ggi
Yayına hazırlayan: Zeynep ORAL
I
1
-mm
1982 Cannes Film Festivali’nde “Yol” filminin başarısıyla, elinde
“Altın Palmiye”, zafer işaretiyle dünyaya gülümsüyordu Yılmaz...
Bir yıl sonra aynı festivalde “Duvar” amansızca eleştiriliyordu.
Cannes, Yılmaz ın hem doruğu olmuştu hem kuyusu...
►
Yazık ki, zirvedeyken bir an olsun dönüp
arkasına bakmıyor, “tek adam” imajı
adına, kendini o noktaya taşıyanları, bir
kalemde harcamayı sürdürüyordu...
Yılmaz’ın hızlı düşü
17
manın, Dağları ründen Mayıs’tı, öğlene doğru Zülfü telefon edip, “Y aşar Abi biz de; gelmezse geberti rim diyor, yemek yi yeceğiz, seni bekliyo ruz!” dedi. Gerçek ten, Paris’te Y aşar K em al’le kucaklaş- gurbet derdine karşı Toros m silah gibi kuşanm ak tü- bir tadı vardı.O rdan burdan sohbet ettiğimiz ye meğin sonunda, Y aşar Abi, “Kalk gi diyoruz!” diye doğrulup, kapıya yö neldi. “Nereye?” diye soruyordum ki, “Ben Parisli miyim ki sana nere ye gideceğimizi söyleyeyim, sen gö türeceksin!” diye dışarı çekti. Çıkıp, İstanbul’daki evlerinin çevresinde gibi, “başıbozuk” yürümeye başla dık. Ordan burdan derken, Y aşar A- bi, “Bana bak!” dedi, “Senin canın sı kıntılı... Benden bir şey saklarsan ağzına tükürürüm! Paris’in ortasın da gebertirim seni! Yaşadığın her şe yi, ne derdin varsa anlatacaksın ba na!” diye sürdürdü. Bir derdim ol madığını, kendisini görmüş olmanın heyecanını, hiçbir dertle tatsızlaştır mak istemediğimi söylediğimde ise, iki misli cellallendi. Bu kez de ger çekten Toros Dağları yıkılır gibi ol du üstüme!
S aatlerce yürüdük Y aşar Ahi’yle. Ve ona, burada ne yazdıysam her şe yi, içimden geldiği gibi, aynı duy guyla anlattım.
A Y IP EDİYOR
Yaşar Kemal, (oturup satır satır, sözcük sözcük not etmediğim için, bu gün yanıp yakıldığım) çok güzel şeyler söyledi o gün.
En az benim kadar da o konuştu. So nunda belli öğütler verdi, “ilk şiirin e- linde Tilda’ya geldiğinde, seni oturtup kitaplarımın tashihini yapürsaydım, sen şair olabilir miydin? Ulan, Abidin Bey’in kapısında dursan, sana tuval mi taşıttırırdı. Tam tersi elindeki yükü al maya çalışırdı. Resim yapmayı öğretir bırakırdı. Yılmaz, sana vereceğine e- lindekini alıp bırakmış... Bir şairin, bı rak desteğini, sevgisine ulaşmak büe büyük bir şeydir. Yılmaz buna ulaş mış. Helal olsun!
Ama bir şairi incitmek de büyük bir ayıptır. Demek ki, ne kazandığı şeyin, ne kaybettiği şeyin farkında... Sen göre vini yapmışsın, yapman gerekeni yap mışsın; sadece kendi adına değil hepi mizin adına yapmışsın; yoksulun adı na, öksüzün adına yapmışsm... Canın niye sıkılıyor... Onur duy! Senin bir şa ir olduğunu, yaşadığın her şeyin bey ninde sözcüklerle izi kaldığını hiç mi düşünmemiş? Bir gün bunları, bana an lattığın gibi aynen yazacaksın! Eğrisiy le doğrusuyla ne yaşadıysan anlatacak sın!” diye başladığı konuşmasmı, “Fa kat, şimdi değil... şimdi oturup bir şey yazarsan ayaklarını kırarım! Ben bazı hikayelerimi yazmak için yıllarca, ki misi için en az beş - on yıl bekledim. 0- tuz yıldır olgunlaşmasını bekledikle rim var. Sözcüklerin de yaşamı anlat mada hamlığı, olgunluğu var. Bekleye ceksin... Kimseyle de konuşma... kimse yi de muhatap alma... Yaşadıklarından yakınma... Yakınmak şaire yakışmaz... Daralırsan beni ara!” gibi öğütleriyle
sma, pazarlığına girme... bu seni küçül tür... yapabileceğin bir yardım varsa yap dostu olarak!” dedi.
O gün, olayları taze yaşamış olmanın duygusuyla, Yaşar Ahi’nin söylediği şeylerin bir kısmına tepki göstermiş de olsam, dinledim ve istediği sözü ver dim. Ne konuştum bugüne dek, ne yaz dım bu konuda. Yaşar Ahi’yle Paris’te ki o görüşmemizin tarihi 1982’nin Ma- yıs’ıydı. Yani, 1994’ün Mayıs’mda yaz dığım bu satırlardan tam 12 yıl öncesi... Abidin Dino, çok güzel bir sergi açmış tı Paris’te... Bir de Yaşar Ahi’nin, “Git Abidin Bey’in sergisinde yüzünü yı ka... gökyüzüne bak... şiir yaz!” dediği ni anımsıyorum...
Ve aynı aym sonlamda, Cannes’tan, “Yol”un zaferi yankılandı dünyaya...
Y ILM A Z ZİRVEDE
Tepeye tırmanmıştı Yılmaz. Elinde “Altın Palmiye”, zafer işaretiyle gülüm süyordu dünyaya. Türkiye dışında tüm dünya TV’leri verdi bu görüntüyü. O gün gurbette olan herkesin sevincini simgeliyordu.
Yazık ki, o noktada bile, bir an olsun dönüp arkasına bakmıyor, “yıkılmaz - yenilmez tek adam” imajı adına, kendi ni o noktaya taşıyanları, bir kalemde harcamayı sürdürüyordu. Kendini, in sanlığı yönlendirmeye aday olarak gö rüyordu! Doğru ki, başarıya dövüşe dö vüşe, zorlukları yene yene ulaşmıştı. (Dayanışmalarla da olsa) inkar götür mez büyüklükte bir başarının sahibiy di.
Kum üstünde de kurulu olsa, tapusu dünyaca onaylanmış bir şatosu vardı artık. Kafalar üstünde de yükselmiş ol sa, tepedeydi. Yönetmeninden müzisye nine dostlan ona, hiçbir karşılık gözet meden, emeklerinin yeteneklerinin fili zini sunmuştu, insanın gözü gibi koru ması gereken bir hâzineydi bu. Oysa Yılmaz, “kumar masasmm küçük rest lerinde harcayacak derdi “hovarda” davrana gelmişti mirasına. Daha bü yük zenginlik tutkusunun, “kumar ma sası psikolojisinde, eldekini de bir an da yok ediveren özelliğini önemsemi yordu.
Evlendiğim gündü. Fakat sanki hüzün akıyordu içimizden. Bir süredir Yılmaz’ı görmeyen arkadaşlar üzüntüden sarsılmışlardı. Belliydi ki canını yiyen lanet bir hastalığa yakalanmıştı...
dek ömründe hiçbir zaman özgürlük koşullarında film yapmamış olduğunu” sü rekli tekrarlıyordu. Özgür lük koşullarında yapacağı ilk filme merakı daha da kamçılıyordu bu. Ve kuş kusuz ki “Y oiun başarısı, prodüktörlerin, dolu kasa larıyla ayağına gelmesine yetiyordu.
Yılmaz, kaçış yolunda, isviçreli prodüktörüyle ya tın güvertesinde oynadığı “dostluk santrancmı” bu kez MK2 patronu Marin Karmitz’in ofisinde “pro düksiyon masası”nda oy nuyordu! İsviçreli prodük törü, son bir çırpınışla “ye ni filmin bütçesine 6 mil- yon bulmaya çalışacağını” söylediği bir nokta, M arin Karmitz, “yeni filmin için 9 milyon hemen hazır!” di ye kartını açıyordu. Yıl maz gülümseyerek, gözle rinin içine bakarken, isviç
reli prodüktörün sessizliği, hem Yıl- maz’la ayrüıklarını hem de filmin yeni patronunu ilan ediyordu!
F irar botuna para yatırmış olmak, zorlu günlerde omuz vermek, karşılıklı dayanışma ve birliktelik sözleri, hiç ummadıkları bir biçimde işe yaramaz olmuştu...
İsviçreli prodüktörü, Yılmaz’m u- laştığı başarı yolundaki ilişkilerinin
son halkasıydı. Böylece ondan da kur tulmuş, yanında tepeye tırmanışının geçmişten hiçbir izi kalmamıştı.
C
a n n e s d o r u ğ u“Carnıes doruğu” bence Yılmaz’m yaşamındaki en keskin dönüm nokta sıydı. 1981 - 1983 yıllarına bütünlüğü i- çinde bakınca, öyle olduğu daha net gö rülüyor. 1980 - 1981’de, “Sürü” ile admı
İLK SARSINTI
Dorukta, o noktaya ulaşmasındaki zorlu günlerin son unsurları olarak sa dece, filmin yüzde 50 sahibi olan İsviç reli firmanın temsücileri vardı. Zaferle birlikte, o ilişki de Yılmaz’m “eleğine” düşecekti...
isviçreliler ilk sarsıntıyı, (kaçırma olayma yardım da dahil) her türlü zor luğunu omuzlayarak sonuçlandırdıkla rı filmin, Fransa işletme haklarım “şa ibeli” bir biçimde Karmitz’e kaptırdık larında yaşadılar.
Onların, Yılmaz için Portekiz ve Is panya’da araştırma yaptıkları günler de, Yılmaz, Paris’i “tartıyordu”! Onlar, yeni bir film için “bir süre beklemeyi” öneriyorlar, Yılmaz “hemen yeni bir filme başlamayı” planlıyordu. Onlar, hiç olmazsa kendi bütçemizle iddiasız bir film ya da bütçe için bir TV filmi fa lan yapalım diyor, Yılmaz, yapacağı ilk filmle yine Cannes’e gitmek istiyordu...
Avrupa, “kral”ı olduğu Türkiye gibi, Cannes, “rakipsiz olduğu” Antalya gi biydi artık! Kartlan da vardı: “O güne
Yılmaz, kendisine arabesk bir rakip yaratılmak istendiği
gerekçesi ile Tktlıses’e önce film teklif edilmesini
istemiş olmayınca da cezalandırma yoluna gitmişti...
Y
ILMAZ’ ın, “cezalandı rma”yla,“kızgınlığını soğutma"
duygusuna, (uzaktan çok farklı) bir örnek de, “İbrahim Tatlıses olayfdır. O dönemde Tatlıses, ‘lo p starlardan biri değildi. Fakat Yılmaz, İnsanüstü olduğuna inandığım sezgisinden mi, o çevre hakkındaki gözlem ve deney gücünden mi, duyduklarından mı bilmiyorum,
“Tatlıses adındaki türkücü yakında
'top starlardan biri olacak” diyordu!.. Açıkçası, ilk kez Yılmaz’dan duyuyordum ve fazla da ciddiye almamıştım. Yılmaz, "Amaçları, içi boşaltılmış, arabeskleştirilmiş bir
Yılmaz Güney yaratmak. Bunun
önünü kesmeliyiz!.. Bu adamı bul ve
bir filmimizde başrol teklif et; gerisini bana bırak!” diyordu. Ne ben, fazla öndmseylp, üstüne gittim, ne de
Yılmaz bu konuyu benimle ilişkisinde
bir daha gündeme getirdi. Fakat, gerçekten de Tatlıses, çok kısa bir sürede ünlendi. Sonraki yıllarda “Baba” filminde olduğu gibi Yılmaz’ı da oynadı.
Ve Yılmaz’ın, (farklı ilişkiler ve
farklı nedenlerle tasarladığı) bir “cezalandırma” girişimiyle, Tatlıses’e tekrar yöneldiğini biliyorum. 1980 sonrasıydı ve Türkiye’de olmadığım bir dönemdi. (Kuşkusuz ki, daha boyutlu bir açıklama, olayı bizzat yaşamış olanları ilgilendiren bir konudur.)
Kadir DEMİREL - İZMİR
Y
ILM AZ G ü n e y le ilk kezToptaşı Cezaevi’nde tanıştıklarını söyleyen
İbrahim Tatlıses, “Kendisine
saygım çok büyüktü. O Türk Sinem ası’nın en büyük ismiydi” dedi.
İzm ir Fuarı’nda sahneye çıkan İbrahim Tatlıses, Yılmaz
G ü n e y le ilk karşılaşmalarını şöyle
anlattı:
“Toptaşı C ezaevi’nde ilk kez onu
ziyarete gittiğimde beni Urfa şivesiyle 'ke ko m hoşgeldin’ diyerek karşılayıp öptü. Kekom kardeşim demektir. Bu ilk karşılaşmamızda,
duyurmaya başladığı Avrupa’ya, “bü yük bir sansasyonla” gelip, büyük bir hızla, 1982 baharında doruğa tırmanan Yılmaz, aynı hızda düşmeye başlamış tı. 83 sonundaki konumu, gerçekten her açıdan hazindir.
Birkaç öy önce prodüktör beğenme yen Yılmaz, konuşmak için olsun, sıra dan bir prodüktör bulamayacak du rumdadır. Birkaç ay önce, senaryosuna 1 milyon İsviçre frangı değer biçen Yıl maz, bu kez elinde sinopsisle Yunanis tan’a, oraya buraya gidip destek birik tirmeye çalışmaktadır. Birkaç ay önce, kuracağını ilan ettiği partinin “bayrağı altına çağırdığı kitleler”den yanına sa dece bir elin parmakları kadar insan toplayabilmiştir. Özür diler bir duyguy la, eski dostlarım aramaya başlamış, ef sanevi öykülerle sakladığı mekanını davetlere açmış, küfür ettiği sanatçı ar kadaşlarına günübirlik telefonlarla, hal hatır sorar olmuştur... Ve ne kadar acı ki, bir de hastalık eklenmişti canına...
ACIMASIZ HASTALIK
1983 yılının, acısıyla, sevinciyle yaşa mımda ayrı bir anlamı var. O yılın tak vimi, her sayfasında dalıp gittiğim anı larla dolu...
Mayısın ilk günü, Fatoş aradı beni. Bu, Fatoş’la uzun bir süre sonra ilk gö- rüşmemizdi. Birden sevinip, çocukları falan sordum. Fatoş, “Yılmaz’m sekre teri olarak çalıştığını” söyleyip, kısaca arama nedeninin “Duvar”ın özel göste rimine daveti! olduğumu belirtti.
2 - 3 Mayıs’ta, Champs Elysees’deki
beni tanıması hoşuma gitti.
Yanım ızda Necla N azır da vardı. Y ılm az’a kendisini çok sevdiğimi
söyledim. O da benim türkülerimi bildiğini, dinlediğini ve beğendiğini söyledi, çok şaşırdım. O zaman 'A yağında Kundura’ ve 'S a b u h a ’yı yeni yeni söylüyordum.
'G erçekten beni dinliyor m usun?’
dedim, ’ Evet’ dedi. Hatta, 'S eninle türkülere can geldi’ diye devam etti. Sonra yıllar geçti ve Y ılm az’ın acı haberini duydum. Ç ok üzüldüm. O sıralar Fransa’ya gitmiştim.
Fatoş Hanım’ı ziyaret ettim. Y ılm az’ın Baba filmini isim
değişikliği yaparak oynamıştım.
Fatoş Hanım ’a ilk sorum bu filmi Yılm az G üney’in izleyip, izlemediği
oldu. Fatoş Hanım bana, ' Defalarca izledi. Videoyu başa sarıp sarıp izledi, çok beğendi. Bu çocuk da kendimi buluyorum ’ dediğini söyledi.
Ben kendime sadece onu örnek aldım.”
Ç
o c u kG iB i
T
Sezdiğim gibi, gece yarısını biraz ge çe aradı Yılmaz. Sesine, çocukça bir çe kişme tonu yükleyerek, “Setine bir kez olsun uğramadığın filmi nasıl buldun?” diye sordu. Moralini bozmamak için hiçbir şey söylememiş de olsam, düşün cemin ne olduğunu ilk sözcükte anlaya cak denli zekiydi. Arayacağını sezmiş olmakla birlikte niye aradığım anlaya bilmiş değildim. Sadece filmi nasıl bul duğumu sormak için araması mümkün değildi...
Yılmaz’ınki bunun ötesinde bir me raktı. Festivalin olduğu günlerde, çeşit li politik güçler de Cannes’e gitme ha- zırlığmdaydılar. Belki onlarla ilgili bir takım düşünceleri vardı, bilmiyorum. Ya da kendi psikolojisiyle ilgili bir ara yış içindeydi. Filmine ilişkin insanla rın düşüncelerini tartmak istiyordu? Görüşmek istediğini söyleyip 4 Mayıs’a randevu verdi. Ayrıldıktan aylar sonra - konuşmacı olduğumuz bir - iki toplan tı rastlaşmaları dışmda - yüz yüze ilk görüşmemiz de o gün oldu, inkar dere cesinde kendine kilitliydi ve hemen fil miyle ilgili konuşmaya başlayıp, uzun uzun filmini savundu... Eleştiri olabile ceğini sezdiği her sözümü ustaca sezip kesti, olası eleştirilerin yanıtları türün den konuştu... Birikmiş kırgınlığımı da hissettiren, mesafeli bir tutum içinde konuştum...
i ■
bir salonda “Duvar”ın özel gösterimi ne, o günlerde Paris’te ölen Vecdi Sa y a rla birlikte gittik. Derin üzüntü ya şadığım günlerden biridir. Yılmaz gibi gerçekten üstün yetenekti bir insanın, şöyle giderken durup, oracakta tasarla yıp, oracakta çekiverdiği “Ağıt” gibi filmlerinin bile, ayağına su dökemeye- cek derecede, böyle amatör bir filmi na sıl çekmiş olduğuna, insanın inanası gelmiyordu. Ispanya’dan Ingiltere’ye dek, çocuk tutukluları konu alan filmle rin, tam da o dönemlerde çıkmış olma sı, şanssızlığım daha da artmıyordu. Filmi götüreceği Cannes’ten bir yıl ön ce “Yol” gibi seçkin bir filmle geçmiş olması, şanssızlığını, mislinden misline katlıyordu, “ilk kez özgürlük koşulla rında ve her türlü maddi olanağa sahip olarak yaptığı film” biçiminde yaratı lan imaj, şanssızlıktan da öte, kendi el leriyle kendi kariyerinin boynuna tak tığı bir kementti... Çıktığımda bunları düşünüyordum...
içime, beni arayacakmış gibi bir sez gi düştüğü için, eve çok geç bir saatte döndüm. Ertesi gün Almanya’ya gitme yi düşünüyordum. Defterime de, “Keş ke, uzun süre sonra görüşmemizin ko nusu bu film olmasa... Ya, morali bozul masın diye yalan söylemek gerekti, ya yeniden tatsız bir gerginlik!” diye yaz mışım.
B M
ISRM BSSSj
YARIN: SON GÜNLERİ...
¡ Ü Ş ”Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi