject of this study is a short story book entitled Küçük Şeyler (“Little Things”) which was the first collection of short stories in Turkish literature. Various features of stories have been studied and so-metimes other short story books of the same writer have been referred to. Short stories mostly have a fictional structure which focuses on ordinary characters in daily events. Choices of themes are both personal and social. Another important quality of this book is setting an example of short story authorship for upcoming generations.

Keywords: Samipaşazade Sezai, short story, Küçük Şeyler, Tanzimat literature.

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 15, Nisan 2017, s. 7-18.

* Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Bölümü, (sacagin@hotmail.com). Yazı geliş tarihi: 23.03.2017. Kabul tarihi: 06.04.2017.

(4)

...

Tanzimat edebiyatının ikinci nesil sanatçılarından Samipaşazade Sezai daha çok Sergüzeşt romanıyla bilinmektedir. Oysa onun diğer bir cephesi hikâyeciliğidir. Sezai’den önce Emin Nihat, Ahmet Midhat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem gibi hikâye sahasında kalem oynatmış isimler vardır. Bu isimlerin hikâyeleri uzun hikâye tarzındadır. Sezai’nin bu isimlerden farkı kısa hikâyeler yazmış olmasıdır. Dolayısıyla Sezai, Türk edebiyatında kısa hikâyenin kurucusu olarak edebiyat tarihlerindeki yerini almıştır.

Küçük Şeyler bir “Mukaddime” ile başlar. Bu mukaddime kitabın adı gibi küçük hacimli bir önsöz olmakla birlikte, yazarının hikâye anlayışı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Mukaddimenin daha ilk iki cümlesi, Recaizade Mahmut Ekrem’in şiirle ilgili olarak söylediği, “Zerrâttan şümûsa kadar güzel olan her şey şiirin konusu olabilir” sözünü hatırlatır. Samipaşazade Sezai bu cümleyi genişleterek bütün edebiyata teşmil etmiştir:1

Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyla bir mevzu-i mühim addedilmesin? Âlem-i şemsin ahvalini tasvir etmekle bir hürde-bînî böceğin kalbini teşrih eylemek edebiyatça müsavîdir.

Cümleler Recaizade Mahmut Ekrem’i hatırlatmakla birlikte, Samipaşazade’nin “şümûs”tan ziyade “zerrât”ı tercih ettiğini göstermektedir. Yazarın böyle düşünmesiyle kitabın adı arasındaki paralelliği de göz ardı etmemek gerekir.

Bu önsözdeki dikkat çeken diğer iki cümle de onun edebiyat anlayışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir:2

Bugün romanlar baziçe-i efkâr olan garaib-i hikâyat ve acaib-i rivayat şekl-i tıflanesinden çıkarak, serair-i tabiata karşı ulûm ve fünunun kazandığı muzafferiyetlere ve kalb-i insaniyete dair senelerce edilecek tedkikat ve teşrihatın hasıl ettiği tecrübelere istinaden bir üslub-ı âlî-i şairane ile yazılır. Buna “ilm-i teşrih-i edebî” tabirini kullanmak caizdir sanırım.

Bu uzun ifadede birden fazla hüküm vardır. Birincisi eski hikâyelerin mahiyetiyle ilgilidir.3 İçinde çocuklara mahsus olağanüstü ya da akıl dışı şeylerle dolu eski garip

ve acayip hikâyeler artık mahiyet değiştirmiştir.

1 Kerman, Sami Paşazade Sezaî’nin Hikâye-Hatıra-Mektup ve Edebî Makaleleri, s. 1. 2 Kerman, a.g.e., s. 1.

3 Benzer bir ifadeye yazarın Rumuzü’l-Edep adlı kitabında yer alan “Anneciğim” adlı hikâyesinde de rastlarız: “Hakikati kabulde taannüdeden avam mâ-fevka’t-tabia şeylere çabuk inanır. Arabacı Veli Ağa mesela: Üstünde kartallar duran şu taş yığınlarını görüyor musunuz? İşte burası Köroğlu’nun köşkü idi ve köşkün penceresinden bütün Anadolu’da geçen şeyleri görürdü. Şu üzerinden dumanlar çıkan bu tepeyi Âşık Garip’in ahı tutuşturmuş. O zamandan beri böyle tüter durur. Bütün bu hikâyeleri can kulağıyla dinleyen Feride idi.” (Kerman, a.g.e., s. 55).

(5)

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’NİN “KÜÇÜK ŞEYLER”İ 9

Bunların yerini alan romanların iki yönünden bahsedilir. Bunlardan birincisi edebiyatın konusuna aittir ve romanlarda işlenen konular bilim ve fennin verilerine dayanmalıdır. Bilindiği gibi bu görüş natüralizmin en önemli ilkelerinden biridir. Deneylerle ispatlanmamış hiçbir şey roman ve hikâyelerde yer almaz. Nitekim ikinci cümlede geçen ve “otopsi” kelimesini de karşılayan “teşrih” kelimesi bu anlamda önem taşımaktadır. İkinci husus ise bu romanların sanatkârane bir dille yazılmasıdır ki roman bir sanat ürünü olduğu için bu, oldukça doğaldır.

Sezai’nin bu eserinde “Mukaddime”yi izleyen sekiz parça vardır: “Bu Büyük Adam Kimdir?”, “Hiç”, “Kediler”, “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır”, “Düğün”, “Bir Kitabe-i Seng-i Mezar”, “Arlezyalı”, “Pandomima”. Bunlardan “Arlezyalı” yazarın Alphonse Daudet’den tercüme ettiği bir hikâyedir. “Bir Kitabe-i Seng-i Mezar” ise hikâyeden ziyade bir mensur şiiri andırmaktadır. Sezai, Alphonse Daudet’den çevirdiği “Arlezyalı” adlı hikâyesinden “Mukaddime”sinde de söz eder:4

Tercüme olunarak bu esere derc edilen Alphonse Daudet’nin “Arlezyalı”sındaki üslub-ı ifade bir köylü lisanından işitilen hikâye-i dil-hıraşa tamamıyla muvafık değil midir? “O gece küçük oğlunun yeni gömleği yanar” sözü fevkalade manidardır. Zira çiftlik sa-hibinin küçük oğlunun yeni gömleğinin yanması köyce vukuat-ı mühimmeden addedilir. Yine “O sabah köylüler, İsto’nun çiftliğinde böyle feryad ve figan eden kim olabilir diye birbirlerinden sorarlar” ibaresi en parlak cümle-i edebiyeden biridir. Zira meşakk ve sefalet içinde bulunan köylüler İsto gibi bir zengin adamın nazarlarında, bir behişt-i safa olan çiftliğinde kimse feryad ve figan etmez zannında bulunduklarını gösteriyor.

Küçük Şeyler’de bulunan hikâyelerde vak’a çok önemli değildir. Yazar vak’adan ziyade insan ruhunu anlatmayı esas almış gibidir. Ancak bunu yaparken uzun uzun ruh tahlillerine de girişmemektedir. Bu açıdan baktığımızda çok iddialı olmamakla beraber aslında küçük şeyleri, sıradan insanları Orhan Veli’den ve Sait Faik’ten önce edebiyatımıza Samipaşazade Sezai bu eseriyle sokmuştur diyebiliriz.

İlk hikâye olan “Bu Büyük Adam Kimdir”de anlatıcının Beyazıt’a gittiği akşam vakitlerinde gördüğü bir adam anlatılır. Anlatıcı, bu adamı o sırada okuduğu Büyük Adamların Hayatı adlı Fransızca kitaptaki kişilere benzetmekte ve ona uzaktan hay-ranlık duymaktadır. Bir keresinde onun Lâleli’de bir adamla kavga ettiğine şahit olan anlatıcı, son olarak onu bir tütüncü dükkânında görür. Tütüncüye sorduğu “Bu büyük adama okuduğun kâğıt neydi?” sorusuna karşılık hiç beklemediği şekilde “O büyük adam değil, orta boylu. Memleketinden aldığı mektupları her zaman bana okutur. Onun okuması yazması yoktur.” cevabını alır.

Kurgu bakımından ikinci hikâye “Hiç” de birinci hikâyeye benzer. Bu hikâyede de yirmi yaşında bir gencin aşkı anlatılır. Bu genç ailesinin geçim yükünü omuzlamış,

(6)

onları geçindirebilmek için aldığı eğitimin çok altında işler yapmaktadır. Gündüzleri kâh Rum tüccara simsarlık kâh mağazalarda yazıcılık, “hatta matbaalarda hademelik yap-makta güya dinlenmeye çekildiği gecelerde sabahlara kadar tapuları dolduryap-makta”dır. Bütün bu eziyete annesini ve kız kardeşini rahat ettirmek için katlanmaktadır:5

Yirmi yaşında gûşe-i inziva ve sükûnetine çekilmiş bir vâlidenin âsâyiş-i bâli için çalışmak, sâye-i mesaîsinde hemşiresini bahtiyar görmek, kırılmış cesaretine yeniden bir kuvvet, yorulmuş vicdanına bir hayat-ı nev bahşederdi.

Annesinin hastalığı nedeniyle doktorların tavsiyesiyle yaz ayında Boğaziçi’nde bir eve taşınırlar. Her sabah çalışmak için İstanbul’a gidip akşamları dönen genç, burada arkadaşlar edinir. Bir gün arkadaşları bu mahcup genci bir kızla tanıştırırlar. Delikanlı mahcubiyetinden kızın yüzüne bakamaz, ama bu çekingenlik içinde kızın kendisine yö-nelttiği tebessümü görür. O günden sonra her nerede rastlasa kızın kendisine tebessüm ettiğini düşünür. Bir süre sonra kıza karşı içinde bir aşk duygusunun uyandığını hisseder ve kararını verir. Onunla evlenecektir. Yine bir akşam arkadaşlarıyla vapurla dönerlerken kızın ve annesinin de vapurda olduğunu görürler. Arkadaşları zorla onu kızın yanına götü-rürler. Kız ona birtakım sorular sorar. Kısa bir süre sonra genç, kendisiyle alay edildiğinin farkına varır. Genç adam bir şeyi daha fark eder:6 “Kendisini bî-karar eden tebessüm,

kızın o küçük, o güzel ağzının bütün üst dudağı biraz kısa olduğundan neş’et ediyormuş. Meğer o müsavat-perver tebessüm kendisine değil, bütün âleme, bütün eşyaya aitmiş.”

Bu parçanın başkişisi olan gencin daha sonra Halit Ziya’nın kaleme aldığı Ferdi ve Şürekâsı ve Mai ve Siyah romanlarının başkişileri olan İsmail Tayfur ve Ahmet Cemil’i hazırlayan birer prototip olduğunu söyleyebiliriz.

Küçük Şeyler’in en ilginç hikâyelerinden olan “Kediler”de, Adalar’da yaşayan gayrimüslim yaşlı bir çift anlatılır.7 Kadın evde çok sayıda kedi beslemektedir ve

ko-cası da bu durumdan oldukça rahatsızdır. Bir gün kumar oynar ve karısına “Hanım! En son cevabını isterim. Ya ben ya kediler” der. Karısından aldığı cevap tam bir hayal kırıklığıdır: “Kediler!”

Bunun üzerine adam durumdan şikâyetçi olmak için kaymakama gider. Bundan bir sonuç alamayınca evi terk etmeye karar verir. Valizine eşyalarını koyar ve dışarı çıkar. Bir süre Ada’da dolaştıktan sonra kendince birtakım mazeretler uydurarak eve

5 Kerman, a.g.e., s. 5. 6 Kerman, a.g.e., s. 8.

7 Hikâyenin dipnotunda “Büyükada’da cereyan etmiş bir vak’anın istinsahıdır” notu vardır. Yazar, “Ada’ya Dair” (İkdam, nr. 1474, 18 Ağustos 1898) başlıklı yazısında olayın gerçek bir olaya dayandığını bir daha tekrarlar: “Aşina-yı inzivadan ikisini ise bir kış gurubunun kırmızı ziya-yı mün’akisi altında tanıdım. İlk görüştüğümüzde bu ihtiyarlardan biri, dünyada en muzır, aşk-ı insanîye en düşman hayvan kediler, yani karısının sevgilileri olduğunu söylüyor (...).” (Kerman, a.g.e., s. 75.).

(7)

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’NİN “KÜÇÜK ŞEYLER”İ 11

döner. Karısına hiçbir şey söylemeden odasına çıkar ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Karısının tepkisi yine okuyucuyu şaşırtacak tarzdadır: “O kadar haykırarak ağlama. Kedilerimi korkutacaksın.”

“İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır” hikâyesi kuruluş ve vak’a bakımından öncekiler-den farklıdır. Hikâyede iki zaman vardır. Bunlardan birincisi anlatıcının Londra’ya gitmeden önceki zaman, ikincisi de Londra’dan döndükten sonraki zamandır. Ara-da üç yıl vardır. İlk bölümde Çamlıca tepesinin eteklerinde yer alan ağaçlarla dolu (Çamlıca çayırlığının sonundan başlayarak Bektaşi Tekkesi’ne kadar uzanan) yol ve çevresi oldukça şairane bir dille anlatılır. Sonra yazar birdenbire ikinci bölüme geçer. Londra’da üç yıl kaldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür ve bir gün kendisini bu ağaçlı yolda bulur. Büyük bir şaşkınlık içinde oradaki ağaçların kesildiğini, o güzelliğin bir “Afrika mezaristanı”na dönüştüğünü görür. Durumu bir köylüye sorunca, “Buranın sahibi bu ağaçları iki yüz elli kuruşa Üsküdar oduncularına sattı” cevabını alır.

Kitabın beşinci hikâyesi “Düğün”, hacim bakımından diğerlerinden daha büyük-tür. Diğer hikâyelerden başka bir farkı da “Pandomima” hikâyesiyle birlikte kişilerine ad vermiş olmasıdır. Bu hikâyede evin oğlu Behçet’in Dilsitan adlı genç ve güzel bir halayığı odalık yapması, altı ay kadar sonra da Sitare adlı zengin bir ailenin kızıyla evlenmesi anlatılır. Odalık olduktan sonra Behçet Bey’in kendisiyle evlenmesini bek-lerken başka bir kadınla evleneceğini öğrenen Dilsitan hastalanır ve üst katta düğün yapılırken o, evin terk edilmiş rutubetli bir odasında ölüme mahkûm edilir.

Kitabın altıncı parçası yukarıda da belirttiğimiz gibi daha çok mensur şiir özelliği taşıyan ve diğerlerine göre hayli kısa olan “Kitabe-i Seng-i Mezar”dır. Bu parça Sami Paşa merhumun cariyelerinden olan Kafkasya’nın bu “kerime-i asaleti necabet-i fıtratı-na, şân-ı ismetine layık surette hürmetler içinde perveriş-yab” ifadesiyle vasıflandırılan ve verem hastalığına yakalanarak ölen Vuslat için yazılmıştır. Güler Güven’in çalışma-sından8 öğrendiğimize göre Vuslat, Sezai’nin ilk sevgilisidir ve 1891 yılında ölmüştür.

Sezai başkişileri cariye olan bu iki parçayı bilinçli bir şekilde arka arkaya koymuş olmalıdır. Kötü muamele gören ilk cariyeye karşılık, diğeri “necabet-i fıtratına, şân-ı ismetine layık suretler içinde” yaşamış bir cariyedir. Birinci parçadaki erkek onun ölümünü hızlandıracak şekilde evin en kötü ve rutubetli odasına terk eder. İkincide ise sevdiğinin ardından gözyaşı döken bir erkek vardır.

Kitabın son hikâyesi olan “Pandomima” sirkte çalışan bir palyaçonun ümitsiz aşkını konu alır. Paskal adlı bu palyaço, sirke devamlı olarak annesiyle gelen Eftalya’ya âşıktır. Çok çirkin olduğu için Eftalya’ya açılamaz. Bir süre sonra Eftalya evlenir ve sirke kocasıyla gelir. Bunun üzerine hızla orayı terk eden Paskal’ı ertesi gün evinde kendini asmış olarak bulurlar.

(8)

Görüldüğü gibi hikâyeler kitabın adına uygun olarak gündelik hayatta sık kar-şılaşılan sıradan olaylardır. Ayrıca yazarın olayla çok fazla ilgilenmediği, daha çok insan ruhuyla ilgilendiği görülmektedir. Bu tür kişi merkezli anlatılarla Samipaşazade Sezai, Türk roman ve hikâyesinde önemli bir başlangıç olarak kabul edilebilir. Nitekim “Musahabe” adlı bir yazısında da roman ve hikâyede konunun çok önemli olmadığını şöyle vurgular:9

... Hâlbuki edebiyatta mevzuun o kadar ehemmiyeti yoktur. Bir muktedir şair veya edib için hissiyat-ı rakîka-i insaniyeyi tasvire bir sade mevzu ile bir iki şahs-ı muhayyel kifayet eder.

Burada da görüldüğü üzere yazar hikâyede, sade bir konunun ve bir iki şahsın yeterli olacağı düşüncesindedir. Onun bu anlayışı sonraki yıllarda Servet-i Fünun edebiyatını da etkileyecek ve özellikle roman ve hikâyelerde basit bir mevzu, dar bir mekânda yer alan kişiler ele alınacaktır. Böylece yazar, roman ve hikâye kişilerinin iç dünyalarına daha iyi odaklanacak ya da başka bir ifadeyle okuyucusunu kişilerin iç dünyalarına yöneltecektir.

Hikâyelerin girişleri incelendiğinde Sezai’nin değişik yöntemler kullandığı görülmekte-dir. “Bu Büyük Adam Kimdir?”, “Hiç” hikâyeleri bir şahsın tasviriyle; “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır”, “Pandomima” hikâyeleri tabiat tasviriyle; “Kediler” ve “Düğün” hikâyeleri doğ-rudan bir diyalogla başlamaktadır.10 Bu hikâyelerin ilk ikisinde olay, bir kişinin çevresinde

geçtiği için bu yola başvurulması tabiidir. Üçüncüsü zaten tabiatın katledilmesini konu aldığı için tabiat tasviriyle başlar. “Pandomima” hikâyesinde ise mekân-kişi ilişkisinden yola çıkılarak hikâyenin başkişisinin yaşadığı çevreyle tanıtılması yoluna gidilir.

Aynı çeşitliliğe hikâyelerin sonunda da rastlıyoruz. “Bu Büyük Adam Kimdir?”, “Kediler”, “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır” bir konuşmayla biterken, “Hiç” hikâyesi âdeta hikâyeden çıkarılan bir dersle biter:11 “Yirmi yaşında olduğumuz hâlde bizler de ekser

bahtiyarlığımızı tedkik etmek neticesi, bütün kâinatın karşısında titrediği şu kelimeye müncer olmaz mı? ‘Hiç.’” Diğer taraftan “Pandomima” hikâyesi yazarın bir açıklama-sıyla bitirilir: “Hayatında herkesi güldürdüğü hâlde memâtında kimseyi ağlatmayan zavallı Paskal’ın bu seferki hâli taklit değil, ölüm gibi hakikat idi.” Aslında hikâye bu açıklama yapılmadan da bitirilebilirdi. Muhtemelen Sezai bu açıklamayı, devrin okuyucusunun Paskal’ın intihar ettiğini anlayamayacağı endişesiyle yapmış olmalıdır. “Bu Büyük Adam Kimdir?”, “Hiç”, “Kitabe-i Seng-i Mezar”, “Kediler” ve “Pan-domima” hikâyelerinde bireysel konular işlenirken “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır”

9 Kerman, a.g.e., s. 321.

10 Güler Güven, Samipaşazade Sezai’nin bütün hikâyelerini göz önünde bulundurarak hikâye başlangıçları konusunda şöyle bir sınıflandırmaya gitmiştir: 1. Kendi hatıralarıyla, 2. Konuşmalarla, 3. Kişilerin portreleriyle, 4. Tasvirlerle (Mekân, zaman ve hareketli geçen bir sahnenin tasvirleri.).

(9)

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’NİN “KÜÇÜK ŞEYLER”İ 13

ve “Düğün” hikâyelerinde toplumsal konulara yer verilir. Bunların ilkinde bir tabiat katliamı sanatkârane bir dille anlatılır. Yazarın Londra’ya gitmeden önce dolaştığı Çamlıca tepesinin eteklerindeki tabiat bütün güzelliğiyle tasvir edilir:12

Bazen gurub, bu meşcereye aksedince ağaçların tepeleri ziyâdar bir yeşil, ortaları uçuk penbe, gökleri mai görünürdü. Bazen şafak bu meşcereye nurani bir pencere yapar, o pencereden uçup gelen bir kuş kanatlarını ziya-yı nev-zuhura karşı sallayarak, o esnada hâl-i heyecanda bulunan kalbe, zalam-ı şübühat arasında uzaktan uzağa hatırladığı bilmem hangi âlem-i nuranîden dem vururdu. Bir bülbülün nücum-ı zahirenin tâ ufuklara kadar dokunduğu bir şeb-i ahterdarda, siyah nokta kadar küçük gözlerini sema-yı bî-intihâ-yı lâciverdîye çevirerek icra ettiği nagamâtı o bülend ve ruh-perver sadası kalbimde yuva yaptığı için hâlâ gözlerimi kapayıp dinlesem, bir harabeden yükselen âvâz-ı hazin ve mü-essir gibi kulaklarıma aks-endaz olur; bazen benden uzaklaşarak kâh galeyanda, kâh fasıla vererek derunî bir sada ile öter, o sada gecenin sükûtu içinde uzaktan bir havz-ı şeffafa damlayan su gibi, damla damla ruhumun içine döküldüğünü hissetmiştim.

Yazar Londra’dan döndükten sonra ağaçların hepsinin kesildiğini görür. Bu defa ortaya çıkan çirkinliği ayrıntılı bir şekilde tasvir eder:13

Bu avaze-i inhidam arasından mahzun mahzun geçerek her yerde zîb-i hayalim olan hıya-banıma doğru takarrüb ettim. Ne göreyim? O güzel hıyaban, her türlü hüzn ü elemiyle bir beyaban olmuş. Vakit vakit esen bir rüzgârın kaldırdığı gubar-ı yeis-efza içinden haşerat-ı muzırra yağar toprak renginde bir bulut şeklini almıştı.

Ne bir ağaç! Ne bir kuş! Şurada, burada kalıp kurumuş bazı ağaç kökleriyle orası bir Afrika mezaristanına dönmüştü. Her şeyi solduran, çalıları, yangından çıkan yeşillik gibi yakmış, ötede beride yağmurdan biriken sular ise kurtlandığı için taaffün ediyordu.

Böylece tabiatın katledilmesi sorununa Sezai’nin daha o yıllarda parmak bastı-ğını söylemek mümkündür. Buradaki çevreci tavır tabiatın gelecekteki insan hayatına olumsuz etkisinden ziyade bir güzelliğin ortadan kaldırılması karşısında duyulan bir isyan duygusunun ifadesidir. Sezai’nin “Ada’ya Dair” adlı yazısında bu defa kuşlar üzerinden çevreci bir tavra rastlanır. Ancak burada da bilinçli bir çevreci tavırdan zi-yade okuyucu, iç çatışmasını da içeren bir merhamet duygusuyla karşı karşıya kalır:14

12 Kerman, a.g.e., s. 15. 13 Kerman, a.g.e., s. 16.

14 “Bir gün adanın tenhalaşmış kırlarında ökse ile küçük kuşları tutan bir kuşçuya tesadüf ettim. Hemen tutulmuş iki iskete istedim verdi. Sonra iki saka daha istedim. Artık bu taciz ve talebime nihayet vermek üzere onları da ita ettiği vakit kendisine uzattığım çeyreği alınca kuşları, dört ucunu düğümlediği men-dilimin içine koyarak bana teslim etti. Tabakat-ı ulviye-i ilhamattan birkaç fikr-i zî-hayat elde etmişim gibi sevinçle yerimden kalktım. Yolda hem yürüyor hem benim ulvî Sadi’min, “Ez hâkdân-ı hestî ber dil

(10)

Samipaşazade Sezai’nin tabiat karşısındaki bu tavrı, dili bir tarafa bırakılırsa, büyük ölçüde Sait Faik’i hatırlatır mahiyettedir.

“Düğün” hikâyesi ise Samipaşazade Sezai’nin daha önce Sergüzeşt romanında da ele aldığı kölelik sorununu işler. Diğer hikâyelerinde oldukça ılımlı ve bazen olumsuz bir durumu gülümseterek anlatan Sezai, mesele kölelik olduğunda hiddetli bir anlatıcı durumuna düşmekte, hatta realizme taraftar bir yazar olmasına rağmen olaylar ve kişiler karşısındaki tarafsızlığını kaybetmektedir.15 Söz gelimi Dilsitan’a kötü muamelede

bulunan ve onun ölümüne sebep olan Behçet Bey en olumsuz ifadelerle anlatılır. Burada bir realist romanda bulunması gereken yazarın eseriyle kendi arasına koyması gereken estetik mesafenin tamamen ortadan kalktığı görülür. Behçet Bey için “... ka-dınlar hakkında tahkir ile memzuc kin ve garaz besleyen kalbinin mana-yı hıyanetini ifade eden gözleriyle, etrafında mestur olarak bulunan nisvanı pâmâl-i nazar-ı istikrah ederdi.” Bir yazar kendini de ortaya koyarak “İtimat ediniz bana, bu tabiatlarda, her türlü teessürat, hatta muhabbet bile kin ve adavettir” der. Onun bu tutumu hikâyenin başka bölümlerinde de kendini gösterir:

Dilsitan bu muamele-i zâlimânenin latife veyahut ciddi mi olduğunu anlamak için Behçet Bey’in gözlerinin içine nasb-ı nigâh etti. O katil bakışlı gözlerinin bebeğini daha büyük, daha siyah gördü.

(...)

Zira bu alçak, Dilsitan’a kadın değil, dişi muamelesi ediyordu.

Buna karşılık Dilsitan tıpkı Servet-i Fünun yazarları gibi hayatı tanımayan ve hayatın gerçeklerinden haberdar olmayan birisi olarak tanıtılır.16 Burada değişen

sade-gubbâr darem (Varlık ülkesinden gönle toz çektim)” mısraını okuyarak haset ve hasretle muttasıl: ‘Siz beni bırakıp gidiyorsunuz’ diyordum. Üç, dört ruhun elimin içinde çırpındığını duyduğum hâlde yine bir hiss-i kâzibane ile çocuk gibi ‘Siz beni bırakıp gidiyorsunuz’ sözünü tekrar ediyorum. Bir müddet yürüdükten sonra mendili biraz aralık ettim. Bir tanesi yan tarafına düşmüş bir damla nur-ı siyah gibi gözleriyle sema-yı bî-intiha-yı laciverdîye bakıyordu. O anda bütün kuvvetimi kaybettim. Mendilin düğümlerini çözerek üçünü de bırakır bırakmaz pervaz-ı ruhu seyrediyormuş gibi oraya cansız bir hâlde oturdum.” (Kerman, a.g.e., s. 73-74).

15 Bu duruma Sergüzeşt romanında da rastlanmaktadır. Özellikle Dilber ve diğer esir kızların anlatıldığı bölümlerde yazarın araya girerek bu kızlara karşı hissettiği merhameti ortaya koyar. (Güven, a.g.e., s. 107-108).

16 Mehmet Kaplan, Tanzimat nesliyle Servet-i Fünuncuları “almış oldukları zihniyet terbiyesi” bakımından karşılaştırırken birincilerin ekseriyetle kaleme devam ettiklerinden, kendi kendilerini yetiştirdiklerinden, dolayısıyla da hep hayatın içinde olduklarından, ikincilerin ise düzenli bir okul eğitimi aldıklarından söz eder: Birincilerin hayat tecrübelerinin fazla olmasına karşılık, ikincilerin kitaptan gelme bilgileri fazladır. “Mektep ve kitap, onları hayata uymaktan alıkoymuş gibidir.” (Tevfik Fikret: Devir-Şahsiyet-Eser, s. 34.).

(11)

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’NİN “KÜÇÜK ŞEYLER”İ 15

ce mekândır. Servet-i Fünuncular okulun duvarları arasındayken Dilsitan bir köşkün duvarları arasında dünyadan habersizdir:17

Vukuât-ı âleme karşı kapıları kapanmış ve etrafından geçen asrın nüfuzuna mâni olmak üzere azîm duvarlar çekilmiş bir haremde büyüdüğü için hayat-ı hakikînin hiçbir hâline vâkıf değildi.

Behçet Bey evde halayık olarak bulunan Dilsitan’ı bir gün bahçede öper ve onu sevdiğini söyler. İki üç gün sonra Dilsitan “artık genç bir kız, bî-haber bir çocuk, kimsesiz bir halayık değil, Behçet Bey’in odalığı” olmuştur. Dilsitan hayallere dalarak mutluluğu bulduğunu düşünmektedir. Ama yazar yine kendine hâkim olamaz ve bu konuda bir uyarıcı olarak ortaya çıkar:18

Eğer Dilsitan’ın muamelât-ı insanîye ve hayat-ı hakikîye biraz vukufu olsaydı, tarîk-i öm-ründe birdenbire karşısına çıkarak rehzenlik eden her türlü letafet ve ulviyetiyle muhabbet değil, her türlü şiddet ve hareketiyle şehvet olduğunu anlardı. Evet! Bu bey âcizlere karşı şedid ve müdhiş idi. Şiddeti o derecelerde idi ki, akşamları geldiği zaman bütün ev eşya-sıyla beraber titrerdi. Konağın gayet büyük, gayet eski üst kat sofasında dehşetle dolaştığı zaman, büyük ahşap evlerde daima görüldüğü gibi, etraftaki odalar sallanır, odalarda mevzu olan kanepeler titrer, bazen en küçük bir hiddetle veyahut evin haricinde kemal-i meskenet ü mezelletle istida ettiği bir emel ve arzusunun adem-i husulünden gelen yeis ile sandalyeleri şuraya buraya atarak kırardı.

Aslında başlangıçta da benzer bir tavır sergilenir. Dilsitan daha halayıkken oldukça mutlu bir tablo içinde anlatır. Küçük yaştan beri nazlı büyüdüğü bu evde “bahar gibi taze, kuşlar gibi ‘şen’”, gününü bahçede çiçekler arasında gezip koşan bir kız olarak anlatılan Dilsitan için anlatıcı yine benzer şeyler söyler:19

Bununla beraber pek büyük kabahatleri vardı. Sinnine göre çok güzel, bulunduğu mevkie göre çok nazik, bil-husus hayat-ı insanînin ne demek olduğunu ve bugün kendisine verilen müsaade-i hürriyet-perverâne, edilen lutf-ı âlicenabâne, esassız bir eğlence, sebatsız bir heves olduğu için yarın şiddet ve tahkir-i zalimâneye tahavvül edeceğini bilmiyordu.

Dipnotundan ve başka bir yazısından öğrendiğimiz gibi, “Kediler”in başkişisi olan yaşlı adam şairin gerçekten tanıdığı bir kişidir ve hikâyede anlatılan gerçek bir olaydır. Ancak bu hikâyenin bir sahnesindeki konuşma da sanki sosyal bir problemin yansıtılması hissini vermektedir. Kediler konusunda karısına söz geçiremeyen yaşlı adam, kaymakama gider. Ancak meramını anlatamaz. Ancak bundan sonraki cümleler dikkat çekicidir:20

17 Kerman, a.g.e., s. 22. 18 Kerman, a.g.e., s. 23. 19 Kerman, a.g.e., s. 22-23. 20 Kerman, a.g.e., s. 10.

(12)

Kaymakam beyefendi meram anlamıyor! Rossini ahfad-ı kiramından olan bu musiki-şinas İtalyalı hürmet ve adalet ister. Bu bedbaht koca muhakemât-ı muhikkâne ve şikâyet-i adalet-cûyânesini karşısındakinin zihnine vaz’ ve ilka için jimnastik yapar gibi ellerini kaldırarak bir acemi aktöre gıbta-bahş evza ve harekât-ı mübalağakârâne ile ifham-ı hakikate çalışıyorsa da mümkün olamayacağını anlayınca hiddetle Adalar kaymakamı beyefendiye “Herkesin karısının kaşına, gözüne, yürüyüşüne, giyinişine karışırsınız da benimkinin şu münasebetsiz muhabbetine, şu muzır hayvanlarına niçin müdahaleyi reddediyorsunuz?” şikâyetiyle meyusâne evine avdet ediyordu.

Sergüzeşt’in sonunda Dilber’in kendini Nil Nehri’nin sularına bırakıp intihar edişini “hürriyetine” kavuşmak olarak yorumlayan Samipaşazade Sezai’nin bu cümlelerinde de gizli anlamlar bulmak acaba mümkün müdür? Şöyle ki burada kediler, sembolik olarak insanların huzurunu kaçıran, onlara musallat olan, mallarına göz koyan zorbalar şeklinde değerlendirilirse, devletin gereksiz konulara karışırken halkın can ve mal emniyetini korumak için bir şey yapmadığı gibi sosyal bir eleştirinin yapıldığı da düşünülebilir.

“Düğün” hikâyesinin diğerlerinden başka bir farkı da olay örgüsü bakımındandır. Diğer hikâyelerin tamamı kronolojik olay örgüsüyle oluşturulurken, bu hikâyenin geriye dönüş tekniğiyle yazıldığı görülmektedir.

Hikâyelerde dikkat çeken hususlardan biri de tasvirlerdir. Daha önce de belirttiği-miz gibi hikâyelerdeki tasvirler ya kişi tasvirleri ya da çevre tasvirlerinden oluşmaktadır. Söz gelimi “Bu Büyük Adam Kimdir?” hikâyesinin hemen başında eserin başkişisi tasvir edilir: “... kayıtsızlıktan uzamış saçları geniş nâsiyesinin üzerine dökülerek, tefekkürat-ı amîka içinde dalgın dalgın attığı adımlarıyla ikide birde sendeler ve düş-memek için hemen kendini toplardı.” Sezai bu tasvirleri yaparken, başka bir deyişle kişinin dış görünüşünü tasvir ederken onun iç dünyasını veriyor gibidir:21

Bu büyük adamın gözleri câzibe-i kemalât ile o kadar illiyyîn-i nazar idi ki bir kere etra-fındaki Koska’nın sütçü, tütüncü dükkânlarına, bir kere önündeki Aksaray’ın sokaklarına baktığını, başını döndürüp bir kimseye bir kere selâm verdiğini görmedim.

“Hiç” hikâyesinde de dış görünüşü tasvir edilen gencin, yüzündeki olumsuz görüntülerle yaşadığı zorluklar arasında bir paralellik kurulur.

... tebaüd etmekte olan nur-ı hayatın, uzaktan uzağa çehresine akseden bir ziya-yı zaîf ve hüzn-engizi, ara sıra tasavvurat-ı şâirâne arasında meşhud olan mahlukat-ı hayaliyeye mün’atıf ve mütefekkir gözleri, hayatın acılığını vaktinden evvel tattığı için uçları aşağıya doğru sarkmış, müteneffir bir ağzı garip ve hazin bir surette arz ve tenvir ederdi. Mücadele-i hayat içine zırhsız, silahsız, yani zayıf bir bünye, hassas bir gönül, sevdalı bir ruh ile girmişti.

(13)

SAMİPAŞAZADE SEZAİ’NİN “KÜÇÜK ŞEYLER”İ 17

“Pandomima” hikâyesinin başkişisi Paskal dış özellikleri bakımından çok ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmez. Onunla ilgili ayrıntılar hikâyenin çeşitli kısımlarına âdeta serpiştirilmiştir. Bir yerde “omuzlarıyla belinin genişliği bir derecede bulunacak kadar şişman olan...” veya “enli fakat kısa bacakları” başka bir yerde de “Bu nakıs vücut o kemal-i hilkate âşık olmuştu” gibi ifadeler vardır. Ama yazar hiçbir şekilde onun için çirkin kelimesini kullanmaz. Gerek bu ifadeler gerekse Eftalya’nın onu “ölmüş köpeğine” benzetmesi okuyucunun zihninde onu çirkin bir adama dönüştürür.

Küçük Şeyler’de tabiat tasvirleri dikkate değer şekilde yer almıştır. “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır” hikâyesi tamamen tasvirlerden oluşur. Yazar bunu yaparken ağaçların kesilmesinden önceki güzellikle ağaçların kesilmesinden sonraki çirkinliği arka arkaya vermek suretiyle başarılı bir etki sağlamıştır.

“Düğün” hikâyesinde Dilsitan’ın verem hastalığına tutulup öksürüklerinin baş-laması bir sonbahar tasviriyle anlatılır. Bu tasvirde tabiatın güzelliklerinden çok so-ğukluk, rutubet, ağaçların yapraklarını dökmesi, kuşların küme küme sıcak ülkelere göç etmesi gibi unsurlar vardır:22

Yaz tamamiyle nihayete ermişti ki, ormanların en iç taraflarından fena-yâb olan mevsim-i hayatın son nefesi denilecek surette derin bir inilti ile zuhur ederek şimalden götürdüğü bürudeti, üzerinden dökülüp gelen Karadeniz’in rutubetine mezc ile ağaçların yaprakla-rını döken, geceleri altından geçtiği uçuk renkli semanın hilaliyle ahterânın ziyalarına ihtizazlar veren ve yazın o uzun gündüzlerinin nur-ı süruru içinde uçuşan kuşları küme küme ekâlîm-i mutedileye doğru sevk eden sonbaharın o soğuk, o müessir, o müteneffiz rüzgârları esmeye başlayınca, Dilsitan da vücudunda büyük bir zaaf hissiyle kesik kesik öksürüyordu.

“Pandomima” hikâyesi de bir tasvirle başlar. Bu tasvir realizm akımına uygun olarak oldukça ayrıntılıdır. Böylece yazar hem inandırıcı olmayı başarıyor hem de Paskal’ın oturduğu mahalleyi, dolayısıyla onun sosyal durumunu da vermiş oluyor:23

Haseki taraflarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız duran üç odalı bu ev, bir mezar gibi sükûnet-i ebediye ile muhat idi. Bir hâl-i nisyan ve metrukiyette bulunuyordu... Çatısın-dan kopan bir tahta, damınÇatısın-dan uçan bir kiremit, duvarınÇatısın-dan yuvarlanan bir taş senelerce düştüğü yerde kalır. Ara-sıra çirkin, ihtiyar bir Rum karısı cadılara mahsus dehşet ve sükûnetle dışarı çıkarak malzeme-i beytiyesini iştirâ ve tedarikle alelâcele eve girip kay-bolurdu. Evin küçük bahçesinde duvara yakın bir büyük ağaç, temmuzun o ateşli güneşi İstanbul’un bu cihetlerini takat-sûz bir hararet içinde bıraktığı zaman, yapraklarının arasına gizlenmiş serin bir rüzgâr neşretmeğe başlayarak o evin, o mahallenin bir büyük yeşil

22 Kerman, a.g.e., s. 28. 23 Kerman, a.g.e., s. 34.

(14)

yelpazesi gibi havayı tecdid ve tehziz ederdi. Hiçbir kimsenin geçmediği, hiçbir sadânın işitilmediği harekât-ı insaniyenin nadiren görüldüğü bu evde, bu tenha sokakta izhar-ı hayat eden yalnız bu ağaçtı...

Bu tasvirler, Türk hikâyesinin Tanpınar’ın ifadesiyle bazı acemiliklerle beraber “tariften tasvire” geçmesinin, dolayısıyla pitoreskin ilk işaretleri olarak nitelenebilir.24

Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler’deki hikâyeleri genellikle adına uygun şekilde oldukça kısa hikâyelerdir. Bunun tek istisnası “Düğün” hikâyesidir ki bunun sebebi de muhtemelen yazarın çok hassas olduğu kölelik konusunu ele almasıyla ilgilidir. Bu meselede kendini tutamayarak ayrıntılara gitmiş olabilir. Hikâyelerde bir durumdan başka bir duruma kolayca geçivermek ve bu geçiş sırasında ayrıntıları ihmal etmek gibi acemiliklere rastlanmaktadır.

Yazıldığı dönemde derin yankılar uyandıran Küçük Şeyler, kendinden sonraki nesilleri etkilemiş önemli bir eserdir:25 Söz gelimi Halit Ziya bunlardan biridir ve onun

hikâyeciliğe özenmesinin en önemli sebebi olarak bu eserin etkisini bizzat kendisi söylemektedir.26 Bütün bunlardan daha önemlisi Küçük Şeyler Türk edebiyatında kısa

hikâye türünü başlatan bir eser olarak edebiyat tarihindeki yerini almıştır.

KAYNAKÇA

Güven, Güler, Samipaşazade Sezayi ve Eserleri, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2009.

Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret: Devir-Şahsiyet-Eser, 4. b., İstanbul: Dergâh Yayınları, 1995. Kerman, Zeynep, Sami Paşazade Sezaî’nin Hikâye-Hatıra-Mektup ve Edebî Makaleleri,

İs-tanbul, 1981.

Uşaklıgil, Halit Ziya, Kırk Yıl, İstanbul: Özgür Yayınları, 2008.

Tanpınar, Ahmet Hamdi, XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, 4. b., İstanbul, 1976.

24 Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 296-297. 25 Bk. Güven, a.g.e., s. 117-119.

26 Bu konuda Halit Ziya da şunları söyler: “Küçük Şeyler beni çıldırttı. Sanat heyecanlarımın içinde bu kitaptan duyduğum zevke ve neşata yetişebilecek bir tahassüs bilmiyorum. Bu bana yeni bir ufuk, memleketin nesir ve sanat semasında vaatlerle dolu parlak bir maşrık göstermiş oldu. Küçük hikâyelerin tercüme tecrübeleriyle geçen zamanların ve bu Küçük Şeyler bediasıyla mükerrer temasların bende biriktirmiş olması lazım gelen bir heyecan yekûnu, âdeta gelecek senelerin meşimesine düşerek hayata çıkmak zamanına intizaren ihtizaza başlamış bir habl tohumu teşkil etmiş olacak ki tahrir mesleğimde en ziyade sevdiğim hikâyelerden kim bilir ne kadar yazmış oldum.” (Kırk Yıl, s. 479-480).

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu haliyle hermenötik kod içinde muamma, edebî metnin çoğulluğunu ortaya çıkaran bir nihai anlama ulaşılamazlık olarak değil de onun derin yapısını açığa çıkaran

The local trains that depart from Sirkeci Station, serve for the beaches on the European side of the Sea o f Marmara and those that depart from Haydarpaşa

Baki Süha Ediboğlu, programından sonra, kendi tanıdığı Şevket Hıfzı'yı bize şöyle anlattı:. — Yıllar önce, Ankara'da, akşam oldu mu, şair dostlar o

Kırtasiyeci dükkânı işletmek büyük bestekârımız Adnan Say- gun’un liseyi bitirdikten sonra, musikî mesleğine intisap edin­ ceye kadar değiştirdiği 25

Sonuç olarak; total kistik bronflektazi ve buna ba¤l› harap olmufl akci¤er sekel yada Ç‹D tüberküloz olgular›nda intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar›n

cenazelerine İştirak ederek sami- naî yardımlarını esirgemiyen, telgraf ve telefonla büyük acı­ m ızı paylaşan, çelenk gönderen değerli ve vefakâr akraba,

[r]

Öyle ki bugün Ömer Seyfettin adı anılınca derhal hatırlanan metinlerin çoğu, Millî Mecmua, İfham (İfham’ın Edebî İlâvesi), Büyük Mecmua, Birinci Kitap, İkinci