• Sonuç bulunamadı

Hasan Ali Yücel'in eserleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Hasan Ali Yücel'in eserleri"

Copied!
35
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

IV Sayı 34

H A B E R L E R İ

B U S A Y I M I Z

Unesco Sözleşmesini Türkiye Cumhuriye­ ti adına 1945 yılında Londra'da imzala­ mış bulunan;

H A S A R - A L İ Y Ü C E L ' i n

aziz hâtırasına ithaf edilmiştir.

İÇİNDEKİLERİN YAZARLARI (Alfabetik soyadı sırasıyla)

Hayri Alpar, Falih Rıfkı Atay, Bediî Fa­ ik, Cevat Dursunoğlu, Sabahattin Eyüpoğ- lu, Uluğ İğdemir, Zeki H. Karabuda, Ya- kup Kadri Karaosmanoğîu, Vildan Aşir Sa­ vaşır, Siyavüşgil, Ahmet Hamdi Tanpmar, Faik Reşit Unat, Hilmi Ziya Ülken,

Ahmed Emin Yalman

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER

Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu ile işbirliği halinde

TÜRKİYE MİLLİ KOMİSYONU TARAFINDAN

(2)

f

U N E S C O

H A B E R L E R İ

İmtiyaz Sahibi: UNESCO Türkiye Millî Komisyonu adına Genel Sekreter Zeki Hakkı KARABUDA

Yazı işlerini fiilen idare eden Mesul Müdür: Zeki H. KARABUDA Yazı H eyeti:

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Yönetim Kurulu üyelerinden : Prof. Yavuz ABADAN

Prof. Fikret ARIK

Cenan Sahir SILAN, Yüksek Mühendis Ord. Prof. Muzaffer ŞEN YÜREK Prof. Bedrettin TUNCEL Faik Reşit UNAT Genel Sekreterlikten:

Zeki Hakkı KARABUDA Zekâi BALOĞLU

Basıldığı yer : Güzel İstanbul Matbaası — Ankara Adres :

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Göreme Sokak, Kavaklıdere, Ankara

(3)

Unesco Haberleri

Aylık Dergi

Mart, 1961

Seri III Sayı 34

Ö N S Ö Z

0\

H a ş a n - Ali Yüc el

Yazan : Zeki H. KARABUDA

ikinci İnönü zaferinden az sonra İtalya Harp Filosunun «Audace» adlı torpidosu 1921 yılının bir bahar günü bizi îstanbula çıkarıyordu. îstanbula çıkanlar Birinci İnönü zaferiyle gözleri açılmış olan cihan savaşı galiplerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk defa hitaba layık görüp barış yapmak için çağırdıkları Lond­ ra Konferansından dönen Millî Mücadele «Hey-eti Murahhasa» sı id i: Bekir Sami Bey (Kunduh), Zekâi Bey (Apaydan), Yunus Nadi Bey, Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ve arkadaşları...

Ben de bu Heyetin kâtipliğiyle görevliydim.

Torpidonun motorbotu bizi Italyan «Carabinieri» leri ile çevrilmiş olan Tophane rıhtımına yanaştırdığı vakit, yanıma zeki bakışlı, munis tavırlı bir genç sokuldu. Heye­ canlıydı, mesuttu, sevinçten gözleri parlıyordu. Türk kurtuluş idealinin bu ilk ba­ şarısı, «mütareke» nin iztırabı içinde kıvranan İstanbul’a o vakite kadar Avrupa’nrn «eşkiya» dediği savaşçıların adeta efsanevi denecek bir şekilde ayak basmaları onun millî heyecanını coşturmuştu. Sordu, bir çok şeyler sordu. Nasıl çağrıldığı­ mızı, nasıl gittiğimizi, neler kazandığımızı anlamak istedi. Zamanın milliyetçi gaze­ telerinden biri adına — yanılmıyorsam «Akşam» idi. — beni bu soru yağmuruna tu­ tan ateşli gence durumun müsaade ettiği kadar cevap veriyor, onu tatmine çalışıyor­ dum. Bu terbiyeli ve zarif delikanlı Haşan-Âli idi.

Diplomasî mesleğinin bitmez tükenmez göçleri ve «muvakkat» likleri bana onu tekrar görmeği uzun yıllar nasibetmedi.

1934 yılında Sofya Elçiliği Başkâtipliğinden merkeze dönünce geçim sıkıntısını gidermek için Ankara okullarından birinde hocalık yapmak üzere Maarif Vekâletine başvurmuş ve Ulus meydanındaki binada tahta perdelerle çevrilmiş bir Umum Müdürlük odasına götürülmüştüm. Ders senesi başlamak üzere olduğu için, genç, yaşlı bir çok öğretmen odada bekliyordu- Aralarına ben de katılmaya çalışırken ma­ kam sahibi geldi. Birde ne göreyim, gelen Umum Müdür 1921’in munis genci de­ ğil mi? Beni birden tanıdı; nezâketle yer gösterdi ve kibar bir alâka ile hemen o vaktin «Musiki Muallim Mektebi» nde Fransızca hocalığına tâyin etti.

Ertesi yıl hocalığım ikileşti: Haşan - Âli Yücel bana Ankara Lisesinin Almanca öğretmenliğini de vermek suretiyle ilgisini tazelemişti. Tabiî çok memnun olmuş­

(4)

tum. Şükran duygusuyla karışık bir sempati ile bağlandığım bu «Devlet Adamı» ada­ yının hızlı muvaffakiyetlerini izlemekten zevk duyuyordum.

1945 te uzak bir Asya memleketi dönüşünde Adnan Saygun’un Yunus Emre Ora­ toryosunu Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde dinlemeğe gitmiştim. Kapıda 1921in ateşli gencini bu defa ünlü bir Maarif Vekili olarak, dâvetlilerini kendine mahsus ağırbaşlı nezaketiyle karşılıyor buldum.

Artık kariyerini yapmış, canlı eserlerini meydana koymağa başlamış, istikbal­ deki hamleler için kendini tamamiyle teçhiz etmiş bir Haşan-Âli Yücel’i görmek benim için bir taraftan memleket hesabına bir sevinç, diğer taraftan da vaitkâr bir genç olduğunu tâ yirmi yıl evvelden sezmiş olmam bakımından da egoist bir memnun­ luk konusu teşkil etmişti.

Dönüp dolaşıp nihayet Ankarada emeklilikte karar kıldıktan sonra UNESCO’- da — Haşan - Âli’nin kendi deyimiyle «baba» sı olduğu UNESCO’ d a — vazife alın­ ca onu evvelâ Millî Komisyonumuzun çeşitli ihtisas komitelerinde hakiki bir mürşit, bir yapıcı, daha sonra da Yönetim Kurulu üyesi olarak fikrî zenginliği ile bir ha­ yatiyet kaynağı, her şeyin üstünde de müşfik, kalp ve heyecan sahibi bir insan ola­ rak gördüm.

Umumiyetle kültürel mevzularda, özellikle Eğitim ve Pedagoji alanında eskilerin tâbirince bir «nihrir» idi. Keskin mantığiyle şaşmaz muhakemeler yürütür; güzel tah­ liller, nefis terkipler yapardı, «électique» zekâsı daima «iyi» yi ve «doğru» yu bulurdu. Hangi büyük siyasî adamın hayatında irtifalar ve uçurumlar yok ki?!.. Nihayet kadirbilmezlik, çekememezlik, başkasını yere vurarak şöhret yapma hırsı, irfan ve politika hayatımızda uzun zaman parlayan Yücel’i de taşladı ve hassasas kalbini yıllar yılı sızlattı.

Rahmetli Dr. Muzaffer Şevki’nin delâletiyle muhterem Nadir Nadi’nin ona «Cum­ huriyet» sütunlarını açmış olmasından şükranla bahseden bir yazısı bu ıztırabını ne güzel tasvir eder-..

Ömrünün son dört yılını acılattığını bütün tafsilâtiyle öğrendiğim bu sıkın­ tılara «stoïque» bir ruhla katlanmasını ve mukavemet etmesini bilen merhum, 27 Mayıs’tan sonra tekrar gün ışığında parladı ve ezelî sevgilisi olan Eğitim’in mem­ lekette geliştirilmesi işinde en ziyade danışılan ve dinlenen şahsiyeti haline geldi.

Oh!. Nihayet geniş bir nefes alır gibi oluyordu -.

UNESCO Millî Komisyonunun kendisinin de üye bulunduğu İdare Heyeti onu Pariste toplanacak olan onbirinci UNESCO Genel Konferansına gidecek Delegasyon’a üye seçmiş ve meziyetlerine bağlılığını yakından bildiğim Profesör Bedrettin Tun- celle bu seçimi o zamanın Eğitim Bakanı olarak Hükümet cephesinden desteklemişti.

Yola çıkmazdan bir gün önce telefonda :

— Ben gitmesem nasıl olur? diye titrek, ona yakışmayan bir ses işidince acaba rahatsız mı demiştim. Değilmiş. O andaki psikolojik durumu ne idi anlayamadım, fakat İsrarım fayda verdi ve yağmurlu, karanlık bir kasım sabahı Profesör Tuncel, o ve ben kendimizi Esenboğa Hava alanına çömelmiş bir Caravelle’in, içinde, dört saat kadar sonrada Paris’in Orly meydanında bulduğumuz zaman, üstadı daha memleketi terketmeden başlayan noslaljisinden nisbeten kurtulmuş, uygarlığın, konforun orta­ sında adeta mesut görünce ne kadar haz duymuştum-••

Pariste ilk hafta iyi geçmişti. Herzaman hemen her an o, profesör Sağlam ve ben beraberdik. Hergün Fontenoy meydanındaki UNESCO sarayına gidiyor, beraber yemek

(5)

yiyor, akşamlan tiyatroları ziyaret ediyor, işsaatleri dışında da kahve teraslarında oturarak önümüzde aralıksız kaynaşan medeniyet ve güzellik selinin akışına bakarak oyalanıyorduk.

Ama aramızdaki konuşmalarımızda özellikle onun «leitmotiv» i yine memleket meseleleri idi. Paris’e varınca vatandaki bazı olaylara dair haberler hepi­ mizle beraber onu da çok üzmüştü. Bu üzüntüsünü ancak UNESCO’nun Ko­ misyonlar ve hususiyle Umumi Heyet toplantıları dağıtabiliyordu. Hele Genel Direk­ tör Vittorino Veronese’nin iki senelik faaliyet raporuna çeşitli Devletler Delegas­ yonlarının beyaz, sarı, esmer, kuzgunî yüzlü çeşitli Başkanlarmın Birleşmiş Milletle­ rin dört resmî çalışma dilinde günlerce verdikleri cevap nutuklarını dinlemek onun için adeta bir iptilâ olmuştu. Bir Demosten hitabetiyle söylenen bu muhteşem nutuk­ ların derhal âbideleşen müeddaları, aksettirdikleri ince duygular ona zevklerin en büyüğünü tattırıyordu. Yalnız bir şikâyeti vardı:

Ah! diyordu, ben de bu mehabetli kürsüye çıkıp bir şeyler söyliyebilseydim... içim içime sığmıyor. Kafama ne fikirler hücum ediyor, bilsen? Yazık ki ömrüm bo- yunce özlediğim bir emele ulaşamadım ve yabancı bir kültür dilini ana dilim kadar fasahatle konuşmayı başaramadım. Hayatım süresince iki «Şemsettin Sami» kamusu eskittim. Okuduklarımı iyi anlar, dilediklerimi de fransızca olarak anlatır oldum, amma bu yetermi? Ben de bu dev adamlar gibi çıkıp memleketimin dâvalarını or­ taya kana kana niye atamayayım?...

Yücel’in Pariste önemli bir üzüntüsü daha olmuştu: Aziz Başkammız Prof. •Tevfik Sağlam’ın ağır hastalığı... Onu, kaldırdığımız Neuilly’deki Amerikan Hasta- hanesinde bir çok ziyaretimizde bitap ve dalgın yatar görmek bizi perişan etmişti. Ya­ kınlarından gelen mektupları yastıklarının altında saklıyacak kadar ailesine düşkün olan Yücel, Londra’da B.B.C. de vazife almış olan oğlu Çan’ı çok özlemiş, ona daha evvel geleceği günü bildirmişti. Naçar, aklı Paris’teki sevgili hastada olduğu halde Londra’ya uçtu; lâkin eminim ki, bu seyahat ona zehir

olmuştu-İşte bütün bu anlattîklarım’dan ötürü son Avrupa yolculuğu da ona yar olmamıştı. Seyahatimiz esnasında bir münasebetle bana vadettiği güzel bir stylo’yu getir­ mek için UNESCO’nun Kavaklıderedeki dairesine kadar zahmet lütfunda bulunmuş­ tu. Fakat baktım yine iyi değildi. Neşesizdi, hattâ halsizdi. Maneviyatı da bazı sebep­ lerden bozuktu. Kaygulanmıştım. Ancak 25 Şubatta İstanbul’da yaptığımız İdare He­ yeti toplantısına pürneşe gelişi endişelerimi dağıtmıştı. Güzel güzel dinlemiş, güzel güzel söylemişti... Öğle yemeğine Prof. Tevfik Sağlamla beni Park Otele davet etti. Hayatı yine seviyordu. Masanın denizi iyi gören tarafında yer almasını rica ettiğim vakit:

— Ben İstanbul’un bu sene Orhantepede tadını adamakıllı çıkaracağım. Sen An- karadasın, oraya sen otur, keyfine bak! dedi. Renkli sohbeti bütün yemek süresince mevzudan mevzua tam bir bilgi ile, zekâ ile aktı, durdu... Bir aralık söz mecrası edebiyata dökülmüştü. Şinasi’nin yayınlanan seçmelerinden bahsederek :

— Bir çok kelime ve cümleler biribirini izliyor, ama cevher meğerse nekadar azmış, dedi.

Sonra edibin muasırı olan yabancı yazarlara geçti, mukayeseler yaptı ve bahsi Jean-Paul Sartre’da bitirdi. Kalktı; her vakit yemek sonraları istirahati severdi; bu defa ona da lüzum görmedi.

Bu zindeliğe, bu enerjiye, bu hayat iştiyakına karşılık iki gün sonra radyoda işittiğim bir matemi hitabın kısa sözleri, sanki beynimin üstüne inen gürz darbeleriy­ di. İnanmak istemiyordum...

(6)

Haşan-Âli Yücel’i kaybettik!..

Haşan - Âli Yücel nasıl kaybedilirdi? O bize çok, pek çok lâzımdı. Devlet «rical» i nin pek mebzul olmadığı bu memlekete lâzımdı. Köhnelik, gerilik aleyhtarlarına, va­ tanımızın ileri medeniyet dünyasında tam Avrupai bir devlet olarak yer almasına çabalayanlara lâzımdı...

Fakat yazık ki, ne yazık ki, bu fecî hakikati Yücel’in misafir bulunduğu Prof. Sağ- lam’m evindeki telefon da bana zâlimane tekrar etti ve elim ayağım kesildi...

İztirapsız söndü; lâkin geride kalan dostlarını büyük bir boşluk içinde, tesellisiz bıraktı.

Cenaze töreninin İstanbulda samimî bir matem havası içinde, hıçkırıklar arasın­ da, pek az fâniye nasip olmuş bir ihtişam içinde yapılması ona hayatında reva görül­ müş olan kadirbilmezliğin bir kefareti idi sanki...

Yüeel’in, ilgisini esirgemediği dergimizin bu sayısını onun yüce şahsiyetine hasret­ meye ve hakkında ölümü münasebetiyle yazılmış olan yazıları derlemeye yazı ku­ rulumuz karar verince kendimi tutamıyarak ünlü imzalardan önce ben de eski yeni anılarımı ve tahassüslerimi bu mütevazi satırlara dökmekten kendimi alamadım...

B İ Z E G Ö R E Son Mülakat!

Hayri ALPAR Arkadaşlar:

«— Haşan Ali - Yücel bey geldi.» dediler. Odaya girdiğim zaman top gibi patla­ yan bir sesle gürledi

«— Oğlum, merdivenleriniz de pek dik!.» Elini sıkarken:

«— Ama üstad dedim. Maşallah siz daha merdivenden şikâyet edecek yaşta mı­ sınız?»

«— Öyle bir şey söylemedim. Elbet de değilim. Ben sizleri düşünüyorum.» ce­ vabını verdi. Gülüştük. Uzun kaşlarının altından zekâ fışkıran gözlerle bakıyor, pek meraklı olduğu için tabloları inceliyordu.

«— Sizi buraya kadar yordum. Bir yorgunluk kahvesi içmez misiniz?» diye sor­ dum :

«— içerim elbet de» dedi. Biliyordum. Şekeri vardı, kahve içerdi. Fakat bu gelişinde onu büsbütün değişik buldum. Neşe içinde idi. Hayatiyet fışkırıyordu yü­ zünden. Meğer şekeri normale düşmüş. Az şekerli kahve istedi bu sefer. Ne kadar sevinmiştik...

Ankara’da son görüşmemizin üstünden iki ay bile geçmemişti. Temsilciler Meclisi üyeleri seçildiği sıralarda, gezeteci arkadaşlar onu da aday göstermek istemişlerdi. Fa­ kat o, bir de yazı gönderrerek sah. etmişti.

«— Ne olur, ne olmaz. Politikaya yine bulaşmıyalım» diyordu.

Ama, son günlerde çeşitli partiler kuruluyordu. Her partinin doğuşunda, onun adı da ortaya atılıyordu. Hazır gelmiş iken, kararında bir değişiklik olup olmadığını öğ­ renmek için sordum :

(7)

«— Hemen her gün sizi, yeni bir parti kurucuları araşma sokuyorlar. Yoksa?..» Dik dik yüzüme baktı.

«— Söylerler, söyler. İnanıyor musun evlâdım sen bu söylenenlere?» dedi. Ve sonra bir müddet daldı...

Eminim ki o anda, on beş yıl ötefere gitmiş, uğradığı haksız hücumları hafıza­ sında canlandırıyordu. Olayların içinde yaşamıştık.. D.P. nin muhalefet yıllarında, bi­ lerek, bilmiyerek hepimiz ona çatmıştık. Politika hayatında bu yeni bir darbeyi asla unutmaz, her vesile ile anlatır dururdu.

Yavaş yavaş başını kaldırdı. Tarihten seslenir g ib i:

«— Politikayı biz başkalarına bırakıyoruz evlât!?» dedi. Ama yine de o acı hâtı­ ralardan söz açmaktan kendini alamadı Konuşuyordu :

«— Bilirsiniz 1946 da îzmire gitmiştim. İki ay kadar dolaştım. Durumu inceledim. D.P. nin yaptığı propagandaları görüp dinledikçe, endişe ediyordum. Çünkü; demok­ ratik bir parti propagandası değildi. Yer yer gericilik tahrik ediliyordu. Atatürk’ü ve eserlerini yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Ankaraya dönüşümde gördüklerimi anlattım : «Bu demokrasi filân değil, düpedüz gericilik» dedim. Fakat, İnönü, çok partili demokrasi rejimine gönül vermişti bir kere. İşte o zaman âkıbeti- mizi görmüş, demokrasiden ümidimi kesmiştim. Bakanlıktan, milletvekilliğinden ay­ rılmağa, politikadan çekilmeğe o zaman karar vermiştim.

Atatürk’ü ve eserlerini yıkmak için, önce bizim gibi ne kadar Atatürkçü ve dev­ rimci varsa, âdi iftiralarla yıkmağa çalıştılar. Dış propagandalar da bundan azamî fay­ dalandılar. îç düşmanlar,dışarıdakilerin ekmeklerine yağ sürdüler. Elele yürüyorlardı sanki!... Geçirdiğimiz on yılda başımıza gelenler bundandır...»

Gerçekten de öyle oldu. Haşan Âliyi yıkacağız, diye büyük bir şevkle kurulan köy enstitüleri ortadan kaldırılmadı mı? Bunun sonunda gerici yobazlar köy çocuklarını ele geçirmediler mi? Ya Halkevleri? Millî Birlik ruhu veren, kültür yayan bu mües- seselerin de, köy enstitülerinin arkasından kapılarına kilit vuruldu.

Son Halkevleri konusuna gelince, Yücel’in derdi büsbütün depreşti:

«— Rahmetli Peker’e söylemiştim o zaman. Geliniz şunları Millî Eğitim Bakan­ lığına bağlayalım. Yarın, öbürgün başımıza dert açılır. Parti malı, derler .kapatırlar... «Bu Haşan Âli de her şeyi Bakanlığına bağlıyor!» diye homurdananlar oldu. Başka bir teklifte bulundum : Maliye Bakanlığına bağlayalım. Bu Bakanlığın kontrolü altın­ da bir tesis kuralım, dedim. Mülâyim karşılandı. Fakat «ha bugün, ha yarın» diye sav­ saklandı. Hazırladığımız tasarıyı kanunlaştıramadık. Gitti!..»

Kendisine :

«— Üstad, dedim. Bakınız hâlâ tereddüt ediliyor. «Türk kültür dernekleri» ne mal etmek istiyorlar. Ne hazin tecellidir ki, bu dernek kurucularının, çoğu Atatürkçü ve eski Halkevci, ama bir türlü «Halkevlerini açalım» deme cesaretini gösteremiyorlar. Sanki o evler bir fesat yuvası gibi çekingen davranıyorlar...»

Üzüldü.. Kendisine bu konuda bir yazı yazdığımı söyledim :

«— Yaz oğlum, yaz, dedi. Ben de yazacağım. Türk milleti müzik, tiyatro, edebi­ yat, spor, eğitimini ik defa bu ocaklardan aldı. Okumaya bu evlerde alıştı. Tiyatro ve konservatuarımızı besliyen kaynaklar oldu Halkevleri.. Sonra ne oldu? Depo yap­ tık, karakol, resmî daire yaptık Halkevleri ve Halkodaları binalarını!...»

Tesadüfe bakınız ki, bu pazartesi günü çıkacak yazısının konusu batıcılık im iş: « Garbe yönelme nedir?» Bunu anlatıyormuş. Korkudan, cesaretsizlikten söz açınca,

(8)

yazısından bir satırı okudu: «Garbe yönelme, fikirden korkuyu kaldırmakla başlar..» Ne kadar doğru. Biz bu korkuyu yenemediğimiz, fikre tahammüle alışamadığımız için, karanlık yollarda yürümekten kurtulamıyoruz. Doğruyu söyleyenin boğazına sarılı­ yoruz.

Cumartesi günü son defa buluştuğumuz zaman da yine bu meseleler üzerinde saat­ lerce konuştuk...

1938 yılından beri yakından tanırdım onu. Biz o zaman genç bir gazeteci idik. O, Bakandı, ilk öğretim, teknik ve meslekî öğretim, seferberliği başlamıştı. Gazeteci ola­ rak enstitüleri gezerdik. Yeni okulların açılışında çoğu zaman beraber bulunurduk. Izmirde açılan yüksek iktisat ve ticaret okulunun açılış törenine de beraber gitmiştik. Yüksek mühendis okulunun teknik üniversiteye çıkarılışında yapılan kutlama törenine katılmıştır.. Çocukluğumuz da yazılarını okuduk, yetişkin çağlarda çalışmalarını iz­ ledik. Tek parti devrinde de gördüğümüz yanlış işleri açıkça yüzüne söyler, tartışır­ dık. Tahammül ile dinler. Doğru sözü kabul ederdi. Ama o, 27 Mayıstan sonra pek ümitli idi. Durmadan çalışıyor, yeni eserler hazırlıyordu. Bir yandan da eğitim plânı­ nın hazırlanışında da görev almıştı. Bize, bu plânın ne kadar önemli olduğunu, Türk eğitim hayatının bu plânla gerçekleşeceğini anlatmakla bitiremiyordu...

Meğer, veda ziyareti imiş bu son gelişi! Bu konuşmalarımız da son dertleşme imiş. Bütün dostlarını arıyordu, hasta olduğu için göremediği Bediî’ye de Pazar günü öğle­ den sonra da beraber gidecektik. Boşuna bekledim onu, Ben onu beklerken, meğer o dostlarından ayrılarak ebedî yolculuğuna çıkmış!. «Dünya» daki köşesini boş bırakarak göçüp gitmiş, bizleri de acıya boğarak gitmiş!.

«Dik» diye şikâyet ederek, ağır ağır çıktığı merdivenlere bakıyorum:

*— Böyle de süratli inilmezdiki üstad, bu merdivenlerden...» diyorum, şimdi! . Evet o, büyük bir boşluk bırakarak gitti aramızdan... Türk kültür hayatı adına, ne kadar yansak azdır...

BİR EĞİTİM ADAMININ ÖLÜMÜ

Falih Rıfkı ATAY Bir başbakanın, hattâ Atatürk ayarında bir devlet reisi liderin memlekette bir ta­ kım işlerin yapıldığını görmek istemesi, o işlerin yapılmasını sağlamaz. O işlerin mem­ leket için hayırlı ve gerekli olduğuna inanan, ve o işleri yapmasını bilen bakanlara ve teknisyenlere ihtiyaç vardı. İsmet İnönü’nün daha başbakan olduğu vakit, millî eğitim bakımından, neler istemekte olduğunu biz kendisi ile yakından teması olan­ lar bilirdik: Türkçe bir ansiklopediyi kütüphanesinde görmek, klâsikleri türkceye çevirtmek, kız oğlan bütün halk çocuklarını ilkokul eğitiminden geçirmek, ve Türk sanatçılarını bir Türk opera binasının sahnesinde alkışlamak!

Bu ihtiyaçları onunla beraber millî eğitim bakanları arasında yalnız, dün ölüm haberini yüreğimiz yanarak aldığımız Haşan Âli Yücel duymuştur. Köy enstitülerini o ve rahmetli Tonguç, ötekileri de yine o ve yetkili arkadaşları kurmuşlar ve gerçek­ leştirmişlerdir. Bayar - Menderes rejiminin milyarlar bütçeli on yılında Haşan Âli Yücel’in pek kıt bütçeli, darlık içindeki eğitim bakanlığı devrinden pek çok az eser yayınlanmıştır. Başlanan ansiklopediler bir türlü bitirilmemiştir. Çünkü bu devir kül­ türe inanmıyordu.

(9)

Haşan Âli Yücel daha C.H.P. iktidarda iken, şimdi artık bu partide nüfuzları kalmıyan bazı rakip görmek istemez hırslı kişiler hükümete geçtikleri vakit hiyanete uğramıştır. O da, Tonguç da aşırı solculukla suçlanarak kırılmışlardır. Dahası var : Kendi arkadaşlarının nankörlüğü yüzünden uğradığı bu iftira 1946 ile 1950 arasında bir demokrat gevezesi tarafından sömürülerek ona tecavüz edildiği vakit arkadaşları Haşan Âli Yücel’i yalnız bırakmışlardır. Dahası bile v a r: C.H.P. düştükten sonra «Ulus» tâki yazıları ile partili hizmetine devam ettiği sırada, yine artık C.H.P. de bulunmıyan ve rakipsiz kalmak isteyen o hırslı kişiler tarafından, «— Efendim, teş­ kilâttan Haşan Âli komünistir. yazılarını neşretmeyiniz! diye mektuplar alıyoruz!»

iJçCoL S UVIA- V «. J v e . c v \ -W *< XcW U L ^ V > X İw \qAJL. ¿S }

vvvO-dLoLe

t_

-eKo-YVO'Vvvv

öU İo

C c J h o sv y v O t

' j t - ' f ) U .

U

L

U

m

— •

T u * K Vöt/icc

/vcA-/wA>va .

__ TÖ OVA v'

^ \ » ı v o ı o ^ d v < — c w v i i - c L ^ f /VW

^V€AX1C 'VCWV\ ^ (i v }

zyvvococ^c*.^-

^Z'K'vvi/f^ ve.

^M ^octoC/^VU.

U İ J U X .

vo ^ | a A lA ^ o O U A _

* * 3 ]"■ !*ÎS> c/ S & i o m , - < a &

(10)

diyerek yazıları reddedilmiştir. Haşan Âli ancak o zaman büyük ümitsizlikle partiden çekilmek zorunda kaldı. Ona yan bakan türedi politikacılardan hiç, ama hiçbirinin onun binde biri kadar ne partiye ne de memlekete hizmetleri olmamıştır.

Daha sonra Haşan Âli Yücel’e «Cumhuriyet» sütunlarını açtı. Bir hayli zaman­ dan beri de biz yazılarını yayınlıyoruz. Hiç kimse, hiçbir zaman bizlere «Ulus» a gön­ derildiği söylenen mektupları yazmamıştır.

Haşan Âli Yücel cumhuriyet devrinin ve Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının başlıca hizmet adamlarından biridir. Cenezesi arkasındaki en büyük çelengin, bazı eski nankör adamlarının kötülüğünü affettirmek için Cumhuriyet Halk Partisi yazı­ sını taşımasını isterdik!

Y Ü C E L

Bedii FAİK Lisedeydim. Haşan Âli Yücel maarif bakanı olmuş, İstanbula gelmişti. Mektebi ziyaret edecek dediler. Hocalarımızın çoğu onun da hocasıydı, her hangi bir hazırlık yapılıp yapılmıyacağını soran sınıf işgüzarlarına : «— Ne hazırlığı? dediler, o da siz- ler gibi elimizde büyüdü.»

Coğrafya dersindeydik. Haşan Âli Yücel, bizim sınıfa girdi. Yalnızdı. Tek başına sınıf gezen galiba ilk maarif bakanı odur. Ondan öncekilerin müdürler ve müfettiş­ lerden ibaret bir kalabalığı nasıl peşlerinden sürüklediklerini iyi biliyorduk. Haşan Ali Yücel, üstelik sınıfa bir müfettiş gibi dahi değil, bir talebe gibi giriyordu. Koyu renk kostümü ilikli idi. Kapıda kendisine de hocalık etmiş olan Saffet beyi saygı ile selâmladı. Hocamızın işareti üzerine ayağa kalktık. Saffet bey gülümsiyerek : «— Gel bakalım 61 Haşan dedi». Yeni bakan koştu, hocasının elini, yaşlı hoca kürsüde eğildi, eski talebesinin alnını öptü.

Ve ben Haşan Âli Yücel’i böyle sevdim.

A

Gezeteciliğe başladığım yıllar, demokrasinin henüz alışmadığımız şımarıklığı için­ de, o zamanki muhalefet basınının Yücel’e karşı yaptığı haksızlıklarla doludur. C.H.P. ik­ tidarını yıkmak için, bahaneler icadında pek alışan dimağlarımız, Yücel’in bir avuç sol­ cuya bir kap sıcak yemek ve biraz rahat yatak temin ederek onları kazanmaktan iba- i’et yakınlaşmasını, memlekete kıpkızıl bir davranış gibi göstermemize yetti!. Bu boğucu duman, nihayet kendi partisini dahi sarmıştır. Kenan Öner’e karşı açtığı dâvâki, kendisinden çok partisinin haysiyet meselesiydi, bunda dahi maddeten ve mânen yalnız bırakılmıştır. Politikada ilk kırılışı burada başlar. Ama Haşan Âli Yücel, rind’di. Gönül ve ruh adamıydı. Uğradığı haksızlıklara karşı, bir teşbih böceği gibi kıvrılıp, zengin iç âlemine dalmış ve muarızlarına gene de kalbini açmıştır.

1950 de Ankara’da Karpiçte tamnmiş bir bankacı dostun yemeğinde kendisine karşı yaptığımız haksızlıkların hisseme düşeninden dolayı özür dilemiştim. Gülerek dinledi dinledi de sonra kolumu tutarak : «— Evlât dedi, balta ormana girdi diye, ağaç olduğuna pişmanlık duyanlardan değiliz biz.»

Ve ben Haşan Âli Yücel’e böyle bağlandım.

A

İnsan için mehenk olarak bilinen ne varsa, içki sofrasından, seyahate, tartışma­ dan, sıkıntı ve keder paylaşmasına kadar, hepsinde Haşan Âli Yücel’le yanyana

(11)

bu-lundum. Hiç birinde, nezaketini bırakmaz, kalbini kapamaz, aslâ değişmezdi. Sofrada doyulmaz bir dost, seyahatte vazgeçilmez bir dost, tartışmada ayrılınmaz bir dosttu. Yalnız köy enstitüleri bahsinde muarızlarını affetmemiş ve bu konudaki tartışma­ larda âdeta kılıç çekmiştir. Bu dâvaya öylesine bağlı idi. Enstitülerde iyi yetişmiş­ leri, öz çocuklarından ayırmamıştır. 1950 den sonra köşesine çekilerek yazdıklarının çoğunda, bu bağlılığın bu inanışın tesiri büyüktür.

Doğrusu, bünyesi de demir gibiydi. Ama nereden bilelim, biz yumuşak yüreğini, neş’esini çalışma ve yaşama gücünü görüyorduk, çektiklerinin kalbindeki izlerini, de­ ğil bize, en yakın dostu ve doktoru Tevfik Salim Paşa’ya bile belli etmemiş ki...

Cumartesi günü matbaada Hayri Alpar’a : «— Bediî gene hastaymış, yarın gi­ dip görelim» demiş, pazar günü bana ölüm haberi geldi.

Ve ben Haşan Âli Yücel’e böyle ağladım.

H A S A N A

l î y ü c e l

Yücel'in yedi yıllık Bakanlığını inceleyecek, araştıracak olan tarihçi Millî Eğitim tarihimizin en şerefli sayfalarını ona ayıracak

Cevat DURSUNOĞLU ÖLÜMÜNDEN beş on gün önce idi. Yücel’in, huzurunu samimiliğinden alan evi­ nin holünde oturmuş Sohbet ediyorduk. Bu hole açılan kitap odasının kapısının üs­ tünde eski ünlü hattatlarımızdan birinin kaleminden çıkmış, usta bir tezhipçinin eliyle süslenmiş bir yazı vardı. Bu levha «Rütbelerin en yükseği ilim rütbesidir.» anlamını taşıyordu. Bir kitap odasının kapısına bundan daha uygun bir yazı çizilemezdi. Bu yazıyı çıkış kapısının üstündeki başka bir yazı tamamlıyordu. Büyük sanatçı İsmail Hakkı Altınbezer’in kalemininden çıkmış olan bu yazı da «iyilik ettiğin kimselerin yapacakları kötülüklerden sakın» anlamında idi. Yücel iyilik ettiği bir takım kişiler­ den çeşitli kötülükler gördüğü için bu levha da yerini bulmuştu. Bu iki yazının dik­ katimi çeken yönlerini kendisine söyledim. Ve dedim ki, «Altmışbeşine başacağın günü daha önceden bana söylersen bu yazıların, senin yaşayışın bakımından anlamlarını ya­ zarım.» Gülüştük. Şimdi, bu satırları yüreğim kanayarak yazıyorum. Ben ne istemiştim ne olmuştu. Çarkın bu ters dönüşü ne yuh!

YÜCEL'! ilk defa 1925 yılında tanımıştım. İzmir Lisesinde felfese öğretmeni idi. Bu lisenin en genç fakat en «şahsiyetli» öğretmeni olarak dikkati çekiyordu. Tanıştığı­ mız günden buyana onun hayatını izledim... Her gittiği yerde, her aldığı görev de; Müfettişliğinde, Genel Müdürlük görevlerinde de bu üstünlüğü gösterdi. Bu, Onun ki­ şisel değerinden geliyordu. Yetkişi büyüdükçe başarısı ve etkisi artıyordu. En bol mey­ vesini yedi yıl süren bakanlığı günlerinde verdi. Millî Eğitimin her dalında başarı­ lı çalıştı. Ama Onun Millî Eğitim tarihimizde şeref sayfasına yazdıracak olan başa­ rıları köy Enstitülerinin kurulmasında, Teknik Öğretimin gelişmesinde. Klâsiklerin yayınında aramalıdır. Çünkü Millî Eğitimin bu üç alanı üç yönden çok önemli idi.

ULUSUN ekmek kadar hakkı olan ve Devletin sağlaması, gereken bir hizmet bu­ lunan ilk öğretim, Türk Köyünde ancak bu Enstitülerin yetiştireceği; köyden kaçma­ ğı düşünmeyen öğretmenler eliyle yayılacaktı.

(12)

KAYBETTİĞİMİZ DEĞERLER

Y Ü C E L

Yazan

Sabahattin EYÜBOöLU Memleketçi insan. Memleketi de, insanı da Yeni Türkiye’nin gerçeklerine uy­ gun olarak düşünürseniz, bu iki kelime size erken yitirdiğimiz, kadrini birçok de­ ğerlerimiz gibi sonradan bileceğimiz Haşan Âli Yücel’in kişiliğini özetler. Yücel, çağ­ daş aydının bütün sorunlarını memleket açısından ele alır, her düşünceye memleke­ tinde uygulanabildiği ölçüde değer verir, bu yüzden dünya açısından düşünen dostla­ rıyla çatışır, dar görüşlü sayılmaya razı olurdu. Gündelik yaşayışında bile Yücel aya­ ğının memleket gerçeklerinden, yurttaşlarının zevk ikliminden kesilmesini istemezdi Her düşüncesi, her savaşı yeni ve mutlu bir Türkiye’ye çevrikti. İnsan olaraksa dün­ yaya, hiç bir sınır tanımıyacak kadar, açıktı: Her türlü insana hepimizden daha çabuk yaklaşmasını, hemen sıcak bir anlaşma ortamı sağlamasını bilirdi. İnsanlığın sözünü etmek kolay ama her insanla halleşmek zordur : Yücel, ayağı kaydırılmak, arkasından vurulmak bahasına, daha kötüsü, gerçek dostlarını yitirmek bahasına, her insanın dü­ şünce sofrasında içebiliyordu. O kadar ki Yücel, en sağcı ve en solcu düşünceleri bi­ le, memleketçi olmak şartiyle, hoş görürlükle karşılar, nice aydınlarımızın düştüğü yersiz, memleket için yararsız bağnazlıklara, parlak da olsa verimsiz aşırılıklara düş­ mezdi.

Yücel bu memlekette, kelimenin cömert, su götürmez anlamıyla iş görmüş adam­ dır. Koşulların gönlümüzce olmadığı, koyunun kurttan ayrılmadığı, derdin de deva­ nın da alaca karanlıkta göründüğü bir yerde iş görmenin, gereğince öğretmen, müfet­ tiş, Eğitim Bakanı, yazar olmanın zorluğunu bilmeyen bilmez, anlatmaya çalışmak da boştur, anlamak istemeyene Geri kalmış bir memlekette hiç bir başarı dünyanın gözünü doyuramıyacağı için orada işgörenlerin kadrini yalnız insafı olanlar bilecektir: Yü­ cel’in kadrini de yalnız insafı olanlar bilmiş, olmayanlarsa zamanla ister istemez bi­ leceklerdir.

Bizim gömlek değiştiren yurdumuzda iş görmenin ilk şartı kendi kabuklarını kırmaktır. Kabuklarını Yücel’den daha çok kıran, ondan daha yeni düşüncelere ula­ şanlarımız vardır: ama kendi kabuklarını kırmak başka, kendisiyle birlikte on binle­ rin, yüz binlerin kabuklarını kırmak başkadır. Yücel köşesinden konuştuğu zaman bi­ le, bir köşe adamı değildi: orta insana, ortanın insanına seslenmek, onunla yan yana ilerlemek istiyordu. Bir kişinin atabileceği dev adımından çok, bin kişinin atacağı in­ san adımlarını istiyordu Yücel. Herkes de aynı şeyimi istemeli? Hayır. İş görmenin tek yolu bu mudur? Hayır. Toplumla bağlarını koparıp engine seslenmek de güzeldir, önünde sonunda toplumun yararınadır: ama yalnız tepelerden seslenen insanlardan kurulu bir toplum düşünün : Nasıl yürür o toplum?

Kaldı ki biz Yücel’i ortalarda iş görmeğe bile bırakmadık : kimimiz sağcı dedik Yü- cel’e, kimimiz solcu. Kendi partisi bile Yücel’i yolunda yalnız bırakıp, onun yaptığını yıkacak iş görmez insanlara başvurdu. Nice aydınlarsa yücel - Kenan Öner dâvasında seyirci kalmakla bile yetinmeyip için için ya da açıkça Kenan Öner’den yana oldular. Politika her yerde bindiği dalı keser böylesine.

Yücel’in büyük küçük bütün çabalarının yöneldiği hedef neydi? Memleketine Batı kültürünün, kendi, deyimiyle Garp Kafası’nın girmesi. Yücel bu uğurda sevmediği, çatıştığı insanlarla bile işbirliği etmek büyüklüğünü göstermiştir. Memleketindeki ay­ dın kıtlığını bildiği için eli kalem tutan insanı, düşmanı da olsa, harcamaktan çekinirdi.

(13)

Kendini hoş görmiyecek kimseleri hoş görmesi doğru muydu? Dostluğun ancak dü­ şünce birliğiyle mümkün olduğu bir çağda kapısını her kafadaki insana bir dergâh gibi açık tutması yerinde miydi? Hoş görürlüğün bu derecesi onun özlediği Garp Kafa­ sıyla uzlaşabilir miydi? Bunlar su götürür ama Yücel’in açık yürekli, kin tutmaz, herkese karşı iyi niyetli bir insan olduğu su getirmez.

Yücel’in iyimserliği de sınır bilmezdi. Bütün yüzlerin asıldiğı günlerde onun yüzü güler. Savaşta tek başına kalmanın bile acı yanını görmez, tadını çıkarmaya çalışırdı. Hep hayata, umuda, mutluluğa çevrik gürbüz bir sağduyusu vardı Yücel’in. Bu yüzden sanatta, edebiyatta, felsefede aşırı acılığı, «zehir yeşilini», zifiri karanlığı, bunalmışlığı tadamaz, bunlardaki insan derinliğini görse de yadırgardı.

Yücel öldüğüne inanılmayan insanlardandır: çünkü sağken ölmüşlerden, dünya­ sına doymuşlardan, yarından çok dünü düşünenlerden değildi. Derdinden çok sevincini yüceltir, yarar; hiç ölmiyecekmiş gibi yaşardı. Değişmese bile değişmeye, yorgunsa bi­ le çalışmaya, mahzunken bile gülmeye hazır bir hali vardı. Onunla konuşurken, çalı­ şırken hiç akla gelmiyen bir şey varsa o da ölümdü. Yüz yıl da yaşasa ölüm düşüncesini semtine uğratmıyacak gibi görünürdü. Kim bilir, belki de ölümden çok korktuğu için ölüm yokmuş gibi yaşıyordu. Bize kendini ölümün yenemiyeceği bir insan gibi tamt- mıştı.Taşkın diriliği, gürbüz kahkahası ve hele yalın, keskin bakışlı, sağlam renkli göz­ leri ölümü kovar gibiydi çevresinden. Ölümün bir fiskeyle yıktığı Yücel gürül gürül yaşayan bir insandı.

Eğitimci olarak İnönü’ye yaranarak değil inanarak tuttuğu yol açık ve saçık düşün­ cesiyle belirttiği, savunduğu, gerçekleştirdiği görüş şuydu : Bir yandan Batı’nın kül­ tür kaynaklarına, bir yandan Türkiyenin insan kaynaklarına, daha kısacası, bir yandan humanızmaya, bir yandan köylüye gitmek. Karanlıklar içinde bir çoğunluk ve yarım yamalak bir Tanzimat aydınlığiyle Yeni Türkiyenin kurulabileceğine inanmıyor, eğitim ve öğretim ilkelerinin bu iki acı gerçeğe çevrilmesini istiyordu. Köy Enstitüleri ve Dünya Klâsikleri için yıllarca, geceli gündüzlü, cenkleşe tartışa, Büyük Millet Mecli­ sinden köy kahvelerine kadar her yerde giriştiği savaşın özü buydu. Ona çatan­ larsa düşüncelerini açıkça söylemiyor, hangi ilkelere dayandıklarını açıklamıyor, sa­ dece çelme atıyorlardı. Ne kazandık bu iki seferberliğin gevşetilmesinden? Bir başka Yücel bir başka Tonguç’la eğitim ve öğretim işlerimize daha ışıklı, daha umutlu, daha hızlı bir akış mı kazandırdı? Kimin dili varsa söylesin, kazandırdı diye.

Yücel yine de küsmüş değildi. Yeni baştan kolları sıvamaya hoyratların kırıp döktüklerini yeniden onarmaya, Sokrates’le Türk köylüsünü buluşturmaya hazırdı. Ölmüşken bile yine hazırmış gibi geliyor bana

Teknik öğretimle, Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Türk öğretimine amaç ola­ rak gösterilen «Eğitimi yurttaşa hayatta başrıyı sağlayan bir cihaz haline getirmek­ tir.» Esasına dayanıldığı gibi memlekette gelişmeğe başlayan Endüstriyi de bilgili Türk çocukları ile beslemek de sağlanacaktır.

YÜCEL’in etkisi çok derinlere giden bu başarılarını anarken. Ona bu alanlarda en büyük yardımları yapmış olan Rüştü Uzel ile rahmetli Hakkı Tonguç’u anmak O’nun kadirbilir ruhunu sevindirecektir.

Yücel yedi yıl bu iki iş arkadaşı ve gönüldeşi ile birlikte çok emek harcamış ve üstün başarıya varmıştı. Eğitim tarihimiz O’nun bu hakkını verecektir.

BATI uygarlığına inanmış bir düşünür olarak ana kaynaklara gitmenin ilk şartını gören Yüce! klâsiklerin çevrilme ve yayınlamasına büyük önem verdi. Bu işde Ana dü­ şünce de, uygulama da O'nundur.

Yücel'in yedi yıllık bakanlığını inceleyecek, araştıracak olan tarihçi Millî Eğitim tarihimizin en şerefli sayfalarını O'na ayıracak, hakkını verecektir.

(14)

DEVLET görevlerinden ve politikadan çekildikten sonra Yücel kendisini tama­ men düşünce ve sanata vermiş, ömrünün son yıllarını yazıları, kitapları ile süslemişti. Bence Yücel’in en değerli eseri ömrü boyunca, bir düşünce ve sanat eser adamı olarak usta bir kuyumcu gibi işlediği ve günden güne olgunlaştırdığı kişiliğidir. Yücel insan olarakta her gün bir az daha olgunlaşmıştı.

YÜ C EL bu olgunlaşmanın örneğini, politikadan ve Devlet görevlerinden ayrıldık­ tan sonra uğradığı haksızlıklara ve iftiralara rağmen kendi kendisini yenerek bütün bunları bağışlamakla geniş bîr hoşgörürlüğe vararak göstermiştir. Yücel, son yılla­ rında kuvvetli insanın bağışlayabilen insan olduğu gerçeğine ermiş ve iç huzuruna ka­ vuşmuştu.

Nur içinde yatsın.

Y Ü C E L ’ İ N A R K A S I N D A N

Uluğ İĞDEMİR NASIL inanabilirim, Daha üç dört gün önce Tarih Kurumuna gelmiş, kendine mahsus kahkahaları, şakalariyle hepimizi her zaman olduğu gbi neşeye boğmuştu. Ne kadar canlı, ne kadar hayat dolu idi.

Onun ölümüyle çok şeyler kaybettik. Bu yurda eğitimci olarak, Bakan olarak yaptığı hizmetler sayısızdır. Bakanlığı sırasmda ilk defa Türkiye’de ciddî Ansikope- diler devri açılmıştı: İslâm Ansiklopedisi, İnönü Ansiklopedisi, Sanat Ansiklopedisi bunlar arasındadır. Klâsiklerin tercümesi, Tercüme dergisi, Tarih vesikaları dergisi de onun direktifleriyle yayınlandı. Son yıllarda İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkarmaya muvaffak olduğu çeşitli eserler son hizmetleri arasında daima anılacaktır.

İLK ve Orta öğretim alanındaki başarıları hiç bir Bakana nasip olmamıştı. Köy Enstitüleri onun zamanında kuruldu. Sanat Enstitüleri onun zamanında gelişti. Üni­ versitelerimize onun zamanında bağımsızlık verildi.

Haşan-Âli dost olarak, arkadaş olarak da bulunmaz bir insandı. Girdiği meclisi neşeye boğar, fıkraları, esprileriyle saatlerin geçtiği fark edilmezdi. Dış âleminde bazı şeyleri umursamaz gibi görünürdü ama iç âleminde çok ince bir kalbi, hassas bir ruhu vardı. Şimdi İsmail Hakkı Tonguç’un cenazesi ardından bitkin sessiz yürüdüğü günü hatırlıyor ve mezarı başında göz yaşlarını dökerek söylediği içten gelen sözlerini tek­ rar işitir gibi oluyorum.

« D U Y D U Ğ U M A C I »

Yücel'i Y. Kadri Karaosmanoğiu anlatıyor: (*)

RAHMETLİ Haşan Âli Yücel’in vefatının uyandırdığı teessürü belirtmek, maksa­ dıyla muhtelif şahsiyetlerle konuşmalar yapmış yayınlamıştık. Bu arada Yücel’in pek pek samimi dostlarından olduğunu bildiğimiz başyazarımız Yakup Kadri Karaosman- oğlu ile de, bir kaç gündenberi rahatsız bulunmasına rağmen konuşmak istedik.

Baş yazarımız bu âni ölüm haberinin kendisinde, hem memleket namına, hem de şahsî bakımdan derin bir acı uyandırdığını belirterek söze başladı ve şunları söyledi:

HAŞAN Âli Yücel'i talebeliği zamanmdanberi tanırım. Daha 20 yaşında iken ol­ gun ve kemale ermiş bir hafi vardı. Akrabam Fevzi Lütfi ve Yahya Kemal'in çıkardık­

(15)

ları Dergâh dergisinde şiirler, felsefi düşünceler yazardı. Ve çağdaşları arasında, o zamandanberi dikkati celbeden bir üstünlüğü vardı. Lâkin ben onun memleket ölçü­ sündeki kıymetini, asıl Millî Eğitim Bakanlığına geçtikten sonra takdir edebilecektim. Atatürk devrimlerinin ortaya koyduğu en hayati meselelerimizden biri olan ilkokul dâvasına aranan hal çaresini o buldu ve bu çareyi büyük bir çesaretle tatbik etmesi­ ni bildi. Bunun yanısıra Yunan ve Lâtin klâsiklerinin Türkçeye çevrilmesi işiyle Millî Kültürümüzün seviyesini yükseltti. Güzel sanatların gelişmesine büyük bir hız verdi.

FAKAT ne yazık ki, bütün bu büyük hizmetler, zamanında lâzımgelen takdirle karşılanmadı. Sekiz yıl sürekli bir çalışmadan sonra Haşan Âli Yücel, kendisini bir if­ tira ve de demagoji cephesinin karşısında yapayalnız buldu. Bu bakımdan ölümünden sonra hakkında ve lehinde yazılıp çizilenler bana pek gecikmiş görünüyor. Ve Haşan Ali Yücel'in ölümüyle kalbimizde açılan yaranın sızısına, vicdan azabına benziyen bir elem karşıyor.»

H A Ş A N A L I Y Ü C E L ’ E M İ N N E T

Vildan Âşir SAVAŞIR Yandık Ali bey! Sana en çok beden eğitimi dâvasına gönül vermiş cimnastik öğ­ retmenleri, bizler yandık!

Elini ilk sıktığım günü düşünüyorum. Daha Necati sağdı. Yanan Vekâlet bina­ sının köşesindeki müfettişler odasında idik. Kadri vardı, Doktor Celâl vardı, Reşat vardı sen vardın. Bugünmüş gibi gözümün önündesin. Her şeyinle pırıl pırıl, bütün inanmış insanlar gibi alev alevdin. Daha o gün meslek hayatın boyunca karşıma çıka­ cak güçlükleri bilmiş gibi beni ve ustalıkla uyarmış, teşvik etmiştin.

Yıllar yılı arkadaşın oldum, evinin dostu oldum, maiyetinde memurun oldum. Her zaman, her şart altında mesleğimde en inandırıcı güvendirici desteği sende buldum.

Arkadaştın, yüreğindeki ateşle; dosttun, bilgili uyarışlarınla; âmirdin müsaha- manla, imanınla, kudretinle yardımın büyüğünü senden gördüm.

Kaç gün oldu Tonguç’umuzu toprağa vereli?.. O da tıpkı senin gibi hizmet safla- larına elinde meş’ale ile girenlerden biriydi... Neler demiştin onun mezarı başında?... Sonra dönüşte ayrılırken elini öpüp başıma koymuştum da neler neler demiştin bana?.. Ölüm sana bu kadar mı yakındı Âli Bey?..

Seni son zamanlarda sık görmediğim doğrudur. Ne seni ne de mesleğime hiz­ metlerini bir gün unutmadığıma kul şahit, Tanrı şahit!

Unutur muyum hiç? 19 Mayıs’ın daha bayram olarak adını koymadığımız günler­ de idik. Vekâletin bir odasında «idman şenkliklerinin» programını yapıyor, çini mü­ rekkeple hareketlerin resimlerini çiziyordun. Elini omuzuma koydun :

DİKKAT et! Hüner işini halka beğendirmekte ve sevdirmektedir. Sevmezse be­ nimsemez.» demiştin. Yaptığımı bozup, yenisini yapmıştın. Unutur muyum?...

YIL 1937. Balkan oyunlarına gidecek atletleri hazırlıyorduk. Zahmet edip benim­ le Ithat Spor Klübünün çayırına gelmiştin. Derecelerimiz düşüktü. Ben perişandım. «Üzülme günü gelir dünya şampiyonlarının yetiştiğini de görürsün» dediğini unutur muyum?..

(16)

Beden Terbiyesi dâvasında yapılmış işlerin hangisinde adın yok?

Mithat Paşa, Balıkesir, Konya, daha irili ufaklı nice stadyomlar, Erdek, Abant, Ki- remitlik Tabiası konakları, klüpler sahalar senin imzanı taşımaz mı...

25 yıl hizmet etmiş cimnastik hocalarını bir meslek yaratmanın şevki içinde Dev­ let adına okşayan sen olmadın mı? Kızlı erkekli çocukların «kros» diye kırlara dökülü­ şünü görmek için peşime düşüp tâ Adanalara gelen sen değilmiydin?

Başkalarının kapattığı Edirne Beden Terbiyesi Öğretmen Okulunu sen açmadın mı? Yüksek Beden Terbiyesi Enstitüsüne ilk harcı rahmetli İhsan Sungu ile sen koy­ madın mı?

Okul Spor Yurtları, Şimdi ne halde olduklarını bilemediğim o güzelim cimnastik dersleri programları, sınav talimatnameleri senin değil mi? «Başkalarının tekrarlamak­ tan ürktükleri 19 Mayıs bayramlarının en parlaklarını senin günün de kutlamadık mı? 1946 Spor Şûrası, hattâ kitabı ile, kimin eseri?...

SEN asıl bizi, gönül vermiş cimnastik öğretmenlerini öksüz bıraktın Âli Bey!... Bakıyorum da meslek hayatım boyunca yüz aklığı diyecek neyim olmuşsa en çoğunu sana borçluyum.

Londra stadyomuna Tahsin Banguoğlu’nun emeği ile ve onun önünde çektiğimiz bayraklar için bile hazırlanmağa daha 1944 de seninle başlamadıkmı idi?..

Yıllardır başımızda değildin, ama gönlümüzde vardın. Son Spor Şûrasında bile az mı andık, seni!

Başımızda değildin ama senden medet ummak imkânımız vardı. Ya şimdi? Tan­ rı sana rahmet bizi ere imdat etsin Âli Bey?..

H A Ş A N A L İ Y Ü C E L

O da öldü. Memleketimizde devletin maarif işlerini ele aldığı tarihten bugüne ka­ dar gelmiş geçmiş Nazır ve Vekillerin en büyüğü, rahmanın rahmetine kavuştu.

Evet, zerre kadar mübalâğa etmiyorum, Maarif tarihimizi kılı kırk yaran bir dikkatle didik didik edin, onun oturduğu kefeyi yerinden kımıldatabilmek için, öbür kefeye bir değil, beş on Nazır ve Vekil doldurmanız lâzımdır. Haşan  li’nin Maa­ rif ve kültür hayatımıza getirdiği ve yaşattığı hamlenin mâna ve şümulünü kavramak, satıhta kalan bir görüşün, basitten öteye gidemiyen bir idrâkin haddi değildir.

O, sıradan bir Maarif Vekili değildir. Her şeyden evvel, sağlam ve ihatalı bir kültür adamıydı. Memleketi hem mektep içi, hem de mektep dışı hamlelerle mede­ niyet ve kültürünün muasır seviyesine yüseltmeğe çalıştı. Bunu meclis veya meydan nutuklariyle değil, vekâlette kaldığı müddetçe, gününün her saatinde hizmete âma- de dinamizmi, uzağı görürlüğü, usanmak bilmez azmi ile eserler yaratarak gösterdi. Küçük adam olmanın kompleksleri içinde kıvranmayan bir insandı Kabuğuna büzülüp her yerde suikastler tevehhüm etmek, adam ve müessese lekelemek, şahsi dargınlıklar veya sinsi ihbarlara kulak kabartarak her şeyi bir kalemde havaya uçurmak gibi bir ruh illetine nefsini kaptırmayacak kadar şuur ve vicdan sahibi idi.

Gerçi Haşan - Âli öldü, fakat, bu kadar kemiricinin hücumuna uğramış olmasına rağmen, onun eserini yere yıkacak bir kara ve kaba kuvvetin bu memlekette bir daha hortlayamıyaeağına imanım var.

(17)
(18)

D Ü Ş Ü N C E L E R

DOSTUMU HASAN ÂLI YÜCEL

Yazan :

Ahmet Hamdi TANPINAR Bazı dostluklar vardır ki kolay kolay yıl hesaplarına girmezler. Onlar kalbin ha­ fızasında kendi varlıklarını kendi kanunlarıyla yaşarlar. Haşan Âlî’yi, şu anda hatırla­ dığım gibi gerçekten 1919 yılında mı tanıdım? Yoksa bütün ömrümüz boyunca bera­ ber miydik? İçimde kuvvetli bir taraf daha ziyade İkincisine inanıyor ve ben buna hiç şaşmıyorum. Sevgiler ve dostluklar da inançlar ve düşünceler gibi ışıklarını bütün hayata taşırlar. Zaten mazi dediğimiz şey, bizde her an yeniden teşekkül eden bir geç­ miş zamana bugünün aksinden başka ne olabilir?. Bütün hayat gibi zaman da, içimize kayar kaymaz muayyen merkezler etrafında kendiliğinden kurulan bir terkiptir. Na­ sıl sevdiğim bir sanat eserini bütün ömrümce tanıdığımı sandımsa, birkaç dostum için de aynı şeyi düşündüm. Belki bu yüzden ölenlerin gerçekten öldüklerine pek ina­ namıyorum. Korkunç vâkıayı daha ziyade başkalarının yüzünde görüyorum yahut da bazı manzaralarında beni ürkütüyor.

Şüphesiz tamamiyle böyle değil. Meselâ bu yaz için artık Dragos Tepesi hülyası kuramıyacağım. Ne de Ankara’ya gidersem daha evvelki gidişlerimde duyduğum se­ vinci duyacağım. Âlî’nin beni görür görmez açılan kolları artık yok. Saatlerce gülüş- miyeceğiz, dertleşmiyeceğiz. Onun hayat iştihasiyle, rahatlığiyle büyülenmiyeceğim. Daha şimdiden ondan mazi sigalarıyla konuşuyorum, bütün hayatımda boş bıraktığı yeri görüyorum. Van Gogh’un o korkunç hasır iskemlesi ona rastladığım, rastlamak imkânım olan her yerde, kendi evinde Tevfik Sağlam Paşa’nın evinde, Hâmit Nafiz’in, Osman Horasanlı’nın evlerinde ve bilhassa kendi içimde bütün o meş’um boşluğuyle sönmüş bir yıldız gibi beni bekliyor. Onun yanı başında Haydarpaşa’da siyah çelenk şeritlerini pencerelerinden gördüğüm o karanlık vagon var. Hafızam bir tarafıyla bu vagona benziyor. Belki de edebiyat budur, yahut buna benzer bir şeydir. Bazı gece­ ler, bilinmez yerlerden ışık alan karanlık su dalgalarını neden beni o kadar çektiği ni şimdi anlar gibi oluyorum. Fakat sesi içimde. Herkeste tabii olan o iç konuşmada seneler boyunca duyduğum bu sesi yine duyacağım. Bütün sevdiklerim gibi hayatımın her anında onunla yine konuşacağım. Ona sualler soracağım o bana cevap verecek. Kendimden şüphe ettiğim anlarda ona da uzun uzun iç savunmaları yapacağım. Çünkü dostluk sade sevgi değildir. Cemiyetin bizdeki yüzüdür de. Herkesten ve her mahke meden evvel dostlarımıza karşı sorumluyuz.

Ölümün korkunçluğu burada. Reelmi değil mi bilmiyoruz. Her şey o kadar bizde başlıyor, bizde devam ediyor ki.. Bununla beraber o yanıbaşımızda her gün hayatımızı bir tarafından yıkıyor. Varlık şehrimizin surları gittikçe küçülüyor. İki sene evvel Yahya Kemal, daha evvel Nurullah Ataç, daha evvel hiçbir zaman unutamıyacağım Yunus Kâzım Koni. Günün birinde içinde boğulacağım dar bir çenber olacak gibi bu ameliyye devam ediyor.

Haşan Âlî’yi Yüksek Muallim Mektebi’nde tanıdım. O zaman ben on sekiz yaşın­ da, ürkek, sinirli, cılız bir çocuktum. O askerlik tecrübesinde olgunlaşmış, hocaları­ mızla senli benli konuşan âdeta olgun bir genç adamdı. Bir gece Eşref Efendi soka­ ğında, İttihat ve Terakki’nin eski içtimâ salonu olan yatakhanemizde onu başımın ucuna dikilmiş gördüm. Kör elektrik ışığında okumağa çalıştığım antolojiyi elimden alarak şöyle bir baktı ve «Yapma, gözlerini bozarsın!» dedi. Belki yatakhanenin öbür ucunda yarattığı cümbüşe katılmayışım dikkatini çekmişti. O zamanlar Âli

(19)

gazeteler-de çalışıyordu. Zannegazeteler-derim kazandığı birkaç lirayla ailesine gazeteler-de yardım ediyordu. Ge­ celeri geç vakit ve daima havadisle dönerdi. Millî Mücadelenin o sıkışık günlerinde toplandığımız kahvelerde, yatakhanede, bize mütalâa salonu olarak ayrılan odada hep bu dönüşü beklerdik. Çünkü beraberinde en yeni cephe ve Ankara haberini getirirdi Yorgunluğunu geceden çaldığı bu sohbet saatlerinde geçirmeden uyumazdı. Uyan­ ması ise hakiki bir cümbüştü. Erken uyanırsa hep beraber uyanırdık. Ben çok defa okumak için yatakta kaldığımdan sabahlarım onun neş’esinin emrinde geçerdi. Garip, sâri denebilecek bir neşesi vardı. Sesinin güzelliği, konuşmasının rahatlığıyla küçük topluluğumuzda söz, daima sonuna doğru kendisinin olurdu. Konuşması bittiği zaman musikisi başlardı. Eski musikimizi, ne derecede bilirdi bunu tâyin edemem. Fakat birkaç dede’den mevlevî bu İstanbul çocuğunun sesinde, bu musiki ve onun besle­ diği yerli hasasiyet, erimiş, akmağa hazır bir altın gibi daima mevcuttu. gürde olduğu

Paris'deki UNESCO Genel Konferansında

gibi musikîde de şaşılacak bir icat, daha doğrusu benimseme kabiliyeti vardı. Daha talebeliğimiz zamanında bir şarkısı îstanbulun günlük hayatına girmişti. Bu şarkının başladığı «Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz» mısraını hepimiz kendisi için tekrar edebilirdik. Çünkü bu kabına sığmaz adam neşesiyle, şakaları ve nükteleriyle, birdenbire köpüren hiddetleri ve patavatsız cevaplariyle en ağır havayı bile yumuşat­ masını bilirdi. Bu neşe İstanbullu neşesiydi. Bütün bir tarih boyunca halkımızın ya­ rattığı bir terbiyeden geliyordu. Bir şehrin terbiyesi daima bir medeniyetin terbiye­ si ve yaşama üslûbudur. Âli bu üslûba daha o zamanlar sahiptir. Bunun rahatlığını hepimiz duyardık. O zamanlar kendisi için düşündüğüm şey etrafını dolduran adam oluşuydu. Bu mazhariyetiyle o senelerde onu kıskanmam lâzım gelirdi. Çünkü tam zıddı yaratılıştaydım. Hal denen şey benim için yoktu. Müphem bir gelecekte yaşı­ yordum. O ise her ânına sahiptir. Fakat kıskanmaz, bilakis severdim. Çünkü pay­

(20)

laşma denen o büyük şeyi bilirdi. Ve bu paylaştığı şey kalbiydi, bütün hayatıydı. Yücel ile dost olup da ailenin içine girmemek imkânı yoktu. Dostlarının evi ve muhiti de kendisi için böyleydi. Bir dost evinde misafirken ölüşü hiç de şaşılacak şey değildir.

Haşan Âli aleniadamdı. Hiçbir gizlisi yoktu. Hayatının her tarafı göz önünde oldu. Bu «alenilik» sonuna kadar sürdü. Birçok ıztırabları tatı. Fakat «ihtibas» denen zihnî esarete düşmedi. Yazılarını, bu hakikati gözden kaçırarak okuyanlar korkarım kı çok yanılırlar. Çünkü hayatını onlara olduğu gibi boşalttığını bilmezler. On dört sene «ıdbâr» dediğimiz korkunç yıldızın altında yine hür ve insanlarımız içinde mümkün olduğu kadar kendisine sâdık yaşaması ancak bununla kabil olabilirdi.

İnsan oğlu bir yığın zıtların, hattâ zaafların terkibidir. Asıl çehreyi, hayatı hü­ lâsa eden birkaç jest ve hareket vücude getirir. Âlî’yi gelecek nesiller yaptığı işler kadar bu dâvanın ışığı arasından göreceklerdir. Bu vicdan isyanının hiç de bedâvaya harcanmadığına eminim. Hiçbir şey zamanında yapılan bu cinsten bir tepki kadar, kökleşmesini istediğimiz yeni ahlâkın müjdecisi olamaz. Burada Âlî’nin bütün maarif hayatmda yaptıklarını sayacak değilim. Bunlar üzerinde gerçekten durulacak, dü­ şünülecek şeylerdir. Tarih, Atatürk’le başlayan ve İnönüy’le devam eden devrin ha­ kiki değerini çoktan kaydetmiştir. Tohum toprağa düşmüş, çürümüş ve yeşermiştir. Gelecekteki Türkiyenin önüne hiçbir kuvvet geçemez.

MİLLİ EĞITM BAKANI HAŞAN ÂLI YÜCEL

Yazan : Faik Reşit UNAT Haşan Ali Yücel i hayat, neşe ve sıhhat taşan ve ölümü hiç akla getirtmiyen var- lığiyle bir gün önce İstanbul’da bırakmış, Pazar akşamı Ankara’ya dönmüştüm. Me­ ğer bindiğim taksinin radyosundan duyacağım ilk ses onun ölüm kara haberi ola­ cakmış. Ne acı. inanamadım. Kendisinden ayrılırken yüzümü okşayan elinin dost temasiyle yarım asırlık bir arkadaşlığın sıcaklığını taşıyan bakışlarının canlandığı hafızamda, onun değil yirmi dört saat sonra, hatta herhangi bir gün öleceğini, bizi kendisinden yoksun bırakacağını hatırlatan hiç bir iz yoktu. Daha dört gün önce İs­ tanbul a giderken trende dört eski arkadaşı bir masa çevresinde toplıyan tatlı bir sohbetin «mîr-i kelâm» ı, Cuma ve Cumartesi günlerini dolduran Unesco Yönetim Kurulu çalışmalarının, kaynağı geniş kültürüyle engin tecrübeleri olan gerçekçi düşünce ve yapıcı teklifleriyle en verimli bir yol göstericisi olarak onun sevimli yüzü gözlerimin önünde duruyordu. Gittikçe derinleşen acısiyle kalbim burkuta burkula eve vardım. Kara haberin benden daha önce, onu benim kadar seven ka­ rımın da yüzünü soldurmuş olduğunu gördüm. Kuruyan göz pınarlarımız yana yana onu andık ve düşündük.

Her şeyden önce bir dost ve arkadaş bellediğimiz bu samimi insana bizi bağ- lıyan çeşitli duygular ve hâtıralar vardı. Bu duygularda ortak olduğumuz yakınlar ve dostlarla yaptığım ilk temaslar, Yücel Ankara’sının nasıl bir elemle mateme bo­ ğulduğunu pek çabuk öğretti. Trende gelirken Öncü’de 147’ler hakkındaki yazısını okumuştum. Pazartesi günü Dünya’da çıkacak — meğer son yazısı olacakmış — «Garbe yönelme nedir?» başlıklı makalesinden de giderken trende uzun uzun bahsetmiş, Ankara’ya dönünce bu konuda bir konferans serisine başlamak karar ve hazırlı­ ğında olduğunu anlatmış ve kendisine bu vesile ile haber vermiş olduğum bir kon­ feransın metnini de Ankara’ya dönünce bulup vermemi istemiş, hatta Cumartesi gü­

(21)

nü bu arzusunu bir defa daha hatırlatmıştı. İnandıklarına başkalarını da inandırmak ve muasır kültür temelimizin gerçek dayanaklarını fikir çevrelerimize benimsetmek konusunda, adeta yeni bir kampanyaya girişmek kararında idi.

Yücel’in ölümü vesilesiyle, hiç şüphesiz, onun insan vasıflarından ve özellik­ lerinden bir çok dostları, edebiyatımızda ve fikriyatımızdaki yerinden ve eserlerin­ den bu alanların yetkilileri, Millî Eğitim ve Türk sanatiyle irfanına hizmetlerinden de eğitim, sanat ve kalem adamlarımız pek çok bahsedecekler; yaşından çok genç olan ve vaktinden çok önce ölmüş bulunan ve kendisinden gelecek günler için pek esaslı hizmetler beklenen bu seçkin memleket çocuğunun müstesna değerlerini ana­ caklar ve tanıtacaklardır. İlk gençlik çağından beri onu tanıyan eski bir arkadaşı, aynı kuşaktan bir meslektaşı, sekiz yıla yaklaşan Bakanlığı sırasında maiyetindte bu­ lunan güvenini kazanmış iş arkadaşlarından biri sıfatiyle ve hiç bir zaman yakınlığı ve sıcaklığı unutulamıyacak bir dostluğun bağlılığiyle içim sızlıyarak yazdığım şu bir kaç satırı, ben de, Yücel’in Millî Eğitim Bakanı olarak Maarif tarihimizde tut­ tuğu ve tutacağı müstesna yeri belirtmekle tamamlamak istiyorum.

Türkiye’de Millî Eğitim işlerinin bir Bakanlık kurularak idaresine başlandığı 1857 den bu yana on dokuzu Tanzimat ve Mutlakiyet döneminde, on yedisi Meşru tiyet yıllarında, yine on yedisi 1950 ye kadar Millî Mücadele ve Cumhuriyet devrin­ de, altısı Bayar - Menderes idaresinde ve üçü de son Millî İnkılâp safhamızda ol­ mak üzere asîl olarak altmış iki zat, tarih karşısında, memleket irfanının sevk ve idare sorumluluğunu yüklenmiş bulunmaktadır. Aralarında uzun zaman müteaddit defalar bu sandalyada oturmuş olanlar bulunduğu gibi, vazife süreleri günle sayı­ labilecek kadar kısa olanlar da vardır. Bunlar arasında 10 sene 7 ay 10 gün Maarif Nazırlığı yapan ve kendisinden âtîye Kadıköy’ündeki iki mütevazi Orta Okul bina­ sından başka bir iz kalmıyan Zühtü Paşa (1833 -1902) ile üç defada 9 sene 3 ay 25 gün nazırlık eden ve hizmetleriyle İlmî şahsiyeti şükran ve hürmetle daima amlmıya değer bulunan Münif Paşa (1830 -1910) dan sonra, işe başladığı ve ayrıldığı günler hariç, 7 yıl 7 ay 7 gün (28/X II/1938 - 5 /VIII/1946) süren Bakanlığiyle Yücel üçüncü gelmektedir ve hiç tereddütsüz söylenebilir ki, müsbet ve verimli işleriyle Millî Eği­ tim tarihimizde adları ilk akla gelebilecek olan dokuz Bakandan (Kemal, Saffet, Mü nif Paşalar, Şükrü, Necati, Reşit aGlip Beyler, Vasıf Çınar ve Saffet Arıkan) biri­ dir.

Yücel, nasıp olduğu takdirde, her biri bir Bakanın hizmet devresine şeref ve­ silesi olacak bir çok işleri başarmış, gerçekleştirmek yolunda pek çok emek harca­ mış, kendisini çok sevdiği milletinin hizmetine adamış; en çok pasif olmak zorunda kaldığı günlerde bile kalemiyle ve olgun fikirleriyle meslek hayatımıza ve fikriya­ tımıza ışık tutucu çalışmalardan bir an geri durmamış mutlu faniierden biridir.

Hakşinaslık ölçülerinin taraf tutulmadan kullanılmasını ister ve kendi hizmet­ leri için de, pek haklı olarak, bunu beklerdi. Hayatında «adı söylenmiyen Bakan» mevkiinde kalmanın onu zaman zaman üzdüğü bir gerçektir. Fakat artık tarihin malı olan onun fani varlığını, «unutulmıyan bir Bakan» olarak, hizmetleriyle ve fikir­ leriyle Millî Eğitim Hayatımızın geleceğine ışık tutanlar arasında hâtırasının daima yaşayacağına emin ve müsterih olması gerektiği inancıyle, vatan topraklarına ema­ net ediyoruz.

(22)

H A S A N Â L İ Y Ü C E L

Hilmi Ziya ÜLKEN Son iki gün öyle dolu, bir ömrün muhasebesini yapar gibi birlikte konuşmayla ve öyle neşeyle geçti ki halâ inanamıyorum, içime acısı daha çökmeden hayretten donup kaldım. O her zamanki canlı gözler, o gür ve erkek ses halâ yanıbaşımda! Yarım kalmış hasbihalimize yeniden başlıyacağız sanıyorum.

Tahsilimizi bitirir bitirmez üniversitede tanıştık ve hemen dost olduk. Zeyneb Kamil konağının alt katındaki çoğrafya enstitüsü (orda asistan olduğum için) her gun buluşma yerimizdi. Gazetedeki yazılarını, daha çıkmadan, orada okurduk. Millî mücadele aleyhindeki bazı hocalara ve gazetecilere karşı talebe galeyanı orda başladı. Başlarında Âli vardı. Bütün o gençler onu ömrü boyunca yalnız bırakmadılar.

Ali ile coğrafya asistanlığında, İstanbul lisesinde, Maarifte halefselef olduk. Ha­ diseler bizden hızlı gittiği için buluşmamız seyrekleşti, ama dostluğumuz eksilmedi. Mebus ve vekil oldu. Maarifin başında kimseye nasib olmamış bir otoriteyle uzun zaman kaldı. Karma karışık bin bir işin içine daldı. Çoğuna birden başlamaya mec­ burdu. Güdükler ve ketvuran hadiselerle karşılaştıkça sertleşiyordu derler. Ben bu haline rastlamadım. Şark usulü saygının onu her yandan kuşattığı anlarda bile senli benli konuşmayı bırakmak; ve bu halin otoritesini kıracağı korkusunu bir an duymadı. Geçmiş zamanlar!

Âli çok iş ve büyük iş yaptı: Maarif şurası, Ahlâk şurası, tercüme kongresi, Fel­ sefe terimleri komisyonu, köy enstitüleri, orta öğretimde birlik, yüksek öğretimle or­ ta öğretimin ayarlanması, dünya klâsiklerinin tercümesi, nihayet üniversite muhta- riyeti. Bu saydıklarım birkaç ömrü dolduracak kadar geniş, güç ve karışık işler. Asıl mühim olan nokta Âli’nin bu işlerde danışmayı hiç bir vakit unutmaması idi. Her­ kese. kendi düşüncesine uysun uymasın her fikir adamına danışırdı. Bunca zıt fikri bir araya getiren Şurâlar yine de çatışmasız, başarılı geçerdi.

Meşruriyetten beri Türkiye’nin gördüğü sayılı büyük Maarif Vekillerindendi. Emrullah efendi, Şükrü bey, İsmail Safa, Necati ve Haşan  l i : Saltanattan Cumhu­ riyete geçişin, bir imparatorluk çöküşünün krizlerine rağmen Maarifi ayakta tutan insanlardır,

Âli başarısını devamlı neşesine ve nefis güvenine borçluydu. Yoksa onu kıra­ cak sinsi gerici hareketler, menfi görüşler, her yapılanı kötüleyen «snobs> lar her zaman vardı. Politika krizleri bu sinsi kuvveti besledi, sesini yükseltti. Etrafında yı­ kıcı bir mücadele başladı. Sonunda onu, huyuyla suyuyla hiç uzlaşmıyan bir hayata, inzivaya sürükledi. Mevlevi bir babanın oğlu tasavvuftan medet umdu. Şarkın hüma­ nizmini, Garp hümanizmine bağlamak istedi. Kendini hâtıralarına, edebiyata, biraz da mistisizme verdi. Fakat ne de olsa bu onun dünyası değildi. O daima hareket is­ teyen bir cemiyet adamı, fikri fiil halinde görmeye alışmış bir action adamı idi. inzivaya atmak onu yarı öldürmekti. Gazetesindeki köşesinin onu doldurmadığından emindim.

Bir yıldır bir dergi sevdasına kapıldım : İlk aradığım o oldu. Ortalığın durul­ masını bekliyorduk. Birlikte çalışmak kısmet değilmiş, ne yazık! Ama onda hiç eksil­ meyen bir hareket ve iş potansiyelinin olduğunu her zaman hissediyordum. Ve emin­ dim ki yeni bir düzende yeniden, aynı hararetle yarım bıraktığı işlere başlayabilir, aynı heyecanla onları daha yıllarca götürebilir.

(23)

YÜCfcL. Reims şehrindeki vilâyet konağında bir resepsiyonda

Klâsiklerin tercümesi giriştiği büyük işlerden biriydi, bence en mühimi idi. Bu yolda ileri geri söyliyenler oldu. Fakat yarım asırlık yakın tarihimizde onun yaptığı­ na yaklaşan bile olmadı. Tanzimattan sonra kararsız ve çekingen batılaşma hareketi bu işde öyle kısırdı ki, o günlerin bilançosuna bir göz atmak bile insanı hayrete düşürür, İlk önce Cumhuriyet devrinde İsmail Safa bu noktaya parmak bastı; tercü­ me işini ele aldı. Fakat yerinde o kadar az kaldı ki en ufak yemişini devşiremedi. Ne­ cati Talim ve Terbiye heyetini, Tercüme Bürosunu kurdu. Maarif Vekâleti dergisinin bir sayısında (1926) Uyanış devirlerinde büyük tercüme işinin rolünden bahsettim. Onun da ömrü uzun sürmedi. Bu büyük işi başarmak ve devamlı hamleyi yapmak Ha­ san Âli Yücel’e nasib oldu.

Son Unesco toplantısında kendisine hitab ederek, yaptığının önemini hatırlat­ tım. «İbn Rüşd Muvahhidî hükümdarının himayesini temin etmese idi, o büyük ter­ cüme ve şerh faaliyeti olmıyacaktı. Gökalp Talatpaşa’nm himayesini küçümsese idi. Türkçülük ve Garpçılık yarım kalacaktı. Sen de İnönü’nün himayesinden faydalan­ mayı düşünmese idin, memleketin en mühim, kültürün en temelli bir meselesine el konamıyacaktı» dedim. O gün bana Renaissance ve humanisme hakkında yeni yazılar yazacağını, seminer yapacağını söyledi. Ankara’da bu işleri konuşma kararile ayrıl­ dık. Meğer son ayrılışımızmış!

Referanslar

Benzer Belgeler

(Lac Léman) m etrafını geceleri nura gark eden yine bu beyaz kömür dür. Honoré diyor ki « bir kaç manetle mü­ zeyyen bir mermer levhanın arkasına 10,000 ve

Araflt›rmac›lar, daha önce bir morötesi (dalgaboylar›nda parlayan) halka ve optik (görünür) ›fl›kta parlayan s›cak noktalarla ayn› yerde bir X-›fl›n›

Neyzen çok içki içerdi, ben ağzıma koymam; Neyzen sigarayı yutardı, ben tadını bilmiyorum, ama ikimizin bir müştereği var: İkimiz de dilimizi tutamıyoruz. O

Elektronun elektrik yükünün karesinin, ›fl›k h›z›yla Planck sabitinin çarp›m›na bölünmesiyle elde edilen ince yap› sabiti, son bir kurama göre ancak ›fl›k

Fakat o tarihlerde de kayık bütün bu vasıtalar İçinde halk tara­ fından kâh ucuzluğu, kâh her an j emre hazır oluşu bakımından ve yük­ s e k sınıf

Türkiye Kriminoloji Cemiyeti kurucularından, idare ku­ rulu üyesi, şimdi üyesi, Milletlerarası Kriminoloji Kongresi Türkiye tem­ silcisi, New York İlim Akademisi ve

lej’de ve Almanya’nuı Magdeburg şehrinde yüksek tahsilini ise An­ kara Hukuk Fakültesinde yap­ mıştır. 17 Nisan 1927 de Dışişleri Bakanlığına intisap

Çiçekleri neredeyse tamamen kapalı sikonyum’lar içerisinde hap- sedilen dişi incir ağaçlarının tozlaşmasına ilek arıcığı (Blastophaga psenes) denilen ve