ı T-
T i l ' h . O H
Ahmet Hamdi Tanpınar “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” di yor, “yekpâre, geniş bir â- nın parçalanmaz akışında” olduğunu söylüyordu. Dağ larca “içimizden, dışımız dan geçen vakti” zalim, za- limâne diye niteledi (“A ç Yazı” kitabmda “Geçen Şey” şiiri). Dağlarca’da za man bölünmez, parçalan maz bir akış değildir, dağı nıktır, yüzlerce tarlaya kol atmış, hepsini de sulamak isteyen bir kanaldır. K o şuşmalarla, gördüğü yeni yeni suları başkasına kap tırmamak telaşlarıyla geçer Dağlarca’nın vakti. Ve Dağlarca’nın zulmü, zâli- mâneliği kendinedir, yakın çevresinedir.
Şiir hamaratlığının ilkele rini “Üç T Kurah” nda özet lemişti: Takaddüm, taan- nüt, teceddüt. Yani öncü ol mak, hep başa geçmek ister Dağlarca. Bir durum, bir sezgi, bir sosyal ortam, po litik hava, esen yeni bir rüzgâr, bir çağrı ona kollan sıvatır ve hazırdır kırk kita bından biri, “önce davrana caksın, inat edeceksin ve kendini boyuna yenileye ceksin!” — İşte “Uç T
Ku-HüSEYiN SERMET
(Devam) Onu kendisi de itiraf edi yor, çalmam için şartlar g e reklidir diyor... Peki, sizin için şartlar rol oynuyor mu?
Benim için de önemli ta biî... Eğer şartlar uygun değilse, onları unutup mü ziğime vermeye çalışırım kendimi...
Gelecekte tanınmış ol mak için hangi yolu seçmeyi düşünüyorsunuz?
Tanınmadan öne belirli bir seviyeye ulaşm ayı amaçlıyorum şimdilik... İdealimde bu seviye çok yüksekte... Ulaşmak güç olacak, uzun sürecektir eminim... Fakat bu tırma nışı yaparken doğal olarak bazı çabalarım, katılacağım
FAZIL HÜSNÜ
ralı” mn türkçesi.Fakat çabuk bıkar Dağ larca. İşi bitti mi bıkar. Şü- rinde böyledir, dostlukla rında böyledir. Dağlarca vakti, otomatik, çapraşık bir vakittir. Şair sanki bir makina önüne oturmuştur; kapıdan girenlere bakar, bir düğmeye basar, katı - stan dart elektronik beyin deler deler geçer devam kartları nı. Deniz aşırı yolculuklar gibi; insanlar, kentler, gökyüzü, ülkeler, rejimler arası uçmak tutkusunu, bu çılgınca yanşı, bir kuş sim geler Dağlarca’da. Üstelik “dört kanatlı” dır Dağlar- ca’nın kuşu. Başka türlü her tarafa nasıl yetişir?
Yolu pek de kayalıktır. Yıldırır, pes dedirtir ve har car. Dağlarca şatosunun bi tişiğinde bir harcanmışlar parkı vardır. Şairin bir za manki gözdeleri —ki az e- mekleri geçmemiştir Dağ- larca’ya— bu parkta, Frankenstein veya Doktor Kimki’nin laboratuvarları- nın gizlendiği şatoya, blok taş ve yüksek duvarlara doğru, içlerinde bir aldatıl mışlık duygusu, buruk bir sitem, bakar ve susarlar. Çünkü şairin vakti yoktur yarışmalar tanınmamı da sağlayacaktır bir yandan... Şu anda tanmmayı değil, çalışmayı düşünüyorum...
Mesleğinizi nerede geliş tirip sürdürmek isterdiniz?
Mesleğimi oluştururken, bunu şu veya bu ülke üe sı nırlandırmak istemem... Bu meslek yapılacaksa ulus lararası olacaktır. Buna ça lışacağım tüm gücümle...
Oda müziğini önemli g ö rüyor musunuz?
Çok... Son derece... Ge niş bir repertuvara sahip oda müziği. Bu alanda bir de talihim var; kemancı bir Fransız arkadaşımla çok iyi a nl aş ı p ç a l ı ş ı y o r u z . . . Şimdiden on - on bir sonat kattık repertuvarımıza...
Piyano olmasaydı hangi çalgıyı seçerdiniz?
DAĞLARCA
Foto: Ara Güler
birtakım inceliklere. Dağ- larca’dır: Kuyulara inile- cekse başka ipler bulmak gerekir. Küçük esnaf lonca larında mıdır, kıral locala rında mı; görmeye de göz ister. Yardımları, sevgileri hesaplı ve bir yere kadardır.
Yurt içi ve dışı bunca dip lomalarına, beratlarına ba kılırsa notları hep pekiyi, örnek bir öğrencidir Dağ larca. Sadece özgeciliği, ve fayı, hoşgörüyü, bölüşmeyi bilmeyen, bu alanlarda ye teneksiz bir öğrenci. Nasıl
Size bir şey söyleyeyim; iyi, çok iyi çalman çalgıların tümü de eşdeğerli sayılır benim için... Çalgı ne olursa olsun, yeter ki iyi çalınsın... Meselâ Yehudi Menuhin’i dinlerken “Ah keman çala- bilseydim de Bartok’un şu ‘Konçerto’sunu bir de ben dinletseydim...” diyorum...
Müzik dışında diğer sa natlarla ilişkileriniz?
Resim çok severim... “ Impressionisme” akımım özellikle... Resme karşı çok merakım var... Ayrıca sine maya büyük sevgiyle bağlı yım ... Edebiyatta daima iyiye, güzele bağlıyım.. B e lirli bir çağ gözetmem.. Gün olur Dostoyev ski oku rum, gün olur basit bir hi kâyeyi tercih ederim...
FARUK YENER
yadsır bu erdemleri de “Ha yır, ben varım, yalnız ben!” der, şaşmalı! Sonsuza var- ı ma yarışında değiştirdiği
atlar onu menzilden menzile ulaştırmış ve çatlamışlardır sonunda. Dayanma güçleri bir yere kadardır.
Tatlı anılar yazılır Dağ larca ve eski dostları üzeri ne. Ama her dönemde az çok böyle değil miydi bu? Alın 16. yüzyılı, Aşık Çelebi tezkiresini: Şairler, sanatçı lar arasında binbir küsüşme ve çekişmelerle doludur. Sonuç: Sanatçıların çocuk yanları şenlikli olur. Ama yazmak da gerekli mi bun ları? Yıllar yılı, bir içilen su ayrı gidercesine mutlu be raberlikler, ortak yaşantı lar, her yazıda övgüler fa lan, zamanla değerini yitiri yor. Sevgi, saygı, korkudan / yazmak süresiz ertelen miştir. Hem de gerçeğin an cak bir yüzü yazılabiliyor: Sanatçının anılara değil, kendi eserlerine yansımış yüzü. Belleğimizdeki gö rüntüleri, sanatım bir yana bırakarak sadece bir insan olarak edindiğimiz izlenim leri, vardığımız yargılan unutmak gerekiyor. Dağ larca da bunu vurgulamış- ' tı: Benim hiç resmim olma sa / Olmasa da görünsem / Hep düşüncelerde / Yazıca hep (“ Asû” kitabmda). Bu gerçek bir başka şiirinde de belirir: Bellidir / Gecenin cam gibi parladığı / Camın arkasındakiler / Belli değil.
Şiirleri beni de eğitmiş, bana da çok şeyler öğret miştir, vazgeçemem Dağ- larca’dan. Fakat çekinirim. Daha 1943’te “Benimle ve edebiyatımla uğraşana lâ- net olsun!” demişti. (“Da ha” kitabmda). Lanetlen memek için çare, onu kendi dağlar mda bırakmak. Nasıl olsa orada, tâ 1939’da belirttiği gibi “bütün mesa felerden görünür k a la ca k tır ("Çocuk ve Allah” kita bmda).