• Sonuç bulunamadı

Değişen İstanbul

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Değişen İstanbul"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İki yıl önceTopkapı. Bayram alışverişi. Hava, gürültü kirliliği. İnsan ve araç trafiği. Aralara bir yere İstanbul sıkışmış.

K

entler insanların ruhunu biçimlendirir. Yıkılan kentler de yırtılan ruhlar da köksüzleşen insanlar,

itilimlerle dolu şaşkın beyinler yaratıyordu. Bu açıdan bakılınca İstanbul, daha bütünüyle imar

edilmeden, yenilenmeden saldırıya uğramış, zaptedilmiş, işgal edilmiş bir kentten başka bir şey değil.

— 3 —

Beyoğlu’ndan, ayrıca özel ola­ rak söz edeceğim. Şimdi sadece, on yıl sonra, ilk olarak kaldırım­ larından yürüdüğüm, o ilk akşa­ mın Beyoğlusu’nu anlatıyorum. On yıl önce Beyoğlu’nu terk etti­ ğimde, bu kaldırımlar yürümeye elverişli değildi, kaldırımlarda he­ men sadece erkekler yürüyordu, Şehzadebaşı gibi terk edilmiş bir semt olmak üzereydi Beyoğlu, ol­ muştu bile.

Tünel’de, İlk Belediye Sokak’- taki Çinili H an’daki evimizden Arnavutköy’e taşınmıştık. Hafta içindeki bazı günler Beyoğlu’ndan yürüyerek geçtiğim oluyordu. 1978’de Çiçek Pasajı da çökmüş­ tü. Cumartesi, pazar günleri Ar- navutköy’deki evden çıkıp oto­ mobille ya da bir dolmuşla, - kimbilir bilinçaltında nasıl bir eski Beyoğlu imgesi izleyerek- Tak- sim’e, orada ortadan kalkmış olan Eptalipos Kahvesi’nin bulun­ duğu köşeye kadar geliyor, ölmüş caddeye bakıyordum: Gündüzün çarpık ışığı altında sadece erkek topluluklarının gezdiği, bozulan, sinema salonlarında sadece seks filmlerinin oynadığı, içine girile­ mez bir karabasan haline dönüş­ müştü bu cadde. On, on beş da­ kika bu yitik yaşamın acısını du­ yarak, yeniden geldiğim yoldan Arnavutköy’e dönmek üzere Tak­ sim Alanı’nda dolaşıyor, eve dö­ nüyor, uykuya dalıyor, son sığı­ naklarımızdan biri olan Bebek Oteli’nin barındaki -geniş bir te­ ras da vardı orada, Boğaz’ın üze­ rine açılan- aperatif saatinin gel­ mesini bekliyordum.

1979’da İstanbul’u terk etmem­ den önce, arkadaşlarla son sığın­ dığımız yerlerden biriydi Bebek Oteli. Geniş terasında, akşamüze­ ri hızla değişen renkleriyle Boğaz, rüzgârlı ya da soğuk havalarda oturulan iç bölümü, ayrıca özel­ likle de Park Otel’den söküp ge­ tirdiği barı ile gerçekten çok ilgi çekici bir yerdi. Akşam yemeği vakti gelince ya eve dönülüyor,

Aziz Çalışlar’ın Arnavutköy’de-

ki yalısında, gene küçük bir bar barındıran salonuna gidiliyor, ya da Rumelihisar’da Han Restau- rant’a, ya da Bebek, Arnavutköy meyhanelerinden birine d u ru lu ­ yordu. Gençlik yıllarından beri zi­ yaret ettiğim Bebek’te, bahçe için­ deki Nazmi kapanmıştı artık. 1970’li yılların ilk dönemlerinde çokça gittiğimiz Tarabya’daki lo­ kantalar da görgüsüz paralıların hücumuna uğramış, el değiştir­

miş, çirkin dekorlara bürünmüş, alabildiğine ticarileşmişti. Artık oraya pek uğramıyorduk.

Bu defa, 1990 yılı ocak ayında, Bebek Oteli’nin barına kapıdan bir baktım: Lokal eskisi gibi du­ ruyordu, ama müşteri yapısı de­ ğişmişti. Değişen müşteri yapısı, lokali de değiştiriyor sanki.

12 Aralık 1989 gecesi Beyoğlu’- nun, her şeye karşın dolaşılır bir yer olduğunu görmekten duydu­ ğum mutluluğu anlatamam. Ba­

zı sinema salonları açılmıştı, kal­ dırımlarda yürüyen sadece erkek­ ler değildi, kadınlar, genç kızlar da vardı. Birçok yer de ışıklandı- rılmıştı. Bu yüzden de kaldırım­ ların aşırı yüksekliği üzerinde pek durmamaya karar verdim.

Ardından yepyeni bir olgu: Bü­ tün taksiler sarı (sanırım New York’taki gibi) ve hepsi saatleri­ ni açıyor. Ayrıca şoförlerin çok büyük bölümü gerçekten tok gözlü.

Taksim Anıtı’nm çevresinde, Vakko, cadde üzerindeki yapısın- dakine benzer bir ışıklandırma yaptırmış. Taksim Alanı ise daha bir ferah geldi bana. Sonradan daha çok seveceğim bu alanı. Etap Marmara Oteli’nin altında­ ki Opera Pastahanesi’ni de - kahvelerindeki başarısızlığa karşın- mesken tutmakta tereddüt etmeyeceğiz arkadaşlarla.

Müthiş kalabalık bir dizi oto­ büs durağı'Taksim Postahanesi

önünde. Bir hamburgerci açılmış. Bütün dünyada, hatta Moskova’­ da olduğu gibi. Café Boulevard yok artık. Divan Oteli’nin yanın­ daki kavşaktan Dolapdere’ye ini­ yoruz. Taksim’e ulaşmak için çok faydalı, fakat çevreleri düzenlen­ memiş yeni yollar. Dolapdere’den Kurtuluş’a (Tatavla) çıkan dik yo­ kuş. Her zaman çok sevdiğim, ge­ ne de kendisini az çok koruyan evleriyle Kurtuluş Caddesi.

Bir saat kadar sonra, Cevat

Ça-pan’ııı otomobiliyle Taksim üze­ rinden Tünel’e, Yakup’un lokan­ tasına giderken açılan yeni Tarla- başı Caddesi karşısında şoke oluyorum.

»

Boğaz’ın sırtlarına kurulmuş yeni mahalleleriyle, Batı’da Çek­ mece göllerine, Kuzey’de Kil- yos’a, Anadolu yakasında İzmit’e doğru yayılan yeni, dev bir İstan­ bul. İstanbul’a bu insan akımı ile kente birkaç kent daha eklenme­

si -ve bu akışın nerede duracağı­ nın da bilinm em esi- benim 1950’lerde hayal edeceğim bütün tasarımların da sınırlarını aşan bir ölçüde bugün. Bu yeni İstanbul’u uçakla Yeşilköy’e inerken sonra gene uçakla Karadeniz’e doğru uzaklaşırken, Fatih Köprüsü’nün çevre yollarında otomobille dola­ şırken, Burgaz Adası’na gemiyle giderken gördüm. Bostancı - Kar­ tal - Pendik değil, küçük bir New York’tu görülen. Ama ne türlü

bir New York olduğunu tanımla­ mak kolay değil.

Bu devleşen İstanbul gerçeğini görünce, artık Bakırköy’ün bir

sayfiye ilçesi halindeki eski hali­

ni, ağaçlı, kırsal Yeşilköy’ü, Eren­ köy’ün, Suadiye’nin, Bostancı’- nın sayfiye halinde oldukları dö­ nemleri anımsamak ve anlatmak sanki küçük çocuklara anlatılsa bir masal kadar naif kalacak.

İstanbul’dan ayrı kaldığım za­ manlarda, Haydarpaşa Garı’ndan kalkan ve Kartal’a doğru giden, maroken koltuklu, tenha eski banliyö trenini, onun durduğu is­ tasyonları, bütün o küçük yerleş­ me yerlerini de sık sık hatırlardım.

“ İşte o tren” derdim kendi ken­

dime ya da çok yakınım olan bi­ risine, “ O maroken koltuklu ban­

liyö treniyle yolculuk yapmış ol­ saydınız, İstanbul’u sonsuzca se­ ver ya da benim niçin bu kadar derinden sevdiğimi anlardınız.”

Bugün bunu düşünmek bile bir düşten de öte.

Çocukken anneannemle gittiği­ miz Florya plajlarını, ilkgençlik ve gençlik yıllarında denize girdi­ ğimiz Moda Plajı’nı, Suadiye Pla- jı’nı, Fenerbahçe’yi, üniversite yıllarında dadandığımız Ataköy Plajı’nı düşünmek gibi.

1979’da, ben İstanbul’u bırak­ madan önce iki büyük genel fela­ ket yaşanıyordu: Katillik biçimin­ de ortaya çıkan şiddetle kentin ölümü. Bu ikisini birbirinden ayı- ramıyordum. Kendi kendime de bu iki yıkımın bir arada olması­ nı, çöken, bozulan, yıkılan kent­ lerde şiddetin de kendiliğinden doğacağını -bu düşünce doğtu mudur, yanlış mıdır diye fazla dü­ şünmeksizin- doğal karşılıyor­ dum. Kentler insanların ruhunu biçimlendirir. Yıkılan kentler de yırtılan ruhlar da köksüzleşen in­ sanlar, itilimlerle dolu şaşkın be­ yinler yaratıyordu.

Bu devcil büyümeye neden olan artan nüfusu da hemen hesaba katmak gerekiyor.

Bu açıdan bakılınca İstanbul, daha bütünüyle imar edilmeden, yenilenmeden, bir kent olarak kendi bütünsel yaşamını sürekli kılamadan saldırıya uğramış, zap­ tedilmiş, işgal edilmiş bir kentten başka bir şey değil. Bu görünü­ şüyle Mexico City’ye, San Paula’- ya, bir ölçüde yeni Madrid’e, Ka­ hire ve İskenderiye’ye benzetile­ bilir. Farkları üzerinde durularak.

Yarın: Gülersoy ve

Dalan’ın yaptıkları

(2)

w

E

r

i

I

j

1

E N

İ S T A N B U L

t)

E

M

H

Ö

Z

t

"I

Şehir, geçen 10 y ıl içerisinde ne kazandı

,

neyi kaybetti?

İstanbul’un sorunu, kendinden büyük

B

enim içinde yaşamadığım on yıl boyunca İstanbul’un su, enerji, trafik gibi temel sorunları büyümüş. Bunlar içinde

sadece elektrik kesintilerinin 1979 yılına göre daha az olduğunu gözlemledim. Su sorunu ise çok büyümüş. Trafik de.

Bunlara, çok yaşamsal bir sorun: “ Hava kirliliği” de eklenmiş. Bunun yanında denizin daha da kirlenmiş olmasını

unutmamak gerekiyor. Halkın sağlık sorunları, kentin sorunlarından ayrı değil.

Benim İstanbul’u görmediğim on yıl içinde, Türkiye’de kent bi­ linci de, kültürel mirasa sahip çık­ ma bilinci de arttı. Daha önceden başlamıştı, ama sadece bazı çev­ relerde kalıyordu. Şimdi yaygın­ laşıyor bu bilinç. Bu da en iyi ge­ lişmelerden biri.

Gene bu on yıl içinde İstanbul kentinde eski Belediye Başkanı

Bedrettin Dalan’ın yaptıkları üze­

rine de, Çelik Gülersoy’un yaptık­ ları üzerine de çok fikir yürütme­ ler, eleştiriler okudum. Eleştiriyi çok seven, ona sınır tanımayan bir ulus olduğumuzu kabul etme­ miz gerek sanıyorum. H atta şeh­ re biçim veren bu iki insan birer rakipmiş gibi karşı karşıya da ge­ tirilmek istendi. Eleştiriyi çok se­ ven bir ulus olmamızdan ötürü, yapılmış olan en iyi şeylerin da­ ha kötülenmiş olmasına alışalım demiyorum, ama kendimizi tanı­ yarak kulaklarımızı tıkayalım.

Çelik Gülersoy mikro düzeyde birçok çalışmalar yapmış. Yaptık­ larının hepsi güzel, zevkli, bir kül­ türü, bir kişiliği yansıtıyor.

Bedrettin Dalan’sa makro dü­ zeyde, çok büyük düzeyde çalış­ malar yapmış. Onun yaptıklarına dinsel bir mantıkla bakılabilir an­ cak. Bedrettin Dalan’ın çok bü­ yük düzeyde giriştiği işlerle yap­ tıkları (gerçekleştirdikleri) çok bü­ yük sevaplarla çok büyük günah­ ları bir arada barındırıyor. Bu ki­ şinin gerçekleştirmeye başladığı çok büyük, çok önemli, çok gü­ zel şeyler var. Aynı zamanda da yapılmasına izin verdiği çok bü­ yük kıyımlar, kötülükler.

Ama İstanbul’u değiştirmiş bu iki insanın yaptıkları karşı karşı­ ya konulamaz.

Çelik Gülersoy’un yeniden or­ taya çıkardığı, restore ettiği, ince bir üslup ve özenle işlevsel hale getirdiği: Anadolu yakasında Çu- buklu’daki Hidiv Kasrı, Beşik­ taş’ta Yıldız Bahçesi içindeki Mal­ ta Köşkü ile öteki yapılar, Kari­ ye Kilisesi çevresindeki Kariye Oteli ile öteki çevre yapılar, Sul­ tanahmet’te restore ettirdiği 18. yüzyıl eseri “Cedid Mehmet Efen­

di Medresesi” (İstanbul Sanatla­

rı Çarşısı) içinde İstanbul Kütüp­ hanesi, otel, lokanta, pastane de barındıran, sırtını Topkapı Sara­ yı surlarına vermiş olan Soğukçeş- me Sokağı... Hepsi büyük bir öze­ nin, zevkin eseri, İstanbul için çok

büyük kazançlar.

Ocak ayında Soğukçeşme So- kağı’na, Topkapı Sarayı’nın giriş kapısı tarafından -Sultanahmet Çeşmesi yanından- gittim. Bura­ da, solda o eşsiz yapı Ayasofya’- nın arkasında, köşede, daha ön­ ce görmediğim eski bir sarnıç ya da toprağın altına doğru, silindir biçiminde inen bir yapı vardı. Bi- enalden arta kalmış olan Sarkis’- in yapıtı sallanıyordu boşluk üze­ rinde. Hem o bahçede hem de he­ nüz Soğukçeşme Sokağı’nın ba­ şında birdenbire o çok eski İstan­ bul’u derinden duydum. Zaten Sultanahmet -yeryüzünde eşi ol­ mayan o görkemli alan- üzerinde,

sanki eskiden tanımıyormuşum gibi, yeni, taptaze bir baskı yarat­ mıştı. Ama orada hissettiğim, çok eskiye dayanan karmaşık bir İs­ tanbul’du: Eskiden Çarşamba, Sultan Selim, Fatih ya da Edirne- kapı sur dışında futbol oynadığı­ mız yerlerden, bütün o Karagünı- rük - Edirnekapı yöresinde kalmış olan Bizans, sonra Rum - Orto­ doks yapılardan, eski bir sarnıç olan o koskocaman Karagüm- rük S tadyum u’ndan, Saraç- h anebaşı’ndaki kem erlerden, Zeyrek’ten, bütün oranlarda esen ve yangın yerlerinin tozunu kaldı­ ran rüzgârlardan gelen bir ha­ va, insanın ta kalbinin içine ka­

dar sokulan bir duygu, işte o za­ man, hiçbir yerde duyulamaya- cak, sadece İstanbul’da -eski İstanbul’da- yaşamış, oraya bağ­ lanmış bir insanın duyabileceği bir duyguyu duyduğumu anladım. O sarsıntı içinde düşündüğüm tek şey, İstanbul’u yeniden nasıl bı­ rakıp gidebileceğim oldu.

Ardından Soğukçeşme Sokağı’- nı gezdim. Buradaki yapıların renklerinin batıcı olduğu üzerine eleştiriler okumuştum. Hiç de ge­ rek yoktu sanırım bu eleştirilere. Asıllarının böyle olmadığı kanıt­ lanmış değil. Sonra geçen yıllar­ da çok daha doğal renklere bü­ rünmeyecek mi o yapılar?

insanlık da sanat tarihi de yüz­ yıllarca Eski Yunan heykellerini beyaz, mermer sadeliğinde sandı da, sonra eski döneminde bütün o heykellerin renk renk boyalı ol­ dukları ortaya çıkmadı mı? Os­ manlInın çeşitli yüzyılları bir ya­ na, kimbilir Bizans döneminde ne renkler vardı İstanbul’da.

Soğukçeşme Sokağı’ndan aşa­ ğıya, Alemdar’a doğru inilince (ki karşıda köşede Talat Paşa’nın ikametgâhı vardır) çok büyük bir sarnıç bulmuş Çelik Gülersoy. Orayı da restore ederek Bizans tarzı bir taverna-restaurant hali­ ne getirmiş. Benim için değil, ama bir turist için içinde yemek yeni­

lecek ne bulunmaz bir dekor. Bi­ raz ötede ortaya çıkan yeni bir sarnıç daha var; daha küçük bir sarnıç. Başka küçük bir sarnıça da bir kalorifer kazanı yerleştiril­ miş. Çelik Gülersoy’un özellikle­ rinden biri de, düzenlediği me­ kânları, en küçük ayrıntılarına kadar düşünmesi.

Bedrettin Dalan ise büyük öl­ çekte, çok büyük işlere başlamış. Kimisini bitirmiş, kimisini bitire- memiş. önce günahlarım söyleye­ yim, kuşkusuz birer facia, cina­ yet bunlar: Boğaz sırtlarında ve­ rilen inşaat izinleri. Sonra da se­ vaplarını, çok büyük sevaplar bunlar: Haliç’in çevresinin açıl­

ması, Yerebatan Sarayı’nın altı­ nın temizlenmesi, iç galerilerinin ortaya çıkarılması, Boğaz’da bir­ çok iskelenin restore edilmesi, de­ niz otobüslerinin getirilmesi, (bunların en büyüklerini getirmek de çok iyi olmuş), Kuruçeşme’de­ ki kömür depolarının kaldırılarak park yapılması, genel olarak kı­ yıların halka açılması

Arnavutköy’deki kazıklı yolun kötü olduğunu söyleyemeyece­ ğim. Kıyıyı bozmadığı gibi, sade­ ce trafiği açmakla da kalmamış, insanlar Boğaz’ı hissederek yürü­ yebiliyor kıyıda. Gene bunun gi­ bi Üsküdar’da açılan alanın, de­ nizin doldurulmasından sonra

oluşturulan sahil yolunun da kö­ tü olduğunu öne süremeyeceğim. Büyükdere’ye giden kazıklı yo­ lun Arnavutköy’deki kadar ince düşünülmüş olduğunu öne süre­ meyeceğim, ama ona da çokça eleştirilerim yok. Bağdat Cadde- si’ni, Fenerbahçe’yi, Yat Limanı’- nıysa göremedim.

Şişhane’den Taksim’e kadar açılan, Tepebaşı’nın birçok yapı­ sının yıkılmasına neden olan yol üzerindeyse bir şey diyemeyece­ ğim. Tepebaşı’nın restore edilme­ sini elbette tercih ederim. Ama bir dostumun söylediği gibi, iki bin yıllık bir kentte, o yapılar tarih­ sel sayılabilir miydi? Ama şimdi­ ki halde bu yolun çevresinin kor­ kunç ölçüde düzensiz ve çirkin ol­ duğu kesin. İstanbul halkı Da- lan’a bir dönem daha çalışma ola­ nağı tanımalıydı. Ama bu yörede kalan eski yapıları -özellikle Ay- nalıçeşme’yi- yıkmamak, yıkıp da yüksek yapılar dikmemek koşu­ luyla. Kentin yapılarını salt turiz­ me satmamak koşuluyla.

Sadece Haliç’in çevresini açma­ sı ve Yerebatan Sarayı’m temiz­ lemesi dahi Dalan’ı desteklemeye yeterdi. Yerebatan Sarayı’ndaki büyük sütunların altındaki taşlar­ da ortaya çıkan Meduza kabart­ maları ne kadar şaşırtıcıydı benim için. Yerebatan Sarayı’nda izleyi­ cilerin ayakta dinleyecekleri ilginç konserler verilebilir.

Kentin çalışma ve iş merkezi, Levent’in de ötelerine, Maslak yolunun çevresine kayıyor. Bu arada Boğaz’ın sadece suya bakan yamaçlarına değil, gerilerine de ne çirkin yapılar yapılmış. İstanbul’u esas katleden bunlar. Bu yeni gör­ güsüzlük.

Benim içinde yaşamadığım on yıl boyunca İstanbul’un su, ener­ ji, trafik gibi temel sorunları bü­ yümüş. Bunlar içinde sadece elek­ trik kesintilerinin 79 yılına göre daha az olduğunu gözlemledim. Su sorunu ise çok büyümüş. Tra­ fik de. Bunlara, çok yaşamsal bir sorun: “ Hava kirliliği’ de eklen­ miş. Atina gibi. Her iki kent de gerçekten sanayileşmemiş kentler oldukları halde.

Bunun yanında denizlerin da­ ha da kirlenmiş olmasını unutma­ mak gerekiyor. Halkın sağlık so­ runlarını kentin sorunlarından ay­ rı bir yere koymamak gerekir.

Yarın: Beyoğlu

(3)

‘B ir B eyoğlu D ü şü ’ gerçek olabilir:

Tünel-Taksim arasına tramvay hattı

—5 —

... ...

... —-

"

~

İstiklal

Caddesi* nin

bütünüyle

trafiğe

kapatılması

doğru

değildir. Bu

deneme iki

gün için

1960’ın

öncesinde ya

da hemen

sonrasında

yapılmış,

Beyoğlu

zevksiz bir

panayır

yerine

dönmüştü.

Trafiğe

kapalı bir

Beyoğlu güzel

olmayacaktır.

En iyisi zevkli

bir tramvayın

geçmesidir

Beyoğlu’ndan.

Beyoglu’nda tramvaylı günler. Galatasaray’da, Kurtuluş-Eminönü ve Maçka-Hürriyet Meydanı arasında çalışan tramvaylar yan yana. (Fotoğraf: Ara Güler) Beyoğlu’na gelince: Benim terk

ettiğim 1979 yılının Beyoğlusu’ na göre gezilecek bir yer olmuş Beyoğlu. Ama elbette henüz çok şey eksik. Şimdi gördüğüm Be­ yoğlu eski Beyoğlu değildir, ama en azından gezilebilir bir yerdir. Sanırım şu nedenlerle: Bazı sine­ ma salonları yenilenmiş, açılmış­ tır, bunlara kadınlar da erkekler de genç kızlarla üniversite öğren­ cileri de gidebiliyorlar. Kaldırım­ lar yüksek, ama üzerinde yürüne­ biliyor. Sokak lambaları hiç de kötü değil. Bazı sinemaların giri­ şine kitap satış yerleri açılmıştır. Eşsiz bir kazançtır bu. Bir uygar­ lık göstergesidir. Onların güzelleş­ mesi, estetik biçimlere de bürün­ mesi gerekir. Atlas Sineması’mn altında açılmış olan çarşı gelişe­ bilir. ‘Kulis’ Kulübü, yeniden açıl­ mıştır orda. Müşterilerini bekli­ yor. Atlas Sineması’nın karşısın­ daki pasajın içinde bir kat yuka­ rıda, dekorundan servisine kadar Avrupa, Amerika ölçülerinde ne­ fis bir bar lokanta: Beyoğlu Pup açılmış. Ses Tiyatrosu pasajını ve külliyesini Ferhan Şensoy restore etmiş, ediyor. Yeni Melek Sine- ması’na giden sokak da bazı yan sokaklar da trafiğe kapatılmış ve güzelce kaldırım döşenmiş. Asıl en önemlisi şimdi Tünel’le Tak­ sim arasında -birkaç yerde- ya­ bancı gazeteler de satılıyor.

Bütün bunlar kazançtır. Ama elbette Beyoğlu’nda yapılması ge­ rekli pek çok şey var.

En önce Beyoğlu’nda sokak içinde hâlâ çok nefis yapılar, apartmanlar bulunduğunu söyle­ meliyim. Ağa Camisi’nin alt bö­ lümüne düşen sokaklarda da Tü­ nel yanında da Parmakkapı ile Cihangir arasındaki bölgede de var bunlar: Görkemli, çok güzel yapılar.

ö te yandan ‘Markiz’, ‘Lebon’ (Löbon) ve ‘Baylan’ pastaneleri en kısa zamanda açılmalı ve Be­ yoğlu Belediyesi burada boşalan dükkânların bazılarında pastane, kahve ve amerikan bar açılması için dikkatli bir politika izlemeli­ dir. Beyoğlu canlandıkça yaban­ cı dilde kitap satan kitabevleri de açılabilecektir sanırım.

önemli olan hem Beyoğlu Be- lediyesi’nin hem de Beyoğlu ile il­ gili kuruluşlarla, zevk sahibi ser­ maye sahiplerinin Beyoğlu’nu bir kültür ve eğlence merkezi yapmak (yeniden yaratmak) için dikkatli

bir politika izlemeleridir. Bu ko­ nuda uzmanların yanında, hayal gücü ve zevki gelişmiş kimseler­ den de yararlanmalılar.

Taksim’le Tünel arasında tram­ vay hattı döşenmesine ve tramvay işletilmesine de taraftarım. Bu ge­ lişimde benim “ Bir Beyoğlu Dü­ şü” adlı öykümü okuyan İsveç Başkonsolosu Nils Urban Allard da bana yazdığı mektupta bu öz­

lemi belirtti. Beyoğlu sadece bizi değil, orayla ilgilenen bütün ya­ bancıları da büyülüyor. Bu konu­ da İsveç’in sadece kâr amacı ar­ dında koşan ASEA gibi büyük şirketleri değil, çok daha az kâr amacı güden kuruluşları da İstan­ bul’a yardım edebilirler. İstiklal Caddesi’nin bütünüyle trafiğe ka­ patılması doğru değildir. Bu de­ neme, iki gün için 1960 öncesin­

de ya da hemen sonrasında yapıl­ mıştı da Beyoğlu zevksiz bir pa­ nayır yerine dönmüştü. Pasaja tü­ nemiş esnaf hemen bira fıçılarını sokağa taşımışlardı, masa olarak kullanılsın da üzerinde içki içilsin diye. Bugün bu yapılamasa bile tümden trafiğe kapalı bir Beyoğ­ lu güzel olmayacaktır. En iyisi zevkli bir tramvayın geçmesidir Beyoğlu’ndan.

Beyoğlu’nun yeniden canlan­ ması için suni tenefüse de gerek yok. Sadece dikkatli bir politika­ ya gereksinme var. Oraya yerle­ şenlere, lokallerin alacaklan bi­ çimlere, kalitelere, dikkate. Sırf Beyoğlu’nda konser vermek üze­ re davet edilecek müzik topluluk­ ları ¿erekli.

On yıl sonra gelince, hemen he­ men üç ay kadar kaldım İstan­

bul’da; yeniden oraya dönmek, hep dönmek üzere. Bu zaman parçası içinde işe gitmek gibi bir sorunum yoktu. Dostlarla buluş­ mak ya da ufak tefek işlerimi yap­ mak için trafiğin yoğun olmadığı saatleri seçebildim. Şoförlerin bil­ dikleri, yeni açılmış yollardan da geçerek bu trafik sorunundan -bir ölçüde- kurtardım kendimi. Ama orada haftanın beş günü çalışma­

ya gitseydim, ne düşünecektim, bilemiyorum.

Galata Kulesi’nin yukarısından İstanbul’a bakarken yemden hay­ ran oldum bu ölümsüz kente. Bo- m onti’deki dünyada çok az sayı­ da olan Gürcü Katolik Kilisesi’ni (Nötre Dame de Lourdes) gezdim. Elbette Santa Maria Draperis’i, Aya Sofia’yı, Fener Rum Patrik­ hanesinin yukarı bölümündeki

12. yüzyıldan kalma kiliseyi de, Yerebatan Sarayı’nı da... Daha birçok yeri. Beyoğlu’nda erkek ve kız arkadaşlarımla gezebildim, lo­ kallerine gidebildim. Beyoğlu si­ nemalarına girip film seyredebil­ dim . T a lim h a n e ’de ‘No- yan/N oyan’ kulübünde eski İs­ tanbul Rum ve Yahudi şarkıları dinleyebildim. Arnavutköy’den, Bebek kıyısından sonsuzca güzel olan, günün her saati de görünü­ şü değişen Boğaz’ı seyredebildim. Defalarca dünyanın hiçbir yerin­ de böylesi bir görünüşe rastlama­ dığımı tekrarlaya tekrarlaya. Ge- ceyarısı ya da geceyarısmdan bi­ raz sonra Beyoğlu’ndan, İstiklal Caddesi’nden geçebildim.

Yeniden âşık oldum İstanbul’a. Kültür mahallesi olmaya başlamış olan Ortaköy’e gittim. Beşiktaş, O rtaköy sırtlarında dolaştım. Oradaki gençleri unutamayaca­ ğım. Nötre Dame de Lourdes kendilerine fikirler, hep yeni fikir­ ler verilmesini bekliyor onlar.

Berlin’de dünyaca ünlü bir şe­ hircilik uzmanının dediği gibi

“ Gene de dünyanın en güzel ken­ tidir İstanbul, bir gün gelir, çir­ kin beton yığınları yıkılır.”

Ben on yıl Beyoğlu’nun dı- şîliâ çıktım, kendim durağanlığa varıp tümlüğe ermedim, ama Be­ yoğlu’nu, sanırım tümlüğü içinde gördüm. “ Daha nesnel bir gözle

bakabildim ona.” O yüzden ye­

niden kaldırımlarına basınca pa­ sajlarından geçerken, dünyada duyduğum rahatlıklardan en bü­ yüğünü duydum.

Salâh Birsel’in yazdıkları, sade­

ce onlar, Beyoğlu’nun kurtarıl­ ması için yeterli nedendir. Daha yaşanmış, köklü, çekici, koca bir tarihi sokmuyorum işin içine.

Casanova’nın da kaldığı söyle­ nen Tünel’deki Postacılar Soka- ğı’na da gittim. Orada Rasin’in evinde, Melih Cevdet Anday’ın da bulunduğu bir sofrada hazır bulundum. Pencerede bir İstan­ bul gecesi vardı. Gördüm onu.

İstanbul’a yakıştırdığım beş di- zelik bir Aksal şiirinin ilk üç di­ zesiyle bitireyim bu yazıyı:

“ Uykularda sürüklenen bu şehir

Bıraksan bir elbise gibi yasım Gece pencerenden girmek üzredir”

öm rüm boyunca İstanbul gece­ si girsin penceremden.

BİTTİ

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Za­ ten filmler ve Yılmaz Güney üze­ rindeki ölü sessizliği, bugün artık aramızda olmayan bu büyük sine­ ma ustasının sorunu değil.. Sorun, demokrasi ve

Ya pı lan rad yo lo jik in ce le me ler de si nüs trak tı man di bu la kö şe si ne ya kın sa birinci bran ki al ya rık ano ma li si ni; SKM ka sın me di a - lin de ve de ri nin de

Spending his life in Üsküdar, that 'home of painters, ’ Hoca Ali Rıza Bey captured numerous historical subjects, from a room in Hüseyin Zekâi Pasha’s stately home to

Olasılık yo˘ gunluk fonksiyonunun mutlak s¨ urekli olması ve n -yinci mertebeden t¨ urevlenebilir olması durumları i¸cin beklenen de˘ ger, varyans, standart sapma ve k¨ um¨

İmmunoglobulin IgG1 – HSV_2 Herpes virüs enfeksiyonu Transgenik soya fasulyesi glikoprotein B Rekombinant monoklonal antikor Kuduz için pasif bağışıklık (ayrıca

Yapının karşılaştırması için İstanbul Yavuz Selim Camii’nin güncel rölöveleri kullanılarak biçimleniş özellikleri, mekân boyutları, kullanılan kemer tipleri

Antalya müze

%50 ve %75 Eğitim Ücreti Bursları: Bu burs türü, MYO ve lisans öğrencileri için maksimum eğitim süreci, yüksek lisans ve doktora öğrencileri için normal