edebi
sohbetler
A B • • • • • • • • I ■ • • • • • •
O l u m u n u n Y ı l d ö n ü m ü n d e
Fikret'in M ısra'ları
A
HMED HÂŞİM, küçük men-sûrelerinden birinde, bir ki tabın ölümünden bahseder. Bir şiir kitabının ölümünden.. Şairi, küçük yaşlarında gaşy içinde, he yecan içinde bırakan bu kitabın sayfalan mecazlarla, teşbihlerle, istiarelerle örülmüş.. Fakat yıllar ca sonra, aynı kitabı eline aldığı zaman şair öyle sanmış ki, elinde “Böcek kolleksiyonlarmda toplum iğne ile tutturulan ölü kelebekler gibi,, bir şey var. "Gözle görül - mez bir takım mânevi güveler, e- serin rûhânî maddesini kemirip toza döndürmüş,,.. Kitabın için dekiler “Solan kabdan ve sararan kâğıttan fazla, çok fazla eskimiş,, Gerçekten Türk dili edebiyatı - bir çok eserleri, yüz yıllar- lanberi bu çeşit mânevi güvenlerin leziz gıdası halindedir. Bu görün mez güveler, edebiyat târihimizin bir dolu eserlerini o kadar zevk le. âdeta ihtirasla yiyip bitiriyor lar ki. elimizde çok kere solan bir kah. sararan bir kâğıt ve yer yer delik deşik olmuş bir sayfa bile kalmıyor.
Bunun sebebi ne?. Yediyüz yıl evvel, saf Türk diliyle ve türkçe- nin güzel sesiyle konuşan Yunus, neden bu güvelerin gıdası olma dı? Fuzûlî’yi, Bâkî’yi, Nailî ve Nedim’i hâlâ ayakta tutan sır, di van edebiyatının da Avrupai Türk edebiyatının da bir çok eserlerine yabancı kalmıştır.
Bu sır, yalnız dilde, dilin bugün terkedilmiş, unutulmuş kelimele rinde olsaydı; Yunus’un yaşaması bir mucize sayılmayabilir, fakat F'üzûlî’nin Nedim’in şiirleri de fi dekiler gibi ölmüş bulunurdu. Hal buki divan şiirini Acem mukallit liğiyle. melezlikle, yabancılıkla, sunilikle ittihâm eden Tanzimat edebiyatından da dillerde çok az şey kaldı. Mekteplerde ders hâlin de okutulmasalar, edebiyatımızın daha bir çok imzaları; bir zaman, dehâları önünde baş eğilen nice göz kamaştırıcı cihangirleri; Kar- taca’lıların Anibal’i yahut ondör- düncü yüz yıl Asyasmın Timur- leıjt’i kadar dahi hatırlanmıya- cak..
Türk dili edebiyatının bir çok •ski meşhurlan, bugünkü hayat
larını edebiyat derslerinin varlı - ğma, edebiyat hocalarının yaşat ma gayretlerine borçludurlar, ya zık..
Diyelim ki umumî kültürümüz de inkâr edilmez bir gerileyiş var; gittikçe maddileşen bir dünya or tasında. yüzde doksan aşk şiiri söylemiş ve ömrünü kelime oyun- lariyle geçirmiş, eski bir edebiya ta rağbet olmuyor; zevkler deği şiyor, hayat ve sanat anlayışla - rında büyük yenilikler oluyor; hele türkçenin sadeleşme, millî - leşme yolundaki baş döndürücü sürati, diller kadar gönülleri de «6ki kitaplardan uzaklaştınyor.
Fakat yine de bu müthiş engel lerin üstünden kolaylıkla aşıp, kulaklarımıza sıcak ve muzaffer soluklarını duyuran eserler eksik değildir. Kalabalıklar ortasındaki sonsuz bir yalnızlığın şiirini: Ne yanar kimse banâ âteş-i dil
den özge Ne açar kimse kapım bâd-ı saha dan gayrı musikîsiyle ebedileştiren Fuzulî, daha bir çok şiirleriyle hâtıralar da. gönüllerdedir. Daha dün:
Olaydı kâş iki gönlüm tahammül eyler idim Biriyle hecrüne dîgeı- biriyle vus latına gibi beyitleri dillerde gezen uy - durma "Râbia Hatun,, imzalı şiir ler; bir çok da Füzülî’nin: Bin cân - olaydı kâş men-i dil -
şikestede Tâ her biriyle bir kez olaydım
iedâ sana
gibi mısralarından aksettiği için;
bütün sahteliklerine rağmen;
hoşa gitmedi, dillerde dolaşmadı - lar mı?
iyi şiirin, sağlam eserin, taklidi
bile hâlis incinin taklidi kadar
göz alıp, gönül doldurabilmek
kudretindedir. Dün. İstanbul’un fazla Avrupai bir caddesinde ar - kadaşınjn koluna girip, onu yir - minci yüz yılın çıplak vücutlar meşheri hâlindeki kum ve deniz
Sa’dâbâd ’ına gitmeğe zorlayan bir genç:
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’- dâbâd’a diyerek, Nedim’in dilinden konu şuyordu. Sebv-i revân ne demek tir, Sa’dâbâd neresiydi ? Bilmem bunlardan haberi var mıydı, ama bu mısraı biliyordu. Çünkü güzel şiir, çok kere unutulmaz bir mu sikî nağmesidir. Şiirlerine, millet lerinin yüz yıllarca yaşayacak,
“temel zevk,, inden sesler
katmasını bilen şairlerdir ki, ne kültür yıkılmasının, ne dil, ne de
hayat değişmesinin önünde ür
küntü duyarlar.
Tahammül mülkünü yıkdm Hülâ- gıı Han mısın kâfir Aman dünyâyı yakdın âteş-i sü- zan mısın kâfir Kızoğlan nâzı nâzın, şeh-levend Avâaı Avazın
Belâsın ben de bilmem, kız mısın oğlan mısın kâfir Sana kimisi canım, kimi cananım deyû söylev Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kâfir mısralarının şairi, Nedim, büyük bir halk kütlesinin bağrından yükselen millî şevk’i ses hâline
getirmesini bilen sanatkârdı. O
kadar ki, bu mısralar içinde bu günkü türkçede bir hâtıra güzel
liğiyle yaşayan “sûzan,, gibi "ca nan,, gibi, hâlâ canlı kelimeler bi le. bir zaman onları Nedim gibi şairler kullandı diye, böyle uzun bir hayata mazhar oldular..
Türk edebiyatı, eski Rûm ülke
sinin, gönlünü İran’a verdiği
çağlarda, duygulariyle, düşün-
ceelriyle ve heyecanlarına ver dikleri seslerle Türk kalabilen
bütün sanatkârlarını “yaşayan şairler,, arasında görebilmek tâli- hindedir. Medeniyetimizin Avru - paklaşmak zorunda kaldığı devir lerden ise. Namık Kemâl’in Hür riyet kasidesindeki erkek ses, u - nutulmuyor. Zıya Paşa’nın eski
atasözlerini andıran manzum
“mesel,, leri bile sonradan yeni atasözleri hâline girmek talihine bu yüzden ulaştı. Büyük sanat kâr, milletinin sesini önce kendi ■diletin* ıraıra dünyaya
duyura-bilen insandır; başka dünyaların sesleriyle konuşanlar ise daima ârafta kalmaya mahkûm eserler veriyorlar..
Bütün bu düşüncelerin Fikret’in mısralariyle olan ilgisine gelince: Edebiyatımızda sıoak bir rüzgâr gibi esip geçen Servet-i Fünun çı ğırından yaşayan mısralar, en çok
Fikret’in mısralarıdır. Servet-i
Fünun edebiyatı, hem Tanzimat türkçesinin sâdelik cereyânma zıt giden, mevsimsiz lisan anlayışiv- le; hem de Muallim Nâci’nin kafa sında pekâlâ plânlaştığmı gördü ğümüz; daha yerli, daha millî bir edebiyata dirsek çeviren, amansız Fransız taklitçiliği ile; daha yaşa dığı devirde yıkılışının da sebep lerini hazırlamıştı.
Ahmed Hâşim’in. yıllarca sonra ele alıp da büyük hayâl kırıklığı na uğradığı; içi dışından evvel solmuş; şiir kitabı belki de biz zat Rubâb-ı Şikeste’dir. Eğer Ce- cab’m mecmua-i eş’ârı neşrolun - muş bulunsaydı; O fazla musanna, fazla alafranga şiirleriyle; bugün daha çok unutulan Cenah, belki Fikret'ten evvel akla gelirdi. Fa kat "Böcek kolleksiyonlarmda iğ ne ile tutturulmuş kelebekler gi bi,, cansız, yaldızı ve yıldızı düş müş kitap. Rubâb-ı Şikeste de ol sa, hakikat, Fikret’in bu kitabın dan hâlâ yaşayan mısralar, hattâ bütün şiirler bulunduğu merke zindedir.
Bunun tek sebebi Fikret’in, devrinin türkçesüıi *n iyi kulla
-nan şair olmasındadır. Duygu ve
fikirlerini çok kere sâde, yalın
bir ifâdeyle, yapmacıksız, süssiiz bir şiir anlayışiyle söylemeğe mu vaffak olduğu içindir ki onun bu çeşit mısraları, bir çok arkadaş larının gömüldüğü karanlıklar i - çinde bir pırlanta çehresiyle pırıl damaktadır. Bugün, inandığımız bir yolda türlü meşakkatlere kat lanarak yürürken, yalnız kaldığı mızı hissettiğimiz zamanlarda he pimizin bu hâlimizi:
Hak bellediğin bir yola yalnız gi deceksin mısraiyle ifâde edişimizdeki sır, bundadır.
İnan Halûk, ezeli bir şifâdır al - d anmak.. sesindeki teselli verici âhenk, bu nun için unutulmaz bir edaya sa
hiptir. insanlıktan ve insanlığı
mızdan iğrendiğimiz kaç zamanı
mızda Fuzûlî’nin narin çizgili
j
ceylâna söylediği:
insan deyip etme benden ikrâh mısralarını andığımız kadar, k>m bilir kaçımız, Fikret’in:
Heyhat!
İnsan melek olsaydı cihan Cennet olurdu. ^sözlerindeki hakikatle de yıpran-mışızdır? Yin» kaç kere, zâlim bir hakikatin zehirlerini lisan hâ linde ifâde etmek isterken dudak larımızdan:
Acı sözler Halûk fakat gerçek!. • sadası dökülmüştür. Bizzat, bü - yük ıztıraplarla geçirdiği hayat için:
Bu tih-i mihnette Kolay ve ne neş’e-fezâ bir seya hatin ancak Hayâli vardır. Uzak bir serâb i - çin koşmak, Nihâyetinde yorulmak, ve boş yo rulmaktır; Hayâtı div-i hakikatle çarpışan kazanır. gibi cesaret verici sözler söyleyen bu şşir, eğer Servet-i Fünun dev rinin Garba fazla kapılmış yılla - rından ayrı bir zamanda gelseyai, onun Türk edebiyatının istikbâli ne hediye edeceği "yaşayan mıs ralar,, ı ve "yaşayan şiirler,, i el bette bugünkünden fazla ola -
•akta. Nihad Sam Banarlı
Y a z a n
Nihad Sami Banarlı
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi