• Sonuç bulunamadı

Slawomir Mrozek'in Sığıntılar isimli oyununun text ve dramturgi çözümlemesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Slawomir Mrozek'in Sığıntılar isimli oyununun text ve dramturgi çözümlemesi"

Copied!
236
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SAHNE SANATLARI ANA BİLİM DALI

REJİSÖRLÜK BİLİM DALI

SLAWOMIR MROZEK'İN SIĞINTILAR İSİMLİ OYUNUNUN TEXT

VE DRAMTURGİ ÇÖZÜMLEMESİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

PROF. DR FUAT RAUFOĞLU

HAZIRLAYAN

MUSTAFA UZMAN

(2)
(3)
(4)
(5)
(6)

ÖNSÖZ

Slawomur Mrozek'in Sığıntılar İsimli Oyununun Text ve Dramturgi Çözümlemesi adlı bu tez, Polonya ve politik tiyatroya olan merakım ile başladı. Oyunu sahnelemeye geçmeden önce konu üzerine yazılmış daha önceki oyunlar tarandı. Polonya tiyatrosu üzerinde fazlaca zaman harcanan bir konu değildi. Her ne kadar politik tiyatro üzerine bir çok çalışma varsa da Polonya tiyatrosunun politik tiyatroya etkisi üzerinde fazlaca durulmamıştı.

Materyal toplandıktan ve metot konusunda karar verdikten sonra oyunu sahnelemeye karar verdik.

Yapılan çalışmaların bir tez hâline getirilmesi ise değerli hocam, Fuat Raufoğlu’nun önerisi doğrultusunda oldu. Diğer etken ise yukarıda belirttiğim gibi Polonya tiyatrosunun politik tiyatroya olan etkisinin fazla araştırılmamış olmasıydı.

Literatürün taranarak işe başlanması tezin yazım sürecini rahatlatmış, ancak sahneleme konusunda yapılan çalışma zaman almıştır. Oyuncuların daha önce kullanmadığı metotlar üzerinde çalışmak, öncelikle oyuncuyu oyuna hazırlamak, “konsantreden” çok bir “kriz” yaşanmasını sağlamak çalışmayı birazda sancılı bir hale getirmiştir.

Daha önce pekte karşılaşmadığımız bu yöntemin bu oyuna adaptasyonunu sağlamak fazla zaman alsa da mekanik birtakım yaklaşımları kırması açısından önemli olduğu düşüncesindeyiz.

Her ne kadar oyunculuk ağırlıklı eğitim veren okullarda değişik tekniklerin kullanılmasına pek rastlamasak ta Lisans düzeyinden bu yana bana büyük bir güven besleyen tüm hocalarıma teşekkür ederim. Değerli hocalarım Prof. Bozkurt Kuruç, Doç. Dr. Mustafa Özcan, Yard. Doç. Dr. Mustafa Yılmaz, Nezih Onur bana her alanda çok şey kattılar, onlara hep borçlu kalacağım.

(7)

Ünlü Alman tiyatro adamı Carl Ebert’in ülkemizde açtığı Rejisörlük bölümü çeşitli nedenlerle hiçbir zaman öğrenci kabul etmemiştir. Dolayısıyla Rejisörlük, devlet tiyatrosunda çalışmış ve “deneyim” kazanmış aktörlerin işi olmuştur.

Sanatın sadece devlet tekelinde olmadı bilinen bir gerçek olduğuna göre, bu konuda yetenekli olan insanların Devlet Tiyatrolarına oyuncu olarak girmeden ve yaşlanmadan bu işi yapamayacağı da apaçık ortadadır.

Yaptığı rejilerle her zaman takdir ettiğimiz değerli hocam Prof. Dr. Fuat Hacıyev, bu sancımızı bilerek davrandı ve Türkiye’de ilk kez eğitimli rejisör eksiğimizin üzerine gitti. Bu çalışmayı yaptığım sürece titiz incelemeleri, yerinde ve ayrıntılı eleştirileri ve bize olan güveni bizi daha da heyecanlandırdı.

Değerli hocam Prof. Dr. Fuat Hacıyev ve Prof. Dr. Zemine Hacıyeva’ya yürekten teşekkürü bir borç bilirim.

Umarız ki bu çalışma kendi alanındaki boşluğu doldurmada bir nebze olsun başarılı olabilir. Tarzımızla, tavrımızla, davranışımızla her ne kadar sahneye koyduğumuz oyunun eleştirisel pek bir yanı olmasa da yapılacak olan her türlü eleştiriye her zaman yüreğimizin açık olduğunu söylemek isteriz.

(8)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ...v

GİRİŞ...1

1. SİYASAL ORTAM………...3

1.1. Almanya’nın Siyasal Ortamı……...3

1.2. Rusya’nın Siyasal Ortamı…………...4

1.2. XIX’ da Modernizm……..………...4

2. MARKSİZM...8

2.1. Siyasi Kuram...8

2.2. Totaliter Bir İdeoloji Olarak Marksizm...9

2.3. Sosyalist Partiler ve Marksizm...10

2.4. Polemikler Dönemi...12

2.5. Reformcu Marksizm...13

3. MATERYALİZM………...15

3.1. Siyasi Kuram...15

3.2 Felsefi Materyalizm...15

4.POLİTİK TİYATRONUN TARİHİ ÜZERİNE………...24

4.1.Genel……….…..24

4.2. Sanattan Politikaya……….26

4.3. Volksbühne’nin Konumu………...34

4.5 Zanaat……….….36

5. TOPLUMSAL TİYATRO KURAMININ TEMEL İLKELERİ………39

5.1. İnsanın İşlevi………..39

(9)

5.3. Piscator-Bühne’nin Salonu………...…..42

5.4 Amaçlı Yararlı Sahne……….42

5.5. Dramaturgi Bürosu ve Ortak Dramaturgi Kurulu………..43

5.6. Üretken İşbirliği……….………44

5.7 Stüdyo……….45

6. BERTHOLD BRECHT………..47

6.1. Hayatı………..………….……..47

6.2. Erken Dönem Yapıtları………..48

6.3. Sürgün Yılları……….…....49

6.4. Brecht'in Türk Tiyatrosu Üzerindeki Etkileri……….51

6.5. Tiyatroda Estetik Uzaklık Ve Brecht’in Yadırgatma Düşüncesi………...51

6.6. Epik-Diyalektik Tiyatro Kuramı………....60

6.7. Katharsıs - Arınma Kavramı………..…61

6.7. Yabancılaştırma Kavramı………...…62

6.8. Gestus Kavramı………..65

7. TEMELİ OLUŞTURAN YAZARLAR………...……..67

7.1. Emile Zola………..67

7.2. Jean paul Sartre………..…68

7.3. Albert Camus……….70

7.4. Samuel Beckett………..72

7.5. Grotowski………..……74

7.6. Meyerhold……….…75

7.7. Dostoyevski………...76

(10)

9.SONUÇ...223

KAYNAKÇA...225

EKLER...226

(11)

GİRİŞ

Modern yaşamın aklına gelen tüm koşulları, maddi ve somut şeylerin bolluğu, aşırı metropol kalabalığı, elbirliğiyle duyumsal yetilerimizi öldürürken, direnmeyi gerçeklikten kopmamamızı hatırlatan bir oyunu, Polonya edebiyatının yerini hak etmemiş bir oyununu incelemek istedik. Bugünle alakası olmayan bambaşka bir coğrafyada sürdürdüğümüzü sandığımız ve/fakat yanıldığımızı çok net anladığımız bir durum bu. Yanılıyoruz ama sorun etmiyoruz. Çünkü bunu sorun edersek tiyatro yapamayız.

Toplumsal bir nevrozun ve incinmelerin hızla artığı günümüzde, daha çok şeyi duymayı, daha çok şeyi görmeyi, daha çok şeyi duyumsamayı öğrenme zorunluluğu içinde,

Sığıntılar’ın pervasızca söylediklerine kulak kesilmemek elde değil. Unutturulmak istenen

insanca olan tek şeyi yani düşünme edimini sorunsallaştıran bir oyunla, yeni bir başlangıç yapmayı deneyebiliriz belki.

Onların dediği gibi “Yoo, bu gece kesemeyiz!... Sabaha kadar eğleneceğiz!... Bu gece, yılbaşı gecesi.” Yeni bir başlangıcı genelde, neşe ile karşılayan çoğunluğa dahil olamayan iki marjinal tipi çizmiş, Slawomir Mrozek. Karakterler, başından sonuna dek, oluşlarıyla “modern insanı” rahatsız ediyor. Yeni yıl gecesi, iki sürgünün hararetli tartışmaları trajikomik bir çerçevede gelişiyor. Azgelişmiş bir ülkenin kırsal yörelerinden göç etmiş bir yol işçisi ile politik nedenlerle kaçmış ideolog bir entelektüelin tempolu replikleri, bazen bizi geriyor, bazen öylesine gevşetiyor ki… Sözcükler, topun hızında değişiyor. Gecenin sonunda, var oluşlarını açıkladıkları kavramlar ve karakterleri başkalaşıyor.

Mrozek “iktidar”, “birey-iktidar ilişkisi”, “efendi-köle”, “tarih yazımı” kavramlarını tiyatro estetiği düzeyinde sorguluyor. Tartışmasını tarihten yola çıkarak değil, tarihle karşı karşıya yürütüyor. Birbirine taban tabana zıt AA ve XX için, sonuçları itibarıyla katlanılması güç dönüşüm gerçekleşiyor.

(12)

Slawomir Mrozek, savaş sonrası ilk Polonyalı yazarlar kuşağından. 20. yüzyılın en önemli sorunlarına tanıklık eder. Oyunlarında, paradokslarla yolunu arayan, ironik bir üsluba sahip karakterleri dünya edebiyatına kazandırır. “Belgesel ve öğretici oyunlar denilen biçimde oyunlar yazmıyorum. Oyunlarımda hiçbir vakit A’dan Z’ye gitmem. Oyunlarımın söylemi seyircinin imge gücüne bağlıdır” diyerek oyunları üzerine yoruma gitmekten kaçınır.

Olağandışı yaratımının, inanılması zor bir kurgunun, mükemmel dengelenmiş karakterlerin birleştiği bu oyun için fazla malzeme bulamamanın üzüntüsü içindeyiz. Taramalarda gerek yazar, gerekse oyun hakkında çok fazla bilgiye rastlamadık. Fakat yine de kısıtlı malzememize karşın elimizden geldiğince bir şeyler ortaya koymaya çalıştık. Hedefimiz doğrultusunda iyi bir çalışma yapmaya özen gösterdik.

(13)

1. SİYASAL ORTAM

1.1. Almanya’nın Siyasal Ortamı

XIX. Yüzyılın sonlarında ve XX. Yüzyılın başlarındaki siyasal ortam, ekonomi ve politik dengeler gibi unsurları ve dolayısıyla sanatı derinden etkilemiştir. İşçi sınıfının artık seslerini duyurmak için yeni arayışlara girdiği bu dönem, günümüze gelen politik ve siyasal dengeleri ciddi anlamda sarsmıştır. Bu durum yeni akımların ve anlayışların doğmasına sebep olurken, tiyatro alanında ki önemli gelişmelerden birisi ise politik tiyatronun doğumu olmuştur.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında 18 Ocak 1871 tarihinde Fransa ile yaptığı savaşı kazanan Prusya, o güne kadar dağınık halde yaşayan Alman prensliklerini bir kralın buyruğu altında toplama hayalini gerçekleştirir. Alman İmparatorluğunun önderi Prusya kralı I. Wilhelm olur. Almanya’nın bir araya gelmesi ile İngiltere gibi dünyanın büyük emperyalist güçleri arasına girmeyi amaçlayan Almanya, Otto Fürst Von Bismarck’ın izlediği politikayla bunu başarır. I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sözde parlamentosu ile monarşik devlet anlayışını sürdüren Bismarck, emperyalist Almanya’yı, Avrupa’nın ikinci güçlü devleti yapmıştır. Parlamentoyu işlevsel kılmaya çalışan liberal burjuvaları devlet düşmanı ve hain ilan eden Bismarck, sanayileşme ile birlikte yükselen işçi sınıfından henüz habersizdir. Sosyal demokrat kanat altında Bismarck’ın politikasına muhalefet etmeye başlayan işçi sınıfının temsilcileri ise Ferdinand Lassalle, August Bebel ve Wilhelm Liebknecht olmuşlardır. 1888 yılında I. Wilhelm’in ölümü ile yerine III. Friedrich geçmiş, ancak tahtta üç ay kalabilmiş ve tahta II. Wilhelm oturmuştur. Bu arada 1890 yılında kurulan Sosyal Demokrat Parti parlamentoda en güçlü kanat durumunu alır. Bunun üzerine liberal hareketi destekleyen burjuva sınıfına karşı, işçi sınıfının çıkarlarını gözeten bir politika izleyen Sosyal Demokrat

(14)

Parti, parti içindeki Liebknecht’in önderliğindeki sosyalist kanadı partiden ihraç ederek politikasını değiştirir. Parlamento artık II. Wilhelm’in kararlarını muhalefet göstermeden kabul eder hale gelmiştir. Bu kararlardan bir tanesi de II. Wilhelm’in baskısıyla, 4 Ağustos 1914’te bir suikast sonucu Avusturya tahtının varisi Dük Franz Ferdinand’ın öldürülmesinden dolayı İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu birliğe karşı savaş açılmasıdır. Liebknecht savaşa karşı oy verdiği için tutuklanır. Bu kararla emperyalist Almanya, tüm Avrupa’yı kana bulayacak olan kapitalist savaşa1 girmiş olur. Dört yıl süren ve 1918’de imzalanan ateşkesle noktalanan bu savaşta tüm gücünü yitiren Almanya, 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles anlaşması ile ağır koşulları kabul ederek teslim olur. Aynı yıl Spartakist Birliği’ni kurarak Berlin’de sosyalist bir devrim girişiminde bulunan Liebknecht ve Rosa Luxemburg öldürülür. Berlin’deki ayaklanma kanlı bir şekilde, 1918’den Hitler’in iktidara geleceği 1933 yılına kadar Almanya’yı yöneten Weimer Cumhuriyeti’ne bağlı birlikler tarafından bastırılır.

1.2. Rusya’nın Siyasal Ortamı

Yüzyılın başında Rusya’nın içinde bulunduğu toplu durum İtalya'nınkinden farksız değildir. Rus işçi sınıfı çarlık otokrasisine karşı ilk tepkisini 1905 meşrutiyet denemesiyle gerçekleştirmiştir. Ancak bu deneme demokratlar ve solcuların beklediği sonucu vermemiştir. Birinci Duma’da halkı karşısında bulan Çar, Birinci Duma’yı dağıtıp, 1907’de işçi direnişinin zayıfladığını görerek, verdiği sözlerden bir anda vazgeçmiş ve İkinci Duma’yı da dağıtarak, 3 Haziran 1907’de hükümet darbesi yapmıştır. Artık Rusya'yı derebeylere, kapitalistlere ve Kara Yüzler partisi unsurlarına emanet ederek, kendi lehine bütünleşmiş etmiştir. 1905 başkaldırmasında çarlık otokrasisi ile karşı karşıya kalan halkın yanından kaçarak ihanet eden liberallere inanan köylüler açıkta kalmışlar ve bu isyanda ön ayak olan işçilerin yenilgisi

(15)

kaçınılmaz olmuştur. Ancak her yenilgi insanoğluna bir şeyler öğretmiştir. Çarın dayatmasıyla uygulamaya geçen Asya despotizmi, yeniden işçiyi ve köylüyü ezilen konumuna getirmiştir.

1907 tarihi Rusya toplu durumunda reaksiyonel dönemlerine ait bir sayfayı daha açmıştır. Başbakan Stolypin “organik reformlar” adı altındaki paketini açmış, bu paketle birlikte bütün alanlara etki edecek bir gerileme dönemi kendini 1912’ye kadar hissettirmiştir. Bütün bunların sonucunda ilerlemeyi aydınların yönettiğini düşünen Rus entelicensiyası geri kalmaktan kendini alıkoyamamıştır. Bu dönem içinde idealistler, öznelciler, bireyciler, gizemciler, sembolistler depreşecek, burjuvalaşan Rus entelicensiyası ile birlikte aydın radikalizmi ve put yıkıcılığı iğdiş olacaktır. Ama devrimci birikim bu zaman dilimi içinde eski dünyanın tasfiyesi için, kendini tarih sahnesine çıkartacak güne hazırlanmak üzere yeraltına çekilmiştir.

Dinsel ve milliyetçi ideolojiye dayanan rejim, ayakta kalabilmek için sürekli psikolojik bombardımanını sürdürmüş yansıtan değil, biçimlendiren bir niteliğe ve niceliğe sahip olması gereken sanat da bundan payına düşeni almıştır.

1.3. XIX’da Modernizm

Hugo Von Hofmannsthal 1893’te modernliği şöyle tanımlıyordu; “Günümüzde iki şey modern hissini uyandırıyor: Hayatın çözümlenmesi ve hayattan kaçış... Eski mobilyalar da modern olabilir, şimdiki nevrozlar da... Atomları parçalamak, kozmosla top oynamak bütün bunların hepsi modern olabilir. Modernlik, bir ruh halini, bir iç çekişi, bir tereddüdü didiklemek ve güzelliklerin açığa vuruşuna, renklerin uyumuna, benzetmelerin çarpıcılığına, dokundurmaların parlaklığına içgüdüsel olarak, uykudaymışçasına boyun eğmektir.”

(16)

Modernizmi, çoğunlukla edebiyatçılar, felsefeciler, iki zıt noktayı birbiri ile yan yana getirme çabası olarak yorumluyorlardı. Örneğin mekanikçilikle, sezgiciliğin veya gelenekçilikle, yenilikçiliğin şemsiyesi olarak görüyorlardı. 19. yüzyıl karşıt inceleme tarzlarının birbiri ile çekişmesinin yaşandığı bir dönemdi. Modernizm, aklı ısrarla bu iki uç arasındaki bir gerilimin oluşmasına doğru hareketlendiriyordu. Bu diyalektik bağı oluşturma çabası, 19. yüzyıl boyunca insanları bir sürü felsefi spekülasyonlara doğru itmişti. Bütün bu çakışmalar hiçbir şekilde doğal bilimin ve bilimsel yöntemin saygınlığını tehdit edemiyordu. Ancak güncelliği arayanlar, felsefenin olguculuğunun ve edebiyatın doğalcılığının değişmesinin kaçınılmazlığından dem vuruyorlardı. Kimileri için ise felsefi sistemlerin dayandığı düşünsel varsayımların ve zihniyetin dokunulmazlığı geçerliliğini hala sürdürüyordu.

Comte’un doğrudan deneyim verilerine bakması, onun ve yandaşlarının toplumu inceleme uğraşının bilim olması gerekliliğini vurguluyordu. Taine ise soyutu, geneli, sınıflandırılmışı yüceltiyor ve romantizme savaş açıyordu. 1875’te Amerikan Teosofi Cemiyeti’nin örgütlenmesi, vurgunun toplumsaldan bireysele kaymasının resmi başlangıcı olmuştur. Olguculuk istatistiklerin etkisi altındayken, tinsel idmanla farklılaşıp insanın parlak geleceğine katkıda bulunacak bir egonun varlığına inanan örgütlenmeler, egonun doğasına duyulan merakı kurumsallaştırmıştı bile.

Diğer yandan Max Stirner anarşizmi ve kişisel özgürlüğü alkışlıyor, bireyin öznelliğini ve yeteneklerini istediği gibi kullanmasını söylüyordu. Paul Bourget “bilimin iflası” sloganını tiz bir sesle tekrarlayarak, “sağ olgucu kanıt” yerini “saf hayalci sezgi”ye bıraksın diye haykırıyordu. İletişim arttıkça ulusal sınırları aşan düşünceler daha çabuk çakışıyorlardı. Avrupa karşıtlıkların, sarsma, devirme ihtiyacının kıtası haline gelmişti. Kültürel hava, en belirgin olarak Almanya’da bir devrimi işaret ediyordu. Sanatçılar ve aydınlar yeni bir dünya

(17)

isteklerini hissettirmeye başlamışlardı. Tarihsel sıçramanın zamanı gelip çatmıştı artık. Birden Nietzche’nin sesi duyuldu, kâhince sezgileri ile tarihin bitişine, uygarlığın kaderine boyun eğmek zorunda olduğuna, bütün değerlerin gözden geçirilmesi gerektiğine dair bağırışları ile ortalığı kasıp kavuruyordu.

İnsan değerlerinin gerçek koruyucusu birey değil toplumdur söylemiyle ortaya çıkan liberallerin birden bire karşılarında, 1882’de Ibsen’in “Halk Düşmanı” adlı oyunundaki bir karakter olan Dr. Stockmann’ın “Çoğunluk hiçbir zaman haklı değildir, haklı olan benim, ben ve benim gibi bir iki kişi...” demesi ortalığı daha fazla karıştırmıştı. Bu farklılaşmalar, genel yasalar, doğal bulunan düşüncenin yıkılma aşaması olmuştu. Bilim şiirsel fantezilere teslim olup, bütün alanlarında sezgi ve imgelemin seyircisi haline gelmişti. Bilim artık doğanın karşısında gözlemci konumunda duramıyor, insanla doğanın arasındaki etkileşimin bir parçası olduğu fikriyle yüz yüze geliyordu.

Dışavurumculuk bütün bu felsefi spekülasyonların üstüne doğuyordu. Kendini hep resim alanında duyuran dışavurumculuk, edebiyat alanında dünyaya karşı iki farklı tavır geliştirmiştir. Kaynağını aynı tarihsel süreçten alan bu iki tavır, birçok dışavurumcu edebiyat eserlerinde yan yana durabilmiştir. Batı kültürünün köklü değişimler geçirmesinin bir sonucu olan bu akımı, eserlerinin çoğunluğunu Almanya’da vermesinden dolayı o coğrafyadaki çalkantılarla birlikte gözden geçirmek gerekir.

(18)

2. MARKSİZM

Genel hatlarıyla Marksizm’i bir cümle ile anlatmak mümkündür. İlkeyi oluşturan Marx, felsefede ustası olan Hegel’den tarihin akışını belirleyen diyalektik ilkeyi alır: Herhangi bir dönemde çelişkiler bir bunalıma dönüşerek çözüme ulaşıncaya kadar ağırlaşır. Tarih böyle ilerlediği gibi yaşam da böyle ilerler.

2.1. Siyasî Kuram

Dostu ve çalışma arkadaşı Friedrich Engels'in de işaret ettiği gibi, Marx düşüncesini üç entelektüel etkiden yararlanarak biçimlendirmiştir: Hegel’in Alman felsefesi, İngiliz klasik okulunun ekonomi politiği ve Fransız sosyalist düşünceleri. Gene de Marx, bu etkilerin hepsini eleştirmekten geri kalmamıştır.

Ama Marx, Hegel’in idealist düşüncesini, soyutluğu ve siyasi durumu haklı gösterişi nedeniyle ta baştan eleştirmiştir. Bunun üzerine, dini bir yabancılaşma olarak açıklayan Ludwig Feuerbach’ın hümanist ve materyalist analizine yönelmiştir. Ona göre, insan, Tanrıya vermek üzere özünden ve niteliklerinden vazgeçmektedir. Marx, yabancılaşma düşüncesini genişletip kültür alanının tümüne yayacaktır. Bu alan, yaşamın gerçeklerini, toplumdaki baskı güçlerini, hatta insanların eylem yeteneklerini görmesin diye insanın gözlerini kör eden yanılsamalarla dolup taşımaktadır. Toplumun üstyapısı yani din, sanat, düşünce, hatta insan ve yurttaş hakları, Marx’a göre, onun altyapısını haklı göstermeye yöneliktir. Ama maddecilik kaba saba değildir: Her ne kadar üstyapının evrimi, altyapının evrimine bağlıysa da, bu birinin öbürüne indirgenebileceği veya karşılıklı ilişkilerinin yalın ve her zaman tek yanlı bir determinizme bağlı olduğu anlamına gelmez. Marx, tarihin karmaşıklığını hiç bir zaman göz ardı etmemiştir.

(19)

Yazılarının çoğunda Marx, büyük tarihsel evrelerin birbirini izlemesinde kesin bir sıra sunmuştur. Bu evrelerin her biri, egemen bir “üretim tarzı” ile belirlenmektedir: İlkel komünizm, kölecilik, feodalizm, kapitalizm. Bu evrimin son aşaması olan komünizm, insanın insanı sömürmesinin son bulacağı yepyeni bir çağa tekabül eder. Bunu kanıtlamak için, Marx şu düşünceye dayanır: Proleterler, kapitalist toplumda öylesine zor bir durumla karşılaşırlar ki, her türlü milliyetçi, ahlakî veya dinî duyguyu kaybederler. O zaman, eylemle ve gerçeği birleştiren bir “sınıf bilinci” ilkesine ulaşırlar. Marx'ın bu mesihçesine görüşü devrimci hareket için güçlü bir etken olacaktır. Marx'ın kuramsal araştırmalarıysa daha sonra kapitalizmin ekonomik incelemesine yönelecektir.

2.2. Totaliter Bir İdeoloji Olarak Marksizm

Lenin, Marx'ın tarih anlayışını tümüyle tartışma konusu haline getirdi. Marx, karlaştırıcı etkileri üzerinde durmuştur; bu da, Karl Kautsky'nin veya Leon Blum’un eğitilmiş bir proletaryanın yönetiminde sosyalizmin nihaî doğuşu için gerekli uzun bir olgunlaşma süreci anlayışını hakli göstermektedir. Oysa Lenin devrime girişmeden önce, esas itibariyle bir tarım ülkesi olan Rusya’da kapitalizmin gelişmesini beklemeyi reddetmiştir.

Öte yandan, Lenin, Marx’ın sınıf mücadelesi fikrini en uç noktasına taşıdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında sosyalist partilerin büyük çoğunluğunun milliyetçi bir tutum takınmalarına karşı çıkan Lenin, sonraki yıllarda onların pasif davranmalarını da kınadı. Lenin, askerî şiddeti siyasetin bir devamı olarak görür ve seçkinci parti anlayışını över; Partide eleştiri özgürlüğüne yer yoktur. Rosa Luxembourg, Bolşevikleri şiddetle eleştirerek ve siyasal özgürlüğün devrimden sonra da hüküm sürmesi gerektiğini savundu.

Komünistler arasında, Lenin'e ve 1917 Rus Devrimi'ne atıfta bulunmak, giderek Marx’a atıfta bulunmanın önüne geçti. Lenin’den sonra SSCB’nin yöneticisi olan Stalin,

(20)

1924’ten itibaren, yeni bir öğretiyi, “Marksizm-Leninizm” ilkesini biçimlendirdi. Stalin, Leninizm’i, tükenmekte olan kapitalizm çağının Marksizm’i olarak tanımladı. Çok sayıda militan, bu dogmatik indirgemeyi kabullenerek devrimci kurama bağlandı. Bu nedenle, Marx’ın eserlerinin öğrenilmesi, başta Çin olmak üzere, kimi ülkelerde bölük pörçük ve gecikmiş olarak tanındı.

1949’da zafere ulaşan Çin Devrimi’nin önderi Mao Zedong, kuramı bir köylü devletine uyarlamakla birlikte, başlangıçta Marksist Leninist oldu. Giderek Marksizm Leninizm’den koptu ve sınıf mücadelesini proletarya diktatörlüğü dönemine kadar uzatarak ve böylece karşı devrimcilere karşı artan bir şiddet uygulamasını meşru kılarak kendi kuramını oluşturdu.

Ne var ki uluslararası komünist hareket, Mao’nun, Sovyet Komünist Partisi önderi Kruşçev’in 1956'da Stalincilikten arındırma ve ABD ile barış içinde bir arada yaşama siyaseti uygulamaya başlamasını revizyonizm olarak eleştirmesiyle birlikte büyük bir bunalımın içine sürüklendi.

Mao, SSCB’yi de dahil ettiği Batılı emperyalist güçlere karşı azgelişmiş ülkelerin savunuculuğunu üstlendi. Ama bu girişim, Çin’in Üçüncü Dünya ülkelerinde gelişmekte olan Marksist hareketler içinde önderliği elde etmesini sağlayamadı. 1991’de SSCB’nin dağılmasına kadar uluslararası komünist hareket içinde önderliği her durum ve koşulda Sovyetler yürüttü.

Sovyet Marksizm’i, çoğu zaman, özellikle Afrika’da ve Güney Amerika’da, Amerikan emperyalizmine karşı yürütülen ulusal kurtuluş hareketlerine ideoloji olarak hizmet etti. SSCB’nin sağladığı maddî destek, en az Marx’ın kuramların çekiciliği kadar belirleyici rol oynadı.

(21)

2.3. Sosyalist Partiler ve Marksizm

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası sosyalist hareket yeniden örgütlendi. Bu hareket, Marksizm’i diğerlerinin yanı sıra, sosyalist bir inanç olarak kabul etti; Ancak “Marks eleştirel anlayışıyla bağdaşmaz” olan komünizmi reddetti.2

Marksizm’le işçi hareketinin birleşmesi ne her yerde, ne de her zaman aynı yoğunlukta gerçekleşmedi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar ve ondan sonra 1920’den itibaren, Almanya'da bu birlik çok güçlü idiyse de, sosyal demokratlar ve komünistler, nazizmin öldürücü darbelerine maruz kaldılar ve bunu izleyen süreçte Alman sosyal demokrat hareketi Marksizm’e atıfta bulunmaya 1959’da son verdi. İngiltere’de, işçi hareketi reformcu sendikalizm sayesinde alabildiğine güçlendiyse de, Marksizm ancak küçük grupların ideolojisi olarak kaldı. Marksist tezlere son derece açık olan Fransa, her ikisi de güçlü bir komünist, bir de sosyalist parti barındırdı.

Siyasî Marksizm paradoksları artırdı. Devrimden sonra devletin yok olacağını ileri süren bir özgürleşme öğretisi olmaktan çıkarak diktatörlük rejimlerinin doğmasına dönüştü. Bu yüzden, Marx'ın düşüncesi sözde tarihî yasalar adına süreğenleştirilen her türlü siyasal şiddete kolay bir gerekçe sunmakla suçlanır hale geldi. Marx’ın ideolojik yabancılaşma kuramı bizzat Marksizm’e karşı kullanılarak, onun yüzyılın büyük bir dini olarak anılmaya layık dünya çapında siyasal ve öğretisel bir hareket yaratmış olduğu görüldü.

Çok sayıda aydın, yine de, Marx’ın eserini gelenekten kesinlikle bir kopuş, çağdaşlığın yaratıcı bir aşaması olarak değerlendirdi. İster Hıristiyan, ister varoluşçu Jean-Paul Sartre, ister yapısalcı Louis Althusser, ister psikanalizci ve dogmayı reddeden Marksist Herbert Marcuse olsun, bu aydınlar Marksizm’i kendi görüşlerine ve dünyayı sorgulayışlarına katıp geliştirdiler.

(22)

2.4. Polemikler Dönemi

Kuram, uygulama arasında bir bağın zorunlu olduğu yolundaki Felsefî inancına bağlılığını sürdüren Marx, hiçbir zaman siyasi eylemin dışında kalmamıştır. Bu nedenle de gerek eleştirdiği, gerekse yanında yer aldığı kişiler hiçbir zaman salt aydınlar olmamıştır. Gözleri önünde akıp giden tarihin uyanık bir gözlemcisi olan Marx, bu tarihten sürekli dersler çıkartmıştır. Avrupa'da XIX. Yüzyıldaki sınıf mücadeleleri, devrimler ve savaşlar, Marx’ın düşüncesini, kesin biçimde yönlendirmiştir.

Marx, komünist görüşlerinden esinlenmiş olmakla birlikte, Fransız sosyalistlerinin (Saint-Simon, Charles Fourier, Etienne Cabet ve özellikle Proudhon) hayalî düşüncelerini ve siyasî etkiden yoksun oluşlarını eleştirmiştir. İlk uluslararası işçi örgütü olan Komünistler Birliği için “Komünist Manifesto”yu kaleme almıştır. Devrimci bir girişimden yana olan Marx, kapitalist sistemin yaygınlığı derecesinde işçi sınıfının da uluslararası nitelik kazanması gerektiğini vurgulamıştır. Nitekim işçi hareketi bir süre, çok değişik siyasî görüşleri (Fransız Proudhoncular, anarşistler, İngiliz liberaller ve sendikalistler), bünyesinde toplayan UEB3, yani, I. Enternasyonali örgütlemiştir. Marx, bu örgüt içinde başlangıçtan itibaren önemli rol oynamış, örgütün yönetimine katılmış ve “bilimsel sosyalizm” düşüncesine uygun olarak proleterlerin sınıf bilincine kavuşmasına yönelik eğitim metinleri hazırlamıştır.

Marx, 1848 Devrimi'nin yenilgisinden etkilenerek proletarya diktatörlüğü düşüncesi, yani iktidarın proletarya tarafından zorla ele geçirilmesini benimsemiştir. Marx, 1871 Paris Komünü’nü ilk proletarya diktatörlüğü deneyimi olarak selamlamıştır.

Aynı anlayışla Marx, 1875’te, kendi yandaşlarıyla Ferdinand Lasalle yandaşlarının birleşmesiyle oluşan Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin programına karşı çıkmıştır. Nitekim Lasalle yandaşları Prusya Devleti'nin sosyalist bir müdahalede bulunacağı ve böylece barışçı

(23)

yoldan komünizme geçileceği umuduna inatla bağlı kalmışlardır. Marx, bu vesileyle, proletarya diktatörlüğü kavramını, iki zorunlu evreye ayırarak kesinleştirmiştir. Birinci evrede, yani sosyalist düzende, proletarya diktatörlüğü hüküm sürecek ve üretici güçler “herkes emeğine göre” ilkesi uyarınca geliştirilecektir. Bu büyümenin yaratacağı bolluk, ikinci evrenin, yani komünizmin ortaya çıkışını mümkün kılacaktır; Bu evrede ücretlilik ve devlet ortadan kalkacak ve “herkes ihtiyacına göre” ilkesi yürürlüğe girecektir. Marx'ın Paris Komünü hareketini yorumlayışı İngiliz sendikalistlerinin karşı çıkmalarına yol açtı ve onlar I. Enternasyonel'den ayrıldılar. Marx ve Engels, bu dönemde, sosyalistlerin düzenli ve birleşik bir örgüt karmalarının yararlarını belirtmişlerdir. Nitekim Bakunin yönetimindeki anarşistlere karşı çıkmışlar ve onları 1872’de Enternasyonalden çıkarmışlardır. Bundan sonra Marksizm egemen ideoloji durumuna gelmiş, ancak onun içinde de polemikler süre gitmiştir.

2.5. Reformcu Marksizm

Sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte, sendika atılımının güç verdiği sosyalist hareket, XIX. Yüzyılın son çeyreğinde, özellikle Almanya’da büyük bir yaygınlık kazandı. 1889’da, Jules Guesde’in Fransız İşçi Partisi'nin yönlendiriciliğinde II. Enternasyonal kuruldu. Kendisi de bir Marksist olan Jules Guesde, parlamenter eylemin önceliğini vurguluyordu. Demokrasideki ilerlemeler ve işçilerin yaşam koşullarındaki iyileşmeler, güçlü bir kitle partisinin yasal zaferiyle sosyalizme barışçı bir geçiş olanağını öngörmeye izin veriyordu. Bu sırada Alman sosyal demokrat hareketi içinde, başını Edouard Bernstein’in çektiği ve reformculuğu savunan Marksistlerle başını Karl Kautsky’nin çektiği Ortodoks Marksistler arasında yoğun bir tartışma yaşanıyordu. Bu tartışma da, daha öncekiler gibi, klasik siyasî polemikten doğuyordu.

(24)

Leninist öğreti, ardından 1917 Devrimi sırasında Rusya'da iktidarı ele alan Bolşevik Partisi'nin siyasî uygulaması, Marksist harekette onaylamayan bir kopuşa yol açtı.

Lenin, Rus işçi hareketinin “dünya proletaryasının öncüsü” olduğunu ilan etti. 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal4 veya III. Enternasyonal, Rusya Komünist Partisi’nin çevresinde değişik ulusal komünist partilerinin ileri derecede merkezi bir birlikte toplaşması isteğinden doğdu. Ulusal komünist partileri, sosyalist ve sosyal demokrat partiler içindeki bir dizi bölünmeden sonra ortaya çıktı. Bolşevik modele uygun olarak, bu partiler, her türlü farklı düşünce taşıyanların temizlenmesi mantığını uyguladılar. Marksist bile olsa diğer sosyalist akımlarla diyalog, bundan sonra olanaksız hale geldi. Fransa'da, 1920’de toplanan Tours Kongresi’nde Sosyalist Leon Blum az sayıda yandaşıyla birlikte, Komünist Enternasyonale kabul şartlarının öngördüğü parti anlayışını reddetti.

1930’lu yıllardaki siyasi yakınlaşmalara rağmen, III. Enternasyonal komünistleriyle diğer Marksist partiler arasındaki kopukluk, İtalya’da faşizmin, ardından da Almanya'da nazizmin yükselişine karşı ittifak kurmayı reddetmeleriyle dramatik bir boyut kazandı.

4

(25)

3.MATERYALİZM

3.1. Siyasi Kuram

En geniş anlamıyla materyalizm varolan her ne ise tamamıyla maddi olduğunu ya da en azından maddi olana bağlı bulunduğunu ileri sürer. Daha genel biçimiyle bütün gerçekliğin temelde maddi olduğu daha özel biçimiyle de insan gerçekliğinin maddi olduğunu ileri sürer.

Marksist gelenekte normal olarak daha zayıf ve indirgemeci olmayan bir materyalizm varolmuş, ancak kavram çeşitli biçimleri altında ortaya konmuştur. Aşağıdaki tanımlamalar öncelikle terminolojiye açıklık getirecektir. Felsefi materyalizm Plehanov'u izleyerek tarihsel materyalizmden, Lenin'i izleyerek bilimsel materyalizmden genel olarak ayırdedilir.

3.2 Felsefi Materyalizm

1-Toplumsal olanın biyolojik (daha genel olarak fiziksel) olana tek yönlü bağımlılığını ve birincisinin ikincisinden doğduğunu ileri süren varlıkbilimsel materyalizmden,

2-Bilimsel düşüncenin en azından bazı nesnelerinin bağımsız varlığını ve olguları dönüştürücü etkinliği olduğunu ileri süren epistemolojik materyalizmden,

3-Toplumsal biçimlerin yeniden üretim ve dönüşümlerinde insanın etkin aracılığının belirleyici rolü olduğunu ileri süren pratik materyalizmden oluşur. Tarihsel materyalizm, kadın ve erkeğin doğal (fiziksel) varlıklarının ya da daha genel olarak emek sürecinin üretim ve yeniden üretiminin insanlık tarihinin gelişiminde nedensel üstünlüğü olduğunu ileri sürer.

Bilimsel materyalizm, gerçeklik ile ilgili bilimsel inançların içeriği ile tanımlanır. “Materyalist dünya görüşü” denilen şey (tarihsel olarak değişen) daha gevşek ve genel olan pratik inanç ve tutumlardan, bir Weltanschauung’dan (dünya görüşü) oluşur. Bu madde esas

(26)

olarak felsefi materyalizm ile ilgilidir, tarihsel materyalizm ile olan ilgisi ancak özet biçimde verilmiştir.

Marx’ın, materyalist tarih anlayışının felsefî açıdan başlıca önemli noktalan şunlardır: a. Toplumsal yaşamda düşüncelerin öncelikle özerkliklerinin daha sonra da üstünlüklerinin reddi;

b. Soyut felsefî düşüncenin tersine yöntemsel olarak somut tarihsel araştırmaya bağlılık;

c. Toplumsal yaşamın üretim ve yeniden üretiminde insan etkinliğinin merkezi rolünün kavramlaştırılması, buradan hareketle;

d. İnsanlık tarihinde toplumsal ilişkilerin dolayımının ve doğanın dönüştürülmesinin nedeni olarak emeğin öneminin vurgulanması;

e. Marx’ın türsel bir hümanizm olarak anlaşılmış bir doğalcılığı savunarak insanı temelde doğa ile birliği içinde kavradığı erken dönem (özellikle Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları) yazılarının dışavurumculuğundan; insanı temelde doğaya karşı ve onun egemeni olarak kavradığı orta ve geç dönem yazılarının teknolojik Prometheus’çuluğa doğru değişme göstererek insan açısından doğanın anlamını vurgulaması;

f. Bütününde Marx 'ta insan-doğa ilişkisini içsel olarak -insanin temelde doğaya bağımlı olması ancak doğanın temelde insandan bağımsız olması biçiminde- simetrik olmayan bir şekilde ele aldığı, bilimsel “gerçekçilik” kavramına doğru göreceli olarak gelişen bir bağlanma ve gündelik gerçekliğe sürekli bir bağlanış.

Yalnızca (c) maddesi Marx2ın yeni pratik ve dönüştürücü materyalizmi, burada ayrıntılı olarak göz önüne alınabilir. Marx’ın bu materyalizmi, insanın saf hayvan varlığından ya da etkinliğinden çifte bir özgürlükle ayrıldığı görüşüne dayanır; güdüsel belirlenmeden bağımsızlığı ve planlı, önceden dolayımlanmış bir biçimde üretimde bulunma özgürlüğü.

(27)

Geleneksel, tefekkürcü materyalizmin edilgin, tarih-dışı ve bireyci özelliği ile ve klasik Alman idealizminin yalnızca idealize edilmiş ve yabancılaşmış bir biçim altında sunulmuş olarak değinip geçtiği toplumsal yaşamdaki dönüştürücü etkinlik ya da pratiğin rolü, Feuerbach Üzerine Tezler’in ikili ana temasını oluşturur. Marx’ın, Hegel’in Aklın Fenomonolojisi’ni eleştirisinin özünün; Hegel’in nesnelleşme ve yabancılaşmayı, nesnelleşmenin varolan, tarihsel olarak özel, yabancılaşmış biçimlerini, bir Mutlak Özne’nin kendine yabancılaşmasının momentleri olarak kavrayarak, aynı anda bu kategorileri akılcı bir biçimde değiştirerek ve tamamen insani yabancılaşmamış nesnelleşme olanağının da yolunu tıkamakla tanımladığına ve karıştırdığına ilk dikkati çeken Genç Hegel olmuştur. Fakat bir defa bu ayrım, Marx’ın kendi “Nesnellik” kavramını kullanımında ve bu kavramın soy özellikleri taşıdığı konusunda üçlü bir kuşku yaratmıştı; Bunun aydınlatılması en azından

Feuerbach Üzerine Tezler’den bu yana Marx'ın materyalizmi için temel özellik haline

gelmektedir. Şöyle ki, 1. tez, açık bir biçimde ayrıntılandırmasa da, (a) nesnellik ya da dışsal olan ile, bir öznenin üretimi olarak nesnelleşme (b) arasında bir ayrıma işaret eder ve 6. tez, toplumsal biçimlerin yeniden üretim ya da dönüşüm süreci olarak (b) ve (c) nesnelleşmeleri arasında bir ayrımı gerektirir.

Bu ayrım bize, toplumsal alanda epistemolojik bir biçimde olduğu kadar ontolojik olarak da oluşturucu olan toplumsal pratiğin Marx için doğal bilimlerin nesnesi değil bir koşulu olduğunu anlamamıza olanak verir. Buraya kadar söylenenlerin ışığında görülen odur ki, Marx'ın idealizme olan itirazı; geleneksel materyalizm insanın bilgi üretimindeki etkin rolünü bilgi üretiminin nesne edinme boyutundan soyutlarken, idealizmin, bağımsız: gerçeklik düşüncesini fiili boyutundan gayri meşru bir biçimde soyutlamakta olmasıdır.

Altıncı tez açık bir biçimde, Feuerbach’ın hümanizmi üzerine kurulmuş olan bütün bireyci ve özcü toplum teorilerinin bir eleştirisini yapar ve Feuerbach'ın insanın tarihsel olarak

(28)

gelişen toplumsallığının, kötülüklere karşı gerçek anahtar olduğu yolundaki antropolojik açıklamalarını tecrit eder. Ve bu tez, (b) ile (c) arasında; insanın amaçlı etkinliği ile bu etkinliğin koşulları ve aracısı olarak verili olmakla birlikte ancak (kendisi de) bu amaçlı etkinlik içinde yeniden üretilmiş ve dönüştürülmüş önceden varolan tarihsel olarak belirlenmiş toplum biçimlerinin yeniden üretimi ve dönüştürülmesi arasında bir ayrımı gerekli kılar. Bilinen nesnelerin birliğinin iki görünümü olarak (a) ve (b) arasında uygun bir ayrım meydana getirmedeki başarısızlık bir yandan epistemolojik idealist eğilimlere, öte yandan geleneksel materyalist eğilimlere indirgenmesine yol açmıştır.

IX. ve X.'uncu tezler özellikle Marx'ın kendi yeni ve eski materyalizmleri arasındaki farklılıklarla ilgili kavramlaştırmasını ortaya koyar: "duygusallığı pratik etkinlik olarak kavramayan bu materyalizmle ulaşılan en yüksek nokta, tek tek bireylerin ve sivil toplumun üzerine düşünüştür. “Eski materyalizmin bakış açısı sivil toplumdur, yeni materyalizmin bakış açısı ise insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır”. Geleneksel materyalizmin problem alanı soyut bir tarih dışı bireycilik ve evrensellik üzerine kuruludur. Marx için bu kavramlaştırma epistemolojinin geleneksel sorunlarının ve genel olarak felsefenin temelini oluşturur. Maddi pratikten kopmuş ve düşünceye dalmış bilinç için, kendi bedeniyle, diğer akıllarla, dışındaki nesnelerle ve hatta kendi geçmiş durumlarıyla olan ilişkisi problematik hale gelir. Fakat ne bu felsefi sorunlara ne de buradan çıkan pratik sorunlara saf teorik bir terapi ile çözüm bulunamaz. Örneğin, “bu düşüncelere yol açmış olan koşuları ortadan kaldırmak için kişinin kendi kafası dışında yalnızca birkaç fikir edinmek zorunda olduğu”na inanan5 Genç Hegelci Stimer'in aksine “teorik karşıtlıkların çözümü yalnızca pratik bir biçimde olanaklıdır ve

(29)

bundan ötürü bir bilgi görevi değil, gerçek yaşamın görevidir; Çünkü felsefe bu görevi yalnızca teorik bir görev olarak kavradığı için çözümsüz kalır”6

Engels’in, daha sonraki felsefi yazmalarında özellikle Anti-Dühring'de Ludwig Feuerbach'ta ve Doğanın Diyalektiği’nde ayrıntılı bir biçimde ele aldığı materyalizmin daha çok kozmolojik evrendoğum7 yönüne verdiği bu abartılı önemi anlamak zordur. Bu konu yalnızca İkinci Enternasyonal'in önderlerinin teorik formasyonlarında kesin bir moment oluşturmakla kalmamış, daha sonraları “Diyalektik Materyalizm” diye bilinecek görüşün doktriner çekirdeği olarak sonraki çok sayıda tartışmanın etrafında döneceği merkezi de oluşturmuştur. Pozitivist ve evrimci görüşlerin oluşturduğu bir bağlam içinde yazdığı yazılarda Engels; Dünyanın değişmeyen ve durağan şeylerden değil, karmaşık süreçlerden oluştuğunu ve (b) indirgemeci materyalizm karşı, akli ve toplumsal biçimlerin maddi dünyaya

indirgenemeyeceği ama ondan doğduğunu savundu. Lenin’in Materyalizm ve

Ampiriokritisizm’inin dolaysız hedefi Bogdanov gibi Bolşevik yoldaşları arasında hızla yayılmakta olan Mach'ın pozitivist düşüncesiydi.

Gerek Engels gerekse Lenin, materyalizm ve idealizmin karşılıklı olarak birbirlerini dışarıda bırakan ve tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş kategoriler olarak ele alındıkları çok sayıda değişik kavramalarını kullanmaktadırlar ve genel olarak materyalizmin ontolojik ve epistemolojik tanımlamalarından, sanki bunlar dolaysız bir biçimde eşitlenebilirlermiş gibi söz etmektedirler. Ancak maddi olanın insan düşüncesinden bağımsızlığı, tek başına onun varlık alanında nedensel üstünlüğünü gerektirmez; Bu durum, Platon’un Aquinas’ın ve Hegel’in nesnel idealizmi ile tutarlıdır. Yukarıdaki (a) ve (b) maddelerinin, eğer akıl maddi olandan doğmuş ise o zaman bilginin olanaklılığının Darwinci bir açıklaması yapılabilir ve tersine olarak, tam ve tutarlı bir gerçekçilik erişilemeyen bir doğanın içine yerleşmiş doğal

(30)

nedensel bir araç olarak insan anlayışını gerektirir. Özsel olarak birbirlerine bağlı olduklarını ileri sürmek kesinlikle olanaklıdır. Ancak ne Lenin, ne de Engels bu bağlantıyı doyurucu bir biçimde açıklamışlardır. Engels’in ana vurgusunun ontoloji üzerine, Lenin'in ise epistemoloji üzerine olduğu kuşku götürmez ve bunları aşağıda olduğu gibi göstermek olanaklıdır: Doğal dünya aklın ya da bilincin bütün biçimlerine önceldir ve nedensel olarak bağımsızdır, tersi değil (Engels). Bilinebilir olan dünya her tür akıldan bağımsız olarak vardır, tersi değil (Lenin). Engels'in materyalizminin dikkate değer bir özelliği, şüpheciliğin pratik olarak yanlışlaşması üzerindeki vurgusudur. Diğerlerinin arasında Dr. Johnson, Hume ve Hegel'in düşünce yolunu izleyerek Engels -bazı betimlemeler altında ya da başka bir yoldan bilinen bağımsız bir gerçeklik düşüncesine bağlanışın askıya alınması anlamında- şüpheciliğin kabul edilebilir olmadığını ya da ciddiye alınamayacağını ileri sürmüştür. Her ne kadar teorik olarak ele geçirilemez olsa da, şüphecilik pratik, özellikle “deneyim ve çalışına” tarafından sürekli olarak yalanlanmakta ya da onunla karşıtlık içine girmekteydi. “Eğer doğal bir süreçle ilgili yapmış olduğumuz kavramlaştırmanın doğruluğunu, onu kendimiz için yapmakla kanıtlama yeteneğinde isek o zaman “kendinde şeyin” Kantçı kavranamazlığına bir son verilir.8 Engels'te felsefenin pozitivist bir kavranışı ile bilimin metafizik kavranışı arasında bir gerilim varken, Lenin, felsefenin tarihsel materyalizm ve genel olarak bilimler ile olan ilişkisinde görece özerk bir Lockecu ya da emekçi rolünü açıkça kabul eder. Buna;

1.Felsefi bir kategori olarak madde ile bilimsel bir kav ram olarak madde arasında açık bir ayrımın yapılması,

2.Partinost (partizanlık) doktrininde, felsefi müdahaledeki pratik ve çıkar özelliklerinin vurgulanması,

7Kozmoloji 8

(31)

3.Bilimsel değişme ile “ilerleme” düşüncesinin, “göreli” ve “mutlak” arasındaki ayrım içinde uzlaştırılma çabası eşlik eder.

Diyalektik materyalist geleneğe damgasını vuran, doğa Diyalektik ile yansıtmacı bir bilgi teorisinden oluşan bir karışımdır. Her ikisi de, aynı zamanda bunların karşılıklı tutarsız olduklarını da savunduğu Batı Marksizm’inin kaynak metni olan Tarih ve Sınıf Bilinci'nde Lukâcs tarafından reddedilmiştir. “Praxis felsefesi, mutlak “historisizm”, mutlak lâikleşme ve düşüncenin dünyevileşmesi, tarihin mutlak hümanizmasıdır”9. Batı Marksizminin diyalektik motiflere yakınlık duymuş olduğu yer onun materyalizme karşı olduğu yerdir. Örneğin Sartre için “materyalizmin hiçbir çeşidi” insanın tarihsel durumunun kesinlikle ayırdedici niteliğini oluşturan “... (özgürlüğü) hiçbir zaman açıklayamaz”10. Öte yandan Batı Marksizminin materyalist olduğunu ilan ettiği yer, genellikle 'de olduğu gibi özel olarak epistemolojik yanıdır ve ontolojik sorunlardan söz açıldığında Timpanaro'nun (1976), toplumsal yaşamda özel olarak biyolojik “üst yapının” ve doğanın rolü- nün önemi üzerine vurgulamasında olduğu gibi tartışmalar ontolojide düşünceden yoksun bir ampirizm tarafından sıklıkla bozulmuştur.

Her materyalizm tartışmasında, gizli bir “maddenin tanımlaması” sorunu vardır. Toplumsal alanla sınırlı ve maddenin “toplumsal pratik” anlamında anlaşılmış olduğu Marx'ın pratik materyalizmi için özel bir zorluk doğmaz. Fakat Marksist materyalizm Engels'ten bu yana daha genel savlara sahiptir ve şu an ki zorluk; eğer maddi şey süredurumsal olarak (bir) boşluğu işgal etme yeteneğine sahip, duyusal olarak teşhis edilmiş ve yeniden teşhis edilmiş bir varlık olarak kabul edilirse, o zaman her ne kadar teşhisleri maddî şeylere bağımlı olsa da, bilimsel bilginin çok sayıdaki nesnesi besbelli maddi-olmayandır. Hiç kuşkusuz, eğer biri bilimsel ve felsefî ontolojiler arasında ayrım gözetirse, Lenin'in kabul ettiği gibi bu türden

(32)

düşüncelerin felsefi materyalizmi yanlışlaması gerekmez. Ancak bunun içeriği nedir? Kimi materyalistler bilim aracılığı ile dünyanın bilinebilirliğinin tüketilebileceği düşüncesini kabul etmişlerdir. Ancak bunun temeli nedir? Bu yengin bilişsel tutum insan merkezli ve bu nedenle de idealist bir kibir gibi görünmektedir. Öte yandan bilinebilecek olan her ne ise bilim tarafından bilinmek zorundadır gibi daha ılımlı bit varsayım, eğer bir totoloji değilse, belirli araştırma alanlarında materyalizmin gerçekliğini doğalcılığın olanaklılığı yerine geçirir

Bu nedenlerden ötürü, materyalizmin bazılarına; yan betimleyici tezlerden oluşan felsefi bir tutumdan veya da daha özel olarak; (a) -örneğin Tanrının varlığına, ruha, formlara, düşüncelere, görevlere, mutlak'a ya da bilimin olanaksızlığına (veya ikincil durumda olduğuna), dünyevi mutluluğa vb.ye dair- bir yığın ayrıntılı geleneksel felsefî önerme olarak ve (b) bu tür felsefî ayrıntıların, yanlış ya da uygun olmayan bilinçlilik ya da İdeolojinin biçimleri olarak bilimsel açıklanışlarına bir bağlanışın olmazsa- olmaz temeli olarak kabul edilmesinden daha çok bir kaldıraç konumu, bir pratik anlamlandırma (konumlandırma) olarak ele alınması çekici gelebilir. Bununla birlikte böyle bir (anlamlı) konumlandırma; hem bilimsel ya da benzeri pozitif bir durumu önvarsayar ve hem de normatif olarak temellendirilme talebinin ilke olarak savunulması çok zordur. Bu nedenle materyalizmin pragmatik yeniden oluşumunun onun betimleyici karakterini geliştirmesi güçtür. Her iki durumda da bir meşruiyet sorunu vardır. Gerçekte materyalizmin, bilim ve bilimsellik bakımından meşru gösterilmesi, kendiliğinden materyalizm olarak meşru göstermekten daha kolay olabilir.

Lukâcs sonrası Marksizm için, Marx'ın öncülleri ile Engels 'in çıkarımlarının karşı kargıya getirilmesi tipik bir olgudur. Ancak bilimin çağdaş gerçekçi yeniden oluşumlarında bunların inceltilmiş biçimleri arasında bir tutarsızlık yoktur. Nitekim doğanın pratik araştırılması olarak bilim düşüncesi bağımsız biçimde varolan ve olguları dönüştürmede etkin

(33)

gerçek yapıların, aygıtların, süreçlerin, ilişkilerin ve alanların antropolojik olmayan bir ontolojisini gerektirmektedir. Üstelik böyle bir aşkın gerçekçilik, eğer sözde kalmazsa, kısmen de olsa Engels'in “İki Büyük Kamp Tezi”nin ruhunu korumaktadır. Son olarak, materyalizmin aşkın gerçekçi bir açıklamasının, doğalcı bir konumlandırmayı ortaya çıkartan güçlerle uyum halinde olduğu belirtilmelidir.

(34)

4.POLİTİK TİYATRONUN TARİHİ ÜZERİNE

Politik tiyatronun doğuşu her ne kadar IX yüzyıl sonlarına rastlandığı sanılsa, ne kişisel bir buluş ne de 1918’deki toplumsal gruplaşmaların sonucudur. Kökleri geçen yüzyılın sonlarına kadar uzanır. Ama yine de bu durumun olgunlaşması, fiziksel olarak etkenlerin oluştuğu dönemi incelemek gerekir.

4.1. Genel Durum

Geçen yüzyılda burjuva kesiminin entelektüel durumunu, ya yalnızca varlıklarıyla ya da tasarımlarıyla etkileyen, onu oldukça değiştiren, hatta kısmen yok eden güçler ortaya çıktı. Bu güçler iki yönden geliyordu: Edebiyat ve proleterya’dan. Böylece bu iki etkin gücün birleştiği noktada yeni bir kavram, Doğalcılık ve onunla birlikte yeni bir tiyatro, halk için bir sahne; Volksbühne (Halk Sahnesi) doğdu.

İşçi örgütlerinin tiyatroya olumlu bir tavırla yaklaşmalarının bu denli gecikmiş olması ilginçtir. O güne dek işçiler, burjuva toplumunun izin verdiği kültürel iletişim araçlarından yararlandılar, küçük çapta da olsa kendilerine ait bir yayın organı edindiler. Parlamentoya girdiler devlet işleyişine katkıda bulundular. Tiyatroyu ise göz ardı ettiler.

Bu durum Freie Volksbühne yani Özgür Halk Sahnesi kurulduğunda büyük ölçüde değişti. Yeni “Halk için Sanat” sloganının benimsenmesi, burjuva entelektüel konumu terk etmek anlamına gelmiyordu. Burjuva, toplumunca saptandığı biçimiyle sanat kavramına hiç değinilmiyordu. Her oyun yazarının kendi çağı içinde söyleyebileceği bir şeyler olduğu gerçeği, bunların bir kuşaktan diğerine eleştirilmeden aktarılamayacağı olgusu değerlendirilmiyordu. Ölçütleri oluşturan sorunun kendisi değil, biçimiydi.

Bu noktada sanatı politik bir öğe olarak kullanmak ve sanat araçlarını işçi hareketinin hizmetine sunmak belki de erken bir girişim olacaktı. Zaman bu iş için henüz uygun değildi.

(35)

Son derece önemli iki toplumsal öğeyi, tiyatro ve proletaryayı yalnızca bir araya getirmek bile dönem için yeterliydi. Proletarya ilk kez, üstelik küçük gruplar ya da tek tek bireyler olarak değil, bir bütün ve örgütlü kitleler halinde sanat tüketicisi konumunda ortaya çıkıyordu. İki tiyatro kulübü birleştiğinde toplam üye sayısı 80.000’e ulaşıyordu ve bu da yönetici sınıflar arasında yaygın bir kanı olan işçi sınıfının “eğitilmemiş sürü” olduğu görüşünün aksine, bu sınıfın kültürel açlığının en açık kanıtını oluşturuyordu.

Tiyatro kulübünün kurucularının tersine Berlin sendikacıları bu yeni kuruluşu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendiriyorlardı. Bu yeni tiyatro anlayışının, hareketlerinin kültürel kalesi olduğunu sezinlemişler, ancak bu gelişmenin pratik anlamını tam kavrayamamışlardı. Gerçi Brahm şöyle yazmıştı: “Freie Volksbünhe’nin kurulması fikri sosyalistlerce ortaya atılmıştır. Bu düşünceyi gerçekleştirmek için bir araya gelenler de sosyalisttir. Oysa kulübün yöneticileri kısa sürede tabanlarını yitirdiler.”

Ancak Doğalcılık, kitlelerin beklentilerini ortaya koymaktan uzaktı. Onların koşullarını anlatıyor ve edebiyatla toplumun durumu arasında uyumlu bir ilişki kuruyordu.

Her şeyden önce savaş toplumun durumuna karşı sesimizi yükseltmemize izin vermiyordu. Yine savaş, yalnızca sanat alanında geçmiş yirmi yılın ne kadar boş ve anlamsız olduğunu değil, aynı zamanda sanat üretiminin ne denli şaşırtıcı boyutlarda koşullara uygulanabilir olduğunu da gösterdi. Tiyatro kendisini militarize ediyordu. Her sınıftan nihai galipler ve yüzde yüz sonuna kadar direnenler ortaya çıktı. Shakespeare Pan-Germen oldu. Daha sonra tiyatro revülerinin yöneticileri her akşam savaş mutfaklarını sergilemeye koyuldular ve Claire Waldoff cepheye giden her adamı bu kez kendisinden alamadığını gelecek sefere söz vererek yolcu ediyordu. Revü yıldızları seyirciye kıçlarını göstererek “Kayzer ve Hindenburg uğruna dayanacağız, dayanacağız!” diye bağırıyorlardı. Sanat ve

(36)

gösteri, gerçek renklerini göstermek zorunda kalınca, egemen sınıfların renklerini yeğlediklerini böylece kanıtlamışlardır.

Politik tiyatroyu daha ileriye götüren güçler başka bir yönden geldi: Geçmişi yalnızca savaş sonuna, o da son derece deneysel biçimde dayanan “Savaş Dışavurumculuğu”ndan 1917’de Max Reinhardt’ın himayesindeki ve Heinz Herald’ın kurduğu Das Junge Deutschland (Genç Almanya) 1917’deki iki oyununda savaşı ilk kez tartışmaya açtı.

Bu arada resmi tiyatrolar, Volksbühne de dâhil olmak üzere sessizdi. Sokaklardaki işçiler makineli tüfekler ve alev makinaları ile geri püskürtülürken, Postdam ve Jüterborg’dan gelip Berlin’e giden tabur ve tanklar evleri titretirken, perdeler yarısı boş salonlarda IV.

Henry’nin Kaderi ya da Shakespeare’in Hoşlandığınız Gibi’si (Reinhardt) için açılıyordu.

Olanlardan etkilenen Martin, aynı denemeyi başka bir yerde yinelemek istedi, böylece ilk “Proletarya Tiyatrosu” oluştu, ancak tek bir gösteriden sonra o da çöktü.

Neredeyse meyve verecek olan bu başlangıç, daha sonra Dada çevresinden gelen, canlı ve daha net politik görüşlere sahip kişilerce geliştirildi. Bu insanlar net devrimci sloganlarla politik propaganda tiyatrosu üzerinde çalışmaya başladılar.

4.2. Sanattan Politikaya

(Bu bölümde anlatılanlar Erwin Piscator’un kendi anlatımıyla verilmiştir.)

Takvimim 4 Ağustos 1914’te başlıyor.

O günden itibaren barometre hızla yükselmeye başladı. 13 milyon ölü.

11 milyon sakat.

50 milyon asker cephede. 6 milyar tüfek.

(37)

50 milyar metreküp zehirli gaz.

Bu durumda “kişisel gelişim” ne anlama gelir? Hiç kimse böylesi koşullarda kendisini “kişisel” olarak geliştiremez.

Onu başka şeyler geliştirir. O yıllarda 20 yaş kuşağı savaşla yüz yüze gelmiş ve kader başka herhangi bir eğitmeni gereksiz kılmıştı.

1914 yazı, Münih. Hoftheater’da ücretsiz stajyerdim, aynı zamanda üniversitede felsefe, Almanca ve sanat tarihi okuyordum.

Hoftheater esas olarak klasik oyunlar, ara sıra da Wildenbruch, Anzengruber ve benzeri yazarların oyunlarını sahneliyordu. Ibsen, Rosenov’un Kater Lampe’si ve bunlar gibi oyunlar oldukça ilerici olarak nitelendiriliyordu. İki eğilim tartışma konusuydu. Bir yanda Lützenkirchen diğer yanda ise Berlin Yenilikçilerini temsil eden Steinrück başı çekiyordu. Deneysel tiyatro, ya da yeni sahneleme teknikleri doğrultusunda hiçbir çalışma yoktu.11

Kammerspiele’de ise repertuarın büyük bir bölümünü Hauptmann, Strindberg ve Wedekind’in yapıtları oluşturuyordu.12

Böylelikle onlara atalarımdan, önce Strazburg’da, daha sonra Herborn’da teoloji profesörlüğü yapmış Johannes Piscator’un çevirileri olan İncilleri gösterebilirim. O, bu çalışmasında Luther’inkini geliştirmeyi amaçlamıştı. 1600’de basıldı ve yazarın iki yüze yakın diğer yapıtlarıyla birlikte büyük ilgi uyandırdı.”

Gerçi ben bir bakıma Johannes Piscator’dan farklıyım, ancak damarlarımda hala o ciddi Protestan kanının birkaç damlasının dolaştığına inanıyorum. Ne var ki, babamın beni büyük bir zevkle göndermek istediği manastırın çekici hiçbir yanı yoktu. Benim için rahip kürsüsünden başka bir kürsü çok daha önemliydi.

11

Hoftheater (Kraliyet ve Ulusal Tiyatrosu), Bavyera Devlet Tiyatrosu adını aldığı 1918 yılına kadar Münih’te resmi repertuvar tiyatrosuydu. Piscator, 1914’te bu tiyatroyu modası geçmiş olarak niteler. 1893’ten 1905’e

(38)

Şimdi: Bütün Almanya istekle savaş için bağırıyor. Her yerde gönüllüler. Ben hariç. Tersine inandığımdan değil sezgisel olarak. Münih caddelerinde sarhoş kalabalıklar dolaşıyor, şarkı söylüyor. Her yerde nutuklar atılıyor. Bir kez, böylesi bir konuşmayı, hepimiz şapkalarımız elimizde ayakta dinliyorduk ve kim bilir kaçıncı kez Ulusal Marş haykırılıyordu. Tam o sırada Münih’in iki gerçek evladının “Şuna bakın şapkasını çıkarmamış. Bir casus!” dediklerini duydum. Adama şapkasını çıkarması söylendi. Fakat o aksine (bir aptal gibi) Stachus boyunca koşmaya başladı. Herkes arkasından bağırıyordu: “Bir casus! Bir casus!”. Yakalandı ve çok kötü dayak yedi. Ve şimdi kalabalık -ki coşkusu hiçbir sınır tanımaz- “kutsal kral”a doğru ilerliyor, bu sırada çiçeklerle donanmış askerler de istasyona yürüyordu. Bu büyük karmaşa beni itmiş ve dışında bırakmıştı.

Ve böylece bana, henüz yirmi yaşındayken iyice anlaşılmaz gelen şey, düşünce özgürlüğü ve kişiliğin gelişmesi üzerine uzun tartışmalar gerçekleştirmiş bir neslin bütünüyle, hiçbir direnç göstermeksizin, genel kitle histerisine kapılması ve birkaç istisna dışında Avrupa’nın tüm entelektüel kesiminin o güne dek kuşkuyla baktıkları “Değerli Miras”ı savunmak için ayağa kalkması, üstelik de bu savunmayı çoğu kez silahtan öte kalemle gerçekleştirmesi olmuştur. Bunlar Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Zola, Balzac, Anatole France, Shaw ve Shakespeare gibi “düşmanlar” karşısında ayağa kalktılar ve savaşa Goethe’yi, Nietzche’yi sırt çantalarına koyarak gittiler. Ve böylece bu nesil kendi ruhsal tükenişine kendi damgasını vurdu. Daha önce ne düşünmüş ve ne yapmış olurlarsa olsunlar, 4 Ağustosta tüm bunların bir hiç olduğu ortaya çıktı.

Biz genç insanları frenleyecek, bize dayanak olabilecek insanca sözleri söyleyen hiçbir önder yoktu. Ben ve benim gibi pek çok kimse sınırsız düş kırıklığı ile dopdoluydu. Hiçbir deneyimimiz yoktu ve belirsizlikte çevrelenmiştik. Yine de 1912’de, 1923’de, beklenmedik

(39)

biçimde, hiçbir geçerli nedeni olmamasına karşın Nisan 1914’te saflara katıldığımda, savaşa karşı önsezilerim vardı.

Küçük bir olay; Ancak benim için o zamandan beri anlamı büyük. Sanat -gerçek, mutlak sanat- her durumu yakalamalı ve her yeni durumda kendini yeniden kanıtlamalıdır. O günden beri Ypres siperlerindeki bomba yağmurundan çok daha kötü olaylar yaşadım, ancak yalnızca o zaman “kişisel mesleğim”, içinde bulunduğumuz siperler gibi dümdüz olmuştu, çevremizdeki cesetler kadar cansızdı. Sanat gerçeklikten utanmamalıdır. Bu bana, o dönemde olayların birbirleriyle ilintilerini tam kavramamış olsalar da, sığınaklarının duvarlarına savaşın gerçek yüzünü çizmeyi başaran ve başkaldırılarını haykırabilen bir grupça çıkartılan Aktion (Eylem) adlı küçük dergiyle gösterildi. Ancak onların çığlıkları patlayan bombalarla bastırıldı ve çizdikleri dumanlarıyla örtüldü. Şiirlerim, Pfemfert’in yönetiminde13 Almanya’da savaşa duyulan zorunlu ilgiye karşıt bir çizgi izleyen Aktion’la ilişki kurmamı sağladı. Pfemfert sansürce susturuldu, ama her şeye karşın bazı sesleri bir araya getirdi ve en azından olayların gerçek yüzlerine ilişkin ipuçları vermeye çabaladı.

Siperlerde geçen iki yıldan sonra kaytarmaya başladım. Önce bir hava filosundaydım. Daha sonra yeni oluşturulacak bir cephe tiyatrosu için gönüllü oldum. Bu iş bana daha çekici geliyordu çünkü mesleğimi uygulayabilecektim. O dönemde hala, mesleğimi, beni gitgide daha güçlü biçimde sarsan düşüncelerden ayrı tutuyordum.

O döneme dek, yaşama edebiyat merceğinden bakıyordum, ama savaş bu ilişkiyi tersine çevirdi, o günlerden sonra edebiyata yaşamın merceğinden bakmaya başladım. Öte yandan savaş eski dönemin anılarını dev bir süpürge gibi aldı götürdü, “yine en baştan

13

Franz Pfemfert (1879–1954) Aktion dergisinin kurucusu ve yayıncısıdır. Bu dergi önce erken Dışavurumcu şiirler, sonra da savaş karşıtı şiirlerin yayınlandığı bir politika, edebiyat ve sanat dergisiydi. Önceleri komünist olan Pfemfert 1920’lerde aşırı Solun ayrılıkçı gruplarına katıldı, Piscator-Bühne’nin oyunlarını burjuva ukalaları için modaya uyan, sahte proleter uygulamalar olarak reddediyordu ve KPD’ yi bu tiyatroyu desteklediği için

(40)

başlamak” zorunda kaldım. Ama şimdi ele aldığım sanat değildi, sanatla yönlendirilmiyordu bile, deneyimlerle yönlendirilen yaşamın ta kendisi idi.

Gecenin günü izlemesi kadar doğal olarak barış sözcüğü, savaşan askerler için her şeyin başlangıcı ve sonu oldu. Başka hiçbir şey konuşamaz oldular. Yaptığımız her şeyi barış düzenliyordu. O sondu, kurtuluştu. Ve bekledikçe daha çok özlem duyuyorduk. Ancak barışın nereden geleceği ve kimin tarafından getirileceği gittikçe daha da belirsizleşiyordu. Bizim bir çözümümüz olmadığı için, bir mucize umuyorduk. Bu mucize gerçekleşti: Rusya’daki Devrim’in haberi. Ve ikinci Devrim gerçekleşip, radyo yayınıyla herkese duyurulduğunda mucize daha da görkemli oldu.

Almanya’ya dönüşte ilk durak evimdi. Marburg’a, kitaplığıma ve kitaplarıma kavuştuğumda, odamdaki her şey eski yerindeydi, ancak altlarındaki burjuva güvenliğinin temeli yıkılmıştı. Nesneler tıpkı dış duvarları yıkılmış evlerin odaları gibi havada yüzüyorlardı.

Kayzer Wilhelm hükümeti ve Karl Helfferich’in dehşet verici ekonomik politikası, orta sınıfın sömürüsünü tamamladı, böylelikle de destekçilerinin güvenlerini ve sermayelerini sildi süpürdü. Bu yıkımı gerçekleştiren Weimar Cumhuriyeti ile gelip, bu iç karartıcı mirası devralanlar değildir. Ancak talihsiz Cumhuriyetçiler kendilerini kandırmayı sürdürdüler. Suçsuz değillerdi, yanlışlarını anlamayarak suçlarına yenilerini eklediler, kendi gerici inançlarına sarıldılar ve böylece daha sonra gerçek suçluları temize çıkardılar. Kötü ve aptalca ama tutarlı. Yalnızca şunu anlayamıyordum: çevreme baktığımda, burada her şey dört yıl öncesinde olduğu gibi umutsuz, mantıksız, anlamsız görünüyordu.

Bu gruplar Unter den Linden’de ya da Wilhelm Caddesi’nde birbirleriyle karşılaşıyorlar ve üzerlerinde “Yaşasın Ebert-Scheidemann” ya da “Yaşasın Karl Liebkniecht ve Rosa Lüxemburg!” yazılı pankartlarını başlarının üzerinde dimdik taşıyorlardı. Hepsi

(41)

meraklı bir bekleyiş içersindeydiler. Yalan yanlış söylentiler duyuluyordu ve bir grubun pankartının diğerinin eline geçmesiyle, kaldırımın bir köşesinde parçalanması bir oluyordu.

Berlin caddeleri binlerce proleterin kanıyla kızıla boyandı, bizlerse onların katillerinin, savaş boyunca kurtuluş umudumuzu bağladığımız kişiler olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldik: Sosyal Demokratlar. Hep birlikte Spartakistler Birliği’ne katıldık.

Kendimi politik olarak bütünüyle yaptığım işe adamıştım, ancak şaşırtıcı olan hâlâ tiyatroyu düzenli bir biçimde sürdürebileceğimi düşünmemdi. Bu düşünce Kanehl’in -Rotter için oyunlar yönetiyordu14- her zaman öne sürdüğü “politik görüşlerimle, işimi ayrı tutarım” düşüncesine benziyordu. “Politik açıdan örgütlü işçiler bile kapitalist endüstri için kömür üretiyorlar” diyordu Kanehl. Böyle bir tez savunulamazdı.

Buna karşın, eğer nasıl yapılacağını bilseydim, sanatı politikanın hizmetine sunacaktım. O ana dek grubumuz, keskin politik karikatürleriyle öncülük yapmış olan Grosz dışında, burjuva çevrelerce gülünç karşılanan ve yadsınan Dada gösterilerinden başka birşey üretmemişti. Sanatın Dadacılar tarafından yıkılması “Sanat boktur” sloganıyla başladı. Sanat-aşığı “Kurfürstendamm topluluğuna” oyuncak tabancalar, tuvalet kağıtları, takma sakallar ile Goethe ve Rudolf Presber’in15 şiirlerinin kullanıldığı, kavranması çok zor, şiir gösterileriyle saldırdık.

1918/19’un duygusal yaklaşımı çöktükçe, keskin politik beklentiler ortaya çıktıkça ve Dadacılar kendi paylarına sanattan duyguyu yalıttıkça ya da -günün moda değişiyle- “dondurdukça”, O-Mensch tiyatrocularından yeni bir duygu akını geldi.16

14

Oskar Kanehl (1888-1929), Aktion çevresinden, savaş sonrası aşırı Sol gruplarda etkin bir yazardı. Weimar Cumhuriyeti sırasında Alfred ve Fritz Rotter, Rotter Konzern adında bir tiyatro imparatorluğu kurdular, zamanla bu ad, kaba, kof, kâr amacıyla yapılan tiyatroyla eşanlamlı kullanıldı.

15

Rudolf Presber (1868-1935) Die Iustigen Blatter (Eğlence Sayfaları) adlı popüler derginin yayıncısıydı.

16

(42)

Bu tiyatro anlayışı kuşkusuz bir “devrim”di ama bireyciliğin devrimi. İnsan, bir birey olarak kadere karşı çıkıyordu. Çevresindekilere “kardeşler” olarak bakıyordu. Herkesin herkesi “sevme”sini ve tüm insanların birbirine anlayış göstermesini istiyordu. Bu tiyatro lirikti, yani dramatik değildi. Oyunlaştırılmış lirik şiirlerdi. Savaşın sefaletinde -ki gerçekte makinelerin insanlara karşı verdiği bir savaştı bu- olumsuzlama yoluyla insanın “ruhuna” ulaşabilecek bir yolun arayışıydı. Bu yüzden, bu oyunlar güçlü biçimde tepkiciydi, savaşa karşı bir tepki, aynı zamanda savaşın ortaklaşacılığına da karşı, yeniden ortaya atılan ego kavramı ve savaş öncesi kültürünün bazı belirgin öğelerinin yanında bir tepki.

1919/20 kışında Königsberg’de bana ait Tribunal tiyatrosunu kurduğumda, Değişim’in Berlin’dekinden daha değişik bir sahnelenmesini tasarlamıştım. Ayrım, dekorların alabildiğine gerçekçi ele alınmasından geliyordu. Hatta Toller’e yazım biçimini o lirik dışavurumculuktan nasıl kurtarabileceğini önermek üzere oyun dili üzerinde de çalışmıştım. Dışavurumculuğun benim üzerimde hiçbir etkisi olmadı. Çoktan politize olmuştum. Strindberg, Wedekind ve Sternheim’dan oyunlar sahneledik. Toller’in oyununu da hazırlıyorduk. Ancak yaptığımız çalışmalar -aslında tiyatronun kendisi- burjuva ve öğrenci kesiminde geniş karşıtlık yarattı, ayrıca program broşüründe bir eleştirmene karşı yazdığım yazı basında ve söz konusu çevrelerde öylesine büyük bir tepkiyle karşılandı ki, tiyatroyu kapatmak zorunda kaldım.

Berlin’e döndüğümde olaylar daha net biçimde ortaya çıkmıştı. Dada daha da saldırganlaşmıştı. Orta-sınıf maddeciliğine karşı eski anarşik tutum, sanata, diğer kültürel kurumlara karşı başkaldırı keskinleşmiş ve gerçekten, nerdeyse politik bir mücadele biçimini almıştı. Jedermann sein eigener Fussball dergisi épater le bourgeois’ya güçlü bir saldırıydı.

Referanslar

Benzer Belgeler

Comme nous venons de constater aussi bien dans les paroles et actions de Napoleon ler qu'un peu timide au debut, mais desireux devant l'insistance de l'Empereur Alexandre et

Ancak, insan, benliğinde kökleşmiş bu arzu ve meylini başıboş bırakır, onun önüne İslâmî ölçüleri düstûr ve rehber ola- rak çıkarmaz, hudutsuz arzuları

Çalışmamda protuberantia occipitalis externa her iki türde de belirgin ve şekil bakımından benzer durumdaydı fakat uzunluk olarak kangal köpeğinde daha uzun

Aslında Mrożek’in en büyük buluşu varlıkların birbirlerine karşı giriştikleri tecavüzün ortaya çıkartılması: Anarşist Stomil, başlangıçta tutucu olan Eugeniusza

Eserin İkonografik çözümlemesi için yapılan artalan çalışmasına göre; İzleklerin, gece tanrıçası Nyks ve ikiz oğulları Hypnos (uyku) ve Thanatos (ölüm) un alegorik

Hastane katı atıkları; büro, ambalaj ve yemek artıkları gibi evsel atıkların yanısıra, farklı bölümlerden üretilen patojen veya patojen olmayan, enfekte,

 Buna göre felsefi argüman kurabilmek için ötekinin varlığına, kesinliğine dair söz zemini oluşturulmalıdır...  Husserl bu durumu emin olunan bir durumla

a) Yerel yönetimlerin plânlama çalışmalarına teknik destek sağlamak. b) Bölge plân ve programlarının uygulanmasını sağlayıcı faaliyet ve projelere destek olmak;