Haşim kafasını
biçimsiz, yüzünü
çirkin, bünyesini
vaktinden önce
ihtiyarlamış
buluyordu.
Bir sabah bana:
«Dün gece
gözüme bir lâhza
uyku girmedi.
Önce şu alnımın
çıkıntısını
düzeltsem nasıl
olurum dedim.
Sonra, baktım ki,
burnum da
küçülmeye
muhtaç. Haydi
onu da yaptım.
Gözlerimin rengi?
Nihayet kafayı
kesip atmaktan
başka çare
olmadığını
anladım» dedi.
Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u ' n u n G e n ç l i k ]
v e E d e b i y a t H â t ı r a l a r ı :
6
YAZAN: YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
ÇIKAN KISMIN ÖZETİ: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim'i anlatmaya devam ediyor.
Karaosmanoğlu, Haşim'i ilk tanıdığı gün iyice şaşırmıştır. O , Haşim'i karayağız bir insan ola
rak düşünürken karşısına beyaz tenli, kumral bir genç adam çıkıyor... Mavi gözlü bir Ahmet
Haşim!... Hem öyle ki, herkes gibi ağzı ile gülümsemiyor, gözlerinin ucu ile gülümsüyor.
ILLAR geçecek, bir gün, İs viçre'de tedavide bulunduğum sıralarda, bana gönderdiği «P i- yale» adlı şiir kitabının ba şındaki önsözde yine bu anlaşılmamak üzüntüsünün tepkilerini görecektim. Ah met Haşim, bu önsözde okurlarına sâfi şiir hakkındaki görüşünü açıklıyor; da ha doğrusu, şiirin her şeyden evvel ahenkli bir kelimeler düzeni, yani söz halinde bir müzik olması gerektiğini bildirmeye çalışıyordu. Ben de ona yaz dığım bir mektupta, kendisiyle tamamen birlik olduğumu belirtmiştim. Hattâ, o zaman İsviçre'den eski «M illiy e t» gazete sine gönderdiğim «A lp Dağlarından» baş lıklı seri yazılarımın birinde bunu , Ha- şim'e b ir açık mektup şeklinde yayınla mıştım. Bu yazım, Ahmet Haşlm'in pek hoşuna gitmiş olacak kİ, Piyale'nin ikin ci basılışında bir önsöz yerini almıştır. Piyale'nin ikinci basılışı dedim. Evet, Ahmet Haşim'in bu kitabı, hatırımda kaldığına göre, birkaç ay içinde tüken miş ve yeniden basılmıştı. Ama, pek az şaire nasip olan bu rağbet, onu yine tat min etmemiştir sanıyorum. Ahmet Ha şim, Fransızların «g lo ire » sözüyle ifade ettikleri bir şan ve şerefe ermek ve bu şan ve şerefin bütün resmi ve m illi ni metlerini toplamak isterdi. Ona derdim k i:
BİR SABAH Ç A YI...
«Kendini boşuna üzüyorsun. Bizde olsun, dışarda olsun, hangi seçkin şair, sağlığında senin tasavvur ettiğin merte beye erişebilmiştir? Büyük hemşehrin Fuzull'yi ele alalım : Evkaftan bir «ati ye» cik koparmak için devlet dairelerin de sürüm sürüm sürünerek ve «Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar» sitemleriyle ölüp gitmedi m i? Nedim, kendi devrinde, nihayet, bir Vezirin se fahat sofrasında kâse yalayıcılıktan öte ye geçebildi m i? Çok defa, «Namütena h i» sıfatına lâyık bulduğun Hâmit, daha dün, her hangi bir başarısız Hariciye memuru gibi, kariyerinin sonuna doğru ancak işgal edebildiği bir Orta Elçilik ten azledilivermedi m İ? Ve Tü rk edebi yatında yeni bir çığır açan Tevfik Fik ret'e bir lise müdürlüğü çok görülmedi m i? Haydi, diyelim ki, bunlar bizim memleketten alınmış misallerdir. Ya, Fransız şiirinin zirvelerinden olan Bau- delaire'ler, Verlaine'ler? Her İkisi de
gözlerini, yaşanmaya değer kıldıkları bu dünyaya bir Gureba hastahanesinin ıssız köşesinde kapamadılar m ı? Seçkin şair, hele senin gibi bu memlekete sâfi şiir anlamını ilk defa getirmiş bir şair an cak mahdut b ir zümre tarafından anla şılabilir.»
Fakat, Ahmet Haşim'in derdi yalnız anlaşılmamış bir şair olmaktan ibaret değildi. O , kendini cemiyet kadar tabia tın da gadrına uğramış sanıyordu. Ka
fasını biçimsiz, yüzünü çirkin ve bün yesini vaktinden evvel ihtiyarlamış bu luyordu. Bu hali ile onu hangi kadın beğenebilirdi? Kimin sempatisini kazan mak ihtimali vardı? işte, bu kuruntu, bu kuşkudur ki, Haşim'i insandan ka çar, yarı vahşi b ir kimse durumuna sokmuştu. Bir gün, o, sabah çayı saat lerinde yüreğini kemiren bu azabı ba na şöyle ifade edecekti:
— «D ün gece gözüme b ir lâhza uy
Ahmet Haşim'in eski fotoğraflarından biri.
B Ü L B Ü L
Bir gamlı hazanın seherinde
Israra ne hacet yine bülbül?
Bil kalbimizin bahçelerinde
Can verdi senin söylediğin gül!
Savrulmada gül şimdi havada,
Gün doğmada bir başka ziyada...
AHMET HAŞİM
ku girmedi. Once şu alnımın çıkıntısını düzeltsem acaba nasıl olurum dedim. Sonra, baktım kİ, burnum da küçül meye, biçime girmeye muhtaçtır. Haydi onu da yaptım farz edelim. Ya gözleri min rengini nasıl değiştirebilirim? Ağ zımla yanağım arasındaki yara izini na sıl silebilirim? Ya şu, ya bu derken en sonunda bu kafayı dibinden kesip at maktan başka çare olmadığını an la d ım !» Ve acı acı gülümseyerek ilâve etmişti : «Kendim bu işi yapamayacağıma göre, karşıma bir Salome çıksa da Yahya Ne bi gibi benim de kellemi uçurtuverse diye düşündüm. Ama, bu salome belki beni böyle bir mazhariyete lâyık bul mayacaktır. Zira, bilirsin, Tevrat kıssa sındaki o cinayet karşılığını bulmamış bir aşk yüzünden işlenmişti.
İTALYAN KIZI I...
Ve bu acayip şeyleri söyledikten sonra Ahmet Haşim Henri de Régnier'nin «Sa lome» manzumesinden şu mısraları m ı rıldanmaya başlamıştı :
Alors, pourquoi voulûtes-vous, ô Salome Que, du tronc nu, roulât le chef
inanimé? Fut-ce à fin que se tût sa voix âpre
et farouche? Ou pour voir si parjure â ses rêves
divins, N e tresaillirait pas au feu de votre
bouche La tête aux yeux fermés qui saignait
en vos mains ( 1 )
Ahmet Haşim, bu mısraları mırıldanır ken âdeta şehvani b ir haz içinde yüre ğini kemiren deminki azabı unutmuş gö rünüyordu. Bunda ise benim için şaşı lacak bir şey yoktu. İzmir'de her gü nümüzü birlikte geçirmeye başlayalıdan beri, biliyordum ki, edebiyat ve şiir ona yalnız bir teselli kaynağı değil, bir «A b ı- Hayat» çeşmesiydl. Bu çeşmeden bir avuç su içince kendini birdenbire ebedî gençlik sırrına ermiş gibi, kabına sığ mayacak kadar genç, dinç ve sevimli bulurdu ve :
Bu cehennemde yetişmiş kafaya Kanlı bir lokmadır ancak mihcnim Ah, ya Rabbi, nasıl birleşti Bu çetin başla bu suçsuz bedenim.
diye sızlanan o şair büyük hemşehrisi Fuzuli'nln :
Fakiri padişehâsâ gedayi muhteşemem
mısraıyla ifade ettiği b ir kendini beğen me, kendine güvenme hali içinde, o «çetin başı» pırlantalarla ışıldayan bir taca benzetebilirdi. Böyle bir şiir cez besiyle değil m idir ki, akşam yemekleri mizden sonra gecenin geç saatlerinde, ıs sız kıyılarında dolaştığımız Karşıyaka'yı, onun bana, çok kere, periler ve huri lerle dolu bir masal ülkesi gibi göster diği olmuştur. Kim bilir, belki buna kendisi de inanıyordu. Belki « O Belde» de hayal ettiği ve hepsine « b ir hemşire veya bir yâ r» vasfını verdiği «ince, sâf ve leyli» kadınların etrafında dolaştı ğını hissediyordu.
Nitekim, günün birinde, Haşim ak şam yemeklerimizi yediğimiz kulübün lokantasında gördüğü bir İtalyan kızını bunlardan biri sanacak ve ona bir çöl (1) öyleyse, neden istedin, ey Salome — Cansız gövdeden o cansız başın yuvarla nışını? — Sert ve haşin sesi sussun diye mi? — Yoksa ellerinde kanayıp duran gözleri kapalı kesip kafa — Tanrısal düş lerini İnkâr ederek ağzının ateşinde can lanıp titrer diye mİ?
çocuğunun bütün saffeti, hararetiyle gö nül bağlayacaktı. Gerçi o kız ne «in c e », ne «s â f», ne «le y li» idi. Ne de « O Bel de» şairine «hemşire veyahut yâ r» ola bilecek gibiydi. Hattâ, ona güzel de de nilemezdi. Bugünkü sinema edebiyatı tabirlerinden birine göre cinsî cazibesi var mıydı, yok muydu, bunu da hiç ha tırlamıyorum. Ancak, görüyordum ki, zengin bir Levanten aile kızının bütün şımarıklıkları, hoppalıkları onda toplan mış bulunuyordu.
Ama, benim için, Haşim'in böyle bir kıza tutulmasında da şaşılacak bir şey yoktu. Çünki, İkinci Kordon'da geçirdi ğimiz bazı geceler, « O Belde» şairinin, hayalindeki kadınlardan büsbütün başka türlülerini seçtiği dikkatimden kaçma mıştır. Nitekim, Karşıyaka kulübü lo kantasında yemeğimizi yerken, gözleri nin bizden birkaç masa ötedeki Italyan kızına dalıp gidişlerinde ve kız, rasgele, başını çevirip bizden yana bakınca ken dini kaybeder gibi oluşlarında fazla bir acayiplik bulamıyordum.
HAŞİM'E OYNANILAN OYUN I . .
Fakat, Haşlm'in bu halleri, diğer iki sofra arkadaşımızın tuhafına gitmekten hâli kalmıyor ve çok defa onunla alay etmelerine yol açıyordu. Bu iki arka daştan biri İzmir İdadisinde tanıdığım Şükrü Saraçoğlu, öbürü de aynı okulda benim sınıfımın birincisi olan Kasabalı Şevket'ti ve her İkisi de o zaman İzmir Valiliği Maiyet Memurluğunda bulunu yor, ayrıca Lisede biri matematik,
öbü-Devrin en yakışıklı edebiyatçılarından, İzzet Melih (D evrim ) Bey. Ahmet Ha şim, bazı toplantılara sırf İzzet Me-
lih’le karşılaşmamak için gitmezdi.
rü tarih dersi veriyordu. Ahmet Haşim' le orada tanışıp ahpap olmuşlar ve bi raz bu münasebetle, biraz da benimle eski okul arkadaşlıklarını tazelemek ar zusunu duyarak gelip Karşıyaka'ya yer leşmişlerdi.
Gerçi, onlarla bizim aramızda ne m i zaç, ne kafa formasyonu bakımından tam bir ahenk yoktu ama, bu ahenksiz lik sofra başı yarenliklerimizde silinir gider ve hepimiz aynı neşe içinde kay naşırdık. Bu kaynaşmada, hattâ lüzu mundan fazla sükûtî ve ağırbaşlı olan Kasabalı Şevket bile hiçbir aykırılık gös termezdi. Hele Ahmet Haşim'in şuna bu na dair yaptığı bazı ağız karikatürleri, ömründe bir kere eline bir mizah ga zetesi alıp da gülümseyebileceğine ihti mal veremediğimiz o somurtkan genci, gözlerinden yaş getiresiye, güldürdüğü olurdu. (Devamı gelecek sayıda i
m
Kişisel Arşivlerde İstanbul beııegı Ta h a Toros Arşivi