tX y
Yayma hazırlayan: Zeynep ORAL
Yaşamı boyunca gülümseyerek el koymuş,
gülümseyerek ödem işti bedelim... Yaşamı
boyunca gasplarla savurganlıkları; şiddetle şefkat
arasındaM uçurumlarda dolaşmıştı... Deliliğini
alıp gitmiş, dehasından miraslar bırakmıştı...
Son zam anlarında gazete çıkartm a çabası, bir gem iden
korsan yayın yapm a tasarısı aslında yalnızlığından
kurtulma yollarım arayışıydı. Artık eski dostlarım arıyor,
görüşüyor, kim seyi kırm am aya özen gösteriyor,
kırdıklarının gönüllerini alıyordu
Yılmaz’ın son günleri
H
A ZİR A N 1983’ün, 16’smdan itibaren, def terimin hemen her günkü sayfasına, “Y ıl m az telefon etti!” diye not düşmüşüm. “ Nasıl sın, iyi m isin?” türün den, hal hatır sorm a duygusuyla açtığı tele
fonlardı. 26 Haziran’da ise, görü ş mek isteğini söyledi, 30 Haziran’ı gö
rüşme günü olarak saptadık. “ N ere de?” sorumu ise, “ Ben sana gelm ek istiyorum, ziyaretine!” diye yanıtla dı. “ Oturup kalkacak fazla yeri olm a yan küçük bir oda, uygun değil!” de diysem de, adresim i sorup, geleceği saati söyleyip kapattı.
E lin de, beyaz çiçeklerden büyük bir buketle Belleville’deki odam a geldi Y ılm az. Sandalye verdiğim halde, bağdaş kurup yere oturdu. U- zun uzun, kağıt sorunumu, diğer so runlarım ı, b ir yardım ı olup olam a yacağını sordu. Sonra geçm işi unut mamızı rica edip tekrar birlikte ça lışmamız yönünde ön eri getirdi.
O gün Y ılm a z ’a, “ Unutmayı ge rektirecek b ir şey yaşamadığımı; yaptıklarım ve yaşadıklarımdan o- nur duyduğum u” söyleyip, üzüntü duyduğum bazı şöylerin benden çok kendisi adma üzüntü verici olduğu
nu belirttim. K onuyu değiştirip, sür dürdüğüm çalışmalardan, rom ana başladığımdan, yazılarımdan, tasarı larım dan söz ettim.
K
orsan
radyo
Yılmaz yine, sanki a- ramızda hiçbir kırgınlık yaşanmamış gibi sakin bir duyguyla, önerisine döndü, fakat bu kez, “Güney Film olmasa da başka alanlarda birlikte çalışabiliriz!” diye başla dı. “Bunu şimdi sana a- çıyorum... Bir düşünce, bir tasarı olarak sana a- çıyorum. Düşün, konu şuruz üstünde!" diye gir diği konuşmasmda, Ege Denizi’nde korsan radyo yayını yapacak bir gemi almayı düşündüğünü, ayrıca bir gazete çıkar mak istediğini, anlattı, “Bunların yönetimine seni düşünüyorum, ne dersin?” diye sordu. De nizlerde dolaşacak gemi den korsan radyo yayını yapma düşüncesini, bir film öyküsü gibi anlattı. Gazete için ise “İstersen Paris’te, istersen Alman ya’da kurabiliriz; baskı makinelerini alabiliriz!” diyordu.
Yılm az’a, konuşma mızın geldiği bu nokta da, kendisiyle hiçbir şe kilde bir iş ilişkisi içinde olmayacağımı; bunu, o- narılmış dostluğumuzu korumak için böyle dü şündüğümü; her türlü yardıma ancak bir arka daşı olarak hazır olduğu mu söyledim.
AĞIR TEDAVİLER
Hastalığı hızla ilerliyordu. Sık sık hastaneye yatıp, bir - iki günlük ağır te daviler görüyordu.
Ocak ayı boyunca hemen her gün te lefonla aradı, öğlen ya da akşam yeme ğine çağırdı. Ya, “Yeni bir yemek keş fettim!” ya “Türkiye’den balık getirt tim!” diyor; ya “Atla gel konuşalım” di yor, evine çağırıyordu. Defterimin o günlere ilişkin sayfaları, Yılmaz’la yap tığımız konuşmaların notlarıyla dolu. Konuşmalarımız arasında, canına sav lanı veren ağrıyla, zaman zaman gidip “Şimdi geçer!” diyerek koltuğa uzanı yordu. Gazete tasarısını özlemi gibi vurguluyordu. Gerekli makinelerin ha zır olduğunu, aldığını söylüyordu. “Bu
gün kabul et, ya
rın çıkarmaya başlayalım” diyordu. Çevresinde insanlar da olmuş olsa, ya payalnız kalmıştı Yılmaz.
Yalnızlığından kurtulmaya çalışı yordu. Eski dostlarını arıyor, görüşü yor, bozulmuş ilişkilerini yeniliyordu. Gazete bunun bir biçimiydi. Israr, ma nevi ağırlığıyla çökmüştü üstüme. Tu tunmak için böyle bir şeye gereksinimi vardı Yılm az’m ve bunu istiyordu ben den. Ne evet diyebiliyordum ne hayır. Sonunda, “Bir araştırma yapayım, öyle karar vereyim!” dedim. Yılmaz, şeyta ni zekasıyla, neyi amaçladığımı hemen sezip, “Boşuna zaman kaybetmek ola cak! Fakat ille de istiyorsan öneriyi di ğer gruplara götür, ama benim adıma değil, kendi adına!” dedi. Gerçekten de açıkça söylemediğim düşüncem oydu. Yılm az’a yakın gruplardan başlayarak, değişik kesimlerden arkadaşlara gidip, olayı psikolojik yönüyle açıklamayı ve yanlıma çağırmayı düşünüyordum...
O konuşmamızın akşamında gittim Almanya’ya. Belli kesimlerden arka daşları bulup konuştum da. Mainz’de ve Bonn’da görüşmeler yaptım. Yıl- maz’ m, ölümcül bir hastalığın pençe sinde çırpındığım anlattım onlara.
(Ancak bu tasarıyı kimseye kabul et tiremedi Nihat Behram ve bunu Y ıl maz Güneş’e bildirdi.)
ACIYLA KIVRANIYORDU
Bu konuyu da öylece kapatmıştık a- ramızda... Böyle bir şeye ilk kez Yü- maz’da tanık oldum. Hastalığı son dere ce yumuşaklaştırmış, insanileştirmişti
Yılm az’ı. Tavırlarında, konuşmaların da hiçbir döneminde o dönemindeki ka dar yumuşak değildi. Düşündüklerinin tam tersini de söylesem, şakaya yorup gülerek yanıtlıyordu. Karıma dönüp, “Bu deliyi nerden buldun... deli, deli bu... seni İsviçre’den mi kaçırdı?” diye şakalaşıyordu, insan kırmaktan özellik le kaçmıyor, kırdığı insanların gönlü nü almaya çalışıyordu...
Yılmaz’la, 1984’ün yaz aylarındaki gö rüşmelerimiz, kısa telefon konuşmaları ve kısa ziyaretler olarak geçti. Evine gittiğimizde fazla oturmadan kalkıyor duk. Göstermek istemese de, canına saplanmış acılarla kıvrandığı anlaşılı yordu. Kontrol altındaydı ve acısmı i- laçlarla dindirmeye çalışıyordu.
Yakınm ıyordu Yılmaz... inanılmaz derecede yumuşak, inanılmaz derecede insancıllaşmıştı... Ziyaretine gelenlere özellikle hizmet etmek için çabalıyor du. Karşısındakini dinlemeye, film düş lerini anlatmaktan daha fazla zaman a- yırıyordu.
Tuhaftır ki, hastalığıyla dalga geçi yordu. İngiltere’deki arkadaşımız Ah met Boğa, biri Yılm az’a, biri bana, iki deri ceket yollamıştı. Paketi aldığımda, Yılmaz’a götürüp götürmemekte tedir gin kaldım. Bir ara, benim adımın iliş- tirildiği küçük olanını götürmeyi dü şündüm, ondan da vazgeçtim. “Yılmaz Abi’ye” diye işaretlenmiş olanını alıp gittim.
Yılmaz, “Vah A hm edim !” diye sevi nerek aldı ve hemen giydi ceketi. Ve kahkahalarla gülmeye başladı, ö y le ki,
Fatoş’la beni de güldürdü. Omuzları, kolları her yanı sarkıyordu ceketin. I çinde kiraz sapı gibi kalmıştı Yılmaz “ Ahm et Abi, bizi düşündeki gibi sanı yor! Böyle dağ gibi... kocaman!” gibi es prilerle sürdürdü gülmesini. Sonra çı kardı, “Onu biz dolaba koyalım, A h m et’ in görmek istediği gibi omuzumuz, göbeğimizi yine genişletip, kışa giyine lim!” diye ekledi.
S
on
görüşüm
Yanıp yakınmadan, ezilip büzülme den eriyordu Yılmaz...
9 Ağustos’ta uzun bir yolculuğa çıka caktım. Portekiz ve Ispanya üstünden Fas’a dek uzanan bir yolculuktu. Eylül de dönecektim. Yolculuğa çıkmadan, “Bir isteğin var mı oralardan?” diye, zi yaretine gittim, “insan getir bize! Deniz getir, dağ getir!” dedi. Alezya’daki evle ri ile sokağa açılan demir kapı arasında bir avlu vardı. Vedalaşıp avluya çık mış, dış kapıya doğru yürüyordum ki, söylemeyi unuttuğu bir şeyi anımsamış duygusuyla arkamdan seslendi. Döndü ğümde, bu kez söyleyeceği şeyi yine u- nutmuş ya da söylemekten vazgeçmiş gibi bir hareketle “Tamam... yok bir şey, gelince konuşuruz!” diye güldü... Bu son görüşümdü Yılm az’ ı...
K
om ada
Fas’tan döndüğümde, Yılm az’m ko ma durumunda olduğu söyleniyordu... 8 Eylül’dü. Gitmeye hazırlanıyordum ki, Balkır telefonla arayıp, “ Yılm az’ ın öldüğü söyleniyor, doğru mu?” diye sor du. Yüreğimin ağzımda çarptığı ender anlardan biriydi. Evlerine telefon et tim. Telefonu Fatoş aldı. Ben bir şey sormadan, “ Evet Nihat!” dedi, “ Yılmaz gitti...”
Ertesi gün (9 Eylül’de), o gün sabaha karşı 5.15’te öldüğü açıklandı.
Evlerine gittiğimde, Fatoş, “Cenaze töreni için birtakım toplantılar olu yor... aileyi temsil et!” diye ricada bu lundu, kalkıp St. Dain Denis’e gittim. Bir arkadaşı, Yılm az’ın grubu adma konuşuyordu. Diğer grup temsilcileri görüşlerini söylüyorlardı. Hiçbir şey söylemeden, sessizce bir köşede otur maktan başka yapacak bir şeyim yok tu...
Yaşamı boyunca, gülümseyerek el koymuş, gülümseyerek ödemişti bedeli ni... Yaşamı boyunca, gasplarla savur ganlıklar, şiddetle şefkat arasındaki u- çurumlarda dolaşmıştı...
Çevresindeki düşman kuşatması o- larak, kendisi “devleti, hükümeti, ra kiplerini” gösterse de, en büyük çelme leri başkasmdan değil, kendisinden ye mişti... Yemişini topladığı insanları harcaması da kendine attığı bir çelmey di; ününü, kariyerini son hızla düşüre cek işlere, ilişkilere girmesi de... Ölümü de kendine attığı bir çelmeydi...
inadına inadına yanlışlarını tekrar lamasıydı; delicesine kendi canının üs tüne gitmesiydi; “şato”su çökse de, te meli kayalarda olan yeni yapılar kura bilecek dehasal zekası da vardı, azmi de, yeteneği de...
D eliliğini alıp gitmiş, dehasından miraslar bırakmıştı...
A n ısı rahat olsun...
Hastalığı ilerledikçe daha insancıllaşıyordu Yılmaz. Güney Kıbrıs’ta kendisini filmlerinden tanıyan herkesle ahbaplık kuruyor, onu kucaklamak isteyinlere sarılıyordu. İşte böyle sıcak anlardan biri...
N ot:B u y a z ı d izisi, N ihat B e h r a m 'm y a k m d a M illiy e t Y a y ın la n a ra sın d a y e r a la ca k
k ita b ın d a n d e rle n m iştir.
Yaşamı boyunca, gülümseyerek el koymuş, gülümseyerek ödemişti
bedelini...Yaşamı boyunca, gasplarla savurganlıklar, şiddetle şefkat arasındaki uçurumlarda dolaşmıştı...
r t f ■ • i #
t
UM
1984
I Kulübü’nün düzenlediği, Türk ve Rum halk:
'ün Ocak ayında Güney Kıbrıs’ta Sinemalarının kardeşliğine yönelik “Kardeşlik Haftasfna Yılmaz, eşim Trix ve ben gittik. Bu yolculukta Yılmaz bu dünyada değil de düşler arasında gibiydi. Acılarıyla sevinçleri arasında, uçurtma olmuş uçuyordu. Uçaktaki yolculardan, sokaktaki insanlara; tarlalardan denize dek, konuştuğu dokun duğu her şeyle ilişkisinde başka bir Yılmaz’dı. Havaalanından kente giderken, “Gelin Aliler!” diye bağırarak otomobili durdur muş, inip, tek başına tarlalara yürümüş, Kıbrıs’ın
Türkiye’ye bakan sahillerinde çocukluğunun tarlalarından toplar gibi “gelin Aliler”
toplamış,
“Umufdaki gibi bir yamaca çömelip, uzun uzun gökyüzünü kok- lamıştı... Bir yanında ölümün eşiğindeki bir insanı mutlu görmenin sevinci vardı, bir yanında katlanılmaz derecede keder...
Yılmaz’ın acılarının, üstüne merhem diye sürmek istercesine,
çocukluğuna koşarcasına Kıbrıs’a koştuğunu orada anlamıştım... Ve herkesten saklıyordu bu duygusunu... kendisinden bile...
Yine “güçlüydü, yenilmezi” oynuyordu. Açıkça oynuyordu. Öyle
ki, oyununu gerçek kılmış, oynadığını yaşıyordu... Birbiri peşi sıra gelip giden Filistinli, Kıbrıslı heyetlerin her biriyle yemeğe, içmeye oturuyorduk. Hiçbirinin kalkmış kadehini geri çevirmiyordu. Kadehinden bir yudum alanı, Yılmaz üç yudum alarak, ya da tek yudumda kadehini dipleyerek yanıtlıyordu. Güzel günler geçir miştik Kıbrıs’ta. Toplantılarımızda, kardeşliği pekiştiren anlamlı mesajlar vermiştik. Yakılıp yıkılmış Rum köylerini de ziyaret
etmiştik, Nicos Samson’un yakıp yıktığı Türk köylerini de. Acılara karşı kardeşlik şarkılarıyla dolaşmıştık.
Acıdır ki, Yılmaz’ın o yılı tamamlayamayacağını, o yolculukta
hissettmiştim. Filistinlilerle yemek yiyorduk ve Yılmaz sürekli içiy ordu. Açıkçası, kendi adıma ilk kez o derecede neşeli ve hayat dolu görmüştüm Yılmaz’ı. Kuşkusuz ki, gözle yürek arasında çelişkisi vardı bu duygumun. Hastalığını düşünerek, uyarmak mı gerekiyordu, hiç ilişmemek mi, kestiremiyordum. Yine de, iki yanından, karımla koluna girip, geç olduğunu söyleyerek oteline dönmesi yönünde uyarmıştık. Yılmaz, tipik gülüşüne, derin bir hüzün yükleyerek bakmıştı bize. “Bırak be Niho... miden yok., içtiğimi işiyorum... sidik yolundan sarhoş olmaz insan!” diye kesik kesik başlamış; “Kazandibi var ya kazandibi... bilir misin ne lezzetlidir? Bu Kıbrıs’ta vardır... gidip kazandibi bulalım!” diye sürdürmüştü... İliklerime dek sarsılmıştım. Gerçekten canı kazandibi çektiği için mi öyle demişti, yoksa, “kazandibi”ni ömrünün sonunu yaşamasının imajı olarak mı kullanmıştı... bilemiyorum. Bildiğim, Kıbrıs’taki günlerde, yoğun kederini, sevincin içinde eritip yok ederek yaşamıştı... Son mutluluğuydu belki de... En azından benim gördüğüm...
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi