26 NİSAN 1988
AHM ET HAMDİ TAN PINAR İÇİN
İSTANBUL, SOMUT GERÇEKLİKLE
FİZİKÖTESİ ARASINDA SONSUZ
•
BİR GELGİTTİ...
Tanpınar’la
mevsimler
Ahmet Hamdı Tanpınar, yaşadığı İs
tanbul'u bütün bir tarih içinde dile ge tirmeye çalıştı. Romanları, şiirleri, özlü denemeleriyle bu kentin gizlerini çöz dü. Eseri bugün de bizleri aydınlatıyor.
Fakat yazar, yakın bir gelecekte aradığı pey
zajı bulamayacağını, bu kentte göremeyece
ğini bilen bir kişiydi... Tıpkı belleği harekete
geçiren yoğurtçu seslerinin yok olması gibi...
İSTANBUL
BİR YALNIZLIKTIR
EKTUPLARINI ve özel gün cesinden yayınlanmış bö lümleri okuyanlar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın uçsuz bucaksız bir yalnızlık adamı olduğunu hemen hisseder ler. “ BeşŞehir” in İstanbul’a ayrılmış sayfalarında bütün gezintiler tek başına yapılmıştır. Üsküdar’da, çarşı içinde IN’üncü Ahmet’in annesi Hatice Gülnüş Emetullah Sultan için yaptırdığı ca mie giren şair-yazar, orada handiyse kendi alınyazısını, bu kentle çakışık kaderini atım lar:
“Bu sonbahar yine gittim. Cami tenha idi., Birkaç lambanın binayı doldurmayan, fakat gölgeleri iyice besleyen ışığı altında bütün yaldızlar ve mermerler, yabancı remizler, uzak dünyalardan sadece korku getiren esrarlı işa retler gibi parlıyordu. Daha evvel Selimiye’ de çalışmış iki gözü kör bir müezzin bu göl geler ve esrarlı remizler diyarında hiçbir çiz gisi kımıldamayan yüzüyle benim farkına var madığım birtakım hakikatleri yoklaya yokla- ya dolaşıyordu.”
Tanpınar için İstanbul somut gerçeklikle fizikötesi arasında sonsuz bir gelgittir. Tarih ten şimdiye, şimdiden tarihe boyuna bir yel pazeyi açıp kapar ve kaybolan bir dünya kar şısında boş yere yaslardan sıyrılmaya çalışır: “Birdenbire hiç beklemediğiniz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçeve si, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser, iki servi, bir akasya veya asma, kü çük ve üslupsuz bir türbe, yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar.”
Yakın bir gelecekte andığı peyzajı bula mayacağı, bu kentte göremeyeceğini bilen ki şidir Tanpınar. iyi yontulmuş taştan beyaz du var önce harap olacak, sonra yıkılacak, yıktı rılacak; mermer çeşme aynası kim billr han gi yeni zengin evinin ultra modem bahçesin de bir köşeyi sözümona süsleyecek; küçük ve üslupsuz türbe, çiğ yeşil boyayla sözümo na restore edilecek ve floresan ışıklarla ay dınlatılacak!
Ne var ki Ahmet Hamdi Tanpınar, sözün mucizesine inanır. İstanbul üzerine yazdıkla rında ikide birde özlü tasvirlere yer vermesi, dağılıp giden, mimari örgüsü, geleneksel çiz gisi, imbikten süzülerek oluşmuş toplumsal coğrafyası silinen bir dünyayı hiç olmazsa kendi yazısında çizisinde ayakta tutmak is tediği içindir.
O, kenti bir bahar sabahı peyzajıyla sah neye getirmiştir. İstanbul’da bahar, her şey den önce, aralıksız değişen renklerdir. Fakat hemen eklemek ihtiyacını duyar: “Artık ba har zevkini şehre en yakın kırda, Kâğıthane Deresi etrafında tatmıyoruz ve baharı aramak yakalamak için bütün şehir halkı yola dökül müyoruz”. Doğa güzellikleri hızla yağma edil mektedir.
ALTIM VE ERGUVAN MOZAİK
Oysa bellekten yansıyan Boğaziçi mavi bir enginlik, aydınlık oyunu, gündoğumu ve günbatımında bütün sular “altın ve erguvan bir mozaik”tir. İstanbul, Tanpınar'da, çok özel bir iklimi olan içdeniz kentidir. Su, pürüzsüz bir ayna gibi kenti birçok yörede kuşattığın dan, mevsimler, takvimlerdeki iddiayla hiç mi hiç uyuşmayarak yürürler. İlkyaz ortasında kı şı tekrar yakalamak ne kadar olasıysa, kış gü nü açan güneş, beklenmedik bahar müjdeci sidir. Böylesi bir doğayla uyum kurmak iste yen mimari, değişik dönemlerde değişik an layışlara bağlanarak, bütün mevsimlerin bü tün renklerini yansıtmayı görev bilmiş gibidir.
Türk sanatmda köklü bir yeri olan lale de,
Tanpınar'ın yaşadığı günlerde zevkteki erişil-
mezliğini yitirmişti
çok daha de rinde bir türlü yakalayamadı ğım, fakat kuv vetle hissetti ğim başka bir şeyin tesiri al tında kaldım.” Bugünün insanı için bu sözler, bu duyuş lar ne yazık ki en küçük bir anlam taşımıyor. ilkyaz önce bir leylak rengi kimliğiyle be
lirir, vapur dumanları bile leylakın eflatunun dan nasip almanın yordamını aranır. Sonra bir sabah “yolunuzun üstündeki bodur erik ağa- cı” nın hepi topu önceki gece içinde “Pompei fresklerinin o meşhur Flora’sı gibi” çiçek aç tığını görürsünüz. Bu küçük mucizenin günü nüzü nasıl şenlendireceğini uzun uzadıya dü şünmezsiniz; çünkü bodur erik ağacı günde lik hayatın herhangi birköşeciğine gizlenme yi seçmiş gibidir. Baharları erguvan ve sal kımlar izler. Bir avlu mor ışıklar içinde kalır. Eski konak bahçelerinde kimileyin mavi hat miler, Acem laleleri göz okşar.
Sanatımızda köklü yeri olan lale, Tanpı- nar’ın yaşadığı günlerde, zevkteki erişilmez- liğini yitirm iştir “Bugün İstanbul’da belki es kisinden çok laldfyetiştiriliyor. Fakat her tür lü dikkatten, şahsi çalışmadan uzak olarak.” Çok değil, çeyrek yüzyıl sonra, lale, beledi yenin müsamereden farksız şenlikleri için bir araç olmaktan öte hiçbir anlam içermeyecek tir. “İstanbul’da bahar, değneğe sarılmış bir dizi kirazla biter.” Yaz kendi saltanatını kur mak üzeredir; “surlarda uçurtmaların uçuşu birden ağırlaşır, yoğurtçu sesleri bile geciken akşamlann ötesinde adeta kendi başlarına bir saat olur.”
Tanpınar, yoğurtçu seslerine bir ayraç aç mayı da unutmaz. İstanbul'da, yoğurtçu se si, belleği ve hatırayı daima harekete geçiren, garip, içli çağrışımlarla yüklü, zamanın dilim lerini işaret eden, gurbet duygusu uyandıran bir sestir. Neyse ki yaz mevsiminin pırıltılı, canlı ortamını deniz, ışıldayan güneş, şıpır tılı su, takaların, çektirilerin sayısız renk oyu nu, siyah ağlarda gümüşün bütün parıltısını taşıyan balık yığınları meydana getirecektir. Aydınlık ve berarklık şehri dört bir yanından
kuşatır.
Sanatların mevsimlere özgü görünümlerle ilintisi uçsuz bucaksızdır. Kocamustafapaşa Camii avlusuna giren Tanpınar, Yesarizade’ nin yazılarına şaşıp kalır; “Yıldırım çarpmış bir servi gövdesinin etrafında, birkaç velinin hatırasını, Abdülmecit devrinin alafranga mo daları ve gizli pişmanlıkları arasından hiçbir sanatımızda o zamanlar görülmeyen bir içli likle kucaklayan bu kaside ile her karşılaştık ça yazı ile söylenen şeylerin yanı başında ve
Nitekim minyatürün, tezhibin, kitap cildinin renkle, yaldızla yarattığı “ mevsimler dışı bir mevsim” i de hiç mi hiç alımlayamıyoruz. Bü tün o adsız-sansız sanatçılar, eserlerinde san ki boş yere, İstanbul’un sonbaharda kızaran yapraklarını, altın kumsallarını düşlemek is temişlerdir. Çeşmelere, sebillere, mermere vuran ve çininin yerini alan yaldız, mutlaka boş yere, “ içinde güneş erimiş su manzarası nı” dile getirmek istemiştir...
Beyoğlu, Tepebaşı, büyük oteller de zaman zaman Tanpınar'ın sayfalarında görülür. Asıl İstanbul’u belirleyen bu semtler değildir el bette. Ne var ki, bir dünya kenti yabancı un surlarla da zenginleşmez mİ? Tanpınar’ın "Beş Şehir" adlı ünlü deneme kitabı İstanbul’a ağırlıklı bir yer tanır.
Boğaziçi, Anadolu yakası bütün bir iç gezinin mekânıdır. Yazar, yitirdiğim iz güzellikleri aktarmaya çalışır.
Sanatlarımıza duyulan bu saygının beri sinde, yine “Beş Şehir”in saptayımlarına geri dönersek, 40 yıl önceki İstanbul’da bile han gi tehlike çanlarının şiddetle çaldığını iş iti riz.
Üstelik kente yönelik bir pusu kurulmuş gibidir: “Bir şehrin tabiatla —ve bu tabiatın en ağır basan unsurlarıyla— tarihi ile cemi yet statüsü ile yarattığı sanat eserlerinde mevcut olacağına inanıyorum.” Biz bu öğe lerin hepsini gönül rahatlığıyla feda ederiz. Kültür gömleğinin her değiştirilişinde kent ten bir özellik daha silinir, birçok özellik s ili nir. Bunun yenileşme, ilerleme olduğu safsa tasıyla nice zamanlar avunuruz.
Zaten kış İstanbul’a mahzen rutubetiyle küf kokusunu getirip bırakır. Her şeyi kül ren gi sarmalar. Bütün güzelliklerden geriye, “öl müş bir Völasquez prensesinin elbiseleri gi bi ıslak ve kül rengi bir ipek yığını” kalır...
BİR YIĞIN KONTES VE PRENSES
İstanbul’u bir yeryüzü kenti haline getir miş bütün kozmopolit unsurlar da yiter. Tan zimat’tan sonraki Fransız, İtalyan tesirlerinin kültürümüze ne katıp, kültürümüzden neyi alıp götürdüğünü araştırmak nasıl aklımıza gelmemişse, İstanbul’daki Beyaz Rus fırtına sı üzerinde de durmayız; azınlıkların dünya larını da omuz silkmekle geçiştiririz.
Tanpınar, Rus muhacirlerinin Beyoğlu’nu adeta zaptettiklerini söyler. Bir yığın bol düz günlü, bol mücevherli kontes ve prenses kah ve, çay, rakı, yemek servisi yapmaktadırlar kahvelerde, lokantalarda. Vestiyerdeki göğ süne kadar sakallı adamın sabık bir general olması ürperti vericidir. Çar yaveri, asilzade delikanlılar çevik Kafkas oyunları oynarlar. Dörtbiryandân balalayka sesleri gelir. Çarın bale takımı Beyoğlu’naa Rimski Korsakof’un “Şehrazat”ını günlerdir temsil etmektedir.
Ama hepsi biter. Bugünkü İstanbul’u ya şamak düşecektir bizim payımıza. Doğasını, mimarisini, törel değerlerini, iç zenginliğini, geniş görüşlülüğünü, özel uygarlığını, farklı olana kucak açışını —itiraf edelim ki— eni konu yadsımış bir İstanbul. Adı İstanbul kal mış karanlık, kasvetli, niteliksiz bir yer. Bel ki bir taşra kenti bile değil. Sorumsuzca tü kettiğimizi kavrayabilmek için yine Tanpınari ın bir yargısına kulak vermemiz gerekiyor:
“Kültürümüz, hakiki İstanbulludur."
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi