• Sonuç bulunamadı

ANKARA ETNOGRAFYA MÜZESİNDE BULUNAN MEZAR TAŞLARINDAKİ SÜSLEMELER

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "ANKARA ETNOGRAFYA MÜZESİNDE BULUNAN MEZAR TAŞLARINDAKİ SÜSLEMELER"

Copied!
100
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ

GELENEKSEL TÜRK EL SANATLARI EĞİTİMİ ANABİLİM DALI

ANKARA ETNOGRAFYA MÜZESİNDE

BULUNAN MEZAR TAŞLARINDAKİ SÜSLEMELER

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan

Lülüfer KÜÇÜKAHMET

(2)

T.C

GAZİ ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ

GELENEKSEL TÜRK EL SANATLARI EĞİTİMİ ANABİLİM DALI

ANKARA ETNOGRAFYA MÜZESİNDE

BULUNAN MEZAR TAŞLARINDAKİ SÜSLEMELER

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan

Lülüfer KÜÇÜKAHMET

Danışman

Doç. Dr. Vildan ÇETİNTAŞ

(3)

Lülüfer KÜÇÜKAHMET’in Ankara Etnografya Müzesinde Bulunan Mezar Taşlarındaki Süslemeler Başlıklı tezi.……….tarihinde, jürimiz tarafından Eğitim Bilimleri Anabilim Dalında Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmiştir.

Adı Soyadı İmza

Üye: (Danışman) Doç.Dr. Vildan ÇETİNTAŞ ……….. Üye: Prof. Fatma ÖZCAN ... Üye: Doç.Dr. Canan DELİDUMAN GENCE ...

(4)

sanat alanında da tanıklık ederek geçmişle geleceğimiz arasında köprüler oluşturur. Mezar taşlarının süsleme özellikleri bizlere o taşın hangi döneme ait olduğunu ve o dönemin sanatsal beğenilerini gözler önüne serer.

Araştırmada Ankara Etnografya Müzesinde Anadolu’da Selçuklu Döneminden itibaren geçmişimizin tanıkları olan bu mezar taşlarından farklı tarih ve türdeki örnekleri bezeme özellikleri açısından incelenmiştir. Çalışmamız sırasında bu konuda yazılmış fazla kaynağa rastlanmamıştır. İşin içine girdikçe bu konunun buram buram geçmiş kokan çok zevkli ayrı bir dünya olduğu anlaşılmıştır. Bu bağlamda öz kültürümüzü bize daha iyi anlatacak başka bir konu olduğunu düşünmüyorum. O yüzden mezar taşlarına verilen önemin daha da artmasını diliyorum.

Araştırmada bilgi ve emeğini esirgemeyen her zaman vakit ayıran Sayın Hocam Doç. Dr. Vildan ÇETİNTAŞ’a sonsuz şükran ve minnetlerimi sunarım. Yine müzedeki çalışmalarımda destek olan müze müdürü Sayın Mehmet Yücel KUMANDAŞ’a teşekkürlerimi sunarım.

(5)

Küçükahmet, Lülüfer

Yüksek Lisans, Geleneksel Türk El Sanatları Bilim Dalı Tez Danışmanı: Doç. Dr. Vildan ÇETİNTAŞ

Nisan 2009

Bu tez çalışmasında Selçuklu, Osmanlı ve Karakoyunlu Dönemlerine ait olan Ankara Etnografya Müzesinde bulunan 21 adet mezar taşı örneği form, süsleme, dönem özellikleri bakımından incelenmiştir.

Öncelikle literatür taraması yapılarak söz konusu taşlarla ilgili yazılan kaynaklar araştırılmıştır. Kavramsal çerçevede bu dağınık olan bilgiler toplanmış birbiriyle karşılaştırılmış ve hepsi bu tezde birleştirilmiştir. Taşların kitabelerinde tarih olanlar, okutularak tarih tablosu hazırlanmış ve kendi dönemleri içerisinde değerlendirilmiştir. Ankara Etnografya Müzesinde yer alan mezar taşlarının süsleme özellikleri açısından da dönemlerinin güzel örneklerinden olduğu görülmüştür.

Tezimizin asıl amacı olan Müze bünyesinde bulunan taşların fotoğraf, ölçüm ve çizim yoluyla belgelenmesi yapılmış süsleme tekniği, form ve kompozisyon özellikleri belirlenmiştir. Taşlarda kullanılan, bezeme, öğeleri tablolar halinde verilmiş, bunun dışında taşların günümüzdeki durumlarının da tespitleri yapılmıştır.

Günümüze kadar geçen sürede taşlarda deformeler olduğu bunların da bazılarının açık hava şartlarından bazılarının da insan hatası ile oluştuğu gözlenmiştir.

(6)

Küçükahmet, Lülüfer

M.A., Traditional Turkish Hand Crafts Dept. Advisor: Asst. Prof. Vildan ÇETİNTAŞ

April 2009

In this study, 21 tomb stones, in the museum of Etnography, Ankara, pertaining to Karakoyunlu, Seljukian and Ottoman periods were examined in terms of form, elaboration and features of the period.

First of all, literature of these stones was investigated. This scattered information has been meticulously gathered, compared and contrasted, then synthesized in this study. Stones with dates on were translated and categorized accordingly and evaluated in harmony with their period features. It is also seen that stones, in the museum of Etnography, Ankara, were the forecoming examples of elaboration techniques of their own period.

The main aim of our thesis - documentation of the form, elaboration specifications and composition features - were achieved through photographing, measurements and drawings. The examples of elaboration of the stones were given in tables in addition to determining the current conditions.

Deformations occurred up to-day were observed to appear some due to weather conditions and some due to human factors.

(7)

İÇİNDEKİLER……… I BÖLÜM I 1 GİRİŞ……… 1 1.1 Problem Cümlesi………. 30 1.2 Araştırmanın Amacı……… 30 1.3 Alt Problemler……….. 30 1.4 Araştırmanın Önemi………. 31 1.5 Sayıltılar………... 31 1.6 Sınırlılıklar………... 31 1.7 Tanımlar ……… 32 BÖLÜM II 2 YÖNTEM……… 37 2.1 Araştırmanın Modeli………. . 37 2.2 Evren ve Örneklem………. 37

2.3 Veri Toplama Tekniği………. 38

2.4 Verilerin Analizi………...……….. 38 BÖLÜM III 3.BULGULAR VE YORUMLAR Bulgular ve Yorumlar………39-85 Tablolar ……….86-88 BÖLÜM IV 4 SONUÇ VE ÖNERİLER Sonuç………..89 Öneriler………...91 KAYNAKÇA……….92-93

(8)

BÖLÜM I 1.GİRİŞ

Sanat, belli bir uygarlığın veya toplumun anlayış ve beğeni ölçülerine uygun olarak tasarlanmış anlatımdır.

El Sanatları; insanoğlu var olduğundan beri tabiat şartlarına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak, örtünmek ve korunmak amacı ile ilk örneklerini vermiştir. Daha sonra gelişerek çevre şartlarına göre değişimler gösteren el sanatları, ortaya çıktığı toplumun duygularını, sanatsal beğenilerini ve kültürel özelliklerini yansıtır hale gelerek "geleneksel" vasfı kazanmıştır.

Çeşitli medeniyetler ve kültürlerin gelişme, geçiş yeri olan Anadolu’da el sanatlarının çok eski bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Burada pek çok sanatta, zevkin, renk anlayışının geçmişe olan bağlılığının örnekleri görülür. El Sanatlarının yapımı her ne kadar ekonomik ve iklim şartlarına bağlanırsa da Anadolu da el sanatları gelenek görenekleriyle geçmişe olan bağlılıkları ortaya koyar.

El sanatlarının bir dalı olan taş süsleme, İslam mimarisinin bezeyici ana öğelerindendir. Anadolu’daki mimari yapıları muhteşem oymalarla süsleyen bu sanat dalı kültür kaynaşmasının önemli bir bölümüdür.

Değişik tekniklerle taşı yontarak üzerine istenilen biçimleri göstermeye dayanan taş işlemeciliği, Türk’lerin önemli el sanatı alanlarından biridir. Taş işlemeciliğinin ilk örnekleri ise mezar kültü ile ilgili olup mezar taşı olarak dikilen en eski taş bloklar üzerinde oyma işlerine rastlanmaktadır ( Çetintaş, 2006, 202).

Ölünün gömülü olduğu yeri göstermek üzere oraya dikilen taşlara mezar taşı denir. Tarih ve sanat bakımından önemli birer belge olan bu taşlara şahide denir. Mezarlar, üstüne dikilen taşların kütleleri ve şekilleri itibariyle daha çok taş oyma sanatını gösteren eserler olduğu gibi, süslemeleri açısından da süsleme sanatlarına giren ve tarihi bakımdan büyük değeri olan kaynaklardır (Arseven, 1973, 453).

(9)

Kuran’da açık ve kesin bir hüküm bulunmamakla birlikte İslamiyet’te süslü ve dikkat çekici mezarlar yapılması hoş görülmemiştir. Zamanla, İslamiyet’in yayıldığı bölgelerdeki tarihi mirasın ve İslamiyet’i kabul eden kavimlerin eski mezar geleneklerinin etkisi ile değişik tipte mezarların yapılmasına başlanmıştır. Anadolu, mezar tiplerinin çeşitliliği, ölçüleri ve tezyinatı bakımından İslam dünyasında özel bir yer işgal eder ( Karamağaralı, 1992, s.1).

MEZAR KÜLTÜ VE TÜRKLERDE MEZAR GELENEĞİ Mezar terimi ve Anlamı

Mezar; Metin Sözen Sanat Terimleri Sözlüğünde içine ölü gömülen çukur olarak tanımlanır. Arapça ziyaret edilen yer anlamında olan mezar kelimesi Türkçe ekle türetilmiş yer adıdır. Yine Arapçada “ölünün gömüldüğü yer” anlamındaki kabir kelimesi de aynı anlamda kullanılmıştır.

Hunlarda da mezar için konuşulması ve girilmesi yasak olan yer veya bir şey demek manasında korıg, koru ve kurgan denilmiş, Hunlardan sonra Göktürklerde de kurgan olarak (B. Ögel, 1991, s.304) ifade edilmiştir. Kurganın aynı zamanda yerleşim yerlerine isim olarak verildiği de görülmektedir. B. Ögel (1991, s.54) Koruk ifadesi, “Cengiz Han ve torunları zamanında sadece han mezarlarının bulunduğu yer anlamında kullanılıyordu.” demektedir.

İslam öncesi dönemde Türklerde oldukça eski bir gelenek olarak mezarın baş ve ayak taşına şahide veya hece taşı denilmektedir. Kitabeli şahide adı verilen baş taşı ile mezarın bittiği yeri gösteren ayak taşı, tam bir mezarı gösterir.

Ayak taşı olmayıp, sadece şahidesi bulunan mezar taşı ise, klasik Osmanlı döneminde “makam” olarak adlandırılır ve orada herhangi bir kişinin gömülü olmadığı veya şüphe söz konusu olduğu anlamına gelir. Çok sayıda şehidin topluca gömüldüğü veya ortak bir kitabenin dikildiği mezarlığa “şehitlik- meşhed”, başka yerde gömülü olan şahıs için dikilen ve üzerinde Fatiha yazılı tek taştan ibaret yere

(10)

de “nazargah” denilir. Bir aileye mensup fertlerin çevresi herhangi bir duvarla ayrılmış özel bölüme de “aile sofrası” adı verilmiştir.

İslamiyet’ten Önce Türklerde Ölü Gömme Gelenekleri

Hunlar Öncesi Türk Topluluklarında Ölü Gömme Geleneği ve Mezar Kültü

Eski Şamanist Türklerin ve diğer orta Asya uluslarının defin törenleri hakkında verilen ilk bilgilere Çin kaynaklarında rastlanır (Kocasavaş, 2002, s.65). Orta Asya’da yapılan arkeolojik buluntular, Milattan Önceki üç binli yıllarda dahi cesetlerin gömülme geleneğinin olduğunu göstermektedir. Milattan Önce iki bin yılında Andoronovo uygarlığında, ceset yakma olayının bir kısım bölgelerde ortaya çıktığı sanılmaktadır. Yakma olayı, M.Ö. 1200 ve 700 yıları arasında Karasuk döneminde, Minusinsk havzasında (Kırgızların sonradan yaşayacağı Yenisey vadisi) yeniden ortaya çıkmakta, MÖ. 700 ve 300 yılları arasında Tagar kültüründe öncelikli bir yer teşkil ettiği görülmektedir (Roux, 1998, s.218).

Yine bu dönemlerde Altay bölgesinde İskit ve devamında Hun kurganlarında cesedi gömme olayında, mumyalama işleminin de uygulandığı yapılan kazılardan anlaşılmaktadır. Defin merasimi ve ölüye saygı, ilk çağ toplumlarından günümüze kadar pek çok toplumda büyük önem göstermektedir. Özellikle Türkler arasında ölüye duyulan saygı, yaşamın vazgeçilmezleri arasında yer almış, hatta ona saygısızlık tek başına savaş nedeni sayılabilmiştir (Memiş, 2005, s.51).

Yine Özbekistan’da ve Orta Asya’nın hemen tüm Türk bölgelerinde ölüye hakaret edilmez ve mezarlara çok büyük hürmet gösterilir. İşte bu durum, kökü derinlerde olan bir geleneğin günümüze yansımasından başka bir şey değildir. Ata ruhlarının kutsal sayılması ve atalara duyulan derin saygı, İslamiyet öncesi ve sonrası Türklerde büyük ve görkemli bir defin anlayışının gelişmesine neden olmuştur. Bu yüzden de mezarlıkların, dolayısı ile ölülerin, rahatsız edilmemeleri için mezarlar, daima sarp ve yüksek yerlere yapılmış, buralar kutsal alan olarak kabul edilmiştir. Hatta bazen mezar ve içindekinin kutsanmasından dolayı, (tıpkı Attila’nın defin

(11)

merasiminde olduğu gibi) nehir yatağı değiştirilip, mezar bizzat nehir yatağı içine hazırlanarak mezarın yeri saklı tutulmuştur.

Türk Tarihi ve medeniyeti açısından büyük önem arz eden “ölü gömme âdeti ve mezarlık geleneği” nin ilk örnekleri, hiç şüphesiz Orta Asya’nın değişik bölgelerinde ama yoğunlukla Altay Dağları eteklerinde bulunan çok sayıda kurganda karşımıza çıkmaktadır. Araştırmacılardan Kisilev, Gavrilova ve Clauson, bu kurganları Oğuzların atası olarak kabul ettikleri Wu-Huan’lara mal etmektedirler. (Esin 1978,s.15) Diğer pek çok araştırmacı tarafından Hunlara veya ataları olarak kabul edilen İskit-Sakalara mal edilen bu kurganlardan Pazırık, Berel, Noin-Ula, Issık göl çevresi, Esik kurganı ve Yenisey çevresinde çıkan buluntular, Türk Tarihi ve medeniyeti için çok önemli bilgiler vermiştir. Bilhassa Türk Mezar Üslubu ve defin geleneği hakkında verdiği bilgi ve buluntular, sanat değerleri çok yüksek olan bu malzemelerin tamamen göçebe bir kültüre ait olamayacağı ve yüksek bir medeniyetin bilinçli yansımaları olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır (Diyarbekirli, 1972, s.5).

Gerçekten de Orta Asya’da Ivılga’nın Selenga Nehri’ne aktığı yer olan Ulan Ude’de birçok evlerle, büyük ve etrafı surlarla çevrili iskân izlerinin bulunması ve bu evlerin döşemeleri altında sıcak hava ve ısıtma için duman yollarının bulunması, Hunlar’ın yerleşik ve gelişmiş bir atlı bozkır medeniyetine sahip olduklarını göstermektedir (Aslanapa, 1984, s.5).

Hunlar da Ölü Gömme Geleneği ve Mezar Kültü

Kendilerinden sonra tarih sahnesinde yer alacak Göktürklerin aksine Hunlar tek tanrılı dine inanıyorlardı. N. Diyarbekirli’nin Hun Sanatı kitabında verdiği bilgilerden Hunların tek tanrılı Gök dinine sahip olduğu ayrıca aralarında güneş, ay, yer su ve atalar kültürünün kuvvetle yaşadığını, kuvvetli bir başbuğ etrafında toplanan bu topluluklar konfederasyonunda en önemli başrahibin yine başbuğ olduğu, ona göğün oğlu manasını taşıyan Tengri Kut da denildiğini öğreniyoruz (Diyarbekirli, 1972, s.62).

(12)

Rasonyi, Eski Türklerde ölüm hâlinde ruhun kuş şekline girerek uçup gittiğine inanıldığını, eski metinlerdeki “sonkur oldu” “şahin oldu” sözünün de bunu ifade ettiğini belirtir. Kocasavaş (2002, s.65) Bu törenleri; Eski Türkler defin merasimi için yaprak dökümünü veya ağaçların yapraklanması zamanını beklerler, büyüklerin mezarı üstüne toprak yığarak kurgan (tepe) yapar biçiminde ifade etmektedir. Çin sınırlarından Macaristan'a kadar bozkır yolu boyunca bu kurganlar sıralanır.

Çin kaynaklarından elde edilen bilgilere bakarak, eski Türklerin defin törenleriyle ilgili usûl ve âdetleri şöylece sıralayabiliriz.

A-Ölü için yapılan yas merasimi “yoğ” B- Ölüyü gömmek

C- Ölüyü yakmak

D- Birden fazla ölü gömmek

E- Cesetleri mumyalamak ”tahnit etmek” F- Eşyaları ve yiyecekleriyle birlikte gömmek G- Mezarların bir köşesine at gömmek

H- Alpın mezarının yanına kendi heykelini “sin “ve “balbalını” dikmek. İ- Ölüyü tabuta koyup ağaca asmak (Karamürsel, 2002, s.76).

“E.Esin, Eski Türklerde cenaze merasimine (yoğ) Çinlilerin “kubbeli otağ altındaki tabut” adını verdiklerini, çünkü Türk geleneğinde ölen kimsenin cesedinin, kubbeli otağ altına konarak otağın etrafında at koşturulduğunu belirtir. Otağın kapısına gelinince matem tutanlar yüzlerini ve kulaklarını bıçaklarlar. Matem işareti olarak saç kesilir, tütsü kullanılır, tütsülü matem meşalesi (yuğ yıpar) yakılırdı ifadelerini kullanmıştır.

A.İnan’da, Eski Türklerde ölüm ve gömme adetleriyle ilgili olarak şu bilgileri aktarır: Eski Şamanist Türklerin ve diğer Orta Asya uluslarının defin törenleri hakkında verilen ilk haberlere Çin kaynaklarında rastlanır. Çin kaynaklarında Hunların defin törenine dair verilen haber, İsa’dan önce III. yy.a aittir. Bu habere

(13)

göre “Hunlar ölülerini tabut içine korlardı. Bu tabut iki katlı olup iç ve dış tabutlardı. Bu tabutları altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örerlerdi. Ağaçlar dikilmiş mezarlıkları ve matem elbiseleri yoktu. Ölü ile beraber öldürülenler yüz, hatta yüzden fazla olurdu”(Kocasavaş, 2002, s.65).

Hunlarda ölü gömmek ilkbahar ve sonbaharda yapılırdı. Bu gelenek Göktürklerde sekizinci yüzyıla kadar devam etmiştir. Hunlarda ölü gömme merasimlerinin ancak belirli zamanlarda yapılmasının sebebi “büyük Kurgan” yapılarını inşa etmenin çok emek ve geniş zaman isteyen uğraş olmasıydı. İlkbahar ve sonbaharı beklemek bir bakıma zaman kazanma oluyor ve bundan istifade edilerek Kurgan inşası mümkün olabiliyordu. Bazı ölülerini mezara gömülünceye kadar cesedinin muhafaza olması için tahnit (mumyalama) ediyorlardı. Mumyalama işi sadece tanınmış asil kişiler için yapılıyordu. Mumyalanan cesetlerin kafatasları arkadan delinmiş ve beyinleri boşaltılmış, boşalan kafatasına kokulu otlar, kozalak ve toprak doldurulmuştur. Mumyalanan cesetlerin iç organları da boşaltılmış ve ağaç kökleri, kokulu otlar, toprakla doldurulmuştur. Vücudun çeşitli kısımlarında özellikle ellerde, ayaklarda, kaba etlerde derin yarıklar dikkati çekmekte ve bu yarıklardan çürümeyi önlemek için vücuda ilaç verildiği anlaşılmaktadır (Diyarbekirli, 1972, s.65).

Mumyalama sırasında iç uzuvlarının boşaltılmasının nedeni, kötülüklerin insan içine toplanması fikrinden doğmaktaydı. Çıkarılan bu iç uzuvların yerine insanın ölümden sonraki hayatında bedeninin gücünü sağlayacak doğadan toplanmış şifalı otlar, kokular konulurdu. Ayrıca ölenin bedenine dışardan kötü ruhların girmesini önlemek amacıyla mumyalanmış bezler, lifler sarılırdı. İslamiyet’in kabulü ile mumyalama işi, bu geleneğin devamı olarak Anadolu’da Selçuklularda ve Beylikler Devri’nde görülmüştür (Karamürsel, 2002, s.77–78).

(Diyarbekirli’ye (1972, s.64) göre ölü gömme adetlerine ait en önemli verilerden biri, Altaylardaki Pazırık cesetlerinin başlarının doğuya konması yüzlerinin ise daima batıya bakar şekilde yerleştirilmesidir. Bunun sebepleri

(14)

araştırılınca Hunların inançları ile ilgili birtakım gerçekler ortaya çıkar, Altaylarda yaşayan bu en eski Türk topluluklarının inançlarına göre, ölümden sonraki hayat, batıda tekrar yaşanacaktı. Güneşin her gün batıdan batışı, onlarda böyle bir inancın ortaya çıkış sebeplerini hazırlamış olabilir

Hun cenazelerinde tabut süslenir, hizmetkârlar ve odalıklar arkadan gelirlerdi. Bunları da gençler takip ederdi. Bu merasimlerde güreşlere yer verilmesi, çeşitli şekilde yorumlanacak ilginç bir adetti. Bazen tören sırasında bu hizmetkâr ve odalıklardan biri kurban edilirdi (Karamürsel, 2002, s.77). Altaylarda bazı Hun Kurganlarında erkek cesetlerinin yanında kadınlar da gömülmüştür. Bu asil kişinin odalığının ya da hizmetkârının öbür dünyada kendisine hizmet etsin diye gömüldüğünü göstermektedir (Diyarbekirli, 1972, s.65). Kısa bir süre sonra esir yerine at, koyun, deve kesilerek ziyafet verme şekliyle bu gelenek sürdürülmüştür. Hunlarda matem ayini yedi defa yapılırdı. Bu yedi rakamına verilen özel değerin, İslamiyet’ten çok önce ve eski zamanlardan beri devam ettiğini gösterir.

Öbür dünyanın hayatın devamı olduğu düşüncesiyle ölüye ait eşyalar: Elbiseler, silahlar, kaplar vs. yiyecekler kurganın içine yerleştirilirdi. Ayrıca Türkler “aş vermeği” önemli bir vazife saymışlardır. İlk çağlarda aş doğrudan ölüye verilir, yani mezarına konulurdu. Manevi kültür geliştikten sonra bu tören “sevabını ölüye bağışlamak üzere” fakirlere yemek helva (tatlı) vermek şeklini almıştır (Karamürsel, 2002, s. 77-78).

İnan, (1972, s.178) Oğuzların törenlerini; Oğuzlarda “biri ölürse ev gibi büyük çukur hazırlarlar. Ölüye ceket giydirirler, kuşağını kuşandırırlar, yayını yanına korlar. Bütün mal ve eşyasını bu eve/çukura doldurup ölüyü buraya oturturlar. Sonra çukurun üzerine topraktan kubbe gibi bir döşeme yaparlardı biçiminde aktarmıştır.

Türk topluluklarında görülen ölünün elbiseleri ve şahsi eşyalarıyla gömülme âdetinin, Anadolu’da hala yaşadığının görülmesi, Türk sanatı ve medeniyetinin köklülüğü ve sürekliliğinin bir ispatıdır. Ölüye elbise giydirme geleneği, Anadolu’da

(15)

Tahtacı Türkmenlerinde yakın zamana kadar devam eden bir gelenekti. Ayrıca definden sonra Tahtacıların mezarlıkta saatlerce kalmaları, orada yemek yemeleri, kahve pişirip ikram etmeleri, hatta yatak götürüp orada yatmaları yaşayan bir gelenek olarak günümüze kadar gelmiştir (Y.Z.Yörükan, 2002, s.230–235).

Karamağaralı, (1992, s.25) eski Türk geleneklerinin günümüzde de sürdürüldüğünü “Yine günümüzde Kayseri’nin Sarıoğlan Kasabası, Kale Köyü’nde ve Kazdağı Türkmenlerinde mezara halı serilip üzerine de yatak sarılarak cenazenin bu yatağın üzerine yatırılması, Hun kurganlarındaki ölü gömme ve mezar geleneğinin Anadolu’daki devamının canlı birer şahididir.” Sözleri ile kanıtlamaktadır.

“Hun ve Göktürk kurganlarında” atlarla ilgili genel olarak şu adetlere rastlıyoruz: Atların ölüyle birlikte gömülmesi, atların genellikle aygır cinsinden olması, kuyruk yele ve topuklarının kesik olması, ayrıca kuyruklarını kesmek yerine bağlamak, örmek adetleri görülmektedir. Yine, hangi boydan geldiğini tanımlayan işaret “in”lerin atların kulaklarını kesmek suretiyle belirtilmesi. “… Pazırık höyüğünde on atın nişanlarının farklı olması on şahsa ait değil, on kavime ait olduğunu gösterir. Bu yas adetleri son devirlere kadar sürekliliğini sürdürmüştür.

Diyarbekirli, (1972, s.75) bu geleneği XIX. yüzyılın ortalarına kadar İç Asya da birçok Türk boyları arasında bilhassa Kazaklarda bu âdete rastlanılır. Zengin bir Kazak’ın öldüğünün yedinci gününde halkın toplandığı muhteşem bir ziyafet verilirdi. Ziyafetten sonra ölenin atının üzerine ters çevrilmiş eyer konur ve bunun da üzerine ölenin elbiseleri ve başlığı yerleştirilirdi. Bu şekilde binek atı, ölenin arabasına bağlanırdı. Dokunaklı şarkılar söylenerek atın kuyruğu ile yelesi kesilir ve bundan sonra da bu ata kimse binmez ona artık dul ismi verilirdi. Yüzyıllar boyunca atın kuyruğunu yas işareti olarak kesen Türk toplulukları arasında özellikle Kazaklarda bu âdete tullamak yani dul yapmak denir. Bazı Kırgız toplulukları arasında da ölen şahsın atının kuyruğunu kesip, mezarın üzerine diktikleri bir sırığa bağlarlar sözleri ile aktarmaktadır.

(16)

Yine Hunlara ait kurganlardan elde ettiğimiz bilgiye göre Türklerde atın olduğu gibi koyunun da önemli bir yeri vardır. Koyun Türklerce M.Ö. 2500 yıllarından itibaren bilinmektedir. Dağ koyunu ve koç, yer tanrısına sunulan bir hayvan olması dolayısıyla sık sık kurban edilirdi. Eski Türkler kendilerini dünyanın ruhlarına karşı korumak için bol miktarda koç ve dağ koyunu kurban ettikleri gibi, birçok eşyalarına da muska, nazarlık, tılsım anlayışında koçboynuzları çizmiş veya heykellerini yapmışlardır (Diyarbekirli, 1972, s.92,93). Bu heykellerin görülmeye başlaması Yenisey bölgesinde Karasug kültürü ile başlar. Buradan çeşitli Türk kültür bölgelerine yayılan bu motif daha sonraları Göktürk Kağan damgası haline gelmiştir (Çay, 1990, s.17).

Orta Asya’da Hun ve Göktürklerin egemenlikleri devirlerinde, daha ilkel olan bazı boylar içinde “ölülerini tabuta koyup, ağaca asmak” vardı. Bu boylar arasında Türklerden Dubo-Tuba’lar vardı. Bu âdet Yakutlarda 18. yüzyıla kadar süregelmiştir (Karamürsel, 2002, s.79).

Göktürkler de Ölü Gömme Geleneği ve Mezar Kültü

Asya Hun İmparatorluğu’ndan sonra VI. yy.da büyük Türk devletini kuran Gök Türk sülalesi Şamanist boyların yetiştirdiği boy idi. Bu sülale devlet idaresinde milli yazı ve milli dil kullanacak derecede gelişmiş bir milleti temsil ediyordu. Gelişmiş kültür seviyelerine rağmen VI-VIII. y.y. Göktürklerinde Altaylı Şamanist Türklerde görülen ilkel putların bulunduğunu Çin kaynaklarından öğreniyoruz. Bu kaynaklara göre Göktürkler tanrılarının suretlerini keçeden yaparlar ve deriden yapılmış torbalar içinde saklarlardı. Bu suretleri içyağı ile yağlarlar ve sırık üzerine dizerlerdi. Yılın dört mevsiminde bu putlara kurban sunarlardı. İnan’a göre (1976, s.181–182); Ancak Göktürk yazıtlarında, “Şamanist oldukları yazılmış olmakla beraber ilkel Şamanizm deki kötü ruhlardan, keçeden yapılı putlardan ve bunlara benzer ilkel Şamanist unsurlardan kesinlikle bahsedilmiyor. Bu kitabelerde bahsedilen Şamanizm unsurları Gök tanrı, yer-su, umay (çocukları ve hayvan yavrularını koruyan merhametli dişi ruh) ve defin törenlerinden ibarettir.”

(17)

Göktürkler, ataları Hunlardan almış oldukları geleneği, daha da zenginleştirerek yaşatmışlardır. Hunlarda olduğu gibi ölülerin yılın belirli zamanlarında gömülme geleneği Göktürklerde de devam etmiştir. Çin kaynaklarının bildirdiğine göre Göktürk topluluklarında ilkbaharda ölenler otların ve yaprakların sarardığı sonbahar mevsiminde, kışın ölenler ise bitkilerin yeşillendiği, çiçeklerin açtığı ilkbaharda toprağa verilirdi. Bazen cesetleri yakılır kalanları gömülürdü. Ölümden sonra cesedin yakılması âdetinin, kötülüklerden temizlenme amacı ile yapıldığı sanılmaktadır. Göktürklerde bir süre sonra terk edilen bu âdetin uzantıları 10. yy. da Kırgızlarda görülmektedir (Karamürsel, 2002, s.77).

B.Ögel, Göktürklerde Zerdüşt adetlerinden bahseder. Zerdüşt dininin bir mezhebine göre, bir insan ölünce, ölünün etleri kemiklerinden sıyrılır ve kemikler ayrı bir kaba konarak gömülürdü. İlim dilinde bu kaba ossuarium denir. A.İnan, bu konuyu manas destanıyla şu şekilde anlatmaktadır; Ölüm yatağında olan Han Köketey, halkına vasiyetlerini şöyle anlatıyor: Halkım, ilim! Gözlerim yumulduğu zaman vücudumu kımızla yıkayınız, (etimi) keskin kılıçla sıyırınız, zırhımı giydiriniz… Bana hizmette kusur etmeyiniz (Kocasavaş, 2002, s.69- 73).

E.Esin, Göktürklerde hükümdarın at üstünde, kendine ait eşya ve altın, gümüş kürk gibi değerli hediyelerle birlikte yakıldığını, ilkbahar ve sonbaharda küllerinin gömüldüğünü, bir tapınak yapılarak veya “bengütaş” (ebedi taş) denen bir kaya üzerine ölenin kendisi ve savaşlarının tasvir edildiğini, ağıt yazıldığını belirtir. B.Ögel, Göktürklerin genellikle mezar üzerine bir ev yaptıklarını ve evin duvarlarına ölünün resimlerini çizdiklerini belirtir. Göktürk kitabelerinde de Çin kağanının saraya ait ressam ve oymacılarının getirildiği ve onlara ayrı bir ev (bark) yaptırıldığı, bu evin içinin dışının bezendiği kaydedilmektedir. Ayrıca mezar yerinin kutsal sayıldığı, mezar yeri için genellikle yüksek bir tepe veya dağ seçildiği ve bu yerin saygısızlığa uğramaması için saklı tutulduğu bilinmektedir (Kocasavaş, 2002, s.68– 69).

(18)

Karamürsel’in (2002, s.77) aktarımlarına göre; Yoğ töreni Hunlardan sonra da her devirde Türk boylarında görülmektedir. Göktürklerde yoğ töreninin çok görkemli yapıldığını Orhun Yazıtlarından öğreniyoruz. Burada Kültegin (Köl-tigin) için yapılan yas töreninden bahsedilmektedir. Verilen bilgiye göre ölünün bulunduğu çadır (kubbeli otağ) etrafında koyun, sığır, at kurban ederler. Ata binip çadır etrafında yedi defa dönerlerdi. Ağlarlar yüzlerini sembolik olarak bıçakla keserler, bazen de ölünün atını eşyasını yakarlardı. Kağanların “hükümdar” mezarları üstüne bir evcik halinde türbeler inşa ederler, bazen de duvarlarına cenk resimleri yaparlardı. Çin kaynaklarında, Kültigin’in ölümünde bütün ülkelerden temsilcilerin geldiği ve “Kubbeli otağ altındaki tabut önünde saygı duruşunda durdukları” bildirilmektedir Yoğ merasiminde abartılmış yas gösterileri ve yüzlerini kesmek gibi adetlerin bugün hala Şii Azeri Türklerinin Kerbelâ Vakıa’sı dolayısıyla, Muharrem günlerinde yapılmakta olan matem gösterileri arasındaki büyük benzerlik göze çarpmaktadır.

Yine Karamürsel, (2002, s.77) Göktürklerde yaygın bir âdet gereğince, ölen Alp- Kahramanın mezarı başına, kendi heykelini ”sin” ve öldürdüğü düşmanları simgeleyen kabaca yontulmuş taşları ”balbalını” dikerlerdi. Bu mezar heykelleri 8. yy.dan 14. yy.a kadar sürekliliğini devam ettirmiş olup, Moğolistan Tuva, Güney Altay, Çin Türkistan’ı, Kazakistan ve Ukrayna’da rastlanılmıştır. 8. yy.dan itibaren Göktürklerle görülen ve Kül tigin Külliyesi’nin (732) tören yolu üzerinde yüzlercesine rastlanan sinler, Eski Türk boylarının etnojen ve sosyal yapılarını kültür ve geleneklerini aydınlatmak bakımından ayrıca önemlidir. Yüzleri, yönlere göre duruşları, kuşanımları “kemer, çanta, mendil, toka, küpeler”, ellerinde tuttukları “kuş, kadeh” gibi sembolik objeler, Türk kültür tarihinde birçok bilgiye kaynak olmuştur. Yüzleri daima doğuya bakan bu mezar heykellerinde yüzlerin birbirine benzememesi, kaynaklardaki ölenin portresinin yapıldığına dair bilgileri doğrulamaktadır demektedir.

Balballar, Göktürk Alplerinin savaşta öldürdükleri düşman sayısı kadar mezara konulmuş ve “doğu-batı yönünde” dizili, kabaca yontulmuş taşlardır. Ebedi

(19)

hayata inanan Türkler, öldürdükleri düşmanın kendilerine öbür dünyada hizmet edecekleri inancı içindeydiler. “Balballar” bu düşmanların ruhunu temsil ediyordu. Balbalların sayısı bazen bir, bazen de yüzlerce olabiliyordu. Ancak, sayıları yüzleri bulan balbalların diğer Alpler tarafından ölen Alpe bir hizmetkâr hediyesi olduğu düşünülebilir (Karamürsel, 2002, s.77). Orhun bölgesindeki Kül tegin’in cesareti 900 balballa yâd edilmektedir (Keneş, 2002, s.126). A. İnan’a göre balballara Şamanistlerce kurban kesmek gibi dini saygı gösterildiği bilinmektedir. Bu dönemde yapılan balbalların bir elinde kılıç bir elinde de kadeh vardır (Baykara, 1992, s.127). Le Bazin, “Sin” yapmakta usta bir sanat okulunun Göktürk Kağanlık merkezinde geliştiğini kaydetmektedir. Bazı sinlerde, bunları yapan sanatkârın adına rastlanılmıştır (Kocasavaş, 2002, s.69).

Uygurlarda Ölü Gömme Geleneği ve Mezar Kültü

Göktürk hâkimiyetine son veren Uygurlar, Ötüken merkez olmak üzere bir devlet kurarlar. (745–840). Kırgızlar tarafından Ötüken’den uzaklaştırıldıkları 840 yılına kadar, bilhassa, Doğu Türkistan, Ötüken, Köğmen Dağları ve Altaylara hâkim olurlar. 840 tan 13.y.y. sonlarına kadar da Kan-çu ve Tarım Havzası dediğimiz Turfan bölgesinde varlıklarını sürdürmüşlerdir (Kafesoğlu, 1988, s.179-182).

Uygurların tamamen yerleşik düzene geçmeleri ve Budizm ile mani dinine girmiş olmaları onları, eski mezar defin geleneğinden fazla uzaklaştırmamıştır. Mezar üzerine veya yanına taş dikme geleneği Uygurlarda da devam etmiş, ayrıca ellerinde kadeh tutan balbal heykellerine de “bengütaş” diyerek bu geleneği devam ettirmişlerdir.

Mezar taşları üzerinde görülen bazı işaretler ölenin kimliğini belirleyen aile ve soy damgalarıdır. Orta Asya Uygur duvar resimlerinden birinde bir insan vücudunun üzerinde böyle damgalar görülür (Karamağaralı, 1992, s.20).

(20)

Uygur sanatını, dolayısıyla mezar taşlarını etkileyen en önemli olaylardan biri de IX. yy.dan sonra Budizm çok yayılmış hatta Maniheizmi geri bırakmış, bunun yanında Nasturilik ve başlangıçta pek az olarak İslamlık da kendini göstermiştir. Hoça yakınlarındaki kubbeli mezar anıtlarını incelediğimizde “Kubbe İran’dan gelmiş olabilir, fakat bu zamanlarda İran’da mezar yapısı yoktur. Zerdüşt dininde ölülerin gömülmesi düşünülmeyeceğinden, mezar fikri doğmamıştır. Uygur-Budist mimarisinde mezar anıtı olarak gelişen “stupalar”, çadırın mimariye dönüştürülmüş biçiminden başka bir şey değildir. Aslanapa’ya göre (1993, s. 21) Uygurlar bu kuleli mezar yapılarıyla ilk türbeleri meydana getirmişlerdir.

Uygurlar ölülerini üç ya da yedi gün saklarlar. Bu süre içinde lamaları çağırıp dua okuturlar. İhtiyar ve lamaların cesetlerini yakarlar, bu en makbul defin şeklidir. Toprağa gömme ikinci derecede bir defin şekli sayılır. Defin törenine katılanlara ziyafet vermek üzere koyunlar kesilir. Yas tutma süreci üç yıldır (Kocasavaş, 2002, s.70).

İslamî Dönem Türklerde Ölü Gömme Geleneği ve Mezar Kültü

Karahanlılar, 840–1212 yılları arasında Orta Asya ve günümüz Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm sürmüş Türk devletidir. Devlet, 840 yılında Uygur Devleti'nin, Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla Bilge Kül Kadir Han tarafından kurulmuştur. İslamiyet'i topluca kabul eden ilk Türk devletidir (Türk Tarihi 1991,s. 167)

Türklerin kendi istekleri ile İslamiyet’i kabul edip, bu yeni din içinde tamamıyla orijinal, büyük bir sanat geliştirmeleri hareketi Asya’da kurulan Müslüman Türk devletleri ile başlamış, bunların birincisi olan Karahanlılar zamanında, sağlam temeller atılmıştır (Aslanapa, 2006, s.15)

Türkler samimi Müslümanlardı. Ancak, onların Müslüman olmaları çok eski bazı geleneklerini yaşatmalarına engel olmamıştır. Bir başka deyişle kendilerine ait

(21)

mezar geleneklerine İslam’ın mezar geleneğini aykırı bulmamışlardır. Özelliklede İslamiyet ile mezar taşı veya mezar arasında, temel özelliklerin dışında, (sade kefen ve Mekke’ye yönelik defin dışında) esaslı bir ayrılık görmemişlerdir (Baykara, 1992, s.128).

Aynı konuda Karamürsel de ( 2002 s. 76) “Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra da İslamiyet’ten önce oluşan usûl ve adetlere bazı yerlerde kısmen değişiklik olmakla beraber sürdürüldüğü görülmektedir.”sözleriyle Türklerin çok eski geleneklerini devam ettirdiklerini ileri sürmektedir.

Bu gelenekler bazen malzeme değişimi ya da form tekrarı biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Türklerin, İslamiyet’i kitleler halinde kabulünden sonra özellikle Müslüman Türk devletlerinin ilki sayılan Karahanlılar döneminde, çadır formu taş veya tuğla malzemeyle kümbet biçimine dönüşmüş, balbal taşları da abidevî mezar anıtları biçiminde şekillenmeye başlamıştır.

Bu abidevî mezar taşları figürlü ve figürsüz- yazı karakterli olarak gelişimini sürdürmüştür. Figürlü mezar taşlarından başka, bir de koyun-koç ve at biçimli mezar taşları, İslam öncesi Orta Asya geleneği olarak, İslam sonrası da hemen hemen bütün Müslüman Türkler arasında yaşamaya devam etmiştir. Balbalların veya taş heykellerin üsluplaşmış değişik bir biçimi de, özellikle Doğu Anadolu da soyutlaşmış insan biçimli mezar taşları olarak karşımıza çıkmaktadır (Berkli, 2006, s.108).

Karahanlılar döneminde İslamî çerçeve ile eski geleneğin uyumlu biçimde örnekleri kümbetlerde görülür. Özellikle Karahanlılar zamanında hızla gelişip yayılan bu mezar anıtlarının, çadırın mimariye dönüşmüş formu olduğu konusunda araştırmacılar hem fikirdirler. Hatta kümbetlerdeki mumyalık kısmı ile ibadet ve ziyaret için düzenlenen üst kısmın oluşmasının, İslam öncesi mezar anlayışı ile İslamî dönem dini inancın, mezar kültürüne yansıyan güzel bir sentezi olduğu fikri de dikkate alınmalıdır ( Önkal, 1996, s.5, 54).

(22)

Karahanlılar döneminden kalan en eski eserlerden Arap Ata Türbesi, Zerefşan vadisi yakınında Tim’dedir. 978 tarihli Dört duvar üzerine tek kubbeden ibaret yapıda cephenin belirtilmesi fikri kuvvetle ortaya çıkmaktadır. Yan yana sıralanan üç nişle portal cephesinin tuğladan zengin geometrik süslemeleri, büyük kısmı silinmiş kitabe kuşağı ile bu türbe Karahanlıların daha sonraki türbelerindeki parlak gelişimin öncüsü olmuştur. Bu dönemin bir başka yapısı olan Karahanlıların büyük hükümdarlarından Nasr bin Ali (1012) türbesinde ise geometrik süslemeler yanında tromplarda stilize bitki motiflerinin kullanımı ilk defa ortaya çıkmıştır (Aslanapa, 2006, s.19).

Karahanlılarda gelişip yayılan bu türbe geleneği, daha sonra Gazneli ve Büyük Selçuklu Devletleri zamanında varlığını geliştirerek devam etmiştir.

Gazneliler türbe yapımı bakımından Karahanlılara göre sönük kalmıştır. Ancak bazı türbelerde renkli kalem işi kullanılmıştır ve yazıların zemini çok renkli olarak yapılmıştır (Aslanapa, 2006, s.23). Gazneliler tarafından inşa edilmiş türbelerin en ilginç örneklerinden biri, de kule mezar olduğu öne sürülen, 51 m. yükseklikteki Künbed-i Kâbus’tur (Daş, 2007, s.13).

Gazneliler kule mezar denilen türbelerden başka sanduka biçiminde mezar anıtları da yapmışlardır. Bu sandukalar, Anadolu’da Ahlât’ta gördüğümüz tipte mezar anıtlarıdır. Önemli kişilere ait olanları mermerden yapılmıştır. (Örneğin, Sebug Tegin’in Sandukası üzerinde kitabe şeridi bulunmaktadır.) Sanduka üzerindeki yazıtlar genelde tabut örtülerini taklit eder (Örneğin Baba Hatun Türbesi.11. yy. dörtgen, kubbelidir. Yonca tromplarıyla Arap Ata’yı hatırlatır.) (www.bilecikfl.org kutuphane, 20.02.2009).

Türbe mimarisi Karahanlı ve Gaznelilerden sonra Büyük Selçuklularda gelişimini sürdürmüştür. Büyük Selçukluların ilk yıllarından Tuğrul Bey zamanından iki mezar anıtı kalmıştır. İkisi de 1056 yılında yapılmıştır. Bunlardan Kümbeti Ali Türbesi taştan yapılmıştır (Aslanapa, 1984, s.60, 69–80). Büyük Selçuklu dönemi türbelerinde, inşa malzemesi genellikle tuğladır. Ancak temellerde ve mumyalık

(23)

katında daha dayanıklı bir malzeme olan taşın tercih edildiği dikkati çekmektedir. Kare prizma, sekizgen prizma ve silindirik gövdeli türbeler en sık rastlananlardır. Büyük Selçuklu türbelerinde XI. yy. da çift kubbeli türbe yapısı ortaya çıkmıştır. Türbelerin üzerini örten yarım küre şekilli kubbe, dıştan bir külah veya tepesi sivri bir kubbeyle gizlenmiştir. Kubbeye geçişler genellikle tromplarla sağlanmış, silindirik gövdeli türbelerde ise geçiş unsuruna gerek duyulmamıştır.

Büyük Selçuklu dönemi türbelerinin cephelerinde daha çok çeşitli şekillerde dizilen sırlı veya sırsız tuğlalarla oluşturulmuş bezemeler görülmektedir. Çini ve çini mozaik süslemeler pek yaygın değildir. Alçı süslemelere ise daha çok, kubbe ve duvarların iç yüzeyinde, mihrapta ve kubbeye geçiş unsurları üzerinde rastlanmaktadır. Tuğla bezemelerde geometrik, alçı bezemelerde ise bitkisel unsurlar ile yazılar ana motifleri oluşturmaktadır (Daş, 2007, s.14). Bazı türbelerin içi kalem işi ile süslenmektedir. Duvarlarda ise renkli süslemeler vardır.

Büyük Selçuklu döneminde türbeler sürekli gelişim göstermiş olup hiç biri birinci kümbete benzemeyen tuğla süslemeleri ayrı bir zenginlik ve değişikliktedir. Bu türbeler Türk süsleme sanatının bir hazinesi olup, süslemeleri Anadolu’da gerek taş mimaride, gerek çinilerde Osmanlı sanatının son devirlerine kadar değerlendirilmiştir (Aslanapa, 1984, s.69–80).

Koç Koyun Heykelleri

Orta Asya’da Türk boyları arasında görülen koç koyun heykel geleneği özellikle Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri ile birlikte Doğu Anadolu’da mezar taşı olarak kullanılmış ve günümüze kadarda bu gelenek gelmiştir (Yaşa, 1992, s.89). Karakoyunlular adını taşıdıkları koyuna özel bir önem vermişler ve mezar taşı olarak Erkekler için koç kadınlar için koyun heykeli kullanmışlardır (Sümer, 1992, s.17). Bugün Anadolu Tunceli Bölgesinde özellikle kırsal kesimde bu tür mezar yapma geleneği sürmektedir.

(24)

Anadolu dışında, Azerbaycan ve Nahçıvan bölgesinde de bu heykeller bulunmaktadır. Bu bölgelerde mezar üstü anıtların büyük bir kısmını çeşitli taşlardan hazırlanmış koç ve koyun heykelleri oluşturmaktadır. Ancak günümüzde define avcıları tarafından heykellerin içinde define olduğu inanışıyla tahrip edilmiştir. Bunların dışında bir kısmı da Ermeniler tarafından çalınarak Ermenistan’a götürülmüştür. Bu gün ancak Aşağı Aza köyünde üç adet heykel kalmıştır ( Seferli, 2002, s.227,231)

Türkler İslamiyet’ten önceki koyun ve koçla ilgili geleneklerini, inanışlarını İslamiyet sonrasında da sürdürmüşler ve bu üslubu hayatlarında pek çok şeyde kullanmışlardır. Örneğin giyim kuşam, süs eşyaları, savaş aletleri, at koşumları ev eşyaları, müzik aletleri, mimari, mezar taşları. damgalar, bengü taşlar gibi.

Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi Ölü Gömme Gelenekleri

Anadolu’da eski Türklerin ölü gömme geleneklerinden bir başkası da mumyalamadır. İslamiyet’in kabulü ile mumyalama işi, bu geleneğin devamı olarak Anadolu’da Selçuklularda ve Beylikler Devri’nde de küçük değişikliklerle görülmüştür. Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında (1072–1092) Kemah ve Erzincan bölgesinin fethine emir olarak verilen Mengücek Bey’e ait sanduka 1926 yılında açılmış ve sanduka içinde mumya sağlam olarak bulunmuştur. Fevkalade güzel yapılmış tabutlar içinde olan bu mumyaları tanımlayan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, cesetlerin elbiseleriyle tabutların içinde olduğu nakledilmiştir (Karamürsel, 2002, s.77–78).

İlk çağlardaki ölü gömme törenlerinde aş doğrudan ölüye verilir yani mezarına konulur veya dökülürdü. Manevi kültür geliştikten sonra bu tören, sevabı ölünün ruhuna bağışlamak üzere fakirlere yemek, helva vermek şeklini almıştır. Bu adet doğulu Müslüman Türklerde atau ve tögüm- döküm terimleriyle ifade edilmiştir (İnan, 1976, s.153).

(25)

Karamürsel (2002, s.78), İslamiyet’in kabulünden önce ve sonra yemek verilmesi usulü uygulanmışsa da tatlı vermek âdetinin, İslamiyet’in kabulünden önce mevcut olduğuna dair bir kayda rastlanmamaktadır. Bunu İslamiyet’in normal bir ölümü yas sebebi olarak görmemesine bağlanabilir sözleri ile ifade etmiştir.

Nitekim ölümün yas tutma sebebi olarak görülmediği İbn-i Battuta’nın ifadelerinden anlaşılmaktadır. Dünya seyahatinin Anadolu kısmında Eğridir Sultanı Ebû İshak Beğ’in konuğu olduğu sırada sultanın çocuklarından biri vefat etmesi üzerine Türklerin Mısır ve Şam halkının yaptığı gibi abartılı şekilde feryat etmediği, cenaze defnolduktan sonra Sultan ve öğrencileri üç gün süreyle sabah namazının ardından kabristanı ziyaret ettiği aktarılmaktadır ( Battuta, 2003, s.207).

Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi Türbeleri

Anadolu’da ilk örneklerini Selçuklular döneminde gördüğümüz mezar anıtlarının kökeni konusunda kesin bir fikir öne sürmek oldukça güçtür. Silindirik veya çokgen gövdeli, konik veya piramidal külahlı ilk türbe örneklerinin kökeni ile ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerin en yaygını ve kabul göreni, türbelerin, Orta Asya’daki göçebe Türklerin çadır formundan geliştiğini öne süren görüştür.

Büyük Selçuklu Devleti zamanında Anadolu’nun fethinde görevlendirilen Oğuz Türkleri ile Anıt mezar geleneği de Anadolu’ya taşınmıştır ve burada zengin örnekler vermiştir.

Anadolu Selçuklularında ve Beylikler Döneminde inşa edilmiş türbeler üç ana bölümden oluşmaktadır.

1- İçinde cesedin bulunduğu mezarı barındıran mumyalık, (hepsinde bulunmaz) Büyük Selçuklular döneminde İran’da ortaya çıkan mumyalık katı uygulaması Osmanlı öncesi döneme tarihlenen türbelerin vazgeçilmez unsurlarından biridir.

(26)

Mumyalıklar Beylikler döneminden itibaren yavaş yavaş ortadan kalkmıştır ( Daş, 2007, s.18–23).

2- Lahit veya sandukaların bulunduğu mescit katı 3- Örtü (puşide)

Selçuklu ve Beylikler Dönemi türbeleri, genellikle gövde formlarına göre gruplandırılmaktadır. Bunları şu başlıklar altında toplamak mümkün görünmektedir.

1- Kübik Gövdeli Türbeler 2- Poligonal Gövdeli Türbeler

a- Sekiz kenarlılar b- On kenarlılar c- Oniki kenarlılar 3- Silindirik Gövdeli Türbeler 4- Eyvan Tipi Türbeler

5- Eyvanla Kümbetin Birleşmesinden Oluşmuş Türbeler 6- Bir Medrese veya Caminin Bünyesinde Yer Alan Türbeler 7- Dikdörtgen Planlı Türbeler

8- Baldaken Kuruluşlu Türbeler

Bu türbe çeşitlerinden sekizgen prizma gövdeli türbeler XII. yüzyıldan XIV. yüzyıl sonlarına kadar uzanan zaman diliminde, Anadolu’da inşa edilmiş türbeler içinde en kalabalık grubu oluşturur. Kare prizma gövdeli türbeler ikinci grubu oluşturur. Sayıları çok fazla olmayan silindirik gövdeli türbelere daha çok Ahlat ve çevresinde, Eyvan tipi türbelere ise Konya ve çevresinde rastlanmaktadır.

Anadolu Selçukluları dönemi türbelerinde yapıya estetik görünüm vermek amacıyla oturtmalığın köşeleri pahlanmıştır. Türbe girişleri sadedir, mihraplar genellikle süslemesiz sade bir niş şeklindedir ( Daş, 2007, s.18–23).

(27)

Anadolu Selçuklu Dönemi Mezar Taşları

Üzerine türbe yapılmasına gerek görülmeyen ve açık şekilde mezarlıklarda bulunan Selçuklu devri mezarları üzerine, ceset toprağa verildikten sonra, biçim ve boyları farklı, yazı ve motiflerle süslenen birer mezar taşı konmuştur.

Selçuklu devri mezar taşları genel olarak iki tipte yapılmıştır.

1- Sanduka-lahit şeklinde mezar taşları 2- Dikey biçimde baş ve ayak taşları

1- Boyları ve şekilleri birbirinden farklı sanduka biçimindeki mezar taşları, doğudan batıya doğru yatay olarak mezarlar üzerine yerleştirilmiştir. Bu şekil taşlar çoğu zaman baştan ayağa doğru incelmekte, üzerine yazı ve motifler işlenmektedir. Mermerden veya Gödene taşından yapılan bu taşlar bazen kademeli prizma, bazen de yarım silindir şekillerinde tek taştan oyulmuştur.

2- Dikey biçimde baş ve ayak taşları çeşitli boy ve enlerde çeşitli taşlardan yontularak mezarın baş ve ayakucuna ayrı ayrı dikey şekilde dikilmişlerdir. Bu taşlardan baş taşında kitabe ile birlikte alınlık denilen üst bölgede ve kitabenin altında, sadece alınlıkta, kitabenin etrafında çepeçevre süslemelere rastlamaktayız. Ayak taşında ise süsleme mevcuttur kitabeye pek rastlanmamıştır. Mezar taşlarında bazen ayak taşı bulunmadığı gibi, çoğu zaman her iki yüzeyi de kitabelidir. Bu taşlar Selçuklularla birlikte çeşitli örnekler vererek zamanımıza kadar gelmiş ve devrin taş işçiliği, en seçkin bir şekilde bu taşlar üzerinde yaşamıştır (Önder, 1970, s.6).

Selçuklu Türklerinin Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdikleri sanatkârlar, bu yeni ülkeyi mimari eserlerle süslemişlerdir. Umumi mezarlıktaki mezar taşlarının da süslü ve ölünün şanına yakışır olmasına özen göstermişlerdir.

(28)

Selçuklu devri taş işçiliğinde daha çok geometrik ve bitkisel motifler kullanılmıştır. Sülüs ve nesih yazısı bu dönemde gelişmiştir. Selçuklu taş işçiliğinde motif ve yazı süslemesinin yanında, insan ve hayvan figürüne de önem verilmiştir.

Selçuklu devri mezar taşlarındaki süsleme daha çok rumî motif ve kıvrımlar olarak görülmektedir. Rumî motifler, daha çok kitabe çevresinde ve dikey mezar taşlarının alınlıklarında kullanılmıştır. Bu motif sanduka mezar taşlarının baş ve yan taraflarında yazı istiflerini çevirdiği gibi, bazen de gövdenin bütün yüzeyini kaplamaktadır.

Selçuklu devri mezar taşlarından sanduka şeklinde olanların bazısı üstten rumi motiflerle süslenmiş, alt kenar kaideleri zencerekle çevrilmiştir. Zencerekler Selçuklu süslemesinde çoğu zaman rumi motiflerin etrafını da çevirmektedir.

Dikey ve çoğu zaman mermerden işlenen bazı Selçuklu devri mezar taşları yanlarında burmalı süs sütunları taşımaktadır. Bazı Selçuklu mezar taşlarında kandil motiflerine de rastlanmaktadır. Üç bağla mihrap kemerine asılmış kandil şeklinde resmedilen bu motifler, Selçuklu ve Osmanlı devri mihrap ve halılarında, klasik ve geleneksel süsleme olarak kullanılagelmiştir (Önder, 1970, s.7–8).

Osmanlı Dönemi Türbeleri

Erken dönem Osmanlı türbeleri, mimari ve süsleme unsurları bakımından Selçuklu dönemi türbelerinden oldukça farklı özelliklere sahiptir. Orta çağı kapatıp yeniçağı açan İstanbul’un fethi ile birlikte, mimaride de yeni zevk ve anlayışların ortaya çıktığı görülmektedir (Daş, 2007, s.353–356).

Erken Osmanlı döneminde medrese ya da camiyle organik ilişkisi olan türbe yok denecek kadar azdır. Türbe duvarlarının dış yüzeyleri, genellikle kesme taşlarla kaplanmıştır. Bazılarında ise taş ve tuğla bir arada kullanılmıştır. Selçuklu dönemi

(29)

türbelerinde rağbet gören mumyalıklar erken dönem Osmanlı türbelerinde pek rağbet görmemiştir.

Türbelerin gövde formları Selçuklu dönemindeki gibi çeşitlilik göstermez. Bu dönem türbeleri, kare prizma gövdeliler, dikdörtgen prizma gövdeliler, çokgen prizma gövdeliler ve baldaken kuruluşlar olmak üzere dört ana grupta toplanabilmektedir.

Beylikler döneminde, Anadolu-Türk mimari süslemesinde görülen sadeleşme, erken dönem Osmanlı türbelerinde de hissedilmektedir. Bu dönemde inşa edilmiş türbelerde, birkaç istisna dışında yoğun süslemeye rastlanmaz. Süslemeler genellikle, dış cephelerde taş ve/veya tuğlayla yapılmış basit süsleme şeritlerinden ibarettir.

Anadolu Selçuklu ve Beylikler Döneminde taş süslemede önemli bir yere sahip olan figürlü süslemenin, erken Osmanlı dönemine ait örneklerde yer almaması dikkat çekicidir. Ancak, erken Osmanlı sanatında geometrik desen Selçuklularda olduğu gibi önem kazanır (Görür, 2002, s.51).

Osmanlı Dönemi Mezar Taşları

Sanduka şeklinde yapılmış mezar taşları Selçuklulardan sonra, Anadolu beylikleri ve Osmanlı devrinde XV. ve XVI. yüzyıllara kadar bazı ufak değişikliklerle ve azalarak devam etmiştir. Bu devirde daha çok XVI. yüzyıldan itibaren bazı mezarlarda dikey biçimdeki baş ve ayak taşları yatay bir taşın iki başına geçmek suretiyle, üçtaştan yapılmış sanduka şekilleri görülmüştür. Son yüzyıllara kadar kullanılan bu mezar taşlarındaki yatay taşların ortaları çiçek dikmeye mahsus bir delikle oyulmuş veya bu delik toprakla temas ettirilmeyerek kuşların biriken yağmur sularını içebilmeleri için bir tas haline getirilmiştir. Bazılarına da, baş ve ayak taşları, ayrı taşlarla yanlardan bağlanarak bir sanduka şekli verilmiştir. Bu şekil mezar taşları bugün dahi yapılmaktadır (Önder, 1970, s.7–10).

(30)

Osmanlılarda heykel yaygın değildir; hele çehrenin işlenmesi söz konusu değildir. Oysa bir önceki dönemde, Beylikler ve Selçuklu (ve onların beyliklerinde) doğrudan çehre de çok iyi işlenmekte ve bilinmektedir (Baykara, 1992, s.128).

Osmanlı devrine ulaşan Türk sanatının geçirdiği değişiklikleri mezar taşı süslemelerinde izlemek mümkündür. Osmanlı devri mezar taşlarını Selçuklu ve Beylikler devri mezar taşlarından ayıran sanat özellikleri çeşitlidir. Osmanlı mezar taşı ilk bakışta bir insanı andırmasıyla kendisini belli eder. Gerçi bu taşlarda ayaklar ve eller çok belirgin değildir. Ancak boyun ve özellikle başın silueti çok açık olarak görülmektedir. Osmanlı döneminde özellikle XVI. yüzyıldan itibaren mezar taşlarına işlenen başlıklar dikkati çekmektedir. Burada başlık yani ser-puş en ayrıntılı olarak işlenen ve adeta mezar taşına damgasını vuran unsurdur. Çünkü Osmanlı döneminde başlık insanın hem maddi hem de sosyal konumu ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Bu nedenle; mezar taşlarında ölünün kimliğini belirten kitabeleri okumadan dahi, bu serpuşlarla mensup olduğu sınıf ve mevkii anlamak mümkün olmaktadır. Mezar taşında, erkek ve kadın oluşu da görmek mümkündür. Böyle olunca taşa verilen önem ve özen bir bakıma mezar taşına verilen önem ile benzerlik gösterir (Baykara, 1992, s.128) (Önder, 1970, s.7–10).

Osmanlı döneminde insan siluetli mezar taşlarından başka, düz cepheli taşlarda vardır. Belki bir başka geleneğin etkisiyle, bunlarda başlık belli olmaz. Fakat bu taşlarda ayrı bir kabartma, bu defa cami ve etrafındaki yapıların kabartmaları, bir başka gerçeğin yankısı olarak bulunmaktadır. Burada insanı değil, buna karşılık yaşadığı veya yaşamış olduğuna inanılmış çevreyi taşların üzerinde görmekteyiz. Belki de bu gerçek, eski dönemin bir başka gerçeğinin uzantısı kabul edilebilir (Baykara, 1992, s.128).

Osmanlı devri mezar taşlarının çeşitli şekilleri arasında, bir de silindir şekilde yontulmuş sütun-taşlar vardır. Bazen yalnız baş tarafa, bazen de iki taş halinde baş ve ayakucuna dikey dikilen bu çeşit mezar taşlarının başlıkları da ayrıca işlenmiş olup, bazılarında kavuk veya fes vardır. Daha çok mermerden işlenmiş sütun şeklindeki

(31)

mezar taşlarının farklı çeşitlerine Konya mezarlıklarında rastlanmaktadır. Osmanlı devri mezar taşları arasında sütun şeklinde olanların başlıklarından bazıları, dilimli kubbe biçiminde dekoratif kubbe olarak işlenmiştir (Önder, 1970, s.7–10).

Yine bazı mezar taşları üzerinde üsluplaşmış servi ve hurma motifleri görülmektedir. Çoğu zaman ayaktaşlarında, taş boyunca işlenen servi motifinin sivri ucu rüzgârdan eğilmiş olarak resmedildiği gibi, içi de bazen çiçeklerle doldurulmaktadır. Yapraklı hurma dalı motifi de mezar taşlarında kullanılmıştır. Bu motif, cennet nimeti olarak, mistik bir ifade taşıdığı için, İslami devir süsleme eserlerinde sık sık kullanılmıştır (Önder, 1970, s.7–10).

Bu süslemelerden başka bazı mezar taşları üzerinde görülen sembolik işaretler, çoğu zaman meslekle ilgili sayılmaktadır. Mesela kılıç motifi, ölünün asker, divit resmi ise kâtip olduğuna delildir. Ayrıca mezar taşları üzerinde, Anadolu’da yerleşmiş Oğuz boylarına ait damgalar görülür. Bu damgalar milli bir gelenek halinde devam etmiş ve kavmin kendisine mahsus damgası, kabileye mensup ölünün mezar taşına işlenmiştir (Önder, 1970, s.7–10). Hatta bir salgın hastalık sırasında ölümde işaretlenmiştir. Buna benzer birçok ayrıntıyı buradan bulmak ve öğrenmek mümkündür (Baykara, 1992, s.128).

Osmanlı devrinde kadın mezar başlıkları, başörtüsünü ve bunun üzerindeki çiçekleri temsil eden dallı ve çiçekli işlemelerle süslenmiştir. XVIII. ve XIX. yüzyıllardan itibaren bazı kadın başlıklarında, gotik üslubunda çengeller üzerinde çok köşeli yıldız şeklinde gül bezekler (rozaslar) görülmektedir. Gotik üslubunun Osmanlı sanatındaki izleri diyebileceğimiz bu süsleme, son yüzyıllara kadar mezar taşlarında kullanılmıştır (Önder, 1970, s.7–10).

XVIII. yüzyıldan sonra Türkiye’ye giren Barok üslubu, XIX. yüzyılda Rokoko ile birleşmiş, Türk mimarisinde derin izler bırakmış, mezar taşlarına kadar girmiştir. Erkek mezar taşlarına nispeten daha çok süslü yapılan ve emek verilen kadın mezar taşları, Barok ve Rokoko ile işlenmiştir (Önder, 1970, s.7–10).

(32)

XX. yy. başlarına kadar, İstanbul başta olmak üzere, Osmanlı ülkesinde son derece dikkati çeken bir mezar taşı geleneği yaygın bulunmaktaydı. Bize önceleri bir anlam ifade etmeyen mezar taşları şimdilerde gerçek bir kültürün yankısı olarak görülmektedir. Çünkü ülkenin dört bir yanında, Osmanlı mezar taşı, başka ülke ve yörelerde görülmeyen zenginliğe sahip bulunmaktadır (Baykara, 1992, s.128).

Türk mezar taşları günümüzde, sade, süslemeden uzak, ya da hiçbir milli kültür temeline dayanmayan “kitsch” olarak tanımlayabileceğimiz süslemelerin kullanıldığı, ölüm ölümdür başka anlamı yoktur diyen bir anlam taşımaktadır.

Osmanlılarda Ölü Gömme Gelenekleri

Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonrada eski geleneklerini kısmen de olsa sürdürdüklerini görüyoruz. Hunlar, bazı ölülerini mezara gömülünceye kadar cesedinin muhafaza olması için tahnit (mumyalama) ediyorlardı. Mumyalama işi sadece tanınmış asil kişiler için yapılıyordu. Osmanlı döneminde mumyalama olmasa da, zorunlu durumlarda “tahnit” işlemleri yapılıyordu. Kosava Meydan Savaşı’nda şehit olan I.Murat (1360–1389) ile Zigetvar Kalesi’nin alınışından birkaç saat önce ölen, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) iç uzuvları, bulundukları civara defnedilmiş ve boşalan iç uzuvları güzel kokulu ot ve buhurlarla tahnit edilmiştir (Karamürsel, 2002, s.77–78).

İslamiyet’tin kabulünden önce olan, ölen kahramanın atı ile birlikte gömülmesi geleneği, gömmek yerine atını boğazlayıp, aşını vermek suretiyle sürdürülmüştür. Atların cenaze törenlerindeki yerleri, eski şaman adetlere uygun olarak Osmanlılarda devam etmiştir. IV. Murat’ın cenaze töreninde üç atının (onun binip harbe gittiği), tersine eyerlenip, tabutu önünde götürüldüğünü Naima Tarihinden öğreniyoruz. Görüldüğü gibi, İslamiyet’i kabul etmiş Türk toplulukları arasında hala en eski inançların kuvvetle yaşadığını ve mezara giderken bile onları en sevgili atlarının takip ettiğini öğrenmekteyiz ( Karamürsel, 2002, s.78).

(33)

İnceleme konusu olan mezar taşlarının bulunduğu Ankara Etnografya Müzesi hakkında genel bilgiler:

Etnografyanın Tanımı

Etnografya (budun betimi, kavmiyat), kavimleri karşılaştırarak inceleyen, kültür oluşumlarını araştıran toplum bilimi. Yunanca ethnos (ἔθνος), yani "insanlar" ile graphein (γράφειν) "yazım" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. İnsanın toplumsal varlığını niteliksel ve niceliksel olarak inceler. Bu incelemeleri alan çalışmasına göre gerçekleştirir. Bütünlükçü bir yöntem tercih eder. Bu yönteme göre insan-toplum ilişkisi birbirinden ayrı öğeler olarak anlaşılamaz (www. vikipedi Tarih: 18.02.2009 Saat: 13.30).

Ankara Etnografya Müzesi

Etnografya Ankara’nın Namazgâh adı ile anılan semtinde, Müslüman mezarlığı olan tepede kurulmuştur. Anılan tepe Vakıflar Genel Müdürlüğünce 15 Kasım 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararı gereğince, Milli Eğitim Bakanlığı'na müze yapılmak üzere bağışlanmıştır.

Halk Müzesi'nin kurulmasına hazırlık yapılmak üzere, 1924’te İstanbul’da Prof. Celal Esad (Arseven) başkanlığında, daha sonra 1925 yılında İstanbul Müzeler

(34)

Müdürü Halil Ethem (Erdem) başkanlığında, eser toplamak ve satın almak üzere özel bir komisyon kurulmuştur. Satın alınan 1250 adet eser, 1927 yılında inşası tamamlanan müzede teşhir edilmiştir. Müze Müdürlüğü'ne de Hamit Zübeyr Koşay atanmıştır.

15 Nisan 1928 yılında müzeyi ziyaret eden Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) müze hakkında bilgi aldıktan sonra, Afgan Kralı Amanullah Han’ın Türkiye’yi ziyaretleri nedeniyle, müzenin açılmasına emir buyurmuşlardır. Müze 18.7.1930’da halka açılmış ve 1938 Kasım ayında Müzenin iç avlusu, geçici kabir olarak ayrılıncaya kadar açık kalmıştır. Atatürk'ün naaşı 1953'de Anıtkabir'e nakline değin burada kalmıştır. Bu kısım halen Atatürk’ün anısına hürmeten sembolik bir kabir şeklinde korunmaktadır, üzerinde beyaz mermere yazılmış şu kitabe bulunmaktadır.

“Burası 10.11.1938'de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21.11.1938 den 10.11.1953 e kadar yattığı yerdir.”

15 yıl süreyle Etnografya Müzesi Anıtkabir görevini görmüştür. Devlet başkanlarının, elçilerin, yabancı heyetlerin ve halkın ziyaret yeri olmuştur. Bu süre içinde müzede çalışmalar sürdürülmüş 6–14.11.1956 tarihinde Uluslararası Müzeler Haftası nedeniyle gerekli değişiklikler yapılarak, tekrar halkın ziyaretine açılmıştır.

Binanın mimarı Arif Hikmet (Koyunoğlu) Cumhuriyetin ilk dönem mimarlarının en değerlilerindendir

Bina dikdörtgen planlı olup, tek kubbelidir. Yapının taş duvarları küfeki taşı ile kaplanmıştır. Alınlık kısmı mermer olup üzerleri oyma süslüdür. Binaya 28 basamaklı bir merdivenle çıkılır. 4 sütunlu, üçlü bir giriş sistemi vardır. Kapıdan girilince kubbe altı holüne ve buradan da iç avlu denilen sütunlu kısma geçilir. Buranın ortasına mermer bir havuz yapılmış, çatı kısmı açık bırakılmıştır. Daha sonra bu iç avlu Atatürk'e geçici kabir olarak ayrıldığında, havuz bahçeye

(35)

nakledilerek, çatısı kapatılmıştır. İç avlunun etrafında simetrik olarak büyüklü küçüklü salonlar yer almaktadır. İdare kısmı müzeye bitişik olup iki katlıdır.

Etnografya Müzesi, Türk Sanatının Selçuklu Devrinden zamanımıza kadar devam eden örneklerinin sergilendiği bir müzedir.

Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derlenmiş halk giysileri, süs eşyaları, ayakkabı, takunya örnekleri, Sivas yöresi kadın ve erkek çorapları çeşitli keseler, oyalar, çevreler, uçkurlar, peşkirler, bohçalar, yatak örtüleri, gelin kıyafetleri, damat tıraş takımları eski geleneksel Türk sanatının birer temsilcileridir.

Türklere özgü teknik malzeme ve desenlerle kendi içinde halı dokuma merkezlerinden Uşak, Gördes, Bergama, Kula, Milas, Lâdik, Karaman, Niğde, Kırşehir yörelerine ait halı ve kilim koleksiyonu vardır.

Anadolu Maden sanatının güzel örnekleri arasında XV. Yüzyıldan kalma Memlük kazanları, Osmanlı şerbet kazanları, güğüm leğen, sini, kahve tepsisi, sahanlar, taslar, mum makasları vb. çeşitli madeni eserler vardır.

Osmanlı Devri yayları, okları, çakmaklı tabancalar, tüfekler kılıç ve yatağanlar, Türk çini porselenleri ve Kütahya porselenleri, tasavvuf ve tarikat ile ilgili eşyalar, Türk yazı sanatının güzel örneklerinden levhalar bulunmaktadır.

Türk ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden, Selçuklu Sultanı III. Keyhüsrev'in tahtı (XIII. y.y.), Ahi Şerafettin Sandukası (XIV. y.y.), Nevşehir Ürgüp’ün Damsa Köyü Taşhur Paşa Camii mihrabı (XII. y.y.), Siirt Ulu Camii Mimberi (XII. y.y.) Merzifon Çelebi Sultan Medresesi Kapısı (XV. y.y.) müzemizin önemli eserlerindendir.

VII. Dönem T.B.M.M. üyesi Besim Atalay’ın müzeye armağan ettiği koleksiyonu çeşitli devirlere ait Türk sanat tarihlerini içermektedir. Müzede özellikle Anadolu etnografya ve folkloru, sanat tarihi ile ilgili eserleri içeren bir ihtisas kütüphanesi bulunmaktadır (www. kültür ve turizm bakanlığı, tarih:

(36)

18.02.2009saat:10.55).

Mezar Taşı Süslemesinde Kullanılan Bezeme Öğeleri;

a ) Geometrik süsleme (Zincir, halat, düğüm, mukarnas, örgü, yıldız v.b) b ) Bitkisel süsleme

1.Rumi, palmet, lotus, gibi stilize

2.Çiçek ağaç meyve çeşitleri, dallar, gibi natüralist

c ) Figürlü süsleme (İnsan, hayvan, mitolojik yaratıklar v.b) d ) Yazı ( Kufi, sülüs, nesih vb. )

e ) Nesne ( Kolye, kurdele, fes, tabak, vazo, silah, hançer, kandil v.b

Mezar Taşlarının Sınıflandırılması

Mezar taşları ölünün siyasi ve sosyal mertebesine göre çeşitli şekillerde olurlar, bu taşlar şu şekilde sınıflandırılabilir.

1.Yazısız adi mezar taşları

2. Yazısız muntazam mezar taşları 3. Yazılı düz mezar taşları

4. Musanna mezar taşları 5. Lahitler

6. Taş ve tahta sandukalar (Arseven, 1973, 453)

Türk Mezar Taşları, İslamiyet Öncesi ve İslamiyet sonrası olarak iki ana kolda incelenebilir.

Araştırma konusu olarak belirlenen mezar taşları; Ankara Etnografya Müzesinde yer alan İslamiyet sonrası Karakoyunlu, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 21 adet örnekten oluşmaktadır.

(37)

Bu mezar taşlarının ikisi Erzurum’dan gelmiş kireç taşı koyun heykelidir. Birisinin bedeni belinden kırılmıştır ve ağzının bir tarafı da kırılmış olup onarılmıştır.

1.1 Problem Cümlesi

Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşlarının süsleme özellikleri üzerine bir araştırma.

1.2 Araştırmanın Amacı

Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan İslamiyet sonrası mezar taşlarının üzerindeki taş süslemeleri tespit etmek, süsleme yapım tekniklerini belirlemek, desen ve kompozisyon özelliklerini ölçüm, çizim ve fotoğraflarla belgeleyerek ortaya koymaktır.

Bu amaç doğrultusunda aşağıdaki sorulara cevap aranmıştır.

1.3 Alt Problemler

1. Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşları ölçüm, çizim ve fotoğraf yolu ile belgelenmiş midir?

2. Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşları yeterince korunabilmekte midir?

3- Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşları deforme olmadan günümüze kadar gelebilmiş midir?

4- Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşları üzerindeki taş oymalar Türk Taş Oyma Sanatı’na desen ve kompozisyon özellikleri açısından nasıl örnekler teşkil etmektedir?

(38)

5- Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşları yapıldıkları dönemlerin süsleme özelliklerini taşımakta mıdır?

1.4 Araştırmanın Önemi

El sanatlarının bir dalı olan taş süsleme İslam mimarisinin bezeyici ana öğelerindendir. Yaptığımız ön araştırmada Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşlarından, çeşitli yayınlarda söz edilmekle birlikte bu taşların sadece süsleme ve kompozisyon özelliklerinin belirlenmesine ve belgelenmesine yönelik bir çalışma yapılmadığı görülmektedir. Bu nedenle çalışma Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan mezar taşlarının üzerindeki taş süslemeleri tespit etmek, süsleme yapım tekniklerini belirlemek, desen ve kompozisyon özelliklerini ölçüm çizim ve fotoğraf yolu ile belgelemek açısından önemlidir.

1.5 Sayıltılar

a. Araştırmayı tamamlayabilmek için zaman ve kaynaklar yeterlidir.

b. Veri toplama araçları ve mezar taşlarında bulunan taş kabartmalar araştırmayı sonuca ulaştıracak niteliktedir.

c. Araştırmada belirlenen örneklem evreni temsil edecek niteliktedir.

1.6 Sınırlılıklar

Araştırma Ankara Etnografya Müzesi’nde yer alan İslamiyet sonrası Karakoyunlu, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 21 adet mezar taşında bulunan süslemelerle sınırlandırılmıştır.

1.7 Tanımlar

(39)

Bitkisel Süsleme: İslamlığın ilk yıllarından itibaren dini ve sivil mimarilerde rastlanmaktadır. Türk İslam bitkisel süslemelerinde en çok kullanılanlar, asma yaprakları, sarmaşıklar, rumi, palmet, palmiye dalları, kenger ve kıvrık dallardır. Gül, karanfil, lale, narçiçeği, sümbül gibi üsluplaştırılmış çiçekler ve serviler de kullanılmıştır (Yetkin, 1956, s.13).

Figür: Resim ve heykel sanatlarında betimlenmiş, doğada rastlanan ya da düşsel her tür varlık ve nesnenin genel adı (Sözen, 1986, s.84).

Form: Şekil, biçim (Akar, Keskiner, 1978, ).

Geometrik Süsleme: Dairenin poligonlara, üçgenlere ve başka geometrik şekillere bölünerek iç içe girmesinden birbirini tamamlayacak şekilde düzenlenmesiyle meydana gelmektedir. Kırık ve düz çizgiler, yıldız, çokgen ve öteki formların birleşmesiyle çok çeşitli kompozisyonlar oluşabilmektedir (Mülayım, 1982 ).

Hatai: Türk Süsleme sanatının başlıca desenleri arasında en önemli türleri arasında olup çoğu kez çiçeğin kökeni belli olmayacak derecede stilize edilmiş hali (Akar, Keskiner, 1978).

Kompozisyon: Motiflerin bir bütün içinde düzenli olarak bir araya getirilmesi, terkip (Akar, Keskiner, 1978).

Kümbet: Gömme bölümü, gövde (ziyaret) bölümü ve kubbesinin üstünde külahı bulunan mezar anıtları için kullanılan sanat tarihi deyimi (farsça=kubbe).

Lahit: Mezarların üzerine tabut şeklinde konan taşlara denir.

Lotus: Sanat tarihinde görülen en eski stilize edilmiş bitkisel motif. Eski Mısır Sanatının karakteristik motifi.

(40)

Mezar: Ölünün toprakta açılan çukura gömüldüğü yere mezar denir.

Mezar Taşı: Ölünün gömülü olduğu yeri göstermek üzere oraya dikilen taşlara mezar taşı denir (Arseven, 1978,).

Motif: Bir tablonun, bir figürün yahut tezyini resmin esasını teşkil eden şekil ve unsur (Akar, Keskiner, 1978).

Mukarnas: Yan yana üst üste yerleşen prizmatik öğelerin dışa doğru derece derece taşarak, genellikle simetrik bir düzen içinde dizildiği üç boyutlu bir mimari bezeme öğesi ve strüktür. Yalnız İslam ülkelerinde uygulanan mukarnasın örneklerine sütun başlıklarında, taç kapılarda, geçiş öğelerinde şerefelerde kornişlerde ve nişlerde rastlanır (Sözen, 1986, s.167).

Niş: Kendisinden geniş bir mekâna açılan ve duvar içine oyulmuş, genellikle, üstü kemer ya da mukarnas ile örtülü girinti ya da hücre (Sözen, 1986, s.173).

Palmet: Türk süsleme sanatında erken dönemlerden itibaren görülen stilize edilmiş bitkisel süsleme.

Portal: Taçkapı (Sözen, 1986, s.193).

Rölyef: Kabartama, kil, alçı, taş gibi işlenebilir malzemelerin yüzeyinde, alçaklı, yüksekli şekiller meydana getirme.

Rumi: Hayvanların kanat, bacak ve desenlerinin stilize edilmiş şekillerinden oluşan ve kökleri Orta Asya’ya dayanan çok yaygın bir süsleme elemanı (Akar, Keskiner, 1978).

Referanslar

Benzer Belgeler

Akıl ile hür irade şartı yerine getirildiği zaman hem din hem de dindarlık kavramı netleşir. Nitekim isim olan din kelimesiyle ve masdar olan dindarlık arasındaki fark, kişiye

TRMA nedeniyle 11 yıldır pediatrik endokrinoloji izleminde olan ve son bir aydır tiamin preparatını almaması sonucu diyabetik ketoasidoz tanısı ile takip

In this study that was intended to reveal usage of I diagram in laboratory lessons and pre-service science teachers’ opinion about I diagram, before the study students didn’t know

The thesis, even under a convex technology, could explain persistent cross country income differences in a standard two-period overlapping generations model in which prospect theory

Klasik sistemler için bu hareket integralleri (Newton denklemini çözmeden) yörüngelerin bulunmasında; kuantum sistemler için ise (Schrödinger denklemini çözmeden)

Bu sonuçlara göre; primer tendon onarımı sonrası gelişen yapışıklıklarda, hyalüronik asit inflamasyonu azaltarak, seprafilm ve interceed çevre bağ dokudan fibroblast

Öğrencilerin sınıf seviyelerine göre kopya çekmeye ilişkin görüşlerinde ise 6.sınıftaki öğrencilerin kopya çekme oranının az olduğu, 11. sınıfa kadar