SÜİT
S . F a i k ’le
Havın
G e ç e n
OKTAY
Z a m a n
A K BA L
Bir gün kalktık Gülhane parkına gittik. Mev sim güzdü. Yapraklar yerlere serilmiş. En hafif esintide ayaklarımıza düşüyor. Kimseler yoktu gö rünürde. Bir boy yürüdük. Bir aşk öyküsüydû an lattığı... Bu kaçm a aşktı yaşadığı? Ben birini öy külerinden bilirdim, «M ed a n M aişet Moioru»ndan.. Hani Adapazarı istasyonunun buharlı camına dur madan adını yazıp sildiği kızı... Sonra bir de kolej li vardı. Derken, sevgilisiyle barışmış, vazgeçmiş kendisinden yaşlı ünlü yazarın aşkından... Bu kez de bir başkasıydı.
Şimdi izi kalmamış anlattıklarının... Kız kimdi, ne olmuştu, neden kızmıştı, küfürlerinin kaynağı neydi? Biri bile yok aklımda. Ağır ağır yürümüş tük. Ta denize kadar... Sigaralar içerek; onu dinle ye dinleye. Bir boşalma anıydı. Yoksa kendine sak lardı herşeyini. Sorsanız, kızardı da... ‘Sana ne’ derdi. Ben, anlatırsa dinlerdim; bir öyküsünü okur sa. bir sıkıntısını belirtirse... En iyisi budur. Dost dediğin, sıkmaz, üzmez, sorun çıkarmaz, çok da me raklı olmaz. Kişi, kendi dünyasında yaşamalıdır. Hele sanatçıysa, yazarsa, hele hele o sanatçı, o ya zar, Sait Faik Abasıyanık ise...
Nedense ölüp gitmiş insanları bir takım görün tüler içinde yaşatırız belleğimizde... Anılar boşluk ta uçan balonlar değildir. Bir yeri, bir havası, bir konumu vardır. Sait Faik’i de ya bir sinema koltu ğunda, ya bir parkta, ya Beyoğlu caddesi vitrinle ri önünde, ya Beyazıt’taki havuzun başında, ya Kül- lük’ün gölgeli bir masasında, ya Meserret kahvesi nin bir peykesinde anımsıyorum. Ya da Burgaz’daki evde, bir küçük meyhanede... Eski fotoğraflara ba kar gibi...
Beyazıt meydanında ‘Havuz başı’ üyküsünü okumuştu. Tokatlıyan'ın ön masalarında Panço’yu... Yeni yazmış bitirmiş. Bu yüzden coşkuluydu. «Pan çomun, öykü mü, şiir mi, ne olduğunu bilemiyor du o akşam üstü... Ne olursa olsun çok güzel bir şeydi. Şiir, düzyazı hepsi birbirine benzer, bir de ğeri varsa, bir etkinliği, bir kalıcılığı... «Ahu hülya
lım — Önümden insanlar geçiyor Tanıyorum
hepsini — A m a kim bunlar — Niçin koşu yorlar
şeh re — Bu yüzlerindeki rahatlık n eden — Ben
m esutken bile rahat değilim .» diye yazarken duy
duğu duyurduğu huzursuzluk içindeydi zaman üst leri... Yolda karşılaşırken görmezlikten gelmesij ya da birden bırakıp gitmesi; durup dururken kız ması; övdüğünde küfür etmesi; yerdiğinde ‘hadi or- dan’ demesi; hepsi hepsi içi kıpır kıpır oynaşan, hu zursuz, aşın duyarlı bir inşam belirliyordu. Bu yüz den çok güç işti arkadaşlık etmek. Hele aranızda epey yaş farkı da varsa!..
ölümünden az önceydi. Mayısın ilk günü. Maya resim galerisinden çıktık. Yeni bir dergi elli lira öykü parasım önceden vermiş... Nasıl da sevinç liydi Varlık’ta çıkan kitaplarından bir derleme ya pıp Yaşar Nabi’den öç almak için düşler kurmuş tu. Eski dostuna bir oyun oynamak düşüncesi ho şuna gidiyordu. Tünel'e doğru yürüdük. Bir arka daş göründü uzaktan; kızmış ona, o günlerde sev diği —ki son sevgiliydi— kızı almış muhallebiciye götürmüş... Kaldırımı değiştirdi, beni de sürükledi o yana. Başladı anlatmaya: Son aşkıydı bu. Gerçek ten aşk mıydı, yoksa başka bir aşkı gölgeleyen bir duyarlık mı? Bile bile yaşamak istenen, yaşamak için zorlanan bir serüven mi?. Kendisini saklamak için yarattığı bir perde mi? Vapura kadar götür müştüm. Bindi, ama vapur kalkmadan inmiş, yine Beyoğluna çıkmış. İçki de işemiyordu. Gezmiş do laşmış, eski içkili akşamlan ararcasına...
1954 yılının 11 Mayısında çekti gitti. Bir daha dönmemecesine... Gidiş o gidiş; Öyküleri kaldı bi ze. Onlar bir yere gidemez. Onlar insanların belle ğinde kalacak kuşaklar boyunca... Elimizin altında eşsiz bir gömü gibi... Nerdeyse otuz yıl olacak! Ama nedir ki zaman, bir duman, bir bulut, bir esinti... Sanatçı için, duyma, yazma, yaratma olanağı veren aylar, yıllardan kurulu kısacık bir süre.»
f t
- s*
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi