J| # v f
in &unrun
T T- 5 i * ^ V L
Recai zade E krem* i saygı ve minnetle en çok hatırlı yanlardan biri, belki
de birincisi benim: Aynaya gü-Um her iliştikçe! ölü m haberini aldığım
Sinöpta aglıyacak yaşta değildim; falaıt ömür uzarsa insan
gençlikle
dökülememiş göz yaşlarının yüreğinde bıraktığı pası ikide bir hissediyor
s s a
-M
eşratiyetin ilânına kadar benim edebî şahsiyetler arasında tanıdığım tek şöhretli insan, Recai zade Ekrem beydi; geçen hafta gene bu sahifelerde bir meslekdaşm kendisinden uzun uzadıya bahsettiği üstat Ekıem..Hattâ şu cihet var ki üstadı Ekrem’i, sonradan arkadaşlık et tiğim oğlu Ercümentten daha önce tanımıştım. (Cümlem, ya zılarımda pek kaçındığım şekil de sarahatsiz düştü; elbette, Er cüment babasını benden sonra tanımıştır demek istemiyorum. Babasüe tanışmamın onunla ta nışmamdan daha eski bir tarihe düştüğünü söyliyecektim_ Yazık ki yeni yazılarda bu noktalara «üslûptur, lüzumsuzdur» diye hiç kıymet vermiyorlar. Biz de al dırış etmezsek halimiz nice olur, bilmem!)
ilk tanışmamda yaşım on üçü bulmuş, bulmamıştı, Galatasa ray lisesinin, o zamanki adile Mektebi Sultaninin «prépara toire» kısmmdaydım. Ah, şimdi bile telâffuzunda az çok zorluk çektiğim, «ihzari» mânasına ge len bu Fransız kelimesi! Düşü-niinüz ki hangi sınıfta olduğu-muz sorulunca, daha «papa» de mesini öğrenememiş bir çocuk şu cevabı verecekti:
— Première préparatoire, pre mière division!
Pre-pa-ra-tu-ar... Ne belâ! için de dil alışıklığı, kolayımıza gelen iki heceden, yani «pa-ra» dan şi kâyetimiz yoktu ama hepsi bir birlerine karışıp bağlanınca o
sinden muntazaman itası iradei seniye ahkâmı iktizasından bu lunmakla» ay sonunda — p lâ yapabileceği halde ne nazırın yanına çıkar, ne muhasebecinin odasına ayak basar — dosdoğru kendisine karşı derin bir saygı göstermesinden ve belki de ken disi gibi zarif giyinmesinden hoş landığı babamın odasına uğrar dı. Evrakın muamelesini babam bir memurile takibettirir, «itası» emrini aldırtır ve Üstadın diledi ği biçimde — altın mı, banknot mu, yahut zemane tâbirile «mağ- şuşe», yani karışık mı — kendi sine verdirirdi.
işte o güzel adam" ve kibar ediple tanışmamı yukarıdaki ira deye borçluydum.
Hemen hemen kimesnin gire mediği ve çok defa babamın da bulunmadığı bu odada koca (ta- lim-i edebiyat) üstadile şu henüz edebiyat namına muallim Naci- nin (Kuzu) manzumesinden başka bir şey, yani hiç bir şey bilmeyen bacak kadar çocuk ne konuşabilirlerdi?
İlk yıllardaki sohbetlerimiz den tek hatırladığım benden ye mek oıu^ds mektepte neler ve rildiğini sormasıydı. Gene hatır ladığım şudur: Sabah kahvaltısı niyetine bir bardak sulu süt ve ya bulanık çayla bir dilim ek mekten başka — ne reçel, ne peynir, ne zeytin — ağzımıza «habbei vahide» koymamamıza içerlemişti, «Yetmez, demişti, çocukların sahalı gıdası kuvvet li verilmelidir!» Ben de — yaş ve baş farkına rağmen — aynı
yanların şhrijdi,,. Ama gene ve zinliydi, kafiyeliydi, mânalıydı; insan yadırgamazdı. Meselâ — biz,. (Hüve) den sonra bir (Lamelif) de armağan eden ve yakında (cim karnında bir nok ta) çıkarması beklenen — dos tum Asaf Hâlet Çelebinin: Büyüyüp küçülmiyen bende
Sonsuz karıncalar doludur Kıtası gibi okurken tüylerimiz diken diken olmaz, beynimiz ka- ııncalanmazdı!
***
aş on sekizi buldu; artık * Eıcümentle ahbabım ve bir gece Rüyükdere sırtında Üs tat Ekrem’in köşkünde — rah metli Müfit Ratip ile beraber — oğlunun misafiriyim. Bilmem (Tanımadığımız Meşhurlar) se nsinde, vaktile gazeteci meşhur Filip efendinin olduğu hatırım da kalan bu eşsiz manzaralı köş kün bahsi geçti mi? Sabahleyin bahçede ev sahibi, gene her za manki gibi gayet zarif giyinmiş, galiba kırda bulunduğu için boy nunda «a la Valilere» denilen dağınık artist kıravatı, yanımıza uğradı ve bir aralık bana döndü:
— Başınızı azıcık yan tarafa tutar mısınız? Biraz daha... Bi raz daha... Tam profil!
istediğini yaptım; ben görmü yordum ama dikkatle yüzüme baktığını duyuyordum. Neden sonra, kendi kendine söylenirce sine dalgın, şöyle dediğini tim:
işit-söz, «şu köşe yaz köşesi, şu köşe fikirdeydim; evdeki çekirdekleri kış köşesi» şaşırtmacası kadar çıkarılmış, fakat iri taneleri şu dilimizi bozar, bizi pepemeye çe
virirdi... Sözümüzden ancak okul memurları anlardı.
Zaten o (Mektebi Sultani) de, ihzarisinden tutunuz son sınıfı na kadar talebenin çokluğu için bitmez tükenmez ve önlenmez tehlike akrabanız yanında «malı- tum bey hangi mektebe gidiyor?» sorusuna uğframaktı. Zira mek tebin adını verince karşımızdaki zatın, hele ecnebi ise birdenbire dilini değiştirerek bizimle Fran sızca konuşması vartasına çat mak hartada yazılıydı.
Biz ki orada belki Fransızca öğrenirdik... Ama — pek azımız ayırdedilirse — konuşmasını bil mezdik; biri konuşmak İstedi mi allak bullak olurduk; san, sol gun yüzümüzü birdenbire bir kızıl renktir kaplar, kan hücu mundan kulaklarımız çınlardı; şakaklarımızda damarlarımız ka barır, ateşli nabzı gibi atardı.
Allah ömrüne ömür katsın, «chose» kelimesinin... bunu âde ta mastar haline sokardık, «cho- ser» etmeğe başlardık. Hele «c’est-à-dire» sözü dil pelesengi- miz olurdu... Bunsuz dört keli meyi bir araya getirmek kimin haddine!
rupla çekirdekli gibi tıkasıya dolgun, koyu garibaldi rengin de, her damlası nereye düşse yüzün taşı biçiminde donup ka
lan vişne reçeli gözümde tü terdi...
***
B
ereket, üstat Ekrem mek tebimi sordu ama ilerisi ne varmadı. Ferahladım.Şimdi galiba Askerî tıbbiye okulu olan Maliye Nezaretinde, babamın bürosunda bulunuyor duk. Pencere önünde yeşil deri kaplı bir kanape vardı. (Büyük bir memur odası olmakla bera ber öyle içine gömülüvereceğiniz maroken koltuk takımları, paha lı eşya yok) Recai zade vakarlı bir mahviyetle oturuyor; yalnı zız. Ben, mektep dönüşü berabe rinde eve gideceğim babamın daireden ayrılma saatini bekle mekteyim.
Onun beklediği kimdir? Ne dir?
İstibdat devrinde her ay başı maaşım almak değme yiğitin kârı değildi; «maaşı umumî» yi beklemek lâzımdı ki bunlarda iki bayrama, iki kandile, iki ke resi de padişahın doğum ve tah ta çıkış günlerine Taslatılmak
A
radan üç yü kadar geçti. Ben olgunlaşıyordum; he le edebiyat merakına kapıldığım dan ulak tefek malûmatla da dolgunlaşmaktaydım. Recai za de Ekrem beye Taslamadığım aylar mahzun olduğum gibi onun bana Taslamasından mem nun kaldığım sezerek buluşma lardan büyük zevk duyuyordum. Bir gün elimde Fransızca bir ki tap gördü, kapağını okudu; yü züme «sen bunlardan anlıyacak çağda mısın?» gibi şaşarcasınâ baktıktan sonra kitabı aldı; oku mağa koyuldu.Hem okuyor, hem bir taraftan beğendiğini anlatan baş hareket leri yapıyordu. Yan taraftaki bölmelerde veznedarlar torba torba mecidiye sayıyorlar, kese kese altın tartıyorlar, çeyrekler le kuruşlukları bakır küreklerle karıştırıp aktarıyorlardı. İşitilen yalnız para sesiydi... Ve bu ma denî senfoni arasında Üstat Ek rem, Belçikalı şair Rodenbach’ın
(Le regne du silence), yani (Sü kûnetin saltanatı) adındaki manzum eserini gözden geçiri yordu.
Rodenbach onun tanımadığı yeni şairlerdendi; Belçika ka nalı arının durgun sulan etra fındaki derin sessizliği ve haya let gibi geçen hüzünlü hayatı yaşatmış nîelânokolik bir şair, bir dert puıan... Şürinde ne varsa alaca karanlıktadır, soluk, süzgün, rüyalı ve gökteki .a yın büsbütün soğumadığı devrinde olduğu gibi yavaş yavaş çekil meğe başhyan bir hayat manza- rasmdadır
Kitabı kapadığı zaman gözle rlni — okumaktan çabuk yorul duğu için mi, -yoksa tesirine ka pılmış olmasından mı — fazla kızarmış buldum.
— Pek güzel parçalar var, de di, şiir çok değişmiş...
Evet, değişmişti. Bu, Lamar-şartile yılda altı ayı geçmezdi, tineden, Hugodan, Mussetten, Fakat üstat Ekrem için «maa- hattâ o zamanın meşhuru S. şm mahbemah nıa.lye hazine-1 Prudhommeden başka türlü
du-Güzel — Burun pek güzel...
bir profil!
,
Ben ki o âna kadar acayip bulduğum mahmuzlu burnuma yan buçuk k ü fü n d ü m , birden sempati duydum. Hoşluğunu an- lamıyanlara karşı ucuna (Üstat Ekrem’in beğendiği b* un) diye elbette bir yafta takı, nazdım...
lâkin büyük edebiyat hocasının güzel bulduğu bir profile sahip olmak — edebiyat meraklısı bir genç için — yabana atılacak imtiyazlardan değildi. Hâlâ, elli sinden sonra bile — o İmtiyazın tesiri olacak — burnumdan memnun, yıldız barışıklığı içinde yaşadığımı gizlemek istemem.
Ve gene o sebeptendir ki Üstat
Ekrem’i saygı ve minnetle eri çok hatırlıyaplardan biri, belki birincisi, de muhakkak benim... Gözüm aynaya her İliştikçe!
Recai zade Ekrem ile Meşruti yetten sonra mâliyede değil, bir yıl kadar, haftada dört beş kere akşamları eski Karlman mağa zasının üst kat pasta salonunda buluşmağı âdet etmiştik Artık yazılarımı da beğeniyordu. Fa kat yorgundu; çok ağır konuşu yor. Yürürken pek küçük adım lar atıyor ve kızarmış göz ka paklarının gittikçe gevşediğini görmek beni üzüyordu.
ölüm haberini Sinopta aldım* Aglıyacak yaşta değildim. Fa kat ömür uzarsa — zaman geli yor — insan, o gençlikte döküle memiş göz yaşlarını yüreğinin içinde, pas gibi silinmez izler ha linde ikide bir hissediyor.
Refik Halid Karay
Ankara Halkevinin
resim sergisi
Ankara 26 (Telefonla) — Ankara Halkevi tarafından hazırlanan 10 un cu resim sergisi dün törenle açılmış tır. Halkevi Bavkanı B. Celâl Oilven bu münasebetle bir konuşma yapmış, bunu takiben de Parti Genel Sekrete ri B. Memduh Şevket Esendal, san atkârları teşvik edici bir hitabe İle
sergiyi açmıştır. '