• Sonuç bulunamadı

Refik Hâlid’den Rıza Tevfik’e Mektuplar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Refik Hâlid’den Rıza Tevfik’e Mektuplar"

Copied!
28
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Abdullah Uçman

*

LETTERS FROM REFIK HALID TO RIZA TEVFIK

Gerek hatıralarında, gerekse çeşitli mektuplarında bizzat kendisinin belirttiği gibi, mektup yazmayı çok seven; çeşitli dost, arkadaş, akraba ve tanıdıklarına mek-tup yazmaktan ayrı bir zevk duyan, özellikle 1922’den sonra yurt dışında geçirdiği sürgün yıllarında bazı günler sekiz on tane mektup yazdığını söyleyen Rıza Tevfi k, hayatı boyunca çeşitli tarihlerde eş, dost, öğrenci, akraba, arkadaş ve çocuklarına yüzlerle ifade edilebilecek sayıda mektup yazıp göndermiştir.1 Birçoğu sanat, edebi-yat, estetik, felsefe, eğitim, din ve politika konularıyla ilgili olan bu mektupların ne yazık ki bugün çok az bir kısmı elimizdedir.

Özellikle II. Meşrutiyet’ten sonraki yılların sanat, edebiyat, kültür ve politika dünyasında oldukça geniş bir çevre içinde bulunan Rıza Tevfi k’e de çeşitli tarihlerde dost, arkadaş ve akrabalarıyla bir kısım yabancı yazar, politikacı, devlet adamı ve tanınmış kişilerden çok sayıda mektup gönderilmiştir. Rıza Tevfi k’in terekesinden çıkan ve yıllar önce ailesi tarafından bana emanet edilen bu mektupların arasında devrin siyasi, edebî ve kültürel meseleleriyle ilgili, yakın tarihimize ışık tutabilecek mahiyette de birçok mektup bulunmaktadır.2

1 Refi k Hâlid de hâtıralarında, gurbet yıllarında Rıza Tevfi k’in kendisine bazısı sekiz on sayfa

uzunluğunda yüzlerce mektup yazdığından söz eder (bk. Bir Ömür Boyunca, 2. b., İstanbul 1996, s. 188).

2 Bunlardan biri Edebiyat-ı Cedîdeye Dair Ali Ekrem’den Rıza Tevfi k’e Bir Mektup (İstanbul 1997),

diğer bir grup da Bir 150’liğin Mektupları-Ali İlmî Fânî’den Rıza Tevfi k’e Mektuplar (İstanbul 1998) adıyla, kitap hâlindeki bu mektuplardan başka 40-50 kadar bir grup mektup da “Rıza Tevfi k’e

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 4, Ekim 2011, s. 207-234

(2)

Rıza Tevfi k, I. Dünya Savaşı’ndan sonra gerek Sèvres Antlaşması’nı imzalayan heyette yer alması, gerekse bir kısım siyasi görüş ayrılıkları dolayısıyla muhalefet et-tiği Milli Mücadele’nin kazanılması, ama özellikle Ali Kemal’in muhakeme edilmek üzere İstanbul’dan Ankara’ya götürülürken İzmit’te linç edilmesi üzerine, hayatını tehlikede gördüğü için, Kasım 1922’de Türkiye’den gizlice ayrılır, daha sonra siyasi suçlular listesi olan 150’liklere dahil edilir. Bu tarihten itibaren 1931’e kadar Am-man’da (Ürdün), 1931’den 1943’e kadar da Lübnan’ın Akdeniz kıyısında bir sahil kasabası olan Cünye’de (Lübnan) yaşayan Rıza Tevfi k; 1938 yılında 150’likleri affe-den kanunun yürürlüğe girmesinaffe-den ancak beş yıl sonra, yani 1943 yılında İstanbul’a geri döner, 1949 yılının sonunda da vefat eder.

Yurt dışında bir nevi sürgün hayatı yaşadığı ve tam yirmi bir yıl süren bu gurbet günlerinde dost, arkadaş, akraba ve çocuklarıyla sürekli mektuplaşan Rıza Tevfi k’in düzenli şekilde mektuplaştığı yakın arkadaşlarından biri de, kendisi gibi 150’likler listesine dahil edilen ve siyasi bir sürgün olarak bir süre Cünye’de, daha sonra Ha-lep’te yaşayan Refi k Hâlid’dir.3

Rıza Tevfi k’in, torunu merhum Rıza Başikoğlu tarafından 90’lı yıllarda bana verilen terekesinden, 1924-1943 yılları arasında Refi k Hâlid tarafından Rıza Tevfi k’e gönderilmiş değişik uzunlukta 70 kadar mektup çıkmıştır. Bu mektuplarda Refi k Hâ-lid’in 1924 yılından başlayarak 1938’de 150’likleri affeden kanunun yürürlüğe gir-mesiyle birlikte memlekete geri dönüşüne kadarki gurbet hayatını âdeta adım adım takip etmek mümkündür. Bu mektuplarda aynı zamanda Türkçeye kıvrak bir anlatım gücü kazandıran, Türk dilinin büyük kalem ustasının üslûp şaheseri bir kısım izle-nimleri ve yorumlarıyla birlikte bazı maddi-manevi sıkıntılarıyla da yüz yüze gelin-mektedir. Özellikle gurbet hayatının ilk yıllarında kaleme alınan bazı mektuplarda ise, Refi k Hâlid’in, başına gelen bütün felaketlerin yegâne sorumlusu olarak gördüğü İttihatçılar için, biraz da muhatabının samimiyeti dolayısıyla, birtakım hakaret-âmiz sözler sarf etmekten kaçınmadığı dikkati çekmektedir.

Bir kısım mektuplarında haklı olarak hayatından ve içinde yaşamak zorunda kal-dığı olumsuz şartlardan şikâyet eden Refi k Hâlid’in (2 Mart 1932 tarihli mektup) bazı mektuplarda mizacını ve karakterini açıklaması; bazılarında da bir hikâye ve roman yazarı olarak özellikle Rus hikâye ve romancılarından Maksim Gorki ve Gogol gibi yazarlardan etkilendiğini söylemesi itibariyle (18 Teşrîn-i evvel 1932 tarihli mektup),

Mektuplar” genel başlığı altında 1993-2002 yılları arasında Tarih ve Toplum dergisinde gerekli açıklama ve notlarla birlikte tarafımızdan yayımlanmıştır.

3 Tespit edebildiğimiz kadarıyla Rıza Tevfi k-Refi k Hâlid ilişkisi II. Meşrutiyet’in ilânından sonraki

yıllarda İttihatçı düşmanlığı ile başlamaktadır. Bu tarihten sonra her ikisi de Hürriyet ve İtilâf Fırkası safl arında yer almışlardır. Rıza Tevfi k’in Refi k Hâlid’e ithaf ettiği “Âyine-i Devrân Ne Gösteriyor?!” adlı manzumesini, Refi k Hâlid Sakın Aldanma, İnanma, Kanma! (İstanbul 1335, s. 5-6) adlı kitabının baş tarafına koymuş; Rıza Tevfi k de Refi k Hâlid’in 1922 yılında çıkarmaya başladığı Aydede’de bazı mizahî manzumelerini yayımlamıştır.

(3)

söz konusu mektupların Türk edebiyatı tarihi açısından da büyük bir önem taşıdığı anlaşılmaktadır.

Rıza Tevfi k’in çocukları ve diğer aile fertleri tarafından yıllarca itina ile muhafa-za edilen ve daha sonra bana emanet edilen bu mektupları ben, hem devrin havasını, hem de mektup yazarının hâlet-i rûhiyesini olduğu gibi vermesi bakımından herhangi bir sansüre tâbi tutmadan ve orijinalliğini bozmadan yayıma hazırladım. Okunduğu zaman da görülebileceği gibi, bugünün okuyucusu tarafından pek fazla bilinmeyen ve benim tespit edebildiğim bir kısım şahıslar, konular ve meseleler hakkında dipnot-larında açıklamalar yapmaya çalıştım. Ancak, o yıllarda birçok Türk ailesi yaşamakla beraber, Lübnan ve Suriye’nin bir Arap ülkesi olması dolayısıyla, buradaki bir kısım mahallî yemeklerle bazı isimler hakkında başvurduğum çeşitli kaynaklarda bilgi bu-lamadığımı da belirtmem gerekir.

-1-Cünye (Lübnan), 5 Temmuz 1927 Sevgili üstadım;

Sabih’in4 sana yazdığı gibi nihayet, izdivâc ettim. Bu “izdivâc” kelimesi zikredilir

edil-mez, Sürûrî5 babamızın Vehbî’ye6 ta’rîzen olsa gerek, söylediği:

Za’f-ı bâhım vardır ammâ izdivâc etsem gerek

Koca karılar elinden bir ilâc etsem gerek!

hicviyesini hatırlamamak kabil değil. Filvâki bu beyit benim hâlime uygun düşmüyor, elhamdülillâh... Lâkin:

Fakr-ı hâlim vardır ammâ ilh...

sûretinde birinci mısraı vaziyetime muvâfık olarak tashih pek mümkündür. Allah

kur-4 Adliye Mektupçusu Şevket Bey’in oğlu olan Sabih Şevket, Mütareke sırasında İstanbul Tramvay

Şirketi Müdürlüğü yapmış, Cumhuriyet’ten sonra 150’likler’e dahil edileceği endişesiyle yurt dışına çıkmıştır. Uzun yıllar Suriye ve Lübnan’da yaşamış, 1938’de yurda dönmüş ve 50’li yıllara kadar yaşamıştır.

5 XVIII. yüzyıl divan şairlerinden. Bir ara Sünbülzâde Vehbî’nin kâhyalığını da yapan Sürûrî, eğlenceli

hiciv anlamına gelen hezeliyâtı ve düşürmüş olduğu manzum tarihlerle ün kazanmıştır. Divanı ile manzum tarihlerini ihtiva eden Sürûrî Mecmuası (İstanbul 1299) matbûdur. Mizahî manzumeleriyle hicivlerini ihtiva eden Hezeliyât’ı da biri taş basması olmak üzere iki defa basılmıştır (Daha geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Akün, “Sürûrî“, İslâm Ansiklopedisi (İA), C. XI, İstanbul 1970, s. 250-252).

6 XVIII. yy. divan şairlerinden. Kolay şiir yazmakla şöhret kazanan Vehbî’nin divanı dışındaki diğer

(4)

tarsın... Sabih, bilhassa bu günlerde Sürûrî ebyâtını dilinden düşürmüyor. O kadar ki yanında meselâ, münasebet gelse de bir “kadın” kelimesi kullanılsa, derhal:

Kadın yaptı kadem-hâne tekazâ def’ ola burda... mısraını okuyuveriyor. Yahut, bir “cihân” ismi geçse:

Kel Memiş gülmemişe döndü cihâna sad hayf!

deyiveriyor. En bayıldığı ve diline pelesenk ettiği mısralardan birisi de: N’ola görmezse gözün bâri kulağınla işit

dir. Haa, unutacaktım:

Hânemizde gebeler var diyerek Vehbî-i pîr

Eyler imiş âleme kendi cimâ’ın îmâ

Bunu, bilâ-lüzum bile, günde beş, on defa tekrarlıyor. O kadar tekrarlıyor ve Sürûrî lisa-nıyla konuşuyor ki, affet, işte, ben dahi mektubuma bunlarla başlamağa mecbur oldum. Sürûrî’yi sevmemek mümkün müdür? İnsan bahriyeli sövüşünü, balıkçı küfrünü, kül-hanbeyi dilini hoş bulduğu ve şiirini hissettiği gibi, onun lisanından da büyük bir zevk, müstehcen olduğu cihetle acayip bir keyif duyar. Kuzu sarması, işkembe çorbası, söğüt kokutması gibi hayli pis, fakat leziz şeylerdir. Abdesthaneye pek meraklı ve düşkün olan Sabih’in bu eş’ârdan bizden fazla zevk-yâb olması da bedîhîdir. Sürûrî bazan bir

lâğım-dan başka bir şey değildir. Fakat ekser “tarihî” tarihlerinde ise ‘formidable’7 oluyor:

Çıkarıp leşker-i küffârı dedim târihin Belgrad kal’asını aldı Mehemmed Paşa

gibi. Mâmâfi h, nâdiren, ne kadar da nâzenîn sözler söyler, tarihler düşürür:

Söyledim ağzın açıp târihin

Etdi bir bûse kerem yâr bana Şu dahi nefîstir:

Geçdi Galib Dede cândan yâ hû!

Her ne ise Sürûrî’yi bırakalım. Son mektubunu okuduktan sonra Revu de deux

Monds’lar-da8 Henry Bordeaux’nun tarih-nüvis Michaud’ya9 dair bir etüdünü okuyordum.

Napol-yon zamanı adamcağızı sürmüşler; o zamana kadar Paris’te, gazete idarehânelerinde, âb 7 “Hârikulâde”

8 Fransızların meşhur magazin dergisi.

9 Michaud (1767-1839). Edebiyatçı ve tarihçi. Fransız İhtilâli’nde kralcı olduğu iddiasıyla ölüme

mah-kûm edilmiş, bunun üzerine vatanından kaçmıştır. Napolyon devrinde ise affedilmiş ve Akademi üyesi yapılarak onurlandırılmıştır. Restorasyon devrinde sansür kurulunda görev yapmıştır.

(5)

ü havadan mahrum, ölüm korkusu içinde yaşayan bu zât Jora dağlarından pek hazzetmiş,

tabiatın sînesinde huzur bulmuş. Derken, aksi ya, Sénat10 kararıyla affetmişler, şu şiiri

yazmış:

Adieu, vallons charmants! La fortune cruelle, Loin de ces bords chéris, aux cités me rapelle, Ce Sénat, qui longtemps régna par ses forfaits, Vient me persécuter jusque par ses bienfaits. Oui, barbars, je hais jusqu’à votre justice: Votre loi qui m’absout commence mon supplice. Dans les champs, loin de vous, je vivais consolé;

Mais, en me rappelant, vous m’avez exilé!11

Nasıl? Kuvvetli ve bilhassa bizim hâlimize, kālimize münasip değil mi? Bonapart’ın uydurma aristokrasisi, muhrib-i harb yaygarası, hafi yeleri ve türedileri içinde yaşamağa can atmadığı bedîhîdir. Düşün, şimdi, Mustafa Kemal’in İstanbul’a gideceği bugünlerde orada olsaydın... Kancıklarından, enciklerinden başlayarak bugün o it sürüsü bizlere na-sıl bakarlar, sahibine güvenen köpekler gibi hırıldayarak nana-sıl dişlerini gösterirler, hamle etmeğe müheyyâ dururlardı. Bir memlekette, diğerine nisbeten fazilet az olabilir; fakat

bizde; bizimkinde çingene evinde musandıra12 aramak kabilinden... Grönland’da hurma

ağacı arayabilirsin, bulabilirsin, lâkin Türkiye’de faziletin bizzat kendisinden vazgeçtik, taklidini bile bulmak imkânsız. Beş sene oldu, bir kerata çıkıp da hâlin nedir diye

sorma-dı. Halbuki o memleket güya ölümüme13 ağlamış, diri bulunuşuma sevinmiş, beni çok

severek okumuş, kitaplarımı kapışmış, makalelerimi ezberlemişti. Hiç unutmam,

Anado-lu’da sürgün iken Celâl Sâhir14 benden Türk Yurdu’na yazı istemiş, fakat, neşretmesine

rağmen, ıspanak kralı denilecek derecede kesb-i servet eylemesi hilâfına, bedeli olan beş on lirayı göndermemiş, vermemişti. “Yazacağın makalelere mahsûben sana yüz lira gönderiyorum!” diyemez miydi? Bu defa da Akşam’cılar, fi nolar neşrettikleri hâtırâ-tımdan hilâfsız binlerce lira kazandıkları halde el-ân hesabımın bakıyesini vermiyorlar. Veremdir, gebermesin diye kuvvetle beslediğim Yakup Kadri, zindandan kurtardığım Fa-lih Rıfkı, eski donlarımı verdiğim Ruşen Eşref selâm göndermiyorlar. Hepsinin çekiver kuyruklarını...

Bizim için gülünecek şey, bereket çok: Halide anamız15, vatan anası, bugün çarşamba

karısı, hamam anası kadar menfûr oldu. Muhterem onbaşı, artık baş belâsı. Kaptan

Ra-10 “Senato”

11 “Elveda güzel vâdiler! Korkunç talih, bu aziz kıyılardan uzak, beni şehirlere çağırıyor. İşlediği suçlarla

uzun süredir saltanat süren bu senato, yardımlarla beni sıkıştırıyor. Evet, barbarlar, sizden nefret ediy-orum, adaletinizden bile. Beni affeden kanununuz, bana ezâ veriyor. Sizlerden uzak, kırlarda müteselli yaşıyordum; fakat beni hatırlamakla beni sürgün ettiniz!” (Bu parçayı tercüme eden hocam Prof. Dr. Orhan Okay’a teşekkür ederim)

12 Eskiden evlerde yatak yorgan konulan dolap, yüklük.

13 Refi k Hâlid’in bir oyun olarak tertip ettiği “Şakadan Ölüm” meselesi.

14 Celâl Sâhir Erozan (1883-1935). Servet-i Fünun dönemi şairlerinden. Daha sonra Milli edebiyat

hare-ketine katılmış, hece vezni ve sade Türkçe ile şiirler yazmıştır. Türk Bilgi Derneği’nin kuruluşunda yer almış ve derneğin yayın organı olan Bilgi Mecmuası’nın yazı işleri müdürlüğünü yapmıştır (1913-1914).

(6)

uf’un16 gemisi kayaya çarptı, şapa oturdu, bugün, o, denizler kişver-küşâsı, deniz

aygı-rından daha haysiyetsiz bir mahlûk. Doktor Adnan17, Cumhuriyet’in ebesi, tabib-i hâzıkı

sayılırdı, yerini Tevfi k Rüşdü18 aldı, ellerinden gelse, bu sâbık doktora lâhik doktor bir

reçete verip ve köpek gibi zehirleyip, gebertecekler. Kâzım Karabekirler, Re’fetler kal-pakları, üniformaları atıp soyunduktan sonra, sivil giymiş softalar gibi şansız, şerefsiz zibidi, hiçten şeyler oldular. Kadıköyü’nde bir Câlibe Hanım vardı, sâbıkan Ömer Sey-feddin’in karısı, ondan ayrıldıktan sonra sizin Karantina’da benim bir mektep arkadaşım memurdu, adını unuttum, ona vardı, yani onunla evlendi. Bu Câlibe Hanım güzelce idi, terzilik yapardı, Re’fet Paşa İstanbul’a girdiği zaman seyrine gitmişti; herifi n, o maymu-nun yüzüne bakmış, bakmıştı da:

– Aman Allahım, bana bir haller oluyor, şehvet içinde kaldım, sanki belimden sarılmış, yatıyoruz! diye haykırmış ve bayılmıştı. Buna ne buyurursun? Re’fet için bugün, değil böyle uzaktan, yakından, yatağında bile ayılan bayılan kalmamış olmalıdır. Herifl er o

esnalarda héros19 idiler; halk tapınıyordu, akvâm-ı nîm-vahşînin müstekreh çehreli,

iğ-renç tebessümlü, esfelü’s-süfelâ idoles’lere20 tapmaları gibi... Fakat, nihayet o idoles’ler,

girouette21 addedilir. Sivrisinekler kadar hem âciz, hem muacciz telâkki olundular.

İstan-bul’un o cihangîr-i sânîsi Şişli’de karpuz sattı, cinas söylemiyorum, cidden sergi kurup karpuzculuk etti; gazetelerde fotoğrafi lerini gördüm. Ya gazeteci arkadaşlar? Selânikli

Emin22, yeni haber aldım, otomobil lastiği komisyonculuğu ediyormuş; lâyığını bulmuş;

Yahudidir, emîn ol, bu Emin lastikçilikte de zengin olur. Velid23, ölü taklidi yapıyor, tabiî

bazı hayvanât-ı âdiyenin tehlike karşısında yaptığı gibi... Câhid24 rezili, Câvid’in25 başını

yedikten sonra Mustafa Kemal’in baş tâcı olacağını sanmıştı, dış kapının mandalı bile olamadı; cami duvarına işemiş kelp gibi dayak, tekme yiyip şimdi köşede ecelini

bekli-yor. İki yüzlü Lütfi Fikri26, fi kri perişan, iki büklüm dolaşıyor. Onda bir “ke’l-kelbi

mü-tehayyirun beyne’l-karyeteyni”27 hâli mevcut. Kafalarının üstünde asılı kılıç, ne korkulu

bir ömür sürüyorlar, korkunç ve esîrâne!

Bizler ister çayırda, ister çölde, ister paralı, ister meteliksiz olalım, bir tesellimiz var, bir,

16 Rauf Orbay (1881-1964). Asker, siyaset ve devlet adamı. Milli Mücadele yıllarında görev yapmış,

Cumhuriyet’ten sonra Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda rol oynamıştır.

17 Dr. Adnan Adıvar.

18 Dr. Tevfi k Rüşdü Aras (1883-1972). Türk siyaset adamı ve diplomat. Cumhuriyet’in ilk yıllarında

uzun süre dışişleri bakanlığı yapmış ve yeni Türk dış politikasının geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır.

19 “kahraman” 20 “put” 21 “fırıldak”

22 Ahmed Emin Yalman. 23 Velid Ebüzziya. 24 Hüseyin Cahit Yalçın.

25 İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle 1926 yılında İstiklâl Mahkemesi tarafından idam edilen

İttihatçıların Mâliye Nâzırı Mehmed Câvid Bey.

26 Lütfi Fikri (1872-1934). II. Meşrutiyet devrinin tanınmış isimlerinden, Dersim mebusu. Gerek Meclis-i

Mebusan’da yaptığı konuşmaları, gerekse çıkardığı gazetelerle İttihat ve Terakki yönetimini ağır bir dille eleştirdi. Cumhuriyet’ten sonra İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılandı ve beraat etti. Edebî ve siyasi muhtevalı çeşitli eserleri vardır. Günlükleri, ölümünden yıllar sonra Dersim Mebusu Lütfi Fikri Bey’in Günlüğü (hzl. Yücel Demirel, İstanbul 1991) adıyla yayımlanmıştır.

(7)

lâkin pek mühim, pek büyük. Bir sürü şenî mahlûkatı ménager28 etmek, onlara hoş

görü-nerek yaşamak haysiyetsizliğinden uzağız. İnşallah af ile değil, onların mahkûmiyetiyle memlekete gideriz. Affedilerek gitmek iktizâ ederse, ben de Michaud gibi:

Votre loi qui m’absout, commence mon supplice!29

diyeceğim. Türkçe gazeteleri, mecmua ve risaleleri görüyor musun? Fakrü’d-dem-i dimâğî müptelâlarının hususi, geniş ve kalabalık bir hastahanede çıkardıkları cerâid

sa-nırlar. İlim yok, irfan yok, illâ zekâ, esprit30 külliyen mefkud. Ya şîve, üslûp?.. Aman

Allah! Kâfi r İpekçi’nin31 mağaza çırakları hep gazeteci olmuşlar; makaleleri okurken

Mustafa Şamlı’nın32 tezgâhtarıyla konuşuyorum gibi geliyor. Hay hınzır dönmeler hay,

manifaturacılıkla muharrirliğin ne münasebeti var? Neden bu mesleğe sülûk ettiler; sü-lük gibi yapıştılar, güzel bir İstanbul lehçesiyle yazılmağa başlanan gazeteleri Kuzgun-cuk çarşısında bir cumartesi sabahına benzettiler? En sevdiğim mesleği bile turfa ettiler, bu bezirgânlar!

Yakup Kadri Milliyet gazetesinde bir roman yazıp33, içinde Samimler34,

Şeyhülislâm-zâdeler35, Mehmed Aliler36, şunlar, bunlar, hepsi var. Berbat bir eser, o kadar ki

dayana-madım, kendisine tenkidkâr bir mektup yazdım, izzet-i nefsini kıracak şeyler söyledim. İçinde romanın senden de bahis var: Feylesof dedikten sonra bir (!) işareti koymuş; be-ğendin mi şu öküz kafalı dalkavuğu? Gazete birden bire kesildiği cihetle hikâyenin

mâ-ba’dini okuyamadık. Bunun aksi olarak, İkdam’da Cevdet37 seni mevzu-ı bahs etmiş, ben

görmedim, medhediyormuş... Medihleri de kendilerinin olsun, zemleri de!

Türkiye’dekilerin bahsinden içime sıkıntı geldi, sana biraz Cünye sükkânından dem vu-rayım; fakat ondan evvel ve maalesef yine Türkiye’den yazacağım. Şimdi Doğru Yol geldi, Mustafa Kemal İstanbul’a vâsıl olmuş. Herifi n vürûdundan çok evvel bin kişiyi tevkif etmişler ve üç bin kişiye reisicumhur İstanbul’da bulundukça evlerinden çıkma-malarını tenbih etmişler. Yaşasın Cumhuriyet! Yukarıda söylediğim gibi, bizler için, ora-da olsaydık, en ehveni evlerimizde mahbusiyet idi. Filvâki biz, buraora-da ora-da fazla masraf olmasın diye evimizden çıkmıyor isek de, korkumuzdan veya şeref-taallûk eden irâdeden dolayı değil. Bu ne fark-ı azîmdir! Bir uyuşmak, uzlaşmak yolu vardır ama bizler bunu ancak dört gün yapabilirdik, beşinci günü ana avrat söverek ayrılır, belâmızı da bâligan-mâ-belâğ bulurduk. Avrupa’da Mussolini, Fransua de Riva redd-i diktatör; senede

bir-28 “İdare etmek, hayvan terbiye etmek” 29 “Beni affeden kanununuz bana eza veriyor!” 30 “Espri; ince anlamlı, şakayla karışık güzel söz”

31 İpekçi Kardeşler: 1890’lı yıllarda Selânik’ten İstanbul’a gelerek önceleri soyadlarını aldıkları ipek

ticaretiyle uğraşmış, sonra Eminönü’nde dönemin en büyük mağazalarından olan Selânik Bonmarşesi’ni açmışlar, Cumhuriyet’ten sonra sinema ve fi lm işlerine girmişlerdir.

32 Eminönü’nde mağazası bulunan, o yılların tanınmış kumaş tüccarı.

33 Yakup Kadri’nin 1927 yılında önce tefrika suretiyle Milliyet gazetesinde yayımlanan, aynı yıl kitap

hâlinde de basılan Hüküm Gecesi adlı romanı.

34 9 Haziran 1910’da, muhtemelen İttihatçıların tuttuğu adamlar tarafından Bahçekapı’da güpegündüz

tabancayla vurularak öldürülen Sadâ-yı Millet gazetesi başyazarı Ahmed Samim Bey.

35 Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi’nin oğlu Muhtar Bey.

36 150’liklere dahil edilen eski Dahiliye Nâzırı Mehmed Ali Bey (bk. Kâmil Erdeha, Yüzellilikler yahut

Milli Mücadelenin Muhasebesi, İstanbul 1998, s.197-198).

(8)

kaç kere başlarında bomba, göğüslerinde tabanca patlıyor, yine memleket içinde mekik dokuyorlar. Henüz bir adam asılmadı. Ankara ise asma kabağı çardağına çevrildi, sıram sıram sallananlara baktıkça insan feyz ve berekete hayran kalıyordu. Gazetedeki diğer bir cihet de Yüzelliliklerin tâbiiyetten, hakk-ı mâlikiyet ve verâsetten mahrumiyetleridir.

Sen Karantina’daki38 paranı, ben babamdan kalacak olan malı alamayacağız. İran şâh-ı

cedîdi sâkıt hânedân âzâsına maaş vermekte ber-devam... Harb-i Umumi’de Almanla-rı, Harb-i Umumi’den sonra Rusları taklit ve takip ettik. Avrupalaştık, diyorlar. Hâlâ mahkûm Asya akvâmı siyasetini, Moskof’un kıçında yürümek yolunu tutuyoruz. Hür isek, cidden müstakil ve müterakkî isek, Asya politikası bizim neden programımızı teşkil etsin? Moskof’la omuzdaşlığı Turan ve Afgan’a bırakalım. Son zamanın en büyük tarih-nüvis ve hükemâsından olan İtalyalı Guglielmo Ferrero yeni ve mühim bir kitabında Asya’daki harekât-ı ahîreyi Rusya’nın zaafından mütevellid addediyor. “Rusya artık za-yıftır, Asya’yı korkutamadığı için şımartıyor!” diyor. Biz de bu şımaranların başındayız. Moskof korkusunu kalkmış addederek Avrupa’ya kafa tutuyoruz. Kafamıza dank dediği zaman işin künhünü anlayacağız ama, tekrar, Basra harâb olduktan sonra.

Cünye, her zamanda, her mevsimde olduğu gibi yine lâtif. Seni Amman’da denizden mahrum olarak hatırladıkça, vallahi, karşımızdaki, ayaklarımızın altındaki deniz bize, gönlümüze ezginlik veriyor. Allah, ne iyi etmiş de dünyanın dörtte üçünü deniz olarak halk etmiş! Sabih’in, son hâdise-i izdivâcda pek büyük muâvenetini, arkadaşlığını

gör-düm. Tebrikine azîm teşekkürler ederim. Nihal39 de gerek senin, gerek hanımefendinin

ellerinizden öperek takdîm-i teşekkürât eyler. Senin gibi bir dâhînin tebrik ve tasvibi nazarımda ikballerin fevkinde bir kıymeti hâizdir. Tekrar tekrar teşekkürât.

Necib ve Sabri Beyler sıhhatteler. Biz de iyiyiz. Pek güzel yemekler yapıyoruz; uyku, mütalâa, nâdiren tenezzüh, ev işi, sohbet... İşte ömrümüz! Sabih, Nihal ve ben hürmet-lerimizi hanımefendiye arz eder, senin de ellerinden, gözlerinden öperiz. Gevezelikte denizin suyu biter, bizde söz bitmez!

Refi k Hâlid

Azîz doktor,

Şimdilik bu mektuba kanaat et, az oldu ama candan. İnşallah sea-i hâlimde ben de ya-zarım. Lâkin sen onu beklemeden buna cevap ver, muhâberemiz sekteye uğramasın. Bu tarafl ara bir ufacık seyahat yapacak mısın? Seni ve Nazlı Hanım’ı pek özledik. Bir hafta için bile olsa yine kârdır. O kadar güler eğlenirdik ki.. Çok çok selâm, hürmet ve

meved-det. Hanımninenin40 ellerinden, çocukların gözlerinden öperim.

Sabih

38 Rıza Tevfi k önce, 1897 yılında Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduktan sonra 1908’de mebus

seçilin-ceye kadar, ikinci defa da Balkan Savaşı’ndan maarif nâzırı oluncaya kadar (1911-1918) Karantina İdaresi’nde çalışmıştır. Burada söz konusu edilen, Karantina İdaresi’ndeki memuriyetinden dolayı emeklilik hakkını kazanması meselesidir.

39 Nihal Hanım, daha önceki mektuplarda adı geçen Mahir Said’in kızı olup aynı zamanda Refi k Hâlid’in

yurt dışında evlendiği ikinci eşidir.

(9)
(10)
(11)
(12)

Cünye, 28 Temmuz 1927 Sevgili üstadım,

Mufassal ve müfîd mektubunu ber-mutad müteaddit defalar okuduk, komşularımızdan icab edenlere okuttuk. Evvelâ zelzeleden dolayı geçmiş olsun! Büyük korku ve çocuk-ların Kudüs’te bulunmaçocuk-larından dolayı da müdhiş bir endişe atlatmışsınız. Buradaki pek hafi fti, ürperme kabilinden bir şey. İhtiyatsızlık edip müşrif-i harâb evde oturma; Allah göstermesin, bir ziyan görürsen edepsiz İstanbul gazeteleri kına koyarlar, kına gecesi eğ-lencesi kurarlar. Bizler, biraz da, bu sebepten, arsızları memnun etmemek için yaşamalı ve sıhhatimizi, neş’emizi korumalıyız.

Eylül sonunda Lübnan’ı ziyaretin ciheti, bu tebşîr ziyadesiyle sevinç verdi; hacı bekler gibi bekliyoruz; hoş, zaten sen de hac yolundan geleceksin. Burada geçireceğin zamanı uzunca hesab et; iki günde yine kaçma. Ben tam dört sene, dokuz ay oldu seni görmedim. Mâlûm ya, bu Teşrîn-i sânide gurbet beşinci yılı tamamlayacak!

Elbiseli resmin pek güzel çıkmış, gözlerinin revnakı, alnının nûru fotoğrafta mündemic. Çıplak resmin bana sinema kapılarına konan fi lm fotoğrafl arından biri hissini verdi, san-ki Feylesof Rıza Tevfi k, “Diyojen” rolünde! Avrupalı ve Avrupa’da olsaydın ne fevkalâde bir sinema kahramanı da olabilirdin. Senin derecende resme gelen, pek az adam gördüm. Fransa’nın tebdîl-i kıyafette en muvaffak bir aktörü olan Gémier (şimdi direktördür) bile

bu kadar maharet gösteremezdi diyebilirim. Mimique41 cihetinden de mükemmel bir

has-sayı hâiz bulunduğun cihetle, bilhassa sinemada milyon kırmak işten bile değildi. Burada kırsak kırsak ancak bit kırabiliriz. Fransa’da Richpek gibi bir akademisyen, aynı

zaman-da, kendi eserindeki rolleri oynamıştı; bugünün en mümtaz ve rakik humoriste’i42 olan

Tristan Bernard43 hâlâ sahneye çıkar. meşhur Edmond Rostand’ın44 oğlu, hayrü’l-halefi

Maurice de yazdıklarını oynuyor. Yeni auteur dramatique’lerin45 güzîdelerinden Jean

Parment kezâ. Biz de, seninle beraber, yarı felsefî, yarı mizahî bir pièce’i46 müştereken

yazıp müştereken oynayabilirdik. Edebiyat âlemi için Avrupa’da ne mesut, ne unutulmaz ve ne şerefl i bir hadise teşkil ederdi. Amman’da kerpiç evde sen bedeviyette, ben Lüb-nan’da taş kovuğunda vahşette yaşayacağımıza, adlarımız Paul veya Pierre olsa,

olabil-seydi sen Côte d’Azur’daki47 kâşânende, ben Bretagne’daki48 şatomda, şimdi, ne zaman,

ne huzur, huzûr-ı kalb ve fi kr ile ömür sürerdik. Fransa’nın benim mevkiimde olan

Clé-ment Vautel’i49 muhakkak ki milyonerdir; milyoner olmasa bile, ne ehemmiyeti var,

ra-hattadır, istediği yerde oturup istediğini yapmakla hürdür. Bir kendini, bir de Bergson’u50

düşün. Haydi, diyelim ki milyonlarca karii olabilen bir lisanın üdebâ ve felâsifesiyle, 41 Mimik: Bir fi kri yüz, el ve kol hareketleriyle anlatma.

42 Ciddi ciddi söylerken tatlı bir dille alay eden kişi.

43 Daha çok mizahî konuları işleyen Fransız gazeteci ve oyun yazarı (1866-1947). 44 Ünlü Cyrano de Bergerac oyununun yazarı (1868-1918).

45 Dram yazarı. 46 Sahne, tiyatro oyunu.

47 Fransa’nın güneyde Akdeniz’e kıyısı olan ve Provence ile birlikte anılan yerleşim bölgesi. 48 Fransa’nın Mandre kıyısındaki coğrafî bölge.

49 Fransız gazeteci ve romancı (1876-1954).

50 Özellikle zaman ve sezgi hakkında ileri sürdüğü görüşleriyle XX. yüzyıl felsefesinde yeni bir çığır

(13)

maddî cihetten, kendimizi kıyas etmeyelim. Ben babamın Erenköyü’ndeki köşkünde oturmakta idim, onu bile kıskandılar. Sonra az buz kazanıyordum, geçiniyordum, bunu da çok gördüler. İpipullah sivri külâh, memleketten kovdular. Cürmüm ne? Bir kumarbaz siyasetçi ümitsiz bir anda, velev hesab ederek, velev hesapsız, bir vurgun vurmuş, ben

buna aleyhtar imişim. “Ya kaybedersen?” endişesiyle herifi n “reste!”51 demesine

muvâfa-kat etmemişim. Artık benden kötüsü yok! Merak etme, onlar beni tâbiiyetten çıkardıkları zaman ben zaten tâbiiyetlerinde bulunmuyordum. Bence, zaten buna “Tâbiiyetten ıskat” ismi verilemez; “Tâbiiyetten âzâd” daha doğrudur. Mekteplere mahsus müntahabât kitap-larında mevcut yazılarımın altındaki imzalarıma, çocuklar okumasın diye kara damga vur-muşlar. Ne kurûn-ı vustâî ve ahmakça şey. O çocuk zeki ise hiç babasına gidip de sormaz mı? Daha fazla meraka düşmez mi? Diğer isimlerden ziyade hâfızasına hâkketmez mi?

Bizler, vaktiyle Kemalleri52, Şinasileri –teşbihte hata olmaz!– böyle öğrenmemiş mi

idik? O devirler erkânına lânet okumamış mı idik? Senin şiirlerini Türkiye tarih-i edebi-yatından Allah çıkaramaz, benim ismimi de Azrail öldüremez. İhtilâl zamanındaki hükû-met kararlarıyla, hükümleriyle yok ve hiç edilmiş bir sanatkâr kâinatta mevcut değil.

Öl-dürülebilseydi André Chénier’den53 tut da Victor Hugo’ya kadar yüzlerce zât ma’dûm

olurdu. Bilhassa Les Châtiments’larını54 okumakta olduğun Hugo. Bu eseri ben eskiden

beri pek severim, ilk menfâmda yastığımın altında dururdu. O ne verve55 ile yazılmış, ne

muhayyirü’l-ukûl bir hicviye, bir sublime56 dâsitân-ı hicrândır. En meftûn olduğum

parça-sı “L’Expiation”dur. Birinci Napolyon coup d’État’parça-sının57 cezasını çeker. Ne azîm bir

kud-ret-i dâhiyâne ile, Victor Hugo’nun ruhundan seyelân etmiştir. Oku, üstad, oku. Sen onu okurken ben burada zevkini duyuyorum. O eserin senden asil bir karii olamaz! Düşün ki –dil pelesengi olmuş da “Düşün!” diyorum, yoksa sana düşün demek ne haddime!– Hugo bile bizim bugünkü zamanımızdan daha müterakkî ve mütemeddin bir zamanda memle-ketini terketmiş, hem beş sene, on sene değil, galiba on sekiz sene menfâ ve gurbet haya-tı çekmiştir. Türk milletine duyduğun ve hiddet, öfke şeklinde izhâr ettiğin iğbirârı ben tamamen muhikk bulmuyorum. Gemiciler, balıkçılar, sâir şedâid-i tabiatla uğraşmağa mecbur olanlar, mâlûm ya, hiddetli olurlar, haklıdırlar. Sen de Amman’da tabiatın yekne-saklığı, nekesliği, elvân ve envâra muhtaç ruhuna karşı gösterdiği tünd çehreliği içinde, pek tabiî olarak, ara sıra, bilhassa anlayan bir muhatap bulunca öfke coşkunluğuna germî veriyorsun. Fakat ne olsa, yine, mektubunda bu hiddet dalgaları arasında boğulmayan hakikatler var. Meselâ Mustafa Kemal’in yaptıklarındaki fevkalâdeliği tasvir eden sahife gibi! Türk’ün, hâşâ huzurdan, bilmem ne gibi aşağı düşmüş başını kaldırıp “Var mı bana yan bakan?!” dedirtecek mevkie getirmesi gibi... Bu harikayı, velev bir “şans” olarak, velev bir hesap mahsûlü veya fırsattan istifade şekli, her ne olursa olsun, vücuda getiren adama nîm-vahşî bir milletin secde etmesi kadar haklı, tabii bir hadise olamaz. Bugünkü Türkler nedir? İki yüz sene evvelki Fransızlardan temeddün itibariyle geri değil mi? İki 51 Mecazen herhangi bir konuda sert ve kesin olarak son sözü söylemek, üstünlüğünü ilân etmek. 52 Nâmık Kemal.

53 Bir Fransız konsolosu ile Kıbrıslı bir annenin çocuğu olarak 1762 yılında İstanbul’da doğmuş bir

Fransız şairi. İhtilâl hükümetini eleştirdiği için giyotinle cezalandırılmıştır (öl.1794). Duygusal şiirleri vardır.

54 Victor Hugo’nun, modern edebiyatın en önemli eserleri arasında yer alan, siyasi tutkunun ağır bastığı,

hiciv yüklü epik şiirleri.

55 Verve (Fr.): Cerbeze.

56 Sublime (Fr.): Kıymetli, değerli, yüce.

(14)

yüz sene evvel değil, yetmiş sene evvel Fransız milleti Üçüncü Napolyon gibi irin surat-lı, hastalıksurat-lı, soğuk, sevimsiz, ne asker, ne âlim, ne cesur, ne âlî-cenab, hulâsa hiçbir şey olmayan, bir hiç olan piçe (mâlûm ya, Hollandalı bir amiralin zâde-i gayr-ı meşrûudur, emsalsiz bir orospu olan anası, Kraliçe Hortense onu bu yabancıdan peydahlamıştı) Vi-ctor Hugo’ları ve daha neleri feda etti. Orada da ordu bu mesânesi parçalanmış boş kafa-lı serseriye yaltaklandı, esîr oldu. Emile Ollivier gibi bir sâhib-i kemal başvekilliğinde bulunuyor, buna tenezzül ediyordu. De Cassagnac gibi bir âteşpâre-i zekâ ve celâdet, ömrünü onu ve onun sülâlesini müdafaa uğrunda çürüttü. Türkler, Almanlardan da mı

ileri? Bir Wilhelm’in58 ardı sıra yüz yıllık mirasını bir partide kaybetti. Bugünkü İtalya

ile İspanya daha bâriz numunelerdir; iki diktatörün memleketlerinde sükûn ve huzuru tesis etmelerine mukabil millet her nevi zulüm ve tecavüzlerini mazur görüyor; taabbüd ediyor. Türkler de pek iyi yapıyorlar. Mustafa Kemal, Mussolini’nin ve Primo de Rive-ra’nın yaptıklarından fazlasını icrâya muvaffak oldu, cangâhına saplanan Yunan kaması-nı çekip çıkardı ve katili olmak isteyen palikaryayı maktûl etti. Türk Allah’a tapar gibi tapsa yeri var. İspanya’nın en büyük muharriri olan Blasco Ibamez’i –ki asr-ı hâzırın sayılı kafalarındandır– Primo de Rivera memlekete sokmadıktan başka emlâkini taht-ı hacze aldı ve Fransa’dan bile tard için uğraştı. Bu, her zaman, her yerde, her millet için birdir; ancak İngiltere, Fransa veya şimaldeki birkaç millet gibi şekl-i hükûmet tamamen müesses ve hürriyet müebbed olan diyarlar müstesna. Türkiye ise irfan dünyasına doğalı yirmi yıl olmadı, cehl içinde pûyân... Başka ne beklemeli? Türk cumhurunun (Cumhuri-yeti’nin demiyorum) yaptığı pek doğrudur, mâzurdur, ben millete kızmıyorum, milletin münevverânında noksan, ma’dûm olan fazilete esef ediyorum. Rıza ile Refi k gadre uğra-dılar diye millet halâskârının gırtlağına sarılamaz. Sarılmak lâzım gelseydi, Hugo için Fransızlar Üçüncü Napolyon’u boğarlardı. Af beklemek de doğru olamaz; Birinci

Napol-yon Mm. de Staël’i59 affetmemiş, Üçüncüsü de Victor Hugo’yu vatanına sokmamıştı.

Fakat... Fakat o millette şahsî bir fazilet vardı ki eâzımı etrafında daima gençlerden

mü-rekkep ve dalkavukluktan müberrâ bir élite60 pervâne gibi nerede olsalar dönerler, bir

kuvvet-i kalb teşkil ederlerdi. Ala ala bir Abdülhak Hâmid ile Aristidi Paşa’dan61 mektup

almışsın. Taleben nerede? Talebenin arasından biri, beşi nerede? Bir genç için Rıza Tev-fi k’e mektup yazmış olmak cürmüyle İstiklâl Mahkemesi’ne girmek ne şereftir! Benim yüreğimin yandığı nokta burasıdır, kısm-ı münevverin ahlâksızlığıdır. Halk daha iyi ha-reket ediyor; bütün Halk Fırkası’nın mevcudu, memlekette, fırka rüesâsını korkutacak derecede azdır. Kulüpleri memuriyet âşıkı Dârülfünun talebesi dolduruyor. Bunun sebebi de iktisadîdir. Avrupa’da talebenin ekseriyeti hür meslekle girebilecek kudret-i maddiye-yi hâizdir. Orada bir köylü bile hesabını, kitabını tutar; bilhassa besleyeceği, yetiştireceği derecede çocuk yetiştirir; binaenaleyh beş on kuruş geçineceği olan bir genç de daha hür, fi kren ve mesleken daha müstakil kalır. Bunu, kısmet olursa, zaman düzeltecektir. Yalnız, tamamen bir devre-i sulh teessüs edemeyeceği için bu ümit pek müphemdir. Yazdığın ve bildiğim gibi memlekete bu kadar iyilikler etmiş olan Mustafa Kemal, yarın, böbürlene-58 Wilhelm II (1858-1941). Daha çok militarist tavrı ve kararsız politikalarıyla tanınan, 1888-1918

tarihleri arasında tahtta oturan Alman imparatoru.

59 Fransız düşünce tarihinde önemli bir yeri olan kadın yazar (1766-1817). Eserlerinden biri Edebiyata

Dair adıyla Türkçeye de çevrilmiştir.

60 Elit: Seçkin, aydın.

61 Aristidi Paşa (1863-1938). Salgın hastalıklara karşı mücadelesiyle tanınan Rum asıllı Osmanlı hekimi.

Mufassal Hıfzıssıhha (2 C., 1911-1916) adlı eseri Mekteb-i Tıbbiye’de uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur.

(15)

rek bir halt edecek ve bugüne kadar ettiği hizmetlerin içine edecektir. O etmezse, söyle-diğim vech ile, bir Re’fet, bir Karabekir yapar. Ben Mustafa Kemal’in sukûtu veya vefa-tıyla vatanda bir adalet devri açılacağına inananlardan değilim; daha uzun müddet

pério-de révolutionnaire62 devam edecektir. Yalnız her diktatörün indifâıyla bir muvakkat af

meselesi zuhûra geleceğinden ve bir kısa adalet devri açılacağından, bundan bil-istifade memlekete dönmek ve bu defa işimi yoluna koyarak kendiliğimden ve hazırlıklı hârice çıkmak istiyorum. Öyle çıkayım ki girip girmemekte hür olayım. Mecburen girememek, hürriyetimi takyîd eden bir şeydir ki hoşuma gitmiyor!

Asıl kabahat bizlerin zamanından evvel Türk olarak doğmaklığımızdadır.

Türkler sanâyi-i nefîse itibariyle ne kadar geride... Bir pul, bir madalya, bir sikke, bir arma yapacak adam yok. Nedir o Ankara pulları, İstiklâl madalyaları, Cumhuriyet para-ları? Ressam olmadığım halde benim şuracıkta oturup da sade, şirin, mânâdar bir arma yapacağım geliyor ve bana onlarınkinden daha iyi olacak gibi geliyor. Halbuki Fransa’da zulümler, şenâatler, katliamlar olurken, millet maskaralara secde ederken ve her habâse-ti alkışlarken sanâyi-i nefîse nâmına paha biçilmez âsâr mehcûr idi. İbhabâse-tidâi olduğumu-zu tasdik mecburiyetinde bulunurken milletin, Avrupa’ya önünde baş eğdirebilmiş bir zabite kendisini esir addetmesini ve onu tebcîl eylemesini bir hâdise-i ilmiyye telâkki eylemekle beraber, bizim bundan hoşlanmamaklığımız da pek tabiidir. Lâkin “Ben bu işten hazzetmiyorum!” diye, başkalarının hemen hemen haklı olarak, mâzur olarak yap-tıklarına karşı fazla hiddet de ancak hissî bir hareket olarak telâkki edilebilir; ilmî değil! Bir de, ben senin gibi, Türkiye’ye, ahvâl müsaade ederse, yabancı gibi girmek fi krinde değilim. Yukarıda da söyledim ya, güzel güzel, yerli gibi girerim. “Efendiler, derim, beni tâbiiyetten ihrâc etmiştiniz, hele şunu tashih ediniz!” ettirirdim. Sonra, mirasım mı var, satıp savacaklarım mı, onları da ilk hızda ikmâl ederdim. Zinhâr politika yapmazdım ve güzel güzel, isteğimle, çıkar, –ucuz yaşamayı öğrendik!– bir iyi yere yerleşirdim.

İcab ederse yine gider, işimi yapar, dönerdim. Bak a Doktor Cemil Paşalara63, bilmem

kimlere! Nice’de oturuyorlar, gâh İstanbul’a dönüp işlerini yapıp tekrar Avrupa’ya avdet ediyorlar. Öfke, iğbirâr taraftarı olamam. Sen, elbette benim gibi yapacaksın, Karanti-na’daki hakkını alacaksın, öyle döneceksin, istediğin yere gideceksin. Amman çöllerinde

riyâzet-i bedeniye ile Veysel Karanî64 gibi mütemadiyen yaşamak veya Amerika’ya

mec-buren gitmek daima hoş kaçmaz! Millet ahlâksızsa, sevmiyorsan, sevmediğin ve ahlâk-sız bulduğun bir kitle için menfaatini feda etmekte mânâ ne? İçinde yaşama... Alacağın olan bir adam faziletsizdir diye hakkından vazgeçer, paranı bağışlar mısın?

İşte sevgili üstadım, ben böyle düşünüyorum. Doğru veya yanlış... Seninle muhâbere ve inşallah pek karîben mükâleme ederek tenevvür eylerim. Nasıl candan bekleştiğimizi izaha hâcet yok. Seyahatin kararlaştığı tarihi bize evvelce bildirmeni rica ederiz. Dün Necib Bey de sana bir mektup göndermişti. Lehülhamd sıhhatte, iyiyiz. Âfi yet haberleri-ne intizâren hanımefendiye ihlâs ve hürmetlerimizi takdim ederiz, bilhassa Nihal muhab-betlerini bildiriyor. Ellerini ta’zîm ve tahassürle öperiz muhterem doktorum, ağabeyim.

Refi k Hâlid

62 İhtilâl ve inkılâp devri.

63 Cemil Topuzlu (1868-1958). Türkiye’de modern cerrahinin kurucusu ve İstanbul şehremini. 80 Yıllık

Hâtıralarım (1951) adlı bir eseri vardır.

64 İslâmiyetin ilk döneminde yaşamış ünlü sûfîlerden. Zâhidâne yaşayışı dolayısıyla mutasavvıfl arca

(16)

Doktor,

Ayrıca ben yazmıyorum. Ağustos sonunda geleceğini yazıyorsun. Dört gözle bekliyo-ruz, fevkalâde memnun oldum. Mümkünse işini iyi uydur. On on beş gün burada kal, pek eğleniriz. Şimdiden alacağın mezuniyeti temin et. Bilâhare müşkilât ve mevâni çık-masın! Çok selâm ve ihtiram.

Sabih

(17)
(18)
(19)
(20)

-3-Halep, 2 Mart 1932 Aziz feylesof ve büyük dost,

Bu seferki mektubun, bir kaynar su tesiri yaptı, şaşırdık, haşlandık kaldık. İnşallah

şim-diye kadar Selma’nın65 tam bir âfi yet haberi ve maaşın66 da müjdesi gelmiştir. Lütfi ye

Hanım’ın da67 hastalığı bir devre-i tevakkufa girerek eski vahâmet zâil olmuştur. Bizlere,

bir sürü itlere mukadder olan intizâm-ı hayat, refah ve şenlik nedense müyesser olamı-yor. Herifl erin havuçları uygun... Bizim senelerden beri, bildik bileli kıçımız parçalandı, bir yerde rahat mümkün olamıyor, tam genişlikle bir “Oh!” çekemiyoruz. Evet, büsbütün perişan olmuyoruz, dilenmedik, hastahane köşelerinde can çekişmedik, lâkin fâsılasız bir istirahatten, bir feyz ve bereketten de nasibedâr olamadık. Yaşamadık, sürtündük; bazılarını hayat zümrüd-i anka kuşu sırtında uçurup götürüyor. Bize ise kendisini taşıtı-yor. Ömrümüzün hammalıyız. Sebebi ne? Bilmiyor değilim, hem pek iyi bilirim. Fakat değişmesi, değiştirilmesi imkânı yok: Huy... Huy canın altındadır, can çıkmayınca huy çıkmaz. Bu avamî sözler pek ilmî, pek fennî sözlerdir. Bizlerin bir “dara”mız var ki

atamıyoruz. Mâlûm ya bu dara, tare’dan68 gelir: Filvâki, belki, bu tare’ımız, bir

défec-tuosité morale69 sayılamaz, hattâ belki de aksidir; qualité’dir70. Fakat rahatça, refahlıca

ömür sürmeğe mâni bir meziyettir. Biz hérédité71 hususunda zaten talihsiz doğduk. Bir

arthritisme72 gibi âdeta bize de pathologique73 bir huy isabet etti: Kafa tutmak, hem en

lüzumlu yerde kafa tutmak, en lüzumsuz, faydasız işlerde külâh sallamak. Elbette cedle-rimizde böyle olmayanlar da vardı. Fakat, Allah lâyığını versin, bunlardan aldıklarımız

bizlerde latent74 kalmış, caractès dominants’ımız75 ise kafa tutan ceddimizin pis huyuna

müşâbehet arzetmiş. Ders, tecrübe, acı, hulâsa éducation76 ve milieu77 buna ne yapsın?

Yapar ama asırlar ister, belki küçük Rıza78 masun kalır. Biz bittik, öyle geldik, öyle

gide-ceğiz. Her ne ise, ben susayım; bunlar asıl senin bildiğin marifetlerdendir. Elbette daha iyi tahlil edersin. Hoş, teşhis ve tahlilden ne çıkar? Mademki tedavisi yok...

65 Rıza Tevfi k’in ilk eşi Ayşe Sıdıka Hanım’dan olan ortanca kızı. Robert Kolej’den mezun olduktan

sonra bir süre orada çalışmış, daha sonra Amerika’ya giderek oraya yerleşmiştir. Hiç evlenmeyen Selma Rıza 1982 yılında New York’ta vefat etmiş, orada yakılan cesedinin külleri İstanbul’a gönderilerek babasının Zincirlikuyu’daki mezarının üstüne serpilmiştir. Rıza Tevfi k’in en tanınmış şiirlerinden biri olan “Selma, Sen de Unut Yavrum!“ (Serâb-ı Ömrüm, İstanbul 1949, s. 121-122) adlı şiiri onun için yazılmıştır.

66 Muhtemelen emekli maaşı.

67 Rıza Tevfi k’in eşi Nazlı Hanım’ın kız kardeşi. 68 Noksan, fi re.

69 Ahlâkî kusur.

70 Keyfi yet, sıfat; övünülecek özellik. 71 Verâset, soyaçekim.

72 Damla, istiska hastalığı. 73 Hastalık bilgisiyle ilgili. 74 Gizli.

75 Belli başlı özellik. 76 Tahsil.

77 Ortam.

(21)

Âziryan Efendi dostumuzu görüp sözlerini tekrar ettim. O hüsn-i kabul gördüğü kanaa-tinde... Yahut öyle görünmeyi daha haysiyete muvâfık addediyor. “Zaten geçerken uğ-ramıştım, duramazdım, teşekkürler...” dedi. Ha, şu noktayı tavzih edeyim: Mektubunda “Kendisi bize bir gece bahçede pek çok misafi rperver ve nazik davranmıştı...” diyorsun. O gece masamıza balo heyeti bir şişe şampanya göndermişti, o kadar... Diğer şampanya-lar ve içkiler bizdendi... Bunu, sana azab-ı vicdan olmasın diye yazdım. Mâmâfi h nezaket göstermişti: Seni beş saat kadar, bilâ-fâsıla, bir kelime sıkıştırmağa meydan bulmadan, dinlemişti!

Fehime Hanım-Sabih davası şâyân-ı hayret, hârikulâde bir şey. Bakıyorum, seveme-diğim mahlûklar daima berbat çıkıyor. Bu hanımdan, endâm ü etvârına, mütenâsip ve meşhur ayaklarına, fi lâna, falana rağmen hiç hazzetmemiştim. Kocasından da, gıyâben, nefret ederdim. Şimdi bir memnun olduğum cihet varsa, o dahi Sabih’e bir meşgale, bir eğlence, bir me’kel teşkil etmesidir. Eğer bu meziyeti de zâil olursa yuh olsun ervâhına! Kızını da –bu kabil analar gibi– mahvetti. Bunlardaki hérédité’ye baktıkça bizimkilere rahmet okumamak kabil değil.

Türk tereddîsine müteallik satırların çok doğru ve muknîdir. Mustafa Kemal idaresi, hâ-nedandan başlayarak bu aile tereddî ve tefessühünün neticesidir. Hânedâna mensup bir sürü hergeleden on senedir bir adam meydana çıkamadı. Ve çıkamaz. Bir zamanlar

salta-natçı, daha doğrusu loyaliste79 olduğumdan bugün utanıyorum.

Mektubunda bahsi geçen misafi r hanım hakkında biz, İstanbul’dan çok doğru ve aca-ip haberler almıştık. Bu hanımın Trablusşam’da bir dostu vardır, hele bir sırası gelince araştırınız, muhakkak ya bu onun nezdine, ya o bunun yanına gelmiştir. Sonra tutup da lalanın, Nazif gibi temiz ve haysiyetli bir gence karşı kıskançlık göstermesi Comédie

humaine’den80 gülünç bir meclistir.

Kumaşların posta parasını i’zâm etmişsin, gayet değersizdir, lâfına değmez.

Sevgili misafi rlerinin81 Mayısta avdetleri kararı da can sıktı. Onları bir daha görmek

is-terdik. Filvâki Kurban Bayramı’na Beyrut’a bir sefer niyetinde isek de kat’î değil. Zaten gelirsek de –tam Sabih’in arzusu vechiyle– on günlük erzakımızı alıp geleceğiz ve onun odasına ineceğiz. Bu kararımız o kadar kat’îdir ki münakaşasına bile girişmemenizi şim-diden ve şiddetle rica ederiz. Hem biz, bu defa, daha ziyade Sabih için geleceğiz, geçen defa hiç görüşmemiştik. Seneler oldu yüzünü görmedik. Hoş yüzünü görmediğimiz için olacak ki işlerimiz uğurlu gidiyor! Fakat ne olsa yine görmek isteriz, bazı böyle suratlar uğur da getirebilir. Kendisine, şayet, mektup yazarsan, şu ciheti haber ver, bayramda Cünye’de bulunmak için tedbir alsın.

Cümlenize, Nihal ile beraber, en hararetli, tahassürlü muhabbetlerimizi arz ederiz, aziz ve mübarek dostum, efendim.

Refi k Hâlid –Nuri Genç, İbrahim Mücahid, Doktor Ali Nâsır arz-ı hürmet ederler. Gazetedeki neş-riyât-ı acîbenin Mahir Said’in işi olduğunu zannetmiyorum. Yine, derhal, iade edilmek

şartıyla, onları ve onlardan evvelki Yenigün82 uydurmalarını mazrûfen gönderirsen çok

müteşekkir olurum. Mazrûfende maksadım şayet kesilmiş iseler demektir. Yanlış anlaşıl-masın. Evi tebdil meselesi ne oldu?

79 Kanunlara uyan. 80 İnsanlık komedisi.

81 Rıza Tevfi k’in küçük kızı Munise Başikoğlu ve onun oğlu, yani Rıza Tevfi k’in torunu Rıza Başikoğlu. 82 1931 tarihinden itibaren İstanbul’da yayımlanmakta olan günlük siyasi gazete.

(22)
(23)
(24)

-

18 Teşrin-i evvel 1932 Üstadım ve kardeşim,

Mektubunu, her zamanki gibi, sevinçle aldım ve dikkatle, ehemmiyetle, müteaddit kere-ler okudum. Evvelâ Nazlı Hanım’ın rahatsızlığı geçirdiğine, sâniyen senin zehirlenmeni hafi f atlattığına memnun oldum. Konserve denilen nesnelerden daima bir çekinme duya-rım ve İngilizler, Amerikalılar gibi sabah akşam kutu açıp karın doyuran adamların hem cesaretine, hem de zevksizliğine hayret ederim. Bilhassa et konserveleri öyle müthiş bir zehir hâsıl edebilirmiş ki engerek yılanının ısırması bunun yanında, senin tabirince, Karakulak Suyu gibi hafi f kalırmış. Hattâ evvelki sene, bu zehrin tedkikatını yapan bir Fransız hekiminin gözüne bir zerresi kaçtı idi, adamcağız üç gün içinde kıvrana kıvrana öldü... Dünyanın serumu, panzehiri fayda vermedi. Makarnaya gelince: Ben de senin gibi pis boğaz bir adam olduğumdan bunu hem salça, hem peynir karıştırarak yerim. Zaten en makbul İtalyan usulü de böyledir. Bilhassa salçasına bir miktar defne râyihası da karışırsa enfes oluyor. Hele bir de onu tecrübe et; lâkin sakın defne diye kargabüken veya baldıran yaprağı koyma. İşittiğime göre bazan salataya sirke yerine o osuruk kokulu ispirtodan karıştırıyormuşsun! Bu kabil münasebetsizlikler yapma. Adıyla sanıyla işte sana bir nasihat!

Nasihata, tenkide kızmayan adama henüz rastgelmedim, kendim de dahil olduğum hal-de... Fakat benimki kızmak değildi. Ben öyle kızmam, senin gibi kızarım, yani şiddetli nev’inden. O mektubumda sana sadece izahat vermiştim. Her hususta hararetli olanlar, bittabî, izahat verirken de hararetli konuşurlar; bu fıtrî hal, vehle-i nazarda, hiddet gibi görünür. Hattâ ben alelâde konuşurken kavga eder zannedilirim. Hulâsa kaba ve müna-sebetsiz bir herifi mdir; hakiki dostlarım buna alışık olduklarından ve pek temiz yürek-li olduğumu da bildiklerinden tahammül ederler. Sabih gibi solucan azmanı cinsinden

lenfatik83 olmak istediğim demler bile vardır ama, ne çare, buna müsait yaratılmamışım

(Görünce söyle, mektubu geldi, bugün yarın cevap vereceğim. Gözlerinden öperim). Senin Osmanlı halîtasını ne mükemmel tedkik ettiğin keyfi yeti bence meçhul bir şey değildir. Bilâkis pek mâlûmdur. Bunu ra’nâ bilirim ve o tedkikatını yazmadığına çok acırım. Ben, sadece İstanbul çocuğuyum, devir ve yaş icabı İstanbul’un ancak bir tarafını öğrenebilmişimdir. Sonra biraz da Anadolu’yu yaşadım. Filvâki –başkaları hiçbir şey yapamadıklarından– benim yazdıklarım beğenildi. Lüzumlu yerleri kavramak ve bunları az yer tutarak hoş bir üslûpla hulâsa edivermek marifetini göstermiştim. Dalkavukluk da etmemiştim. Meselâ Türkçü olduğum halde yine Anadolu’yu kusurlarıyla gördüm ve öyle yazdım. Sen ise, tedkikatını bütün halîtaya teşmîl etmek fırsatını buldun ve bunu kaçırma-dın. Hem, hepsine de uymuş göründün. Laz’la Laz, Rum’la Rum, hoca ile hoca, hanım ile hanım şekline girdin, mühim ve pek yakından, derinden tahliller yaptın. Gıpta ederim ve işte bunları yazmadığına yanarım. Roman, hikâye değil, hâtıra şeklinde de olabilirdi. Bun-ları artık görecek adam da kalmadı, o muhit de daraldı. Bahsi geçen Maksim Gorki’nin kendi hayatını, bütün maceralarıyla tasvir eden bir Hâtırât’ı vardır ki enfestir; Moskof âlemini –hâssaten aşağı tabakasını bir canlandırır– okumasına doyum olmaz. Gorki yal-nız halk, amele, sefi ller zümresini tanımıştı. Sen üst tabakayı da gördün; hiç şüphesiz bir noktasını kaçırmadın. Fakat nerede eser? Gel de bu varlık içindeki yokluğa kızma. Ama diyeceksin ki –yani bir nasihata verilen cevaplar gibi– “Ben bunları kendi keyfi m, zev-83 Lymphatique (Fr.): Derisinin beyazlığı, kaslarının yumuşaklığı ile kendini belirten mizaçta olan kimse.

(25)

kim için yaptım, neşemi aldım ilh...” Belki hakkın da var. Lâkin benim de edebiyat, eser nâmına canımın sıkılmasında hakkım olsa gerektir. Ne ise: “İyi olur inşallah!”

Dişçilere, sarkık sîmâya ve o doktor denilen şebek g..ü suratlı pis sarhoşa yaptığın mua-mele pek iyi olmuş. Bir temiz dayak atmadığına şükretsin bu it sürüsü! Galiba, o kadın da dayak âşıklısı... Ara sıra, yemeden, dünyanın tadını çıkaramıyor. Çocuğu varsa da atsın herifi n suratına, gidip hizmetçilik etsin. Şimdi, her yerde, hizmetçilik hem rahat, hem mergup bir iş. Gözünün içine bakarlar, ağzının üstünde burnun var bile demezler. Cinsiyet ihtiyacını da tatmin edecek kapılar vardır. Bu derece iradesizlik, kurban oldu-ğum halde, bana yine acımak arzusu veriyor. Bari herif, adama benzese... “Eh, ne ya-payım, kardeş, seviyorum!” bir mazerettir. Muhakkak o cihet de yok. Hulâsa, konuşsak konuşmasak, belâlı bir komşu. Şam’a defolup gitseler de kurtulsanız... Sabih de Akkâ’ya gitse de ondan da kurtulsanız. Filvâki o, belâlı değildir ama, uzun müddet bir yerde kalırsa sinirliliği başlar, başkasına zarar vermese de eridiğini, üzüldüğünü görür siz de üzülürsünüz.. Onu açan, bavul elde, komisyoncu bezirgân gibi dolaşmaktır. İş görmese bile iş gördüğü kanaatini hâsıl eder, tesellisini bulur. Hele kendisine sorunuz, hiç kolay işe rastgelmiş midir? Hayır, asla! Hallettikleri hep muâdeledir, Arap saçıdır, şöyledir, böyledir. Bence, alelâde işlerdendir. Fakat bırakırım öyle bilsin. Binâenaleyh Fehime Hanım ile tecdîd-i münasebeti, kendi lehinedir, mânevî ve maddî...

Bana Sabih mektubunda soruyor: “Ne zaman geleceksiniz?” diye. Hattâ çağırıyor: “He-men geliniz!” diye. Biz ancak Kânun-ı evvel sonuna doğru seyahat niyetindeyiz. O mev-simi severim. Cünye’nin en sakat mevmev-simi bu aylardır: Eylül, Teşrîn-i evvel ve sâni...

Nezle, dang84, grip, sıtma, fi lân ekseriya bu üç ayda başa gelir. (Necib Bey sözlerimi

işitmesin, Cünye aleyhindeki bu müfterîliğimden dolayı küplere biner. Hiç Cünye’de hastalık olur mu? Hastalık Beyrut’ta, Şam’da, Halep’te mekân tutmuştur. O zât-ı âlî de bu kanaatle mütesellîdir. Kanaatini, yani tesellâsını bozmayalım!) Zaten Kânunlara ne kaldı? Ender’in mektep tatiline de tesadüf edecek. Onu da gezdireceğiz. Zira mektepten ayda bir kere çıkıyor.

Demek ki Nazif yeniden mektebe girdi. Allah, bu defa, zihin açıklığı versin! (Aman, bu cümlemi de Nazlı Hanım okumasın. Asıl nazik noktası budur. Nazif’e, îmâ tarîkiyle bile olsa söz söylenemez, toz kondurulamaz. Sözümü geri aldım; değiştiriyorum: Allah zaten açık olan zihnini bu defa daha açık eylesin, âmin!)

Necib Bey, Şam’dan bir mektup lütfetmişti, fakat yarın, öbür gün Cünye’ye dönüyorum da demişti. Cevabını tehir ettim. Acaba villasına kavuştu, bilhassa, işini becerdi mi? Ha-kikaten pek mükrim, mihman-perver olan böyle bir dostun çok parası olmaması şâyân-ı eseftir. Zarfın içinden bir Sûrî çıktı. Hiç hâcet yoktu. Ne ise: Mersi.

Uzun yazdım. Gözlerinden öperim. Nazlı Hanım’a ihtiramlar, meveddetler. Nihal en sa-mimi hissiyâtını arz ve ifade ve beyân-ı tahassür ediyor. Nazif’e çok selâmlar. Hâlâ bir milyoner Yahudi kızı bulamadı mı? Fazla tahlil etmesin. Çocukcağıza da kız beğendir-mek zor... Ben smokinle frağımı onun düğününe saklıyorum. Çok uzatırsa elbiseler dar gelir diye korkuyorum.

Tekrar selâmlar, senâlar kardeşim, üstadım efendim.

Refi k Hâlid

– Kurultay85 ömür şey... Ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemiyorum.

84 Ağrılı ve ateşli nezleyi andırır bir hastalık. 85 26 Eylül 1932’de toplanan I. Türk Dil Kurultayı.

(26)
(27)
(28)

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu süreçte; Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal örgütlenme düzenini biçimlendiren ögelerin, Orta Asya ve İran Türk–İslam kültüründen gelen yerleşim pratiklerinin

BACKGROUND AND PURPOSE: To evaluate clinical variables for diagnosing childhood acute pyelonephritis (APN) when technetium-99m dimercaptosuccinic acid (DMSA) scintigraphy is

Bu nakillerde bir vericiden alınan kök hücreler alıcının kendi kök hücrelerinin yerine konuyor, ancak önce alıcının kendi kök hücrelerinin radyasyonla ya da ilaçla

Çün­ kü Türkçe, fakat pek acemi ve bo­ zuk bir Türkçe ile söylemmiş bir­ çok değersiz lâflarla dolu müntehi- Uat kitapları okudum ki adları be­

Merhum Albay Hasarı Rıza Bey’in kızı, merhum Yarbay Asım Bey’in eşi, merhume Ahsen Hanım’ın kardeşi, merhum General Necip Zobu, şehit Cevdet Rıza,

O halde bü yük vapurlardaki kumaşlı yerler lüks m u’ Birçok zaman yolcuların haklı isyanlarını mucip olan bu nokta da ehemmiyetle dikkate alınmalıdır.

Bu karşılamaya varsanız , hemen diyim ki size,b iz çok - tan bıraktık bıyık altından gül­ m eyi, 142 dişim izle birden gü­ lüyoruz.. Bu da ancak zekamızı