• Sonuç bulunamadı

Ahmet Rasim

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ahmet Rasim"

Copied!
19
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

İ K İ N C İ İ N Ö N Ü Z A F E R İ

Y A Z A N :

I . H . B A L T[:A C I O Ğ L U

MİLLETLER İÇİN KENDİLERİNE BİR ŞEF SEÇM EKTE İKİ A K İB E T T E N BİRİ MÜMKÜNDÜR: Y A BU Ş E F O MİLLETİN KENDİSİNİ İFADE E D E R ; O Z A M A N MİLLET İÇİN S A A D E T MU­ H A K K A K T IR . Y A H U T BU ŞEF O MİLLETİN K E N D İN D EN BAŞKASINI TEMSİL E D E R ; OZA M A N DA FE L Â K E T M UK AD DERDİR. İSMET İNÖNÜ TÜ RK MİLLETİNİN K E N D İS İD İR ; EN Y Ü K S E K D E REC ED E T Ü R K MİLLETİNİN KENDİSİ... O N U N İÇİN TÜ RK MİLLETİ Y Ü K ­

SEK D E R E C E D E MESUT BİR MİLLETTİR.

NİSAN 1940 tarihi İkinci İnö­ nü Z aferi’nin on dokuzuncu yıl d önüm ü oldu. İnönü, beşer t a ­ rihinin bu büyük zaferini 31 m artı 1 n isa na bağlıyan gece içindefka- zanm ıştı.

Bu âlem d e hiçbir şey sebepsiz olamaz. B üy ük a d a m la r cem iy et­ lerinin ifadesidir. Büyük a d a m lar c e m iyetlerinin ihtiyaçlarından do­ ğ a rla r ve bu ih tiy aç la ra cevap verdikleri için, cevap v e rdikleri m üd d etçe, büyük k a lırla r. Cemi- m iyeti te ş k il edeu fertle rin d a ­ ğın ık iradeleri, büyük bir adamın şahsın da to plandığ ı zam an , önce­ den tahm in edilem ez bir k u v v e t ve feyiz doğar.

Büyük a dam ların zuhuru için b ü y ü k cem iy etler lâzım dır. Uzvî v arlık o la ra k f e r t m anevî hiçbir d e ğ e r taşım az. Ferdin bü tü n ruhî se rm a y esi basit sevkitabiîlerinden ve basit te m a y ü lle rin d e n ib a re t­ tir. F e rd e m anevî şahsiyetini, m e­ denî ve k ü ltü re l varlığını veren bu cem iyetin kendi şahsiyetidir. Bu şah siy et f e rd e cem iyetinden gelir. C em iyet, m ede n iy et gibi k ü ltü rü n de anasıdır.

Büyük adam ın çıkabilm esi için işte böyle m e d e n iy e t ve kü ltür kay n a ğ ı olan bir cem iyetin bulun­ ması ve h am leye k a d ir olması ge­ rektir. A n c a k , böyle bir cemiyet içinde h e rk e s büyük adam olarak y etişem iyor. Bunun sebebi, h e r­ ke sin şahsiy eti icabı sosyâl oluşu ve gidişi k av rıy a b ile ce k bir hâlde bulunm am asıdır. H e r kim ki içinde

y aşadığı cem iyetin yenilik ve ile­ rilik rüyasını e rk e n d e n g ö rm ü ş tü r ve gizli akınlarını iyice sezm iştir, o b üyük adamdır. O, cemiyetini canlı şahsiyetinde taşır, ergeç ve ister istem ez cem iyetini d e ğ iş t i ­ rec e k tir.

Şu hâlde, büyük adam dem ek, te k â s ü f etmiş, ideâl hâlinden ci­ sim, ruh hâline geçmiş adam d e ­ m ek tir. Büyük ad a m ların milleti ta ra fın d a n sevilmesinin sebebi de budur. Millî Şefimiz için de böy­ le. O n u n m üste sna şahsiyetini y a ­ r a t a n T ü rk cemiyetidir. Millî Şe­ fimiz T ü rk cem iyetinin ifadesidir. Millî Şefimizin şahsiyetini incele­ m ek le T ü rk c em iyetinin millî ş a h ­ siyetini iyice anlam ış oluruz.

İnsanın şa h siy e tin d e n çok ka- ra k te rle n d ir e n zekâsı ve gönlü değildir, belki iradesidir. Ç ü n k ü her şeyle b irlik te insanı insan y a ­ pan asıl hassa bu irade ve y ara­ tıcılık hâlidir. Bir irade gibi aldı­ ğımız zaman ism et İnönü’nde ne buluyoruz ? Şunları: 1) Bütün güç­ lüklere v e geçliklere r a ğ m e n , im kân olarak kendini göste re n millî id eâller anlayışı. 2) Z am an ve m ekân içinde çalışan, kavisler, m ünhaniler çizen, f a k a t ana isti­ k am eti ü zerinden hiç ayrılmıyan şuurlu ve terk ipçi bir ku d retin faaliyeti. 3) H e r hedefe varışta d u rup d inlenm eden bu varış n o k ­ tasını hem en aşan sonsuz bir ideâl.

Millî Şefin bu hassalarını böy- lece gözle gö rülebilir bir hâle g e ­ tird ik ten s o n ra T ü r k milletini bu d erece başarı ile tem sil etm esin­ deki sırrı da m eydana çıkarm ış oluyoruz. Milletler a n c a k k e n d i­ lerine benziyen insanları severler ve başla rın d a tu ta rla r. Sevgi bir benzerlik, bir birlik psikolojisi­ dir. T ü rk milletinin zaman ve m e­ k â n ın şeam e tle rin e en çok göğüs geren millî k a ra k terlerin i a r a ş t ı ­ ralım. Bunlar n e le r d ir ? 1) Akıl âlem in d e reâ listlik . 2) Gönül â le ­ minde p a n te is tlik . 3) İrade â le ­ minde yaratıcılık. C o ş k u n ve ilâ hî milletimizin bu bitm ez ve t ü ­ ken m ez h a y a t k a y n a k la rı-o ld u ğ u gibi f a k a t t e r k ip hâlinde, d e m e k ki en z engin d erecesinde, İnönü’ nde vardır. Biz T ü r k le r İn ö n ü ’yü onun için seviyoruz.

(3)

K I S A T E T K İ K

V E T E N K İ T L E R

S A R A H BERNHARD R J le ş h u r tiy a tro a rtisti S arah Bernhard

vaktiyle tem siller verm ek üzre İs ­ ta n b u l’a gelm iş ve P era P alas O te li’ne in­ miş. Bir akşam serv ise a it b ir eksiklikten m üteessir olarak d airesin d e n ekadar eşya varsa hepsini kırm ış. İs ta n b u l'd a n a y rıla c a ­ ğı gün ta b iî m asraflarıyle b irlik te z a ra r ve ziyan tu ta rın ı da sorm uş ve tesviye etm iş. O tel m üdürü m erak edip sorm uş. A rtis t o akşam ki rolü icabı kızgın ve sinirli o l­ ması lâzım geldiğini ve bu şid d etli h are­ keti onun için, m ahsus yap tığ ın ı söylem iş. S arah B e rn h a rd ’ın bu h arek eti W illiam Jam e s’in b ir psikoloji anlayışına çok u y ­ g u ndur. Bu büyük ruhiyatçıya göre m uay­ yen ru h î h aletler m uayyen adalı durum ları icap e ttird iğ i gibi, m uayyen adalî d u ru m ­ lar da karşılğı olan ru h î haletleri çağı­ rırla r .

Y A L A N C IL A R KLÜBÜ

Ulus, A n k ara :

B

irleşik A m erik a'd a 2500 âzâlı b ir kulüp varm ış: Y alancılar K ulübü! B u klübün b ir de m adalyası bulunuyorm uş; b ir sene 1 içinde en su n tu rlu , ve y ah u t daha yerinde i b ir sıfat kullanalım , en kuyruklu yalanı söy- liyene verilecek b ir m ad aly ası... Dünyanın son birkaç senelik siyasî h âdiselerini h a ­ tırım a getiriyorum da böyle b ir kulübün . neden açılmış olduğuna h ay ret edesim ge­ liyor. Bir “yalan söylem iyenler kulübü,,

' açılm ış olduğunu öğretmeydim, belki hay­

r e t ed eb ilird im .— T . 1.

'M

TEIUUK

HAFTALIK Fi KİR GAZETESİ

I. H. B S L T S e i O Ğ M J

NÜSHASI 10 KUR UŞ E S K İL E R İ 2 0 KURUŞ Yİ L L I Ğ I 5 0 0 KURUŞ 6 AYLIĞI 2 5 0 KUR UŞ 3 AYLIĞ I 130 KURUŞ Yabancı memleketler İçin b u f i a 11 a r i k I ka tt ı r Muhabere adresi : İstanbul, Ç am lı­ ca, Altunizade, 9 -11,Telefon» 6 0 3 5 0 . İdareevi : İstanbul, Ankara Caddesi, Adalet Hanı, kat 3 , No. 15—16—-17.

Telefon : 2 0 6 7 3 .

K E M A L E R M A T

K

emal Erm at Gazi T erbiye E n s titü s ü ’nün yetiştirdiği değerli kültür a d a m la rı­ mızdan biridir. K em al E rm a t Ş a r k ’ ta yıllarca ç alıştıktan so nra b ö b ­ re k le rin d e n birini k a y b e tm iş ve b irk aç yıldır Maarif Müdürlüğü yaptığı K o c a e li’ne gelmiştir. K e ­ mal ErmatTn en büyük meziyeti k ü ltü r ve s a n a t değerlerine olan sıkı bağlılığından ib a re t değildir. O h er zaman k ü ltü r işini bir öğ­ retm en işinden daha geniş, bir h a ­ y a t işi o lara k almış ve her gittiği yerde k onferans, tiyatro, müzik ve to p lu lu k hayatım c a n la n d ır ­ mış, halk ve m eslekdaşlsrı a rasınd a m an e v î ba ğ la r y a ra tm ış tır. K e ­ m al E r m a t ne zaman ve k aç k e ­ re bizi k ü ltü r vazifesine çağır­ mışsa hiç düşü nm eden onun m a k ­ sadına ve y a rd ım ın a k o şu p git- mişizdir. K ocaeli vilâyetinde g ö ­ ze ç a rp a r de re c e d e olan k ü ltü r ve sanat kalkınm asını değerli V a­ li Ziya Tekeli ile E r m a t ’a borç­ luyuz. K e m a l E rm at şimdi K a y ­

s e ri’ye Maarif Müdürü o la ra k g ö n ­ de rilm iştir. Bu tay in herhangi kim senin herhang i y e r e tayini d e ­ ğildir. Bir fa b r ik a şeh ri olan K a y ­ seri e k o n o m ik ehem m iyetine uy­ gun bir h a y a t ve k ü ltü r k a lk ın m a ­ sına m uh taçtır. K e m a l E rm a t bu b ü y ü k vazifeyi gö rm e k için oraya gön d eriliyor. Yeni A d a m sevgili

ve değ erli a rk ad aşın ın pek yakın m u vaffak iyetlerini g ö r e c e k ve yi­ ne çok se vin e c ektir.

t / e n i S t f d g j n

T A B İ A T

N E

Z A M A N

S E V İ L İ R

â

L M A N mütefekkiri Keyserling’e Boğaziçi’ni göste­

rerek sormuşlar: «nasıl, çok güzel değil mi?»

Kayserling cenap çermiş:

«tabiat beni enterese

etmez, beni enterese eden yalnız insanlardır

».

Sonra dönmüş, oradaki kadınlardan

biriyle

saatlerce konuşmuş. Koy şerlin y e zıt olarak bir kayanın üze­

rine oturup saatlerce tabiati seyreden insanlar da nardır. Ne

birinci insan, ne de ikinci tabiat softasının hayranlığı bana

gelmez. Ben tabiati insanla birlikle sererim, içinde tek ku­

lübe damı

g ö rü n m iy e n

çam ormanları bana hiçbir şey söyle­

mez; insansız tabiat çirkin bir şeydir. Tabiat, yalnız, sevişen

iki insanın etrafında kura bir coğrafya mevzuu olmaktan

çıkar, aşka layık, haysiyetli bir mevzu olur. Seviştiğimiz yer­

lerin coğrafyası da bu aşkın yapısına karışır.

(4)

P E D A G O J İ A N K E T İ N İ N

B

İ

L

A

N

Ç

O

S

U

Y A Z A N : L . E R İ Ş Ç İ

H

ÇTİMAÎ ve fikrî h a y a ­tımızın her te z a h ü ­ rü n d e sayısız bir h â ­ le gelm esin i, ve her alâkalıyı a ra y ıp b u l­ masını beklediğim iz a n k e tlerin , h a tt â serbest a n k e tle r in faydala­ rını sıralamıya, bu rad a, lüzum y o k ­ tu r. F a k a t s e r b e s t a n k e tle r d e u- nutulm ıy acak bir n o k ta ş ud u r ki: bu a n k e tle r in n e tic e le rin d e suâl­ lerin k on u lm a m ekanizm ası da m ühim bir rol oynar. Bu hâlde

Yeni A d a m pedagoji a n k etin in bir

bilânçosunu y a p m a d a n önce, suâl­ lerin, daha doğrusu, bu suâllerin vazıı İsmail H a k k ı Baltacıoğlu nun şahsiyetini bir k e re daha h a ­ t ır la m a k faydalı olur.

M ü n a k aş a edilemez ki, İsmail H akk ı Baltacıoğlu T a n z im a t’ta n , h a tt â son se n e le re k a d a r sü ren bir d e v ir içinde türlü sebep lerle serpilem em iş p e d a g o ji e d e b iy a tı­ mızın ü zerind e d u ru la c a k y e g â n e şahsiyetidir. O pedagojisinde, sos- yetelik r e â ü t e y e sosyolojik bir d eterm inizm le inebilmiş, diğer t a ­ r a fta n a p a y rı ve k o n tra , hattâ içinden çıkılmaz bir âlem gibi gö­ rü n en p sik o lo jik reâliteyi şahsiyet hâlind e bu tem el ü zerine otur- tabilm iştir. Filh a k ik a bu d e p a r n o k ta s ı onun değil, D u rk h e im ’ın- dır. F a k a t İsmail H a k k ı Baltacı- oğlu bu n o k ta la rd a n h a r e k e t e t ­ m ek le b e ra b e r D u r k h e im ’e ircaı kabil olmıyan bir sistem e ve hele T ü r k iy e ’nin içinde bulunduğu sos­ y e te çağının k a ra k te ristik le rin in tam a m iy le m a k e s o la ra k in k ılâp ­ çı bir zaviyeye erişm iştir, içtim ai

M ektep’in, k a n a a tim c e , orijinâlite-

si ve kıymeti, tez üzerinde bu iş­ lem en in tarz ve m ah iy e tin d e n g e lm e k te d ir. F a k a t İsmail H a k k ı Baltacıoğlu kimdir ? İsmail Hakkı Baltacıoğlu “İçtimaî Mektep,, t e ­ zini so nu na k a d a r g ö tü rm e n in , anlık tezahürlerinde bile k a le

alma-A N K E T İ N

S O R U L A R I

I — Tarihin en büyük pedago­ gu kimdir ve pedagoji edebiyatın­ da en büyük eser hangisidir?

II _ Yeniler arasında kimi en büyük pedagog olarak tanıyorsu­ nuz ve niçin?

III _ Türkçe telif eserleri ara­ sında orijinâl, yahut dikkate çok değer bulduğunuz var mıdır?

IV — Bizde en büyük pedago­ ji inkılâbı hangisidir ?

V — Pedagoji yalnız öğretmen­ lik mesleği için mi lâzımdır, yok­ sa edebiyat ve felsefe gibi İnsanî kültüre yarıyan bir şey midir?

\ I — Tiirkçeye çevrilmesini is­ tediğiniz pedagoji eserleri hangi­ leridir?

VII— Pedagoji öğretimi hak­ kında düşünceniz ve tavsiyeniz nedir?

VIII — Türkiye'de milletler ara­ sı pedagoji kongrelerinin yapıl­ ması hakkında ne düşünüyorsu­ nuz?

nın, T ü rk iy e ve cihan m ikyasında m üd afaa etm enin heyecan ve k u d ­ retini her zerresind e taşıy a n a d a ­ mın t â kendisidir.

Bu n o k ta la rı h a tır la d ık ta n son­ ra Yeni A dam pedagoji a n k e tin ­ de bir “yoklam a,, mahiyeti g ö r ­ m ek p e k haksız olmaz.

A n k e tin s ü b je k tif g örünüşü en kısa ifade ile budur. F a k a t a n k e ­ tin ehem m iyeti b i z i b ugü n ü n T ü r k m ürebbileri h a k k ın d a o b je k ­ tif h ü k ü m le re g ö tü re c e k çok k a ­ r a k te ris tik neticeler verm esinde- dir.

1 — Yeni A da m pedagoji anketin­

den çıkan neticelerin en mü­ himini bilhassa genç miirebbile- rimizin her türlü kültür ham­ lesi şevk ve cesaretini teşıma- 1 andır.

A n k e tin 5, 6,7 ve 8 ’inci suâlle­ rine verilen c e v a p l a r şöyle hülâsa edilebilir. Mürebbilerimiz, vehleten, dünya p e d a g o j i ede- biyatiyle te m a s a hasrettir. Bu h a s­ ret belki iyi dil bilenler, husu­ sî k ü tü p h an e leri bu b akım d an zen­ gin olanlar... için kolayca halle­ dilir bir m eseledir. F a k a t, umumî ve haklı olarak istenilen şey bir tercü m e k ütüphanesinin m eydana gelmesidir. Eldeki te rc ü m e le r k a ­ tiyen ihtiyaca tekabül e tm e m e k ­ tedir. V erilen cevaplarda m u ay ­ yen şahıslar ve cereyanlar çerçe­ vesinden bir tercüm e h a re k e tin ­ den ziyade “ m illetlerarası d e ğ e r taşıyan her nevi p e d a g o ji e serle ­ rinin çevrilmesi,, (Sabri K olçak) fikri hâk im dir.

Diğer ta r a f t a n birçok ce v ap ­ larda pedagoji k ü ltü rü ilerlemiş m em lek etleri g ö rm e k ve t e t k i k e tm e k , h a ttâ o ralard an yetişebil­ m ek ihtiyacı vazıhan b e lirm e k te ­ dir. C evaplar a ra s ın d a bu sahayı A m e rik a ’ya k a d a r u z a tm ak ve ge­ nişletm ek istiyenler (Nigâr) oldu­ ğu gibi, hiç olmazsa, Balkanlar sahasının da bizim için ehemm i­ yetli ve faydalı olduğunu belirt­ m ek istiyenler (Şahap Nazmi) v a r­ dır.

C e v a p la rd a b eliren b a ş k a bir nokta da, yerli pedagoji te d risa ­ tının daha m ü te k â m il bir hâle ge­ tirilm esi meselesidir. Bir kısım m ürebbiler daha ziyade şahsî y e ­ tişme im kânları üzerinde d u r m a k ­ ta (Malik Adalan) ise de, mühim bir kısmı Universite’de pedagoji kü rsü sü ne da h a geniş bir k a d ro verilmesini (Kâzım Nami,

(5)

I I L

T

V

I

S O N G Ü N L E R İ N M Ü H İ M O L G U L A R I

COMEDIE FRANÇAISE A N K A R A ’ D A

Q a l k a n l a r a ve yakın ş a r k a t u r ­ neye çıkmış olan Com édie Fran çaise s a n a tk â rla rın d a n bir gurup, Belgrad ve A t i n a ’dan sonra İsta n b u l’a gelmiş ve İ sta n b u l’da beş tem sil verm işti. İstanbul Üni­ v e rs ite s in i z iy a ret eden modern ve klâsik Fransız şiirinden bazı p a rç a la r o k u y a n s a n a tk â rla r talebeler t a r a f ı n d a n büyük a l â k a i l e karşılanm ışlardır. H ey ete iştirâk eden Marie Bell: “Ç ok heyecanlıyım. Üniversite t a ­ lebeleriyle t a n ış m a k ta n b ü y ü k bir zevk duy u y o ru m .« demiştir. G e rm a in e R o u e r ise : “Vazifemiz, b ü y ü k müelliflerin eserlerini h al­ ka ta n ıtm a k tır. B u rad a son d e ­ rece anlayışlı çehrelerle k a rş ıla ş ­ tık. Bu, bizim için unutulm az bir sevinçtir. Üniversite gençliğinin gösterdiği derin s a m im iy e tte n s o n ­ suz bir zevk duyduk. Bütün se­ yahatimiz esnasında gördüğüm üz en h a ra re tli gün bugün olm uştur. Bunu hayatım ızın so nun a k a d a r ebedî bir hatıra o la ra k y a ş a ta c a ­ ğız.« dem iştir. T ru p aynı günün a k ş a m ı A n k a r a ’ya h a r e k e t e tm iş­ tir. T ru p 2 nisan salı akşam ı Ra- c in e ’in Androm aque tra jed isin i ve M erim ée’nin C arossedu Sa in t-S a c-

rement isimli kom edisini temsil

e tm iştir. 3 nisan çarşam ba günü s a n a t k â r l a r K o n s e r v a tu v a r ’a gide­ rek talebelerin Gülünç Kibarlar

kom edisinin temsilinde hazır bu­ lu n m u şlar ve gençleri t a k d ir e t ­ m işlerdir. Fransız a rtistle ri A n ­ k a r a rad y o sund a da bazı şiirler ok um uşlardır. G ece de m utat p ro­ g ram a devam etm işler ve M usset’ nin On ne badine pas avec l ’A ­

mour isimli kom edisini ve Paul M orand’ın Le Voyageur et l ’A m our isimli eserini temsil e tm iştir. S a ­ n a tk â r la r 4 nisan pe rşe m be günü Kızılay m en fa a tin e bir tem sil

verm işlerdir. G ecede yine Molière’ in Le M isanthrope komedisi ve M usset’nin II Faut une Porte soit

ouverte ou ferm ée isimli eserini

tem sil etm işlerd ir. Tem sillerde İsmet İnönü de hazır b u lu nm uş­ lardı.

V İ R T Ü Ö Z

A L E X VEGH

M

acarların g e n ç ke m a n v irtü ö ­ zü Alex V egh nisan b a ş ın ­ da şehrimize gelmiş ve aynı ayın 3 ’ünde S aray Sinem ası’nda bir k o n ­ ser v e rm iştir. Bu k o n s e re K o n ­ s e rv a tu a r o rk e s tra s ı da S e y f e t ­ tin A s a l’ın idaresind e iştirâ k e t­ m iştir. P r o g ra m d a B e e th o v e n ’in Egm ond u v e rtü rü , kem an konser- tosu, bir se n e evvel Alex V egh ile P rofessörü ta ra fın d a n B uda­ p e ş te K ü t ü p h a n e s i n d e bulunan ve m eşh u r kom pozitör D itte r s d o r f ’a ait olan k e m a n k o n s e rto s u , B ach ’

(Resai Eriş).

— Baharın m üjdecileri göründü

artık.

— Ya... erik çıktı dem ek? — Yok, sinekler çıktı /

ın Şanson'u, V e r e s s - V e g h ’in M a­

car Dansı, P a g a n in i’nin Kapris' i,

S a r a s a te ’in Zapateado’su çalınmış­ tır. Vegh, henüz genç olm akla b e ra b e r k e m a n ın ı çok temiz ve pürüzsüz çalmış, busuretle haklı bir alâka ve alk ışla k a rş ıla n m ış ­ tır. Vegh şim diden A v r u p a ’da ve B a lk a n la r’da büy ü k ş ö h re t bul­ muş bir s a n a tk â rd ır.

ACZİ ANLAŞILAN MUALLİMLERİN TE- K A Ü D L Ü Ğ Ü

p ic o le Norm ale Supérieure nedir? “F r a n s a ’nın en y ü k s e k m e k ­ tebi. O r a d a n ç ık a n la r değil, o ra­ ya g ire n le r bile p a rm a k la gö ste ­ rilir«. “ Mezunları ne o lu r? « “ Mual­ lim,,. Geçen gün gazeteler, bizdeki ehliyetsiz öğretm en lerin m e s le k ­ ten tasfiy e edilm eleri için s e n e ­ lerce te c r ü b e edileceklerini ; - hiç değilse iki m ü fe ttiş ta ra fın d a n bir sene arayla aczi iki k e r r e te s b it edildiği t a k t i r d e - te k a ü d e sevko- lu n ac a k la rm ı yazıyordu. Sanırız ki, m aarif m eselelerimizin en ba­ şın d a mua'llimin kalitesi g e lm e k ­ t e d i r : binad an da, h a ttâ k ita p ta n da e v v e l; bunun için, ö ğ r e tm e n ­ liği girmesi güç, hele aciz hâlinde çıkarılm ası p e k kolay bir m eslek hâline so k m a n ın yoluna bakm alı. (Tabiî m uallim leri re f a h a da k a ­ v u ş tu r a ra k !)

Y E N İ A D A M .— Öğretmenlerin kalitesi üzerinde titiz olalım. Ya m üfettişlerin kalitesi üzerinde ? U nutm ıyalım k i öğretmenlerin m e­ sut veya meşum akibetleri üzerinde en çok müessir olanlar yine bu m ü ­ fettişlerdir. M üfettiş iyi bir öğretmen ve iyi bir idareciden çok fa zla bir şeydir. M eslekî tekn ik ve kültürle mücehhez k â fi m üfettişe m alik m iyiz ?

(6)

R

ş

A H M

R A S İ M

Y A Z A N : Ü T Ü Ş A R D A Ğ UHA k e s e d e n ç a n ta sı o- oıuzunda asılı, a n n e ­ sinin b o y n u n a atılı­ yor : — A n n e , a n n e ! K o m ­ şumuz S e h e r T e y z e ’nin evinden geliyorum. Hani çocuğu s ü n n e t oluyor ya o işte.

— Oğlum , ben o n la rla k o n u ş­ m am ki...

— Ben ko n u şu y o ru m ama, din­ le b a k ! H a s a n ’ı gördüm, cıyak c ıyak b ağırıyor. A nnesi “ benim to n to n oğlum,, deyince : “ ton ton isterim,, diyor. “Fidan oğlum,, d e ­ yince de: “fidan isterim,, diye t u t ­ tu ru y or.

Zayıf ve h a y a tın yoksulluk ve ü z ü n tü d e n n ere d e y se olduğu y ere yığıvereceği k a d ın , ıslak göz­ lerini silerek y a ra m az oğlunun k a ra n lık talihini s e ç m e k arzu su n­ da :

— Rasim, diyor, b a k oğlum, h a y a tt a iki dalım var; biri a ğ a ­ beyin, ve biri de sen. O, b a b a ­ sının yanında, babası z en g in , fa ­ k a t ben fakirim .

G ören, a n la m a k istiyen ve a n ­ layınca, g ö rü n ce de birdaha u- n u tm ıy an Rasim daha k ü ç ü k y a ­ şın d a n itib are n hayatın içindedir. Büyük s a n a t k â r l a r a lâzım gelen y a şam a m ateryellerin in bazıları değil, hepsinin içine göm ülm üş bulunuyor. Şehir Mektupları nı ta- m am lıyacak olan el, kalem ini ilk in tib alarıyle y o n tm a k ta d ır.

Nezam an d üşün sem , gözleri­ min ö nü n e A h m e t Rasim iki a y ­ rı hususiyetiyle gelir: çocuk gibi, ç ocuklar kadar saf ve sam im î ve s o n r a insanlar için soğum am ış bir k a lp taşıyan Rasim olarak. Fala­

k a ’ yı hatırlıy o r m usunuz ? Ma­ halle m e k te b in e g ird ik te n Darüş- ş a f a k a ’ya geçinceye k a d a r uzanan bir çocukluk, gençlik ve delik an ­

lılık devri. F a k a t bütün bir Ab- dülham it m onarşisinin zulüm ve iş­ k e n c e pedago jisi, F alaka’am say­ falarınd an t a ş m a k ta değil midir ? Ve bize hayatını yine ç ocuklar gi­ bi naif bir dille a n la ta n hatırat- çı, kalbinin sıcak k aynay ışların ı da d uyurm u ş olm uyor mu ? Fuh­

şu atik... F a k a t siz onun zeki bu­

luş ve p aralarcasına tahlil edişle- rifie hayran oluyorsunuz. Öyle ya, m adde m adde, fasıl fasıl, fu- huşu izah ediyor. H a t tâ bu m ad­ delerin tâ lî kısımları, zeyilleri

bi-A h m e t Rasim .

le vardır. A m a ne hafıza m ele ke ­ sinin k u d re ti, ne zekâ oyunlarının hü nerleri o d ö r t ciltlik eserde O sm a n lı insanının koca bir d e ­ virlik ç a p k ın lık hayatı, g ü ld ü rü ­ cü, eğlendirici p e rd e le r altında, f a k a t hazin ve yırtıcı mısralarıyle akıp gitm ekte dir. Bugün o s a tır­ ları okuyan lar, sadece gülebili­ y or m uyuz ? E lbet de d ü n k ü h a ­ y a tın “h a y a t„ o lm a k ta n uzak, g a ­ rip seyrini yeisle seyrediyoruz.

So n ra bü tün eserlerinde, an a ile oğul m ü n ase b e tind e n o, bahset­ mesin, m ü m k ü n mü ? Falakayı, h a tıra la rın ı, çeşit olsun isteğiyle yazdığı hik âyeleri, fıkraları k a f a ­ nızda bir a ltü s t edin:

“ — O ğlum , Rasim buraya dön !„.

“ — A h o ses !...„.

Evet, a ş ifte bir m a d a m a o ğ ­ lu nu n gözleri kay dığ ını g ö re n a n a ­ nın sesi b u ! Ve o sesin e b e d î e- siri olan R a s im ’in, söyleyişleri d uyuşlarından farksız hisleri.

Bilmem b ü tü n eserleri a ra ­ sın d a n şöyle bir seyirle onu ha- tırlıyabilir miyiz ? P a ş a a m c a la ­ rının him a ye sinde n bir midillinin ü stü n d e m e k te b e g itm ek te d ir. F a k a t az zam an sonra kaçm alar, mahalle ara ların d a topaç oynıya- r a k bu p a ş a himayesini tep m e le r görülüyor. A m a annesi k o r k m a ­ sın, o yine tahsiline devam e d e ­ cektir; f a k a t yalnız k ita b ı değil, h ay atı da birlikte çantasına d ol­ d u rara k . Genç Rasim , A h m e t M ithat’ın hayranıdır, ve yavaş y a ­ vaş ilk görüşlerini anlatıyor. İşte D a r ü ş ş a f a k a ’yı da bitirm iştir; fa ­ k a t Halid Ziya’nın M avi ve S iy a h ’ da b a sm ıy a iğrendiği ve ü rk tü ğü G a la ta so k a k la rın ın içerisinde E- leni ile Y a n i ’nin hikâyelerini ya- şıyarak. D i 1 öğreniyor, edebi­ y a t k ü ltü rü n ü genişletiyor; f a k a t bir sürü a hb ap k o n a k la rın ın harem ­ lerine s o k u la ra k , tanıdığı bu k o ­ n a k la r d a “ H am am cı Ü lfet„’leri g ö ­ zetley ip t e ş h ir ederek.

A h m e t Rasim bir b üy ü k ve m eşh ur olmuş m uharrirdir; fa k a t hem en her a k ş a m B alıkpazarı’n- da ihtiyar u tçunu n dım bırtılarını, balık cızırtıları arasında d in le m e k ­ t e ve daracık m e y h a n e d e to p la n ­ mış olan kü ç ü k ve çoğu bahtsız

(7)

İstanbul h alkının yeisli h a y a tın a k a rış m a k la b eraber.

A h m e t Rasim o; ey m uh te rem a na ! Elbet sopa ve ta h a k k ü m m ek te b in d e n k a ç ac a k tır. Bilmiyo­ ruz, onu n d a h a g e n ç y aşların d an başlıyan akşam cılığı annesinin yüreğini titretiyo r m uydu ? Fa­ k a t işte Rasim yine gözlerimin önünde; a k lar inmiş saçlarını dü ­ zeltip, g özlüğünü yerleştiriy or , sonra, sanati, h a y a t diye kabul e ttiğ in e göre h e r şeyi, her h a r e ­ k eti an c ak ondan bir parça k o p a ­ rabilmek için yaptığını d ü ş ü n e ­ r e k rahatlıyor. İşte k u lak ları te z ­ gâhın gerisinde çe rm ak ç u r d a ğ ı­ tan E rm eninin anlattığı hay at hi­ k ây esin i to p la m a k ta , bir yandan da sırtı öne eğik utçuyu d ü rtü ­ yor :

— Çal k a m b u r b e s te k â r ! Bu­ rada herşey s a n a ve dertli n a ğ ­ m ene benzer.

Udî, belki de b ilm iyerek içe­ risine R a s im ’in k albi karışm ış bir iki mısra te k r a rlıy o r :

Bilm em ki safa, neşe bu ömrün neresinde ? Ş â d olsa gönül bari biraz, son

nefesinde.

İstanbul, dilimizin, d ü şü n c ele ­ rimizin, zevkimizin ince diyarı ! D e v irle rin , m a c e ra la rla k a rış ık beldesi ! İçinde tarihler k a y n a ­ şan şehir i M adem ki asırlardır onun k oynundan şe kil şekil “za­ m a n l a r geçti. Ö yleyse E şkâli Z a ­

m a n ’ ı okuyunuz. Bir asırdır gülüp

ağlaşılan ne le r varsa Gülüp A ğ ­

ladıklarım ız , da durup duruyor.

Şehir Mektupları ! M em leket d e rt­

lerinin, m em le k e t yaşayışlarının h e r sa y fa d a sizinle k o n u ş m a k is­ tediği kitap...

Rasim, gelecek nesillerce, git­ gide kü çü k; renksiz izleri kalm ış efsane gibi eski de v irlere biraz da hay âl k a rış tır a r a k ta n ıttığ ı bir adam diye düşü n ülecek . Öyle y a ! İşte k alab alık bir caddede, İ s t a n ­ b ul’ un bir avenue taslağındasınız:

kaç t a n e n a k il vasıtası sa yab ile ­ ceksiniz ? A raba, otomobil, t r a m ­ vay, o to b ü s değil mi ? F a k a t o- nun size bir a n d a biribirlerinden apayrı, b u n lard a n otuz sekiz a d e t sayabileceğini hatırlatabilirim . Bir piy asa m ahallinde k a d ın la r, vü- cutçe n ih a y e t şişm a n , zaif, balık etinde olabilirler. A m a o, — hiç d üşünm eksizin şişm an diyor, son­ ra zayıf,etine dolgun, kalçası t a ş ­ kın, sırtta n verm e, k a llâ v i göğüs, zaif, bacak fukarası , t o s to p a r ­ lak. H a n i y e te r demeseniz, da h a uzun uzun söyliyecektir. Ç ü n k ü görmemizi istiyor, çünkü görm üş, çünkü g ö rm e k için y a ra tılm ış tır.

Bir e d e b iy a t tarihçisi: “ Rasim m ez a r k a v u k la rın ı dile getiriyor.,, deyip onu k ü ç ü m se m ek istem işti. F a k a t dile g e tirebilm ek,

söylete-(Resai Eriş).

H â kim . — Kavganın olduğu m eyhane ile evin arasında mesa fe nekadar zam anda katedilir ? M aznun. — N e diyeyim H â ­ kim bey, giderken çabuk gidilir ama dönüşte, A llah bilir !

bilmek: tarihin e m e k lem e devirle­ rinden beri,telleri ta m a m la n m a m ış s a n a tin te re n n ü m etm iye çalıştı­ ğı gaye bu değil mi ?

Bir â n d a , yüzler hanesini a- şıp geçm iş eserleri içinde kü ç ü k bir dolaşm a yapın ! O r a d a k a ­ dınlar görürsünüz; k o n a k , m a h a l­ le, ev, sokak, a ra lık ve a rka so­ k a k k a d ınla rı, sonra da b e k â r, evli, dul, gelin, k a y n a n a , anne olan k a d ın la r.

G en çler görürsünüz; m e k te p ­ li, m em ur, m u h arrir, kâtip, g a ­ zeteci, züppe, hazır yiyen genç erkek ler...

V e t e k r a r h a tırla y ın o k a r a n ­ lık devri: ya susm ak, ya Serveti-

fü n u n ’cular gibi daha çok k e n d i ­

leri için sö ylem ek , yazm ak m e c ­ buriyeti bulun an devri. Susm anın z a ru re t olduğu bir devirde çoğu bilgisiz, “ g ü lm e „ ’siz, “d ü şü n m e,,’ siz bekliyen h a lk yığınlarına şiir­ den, e le k trik te n , m asald an, fi­ zik, tarih , g a z e t e , te r c ü m e , fıkra, c o ğ ra fy a d a n ve m usaheb e ve millî e d e b iy a t fikrinden anlatıp d u ra n koca A h m e t Rasim ! Bu aziz halk ham allığının şe fk a tli, eşsiz nüm unesi ! Hepsini, her- şeyi anlatıp ö ğ retm ek , d uyurm ak, d ü ş ü n d ü rm e k arzusu u ğruna, b e l ­ k i uzun lam asına sivrilemedi ! Ve hiç şüphesiz ki o yük seklerde, yu ­ ka rıd a arıy a n la r Rasim’e rastlıya- m ıyacaklardır.

R a sim ’i d ü ş ü n ü y o ru m ; g ü lü ­ yor, çocukça, d u rm a k sız ın gülü ­ yor, y o rg u n gözleri l e r i y e d ö ­ nü k, yarı kıvrılan dizleriyle pek zor yürüd ü ğü belli. K ucağında, dizlerinin üzerinde, k o ltu k la rın ın altın da, p a n ta lo n ve c e k e t ceple­ rinde bir sürü g azete, m ecm ua, nota, tarih, k ita p , k ita p , k ita p ... ve k a la b a lığ a k arışm ış, bir gönül alçaklığıyle s o r u y o r :

— K usura bakm ayın, zemin z a m a n a m üsait o l m a d ı , daha iyi­ lerini, daha fazlasını taşıyam ad ım .

(8)

I S M L I A A ■ ■ ____

O z

I

Y A Z A N : A İ H A K K B L T C 1 O Ğ L U G eçen sayıdan :

Rejisörün öz-

tiyatroda yeri

B

U yeri bulm ak için ön­ce rejisö r ile ö ğ r e t­ m en i biribirinden a- y ırp ıa k g e re k tir . T i ­ y a trod a n bahseden bazı z atler rejisör l â ­ zımdır, rejisör bir nevi ö ğ re tm e n ­ dir diyorlar. Bu m an â d a an la şı­ lan bir rejisö rü ben de k abul e d e ­ rim. F a k a t asıl n o k ta tiy a tr o için ö ğ re tm e n - r ejisörü k a b u l e tm e k değil, bu rejisörün rolünü iyice k a v ra m a k tır. R e jisö r acem ilere ne h izm ette b u l u n a c a k ? İşte asıl m esele budur. B ence k ü ltü rü ve tek n iğ i y ü k s e k bir ö ğ re tm e n -re - jisörün y a p a ca ğ ı en m ühim iş ace­ mileri t iy a tr o h a k ik a tle rin e inisi- ye e tm e k te n ib are ttir. Bu inisiya- siyon safhalarım b u rad a görelim. B ence t iy a tr o d a üç h a k ik a t var­ dır ki bütün ö te k ile rin e hâkim olm ak k a d e rin i taşır ; şunlar: 1) piyesin senik m ahiyeti, 2) k a h r a ­ m anların şa h siy e ti, 3) temsilin u z ­ viyeti. Bu üç h a k ik a t tiyatro es­ tetiğ in in tem elidir. Ö ğretici vazi­ fesi gören rejisör talebesini bu üç h a k ik a te hazırlam alıdır.

H e r ş e y d e n önce piyestek i se n ik m ahiyetin, se n ik h a k ik a tin keşfi, m e y d a n a çıkarılm ası. H er piyes, edebî ş e k lin e rağ m en , bir sahneleş- me, bir aksiyon istiadı taşır. Bu is­ tid a t bazı piyeslerde olm adığından bazan çok güzel ro m an oldukları hâlde n e k a d a r g a y re t edilse, o rta bir tiy a tro eseri olamaz. Shakes- p e a re ve M oliere’in eserleri bu aksiyon kabiliyetin i y ü k se k d e r e ­ cede taşıy a n tiy a tr o bedialarıdır. Hüseyin Rahmi G ü r p ın a r ’ın Mü-

rebbiye adlı ro m anı da se n ik k a b ili­

yetiyle buna bir misâldir. Bu eserler n e k a d a r k ö tü o yn a n ırsa o y n a n s ın ­ lar tiyatro eseri h aysiyetini yine büsbü tün k a y b e tm ez le r. İşte reji­

sö rü n vazifesi bu se n ik h ak ik ati a ra ştırm a k , daha doğrusu acem i­ lere a ra ş tırtıp buldurm aktır. Bu h a k ik a t ( Vérité scénique) nasıl bu ­ l u n u r ? Bu sorunun cevabı bütün bir e ste tik ve t iy a tr o felsefesi der­ sidir. Burada bu bahis ü zerinde du ram ıyacağım . Bu yazımın plânı b una uygun değildir. Yalnız bu işin ehem m iyeti birinci d e re c e d e olduğunu söyliy erek geçeceğim.

ikinci n o k ta , k a h ra m a n la rın şah s iy e tin e inisiye e tm e k tir. K a h r a ­ m anın şahsiyeti n e d i r ? Rejisörün mühim vazifelerin den biri de b u ­ dur. Bizde Z or N ikâh piyesinde Üstadı Sâni rolü h a k k ın d a Nurul- lah A t a ç ’ın yaptığı ten kit istifade e d ilecek bir şeydir. Üstadı Sâni durm adan h a re k e t eden bir ticeur, bir m any ak, h a re k e tle rin e , sesle­ rine, sözlerine ridikül ed âsı veren bir soytarı m ıd ır? Hayır, aksine, bu piyes k a h ra m a n ı bir ¡skolâstik b e la g a t k a h ra m an ı, zam anına g ö ­ re n o rm â l adam ın k endisidir. “Kü- lâhm heyeti,, yerine “ külâhın su­ retin denilmiş olması bu

iskolâs-M ax Reinhardt.

(Flouquet’nin gravürü),

tik allâmeyi k u d u rtm u ş tu r. Moliere bu piyesinde reâlite duygusundan m ahrum , k u ru zekâların h a y a t işindeki değersizliğini te ş h ir edi­ yor. A n d a v a l Palas’ı k e n d im m on ­ te ettiğim zam an genç artistlere hep şu n o k ta y ı tebarüz ettirm iye çabaladım . Bu piyes, bir fars bün­ yesi ta şım a sın a rağm en, bir t ra je ­ didir. Ç ü n k ü müellifinin b ü tü n gayesi, piyesin bütün hamlesi, ş u ­ dur: te k n ik h a rik a la rın a rağm en b e şer ferdî zihniyet denilen kol- le k tif ş e a m e te çarpıyor r e Sema- vizade, ihtiyaçlarının basitliğine rağm en, sabah a k a d a r uyuyamı- y o r ; sonunda da çıldırıyor. Hâlbuki piyesteki bu asıl m an â a nlaşılm a­ yınca bütün p arçaları halkı g ü l­ d ü rm ek gayesiyle oynanıyor ve m ak sa t k a y boluyor.

Şimdi üçüncü n o k tay a geçelim. Bir tiy a tro sahnesinde g ö r e b ile c e ­ ğimiz h ar e k e tle r hayat sahnelerinde de görülebilir. F a k a t b undan dolayı bir s o k a k kav g ası, bir cinayet, bir te v k if fiili bir piyes d eğeri ta ş ı­ maz. Bunlar h a y a tın tabiî s a h n e ­ leridir. Bir de t iy a tr o n u n fiilleri vardır ki asıl a rtistik s a h n ele r bunlardır. Bir fo to ğ ra f ile bir t a b ­ lo a ra sın d ak i f a r k gibi bir şey. Sahne ta b ia tte olmıyan^ bir şey taşır: teknik. Bu te k n i k a k tö r ü n k a h ra m an şahsiyetini tem sil e t ­ m esinden b a şk a bir şeydir. Bir senfoni o labilm ek için seslerin olması yetm ez, umumî bir ahen- ge girmesi de lâzımdır. Bir p i ­ yes bir balet gibidir. O ra d a a k ­ tö rle r ayrı ayrı değil, bir balet, bir senfoni elem anı, sözün kısası, kül olarak oynamalıdır. Rejisörün vazifesi işte bu senik birliği k u r ­ m aktır. O nun bu üçüncü vazifesi o r k e s tr a şefinink ine çok benzer.

Şimdi h e p y etişm iş a k tö r l e r ­ den m ü re k k e p bir gurup d ü şü n ü ­ yorum . B urad a rejisörün işi n e ­ dir ?2 O n a yuk arıd a olduğu gibi h âk im bir rol verm ek m üm kün

(9)

d:* ğ \l Neden ? Şunun için ki bu

jyetişmiş olan a k tö r l e r özerinde kendisi a k tö rd e n b a şk a bir şey ol- mıyan rejisö rün yapacağı tesir ne olabilir ? Bence ş u : tiy a tro y a ait hertürlü k o llek tif faaliyette t o p la ­ yıcı, işleri bölücü vazifesi gö rm ek : senik h a k ik a ti a ra ştırm a k için, şahsiyetler y a k a la m a k için, te m ­ sil birliğini k u r m a k için. Rejisör a k tö r olmalı ve a k tö rle rd e n biri (olmalıdır; herşeyi a k tö rlerle bir­ likte halletm elidir. H er tem silde bu işi a ktö rlerde n birinin üzerine alması m ü ra c ca h tır.R e jisö rlü k im ­ tiyazlı bir iş değildir. Rejisörün v a ­ zifesi öz tiyatro a n la y ışın d a suf­ lörle b irleşerek “meydancı,, adı­ nı alacaktım. Öz t iy a tr o d a m ey ­ dancının ne de m e k olduğunu a şa­ ğ ı d a gereceğiz,

Eski suflörün öz tiyatro-

d a y e r i v a r m ı d ı r

Suflör bir kutu içine girerek, y a h u t herhan gi hail a rk a sın a giz­ le n e re k piyesin metnini dikte eden adam dır. H â lbuki öz tiy a tro an layışı böyle bir dikte vazifesini kabul edemez. Öz tiyatronun, suf­ lör yerine k o y d u ğ u şey, m eydan­ cıdır. Meydancı m eydand a, açık ta o tu ru r ve vazifesini kim seden giz- lem iyerek açıkça yapar. M eydan­ cının başlıca vazifeleri ş u n l a r d ı r : 1) Piyesin tabiî te k â m ü lü n ü k o n ­ trol e tm e k . 2) A k tö rle rin hafıza iflâslarını ö n lem e k . 3) Menfi in ­ k işa f tem ayüllerini ba stırm ak. 4) M ü sb et in kişaf hâllerini teşv ik e t ­ m ek . Meydancının, rejisö rü n k e n ­ disi olması m üreccahtır.

Öz tiyatroda ak­

törün d e ğ e r i

Öz tiy a tr o d a ilk ve yaratıcı m ebd e a k tö rd ü r. H e r şe y h e r t i ­ yatro değ eri bu a k tö r d e n ge­ lir ve h e rşe y bu a k tö r için­ dir . S a h n e , m ey d a n bu a k ­ törün vücudunu g ö s te rm e k için­ dir. K o s tü m bu vücudu maııâlan- d ırm a k içindir. D e k o r bu v ü cu ­ dun manâsını a rtırm ak içindir, İşık bu vücudu ayd ın la tm a k içindir.

Jacques Copeau.

(F lo tlq u e t'n in g rav ü rü ),

Rejisör bu vücudun değerini t a ­ n ıtm a k içindir. Sözün kısası, h e r­ şey a k tö r denilen bu y ü k s e k v a r­ lık, yaratıcı k a y n a k içindir. A k ­ tö rd e en büyük varlık ş a h siy e t­ tir. Bu şahsiyete girm ek, şahsiye­ ti c a nla ndırm ak k u d re ti n e d e re c e büyük olursa, aktö r de oderece büyük olur. B ugünkü tiyatro da bir de ğe r anarşisi vardır. T iy atro birliğe ve b ü tü n lü ğ e u laşabilm ek için kendine, öz kendine d ö n m e ­ li, asıl k u v v e tle rin e teslim olm a­ lıdır. Eskiyi, ananeviyi d üzelt­ m ek le yeniyi elde e d em eyiz; y e ­ ni, yeniyi a ra m a k la elde

edilebi-m

2 3

N İ S A N

O K U L P İ Y E S İ

Y A Z A N : I. H B A L T A C I O Ğ L U

Öğretmen okuyucularım ız artık 23 nisanda çocuklara tem sil ettire­ cekleri piyesi bulmakta güçlük çek- m iyeceklerdir. 23 Nisan Bayram ı ilkokul çocuklarının oynaması için hazırlanan bu eser tem iz bir Türk çe ve çocuk dili ile çocuk zevkine uygun olarak yazılm ış hareketli, her okul sahnesinde oynanabilir bir piyestir. Çocukların bu piyesi ha- zırlıyabilm eleri için bir iki gün ça­ lışmaları kâfidir. Yeni A d a m ço- çuk hikâyelerinin 16’ncı numara şındqdır. Fiyatı 5 kuruş, toptan alanlarc* 4 kuruştur.

lir. Bir tiy a tro devrimi g e re k tir. Bu devrimi yaptığım ı iddia e tm i­ yorum ; devrim ş uurun u uy a n d ır­ m ak istedim , bu vesiyle ile t i y a t ­ ro h a k k ın d a öz inancımı söyledim : “öz tiyatro,, dedim.

Öz tiyatronun

ş e k i l l e r i

A k tö rü h a y a t ve faaliyet m er­ kezi o la ra k alan öz tiy a tro a n la ­ yışı p r a tik te türlü şekiller a la b i­ lir. Bunları sırasıyla gözden ge­ çirmemiz öz tiy a tr o şu urunun y a ­ yılması için çok faydalı olacaktır.

/ . A ç ık hava tiyatroları. — Bu tiy a tr o açık hav a d a, sahnesiz, de- korsuz ve suflörsüz o lara k o y n a­ nan tiyatrolardır. Bu tiy a tro ş e k ­ li, bazı te k n i k f a r k la r birer t a r a ­ fa bırakılırsa, bizim köy oyunla­ rına ve ortaoyunum uza benzer. Yazın, açık havada, m eyd anda oy­ nanır. Bu m eydanın seyirciler t a ­ rafından kolay görü lebilir bir yer olması tercih edilir. Bir ormanı, y a h u t bir d a ğ veya kayalığı fon o la ra k alm a k ve temsili böyle bir fon üzerinde y a p m a k iste m e k ti­ y a tr o a nlayışında p itoresk a ra ­ m a k ihtiyacının bir artığ ıd ır ki zarurî değildir. Açık hava tiy a t­ rosu h e r yerde oynanabilir. Ab- dülham it devrinde S a r ıy e r ’de, Fın- dıksuyu’nd a k o m ik Kolsuz İbra­ h im ’in tiy a tro kum panyası yıllar­ ca ve b ütü n yaz böyle tem siller verirdi. Elan m eydanlarda, boş a r ­ sa la rda böyle açık hava te m sille ­ ri veren hem canbaz, hem a k ­ tör h a l k artistleri g ö r ü lü y o r . B i z d e H alk e v le ri de bu g ü ­ zel öz tiy a tro a n la y ışın a göre k ö y le rd e tem siller v e rm e k te d ir. Bu m ühim inkılâbın başlan gıcınd a İstanbul’da Şehiremini H a lk e v i’ nin b u n d a n beş yıl önce yaptığı bir teşe b b ü s ü d ü r. Bu eve k o n f e ­ rans v e rm e k üzre davetli idim. R e is ’e tiy a tro faaliy etleri olup ol­ m adığını so rm uştum . Olm adığını, çün k ü sahneleri bulunmadığını söy­ lemişlerdi. Ben : sahnesiz ve m e y ­ d a n d a oy nayın , dedim. Bir m ü d ­ d e t s o n ra öyle oynam ışlardı.

(BİTMEDİ).

(10)

E S T E T İ K B A K I M I N D A N S İ N A N

İ S MAİ L H A K K I B A L T A Ç I O Ğ L U T A R A F I N D A N 1 N İ S A N T A R İ H İ N D E A N K A R A R A D Y O S U N D A V E R İ L E N K O N F E R A N S I N M E T N İ

B

U k o n fe ra n s ım d a size mi­m ar K o c a S in a n ’ın ar­ tistik h ü v iy etin d e n bah- " sedeceğim . S in a n ’ın a r­

tistik hüv iyeti T ü r k m il­ letinin a rtis tik hüviyeti dışında düşünülem ez ve a n laşılam az.O n u n için S in a n ’ın eserini yalnız başı­ n a ve k e n d i üzerinde değil, bir safhası ve bir m erhalesi b u lu n d u ­ ğu T ü rk mim ari tek â m ü lü üzerin­ de ve içinde düşünelim.

T ü rk mimarisinin Osm anlı dev­ letinin ilk d evirlerind e İznik’de, B ursa’da şaheserlerini vermiye b a ş h y a n bir altın devri v a r ; onu Y eşilcam i örneği üzerinde d ü ş ü ­ nebiliriz. Bu devirde m im ari hep sa d ey e , hep aklîye, h e p bünyevî- ye doğru gidiyor. Bu devirde ca­ miler, tü rb e le r , çeşm eler, sebiller, b ü tü n m im arlık a n ıtla rı süs, gös­ teriş olm aktan k u r tu lu y o r. Bu de­ vir sadelik devridir. Bu devirde mim arî eserleri m istik lik ten lâik­ liğe dönüyor, bu devir m im ari­ mizin a k ıl ve m a n tık devridir. Bu d evirde m im ari eserleri d a ­ ğ ın ık lık ta n k u rtulup, örgünleşiyor. Bu dev ir m im arim izin birlik ve bü tün lü k devri, nizam devridir. T ü r k mimarisinin S in a n ’a k a d a r va ra n bu k end in e dönm e, bütün­ leşm e, gelişm e devrinin şa h es e r­ lerinden işte b irkaç tan esi: B eya­ zıt camisi, B eyazıt m edresesi, Fa­ tih camisinin zelzeleden, yıkıl­ m a k ta n k u rtu lm u ş olan harem kısmı.

T ü rk m im arisinin bu altın çağı m im arlık ta m ü m k ü n olan bütün yapı, işleyiş, plân, biçim, r e n k ve ko m pozisyon tecrübeleri ve m ucizeleriyle doludur. T ü rk yapı­ cılık zevki en y ü k s e k a n ıtla rd a n en hasis m evzulara, m a b e tle rd en a p te s a n e taşla rın a, h am am k u r n a ­ ların a k a d a r yayılmış, m ezar t a ş la ­ rını u fak b irer a n ıt hâline g e tir­ m iştir.

A çılm a ve yayılma hâlinde olan T ü rk k u d reti politik irad esi­ ni yeryüzünde hâkim k ıla rk en

zevk s a lta n a tın ı da cih an a ta n ıt­ mıştır. Bu devirde “A la tu rk a ,, sözü m antığın, to k gözlülüğün, sadeli­ ğin, a saletin , ze v k te inceliğin s e m ­ bolü olm uştur. Bu devirde T ürk m aşe rî m üfekkiresi gibi T ü rk m a­ şerî muhayyilesi de çok p a r l a k ve ışık saçıcıdır.

S in a n ’ın eserlerini top rağ ın al­ tından, birdenbire, çıkıverm iş s a ­ nırız. F a k a t to p ra ğ ın etra fın a b a ­ kalım; n e g ö re c e ğ iz ? Yüz bin ler­ ce*-camiler, çeşm eler, sebiller, m e ­ zar ta ş la rı ile aynı ruhu taşıy a n zengin bir a n ıt d ü n y a s ı; k a v u k la ­ rı, cepkenleri, şalvar ve papuçla- rıyla gözleri k a m a ş tır a n bir bi­ çim ve r e n k rüyası. Güzel şe kil­ lerini, canlı motiflerini, halılardan yağlıklara, kapı h a lk a ların d an k a ­ şık saplarına, k itap k a p la rın d a n sûre d u ra k la rın a k a d a r y a y a n bir s a n a t dem okratlığı. Sinan bu renk, biçim, h a k ik a t ve hayâl â le ­ m inde en tabiî bir telif, bir t e r ­ kip, bir y ü k s e k tep e gibi y ü k se ­

liyor. Her şey, T ü r k olan her te c ­ rübe o n u n e s erin d e yer buluyor, açık m anâ ve büyük ş e re f k a z a ­ nıyor.

Sinan ta r ih î bir yükselişin ol­ gun ve klâsik ifadesidir. Sinan, bir sıçrayışın en kuvvetli bir â n ı­ dır. Sin an bir m uvaffakiyet tari­ hinin erginlik safhasıdır. Sinan, T ü r k m i m a r i coğrafyasının en geniş u fu k la ra b a k a n , en y ü k s e k te p e le rin d e n biri ve baş- lıcasıdır. Sinan, bir irade gibi a n ­ laşılan T ü rk mimari hayatının k a ­ rar ' e icra safhasıdır. S elçuk sa- n ati, İznik ve Bursa camileri, İs­

t a n b u l ’da Beyazıt ve Fatih cami- * leri olm asaydı, Sinan var olam az­

dı. Lâkin, Sinan olmasaydı, bu ori- jinâl ve b e şerî s a n at tecrübesi e k ­ sik k a lı r d ı; mimarimizin vicdanı son a d a le t h ü k m ü n ü verm iş ola­ mazdı.

S in a n ’ı yerli yerine koyduk. Şimdi onun eserini y e rin d e sey-re^başlıyalım . Şehzade’yi, Süley-

* * J Y 3 KAPAK KOMPOZİS­

YONU M A H M U T CÛDA’ NIN DIR

S ina n'ın ulu bir eseri: Süleym aniye camisi. Bu yapıda hissen ayrılan,"] parçalanan, düşen hiçbir şey yoktur. H er parça sa nki bir uzuv !

m an iy e ’yi, Selimiye’yi, se y re tm e k için önce onlara y a k la ş m a k değil, aksine, on lardan u z a k la şm a k g e ­ rektir. O rm a n ı s e y re tm e k istiyen insanların ağaçların dan u z a k la ş ­ maya m ecbur olmaları gibi. T a y y a ­ red e n , M arm a ra ’dan S in a n ’ın ca­ m ilerine bakıyoruz. Bunlar bir a rsay a, bir m ahalleye, İstanbul şehrine yapılmış değildir. Bunlar yeryüzüne otu rtulm uş s a n at d a ğ ­ larıdır. Temelleri yer yuvarlağı­ nın ortasın a atılmış gibidir. Kub­

besi bu d üny a n ın ayıplarını k a ­ p a ta n taş k a p a k la r a benziyor. Minareleri gök ku bbesini tu tm a k için^yükselmiş d ire k le r gibidir.

Sinan’ın eserleriyle [telem a ra ­ sındaki dayanışm ayı, canlı a rm o ­ niyi gördünüz. Şimdi a rtık kork- m ıya rak,g üve n ile,o nlara y a k la ş a ­ bilirsiniz. S in a n ’ın eserleri sağlam yapıla rd a n çok fazla şeylerdir. Bir et, ke m ik , dam ar, sinir, deri sis­ tem i, sanki bir fikir ve duygu h a ­ yatın ın taşıyıcısı. Şu k a p ıla ra ba­ kın bir k e r r e ; uzviyete yollıyan ağızlar gibidir. Şu satıhlara bakın bir k e r e ; canlı bir varlığın göv­ desine benziyor. K u b b e bu be d e ­ nin sanki y ü k s e k kısmıdır. Mina­ releri k o lla ra benziyor. Her şeyi bir ta ra fa b ıra k tık . Bu yapıda his­ sen ayrılan, p a rç a la n a n ,d ü ş e n hiç bir şey y o k tu r. H er p a rç a sanki bir uzuv! Biribirine bağlı, biribi- rine birleşmiş ve y a ş a m a k için çalışıyor.

Sinan’ı bir kartpostal se y re de r gibi y üzünden s e y re ttik . Doğru değ'l. Sinan bir satıh değil, bir kitledir. Cansız değil, canlıdır. Eserleri yaratan adam ın m uhay­ yilesine girelim. İlhamlarının y a ­ ratıcı k a y n a k la rın a k a d a r uzana­ lım, on unla birlikte çalışalım ca­ miyi, köprüyü, k e rv a n sa ra y ı t e k ­

Sinan ’m ulu eseri: E dirne'de S elim iye camisi. Temeller yer yuvarla­ ğını ortasına atılmış gibidir. Kubbesi bu dünyanın ayıplarını kapa­ tan taş kapaklara benziyor. Minareleri gök kubbesini tutm ak için yükselm iş direkler gibidir.

ra r ka fa m ız da yara talım . Haya- len bir m im ar Sinan da biz olalım.

Bunun için m inarelerin ş e re ­ fele rine çıkalım . K ubbesinin al­ tına yatalım , Sütunlarının etra fın ­ da d olaşalım ne göreceğiz b a k a ­ lım ? Bir insan v ü c u dun da a n a ­ tomi, m orfoloji ilminin m üşah e­ de, tahlil, tavsif ve tesbitle biti- rem iyeceği k a d a r sonsuz şekiller, teş e k k ü l sürprizleri, h a y a t m uci­ zeleri.

k ö r tabiati süslem ek için çalışı­ yor gibidir. O n d a dağları, o rm a n ­ ları, in sa n la r ve hay v anlar âlem i­ ni hiçe sayar bir e d â vardır. S i­ n a n ’ın e serleri insan nevinin ya­ ratabildiği en iyi, en doğru ve en güzel şeylerdendir ve h a ttâ şeylerdir. Sinan ta r if edilemez, zira bir k e m iy e t yığını değil, bir k e y fiy e t âlemidir. Sinan hiçbir şe­ ye benzetilem ez, k e n d in e benzer. Gerçi Sinan zam a n d a n ve m e­ k â n d a n m ünezzeh bir Allah d e ­ ğildir, fâni bir insandır. F a k a t, bu z a m anı ve m e k â n ı a şan dâhi bir insandır.

Sinan kolay ko lay tük en m e z. Eserini canlı varlık lar gibi aldı­ ğımız z am an feylesofların m utlak iradesine benzer. Bu eser yeryu- varlağınm çekici kuvvetine isyan eder gibidir. E skim e k, yıkılm ak şe am e tle rin i tanım az, bu kel ve

İşte Sinan... İşte K oca Sinan... İşte T ü r k Sinan... S in an ’ı tanı yanlarla ta n ım ıy a n la r bir olur mu h iç? ...

(11)

Y Ü Z Ü N C Ü

Y I L

D Ö N Ü M Ü

M Ü N A S E B E T İ Y L E

E

M

İ

L

E

Z O L A

Y

A

Z

A

N

:

H

Ü

S

A

M E

T

T

İ

N

B O Z O K

Geçen sayıdan :

Zola Thérèse R aquin’in ikinci baskısının ön s ö ­ zünde kendini m ü d afa a lüzumunu hissetm iş o lacak ki, m u harririn cem iyet üzerine geniş bir bakışla bakm asını söylüyor ve eserinin m odern bir hayatın dram ı olduğunu, istisna! bir v a k a n ın etü d ü olm ak­ ta n ileri geçm ediğini ilâve ediyordu.

A r tık Z o la’nın k a fa s ın d a R o u g o n -M a c q u a rt’la- rın b üyü k h a y a t faciası t e ş e k k ü l e başlıyordu. Bir­ k a ç yıl bu serinin inkişafı üzerinde düşündü. Bu a ra d a m u hte lif g a z e te le re y a z m a k ta de va m ediyordu.

Victor H ug o ’nun oğulları ve yajjın dostları t a ­ r a fın d a n n e şre d ilm e k te olan Rappel’A t D u ra n ty ve Balzac h a k k ın d a iki ayrı e tü t n e şre tti.

Zola ilk d e fa olarak Tribune g a z e te sin d e bütün felsefî, İçtimaî ve ahlâkî düşü ncelerin i s e rb e stç e ifade e tm e k fırsatını b u lm u ş tu . Bu h a fta lık gazete m uhalif cum huriyetçilerin organı idi. Zola kısa bir zaman zarfın da bu g azetenin daim î yazı k a d ro su n a girdi. F a k a t faaliy eti hiç de siyasî m a h iy e tte de ­ ğildi; zira p a rti m ü cadelelerin d en k e n d in i uzak tu tu ­ yor ve he r şeyden önce bir s a n a tk â r, bir m uharrir olduğunu h a tır ın d a n çıkarm ıyordu. F a k a t şurası da p e k açıktı ki, Zola birçok İçtimaî görü şlerin en beliğ bir şekilde ifad esin e yardım ediyordu. E t r a ­ fınd a ileri görüşlü sim alardan m ü te şe k k il bir m u ­ hit yaratıyo rd u. K adının fikrî h ü rriy e ti, çocukların rasy one l terbiyesi, bü tün m illetlerle sulhsever şe ­ k ild e anlaşm a... O n u n büyük bir sam im iyetle mü­ d afaa e ttiğ i başlıca m eseleler oldu.

Bu tarih le rd e genç n a tu ra list üstadın, k e n d in ­ den yaşça büyük olan E d m o n d ve Jules G oncourt ile m ünasebeti sıkılaştı. Esasen, S a lu t Public’te n e ş ­ redilen Gérminie Lacerteux h a k k ın laki etüdünden itibaren Z ola’nın bu iki k a r d e ş e derin bir h a y r a n ­ lık beslediği g ö rü lm e k te idi.

Madeleine Férat romanı n eşredilir edilmez Zo

la, lâyem ut eserinin, Rougon-Macquart’ların ilk cil­ di olan La Fortune des Rougon 1870 haziranından itibaren S iècle’A t te f r ik a edilmiye başlandı. F a k a t A lm an -F ra n sız h arb i başlar başlam az Siècle’de, Tri­

bune’A t neşriyatını tatil ettiler.

30 mayıs 1870’de Zola, uzun yıllard an beri t a ­ nıştığı Matmazel A le x a n d rin e Meley ile evlendi. A ra ­ dan iki ay geçm em işti ki, harp p a tla m ış b u lun u­ yordu. Zola b a b a d an öksüz olduğu için askerlik hizm etin d en affedilmişti. Bu sefer de gözleri miyop olduğu için millî m üdafaaya çağırılmadı. Zola ilk

an d a P a r is ’te n ayrılmayı d üşünm em işti. F a k a t k a ­ rısının ısrarı üzerine M arsilya’ya gittiler. 7 eylülde Zola, Edm ond de G o n c o u rt’a şunları yazıyordu: “Bir­ kaç gün içinde gelip yerimi işgal edeceğim,,. F a k a t Marsilya’da iken, P a r is ’in işgali hab erin i duydu. Hâdiselerin neticesini b e k le m e k ü zere Marsilya’daki ikam etini bir m ü d det daha uzattı.

T am ç alışacak bir zamandı. İlkönce Marius R ou x ’nun yardım ı ile Marseillaise adında popüler bir gazeteyi çıkarm ıya başladı. Maddî im kânsızlıklar yüzü n den bu g azeteyi birkaç h afta s o n ra k a p a m ıy a m ec b ur kald ı. Karısını m u v a k k a te n Marsilya’da bı­ r a k a r a k B ord eau x’ya gitti. Tribune ga z ete sin de b e ­ r a b e r çalıştığı dostlarının b ü y ük bir kısmı orada buldu. Millî m üdafaa meclisi orad a toplanıyor, ve F r a n s a ’nın m u k a d d e r a tın ı tayin ede ce k olan k a r a r ­ la r veriyordu. Zola Cloche gazetesinin p a rla m e n to muhabiri oldu. Gürültülü seansların b ü tü n canlılığını ve re n m ektuplarını gazeteye m u n tazam an g ö n d e ­ riyordu .

Fortune des R ougon’un m üsveddeleri P a r is ’te Siècle gazetesinin bürosunda kalm ıştı. Zola yazdığı

bir m e k tu p ta şunları söylüyordu: “Bizim h â k im iy e ­ timizin geldiğini söyleyiniz. Sulh yapıldı: biz yarının yazıcılarıyız,,. Ve 12 m artta Bordeaux M ektupları’nın sonuncusunu şu kelim elerle sona erdirdi:

“Vazifem tam am oldu, sakin bir k afa ile ge­ liyorum. F ra n sa öldü, yaşasın F ra n sa ! Ö le n F r a n ­ s a ’yı burada, b üyü k taş m ezarın d a bırakıyorum , v a ta n ın yenid en canlanıp gençleştiği beşiğin b u ­ lunduğu V ersaille’a geliyorum,, .

Zola P a ris ’e d ön dü ve Rougon M acquart’\ara başladı. Bu seriyi ilk önce on iki cilt o lara k yaz­ mayı tasarlam ıştı, sonra fikrini değiştirdi ve 20 cilt­ lik bir seri vücude getirm iye k a ra r verdi.

Bu serinin ilk cildi, La Fortune des Rougon 1871’de k ita p hâlinde neşredildi. Bu eser ikiz bir k a ra k te r gösteriyordu: bir ta r a f t a n devlet darbesi sıraların da bir t a ş r a k a s a b a s ın d a k i örf ve âdeti, e n trik a la rı, m ücadeleleri a n la tıy o r ; diğer ta ra fta n da bu yirmi ciltlik muazzam serinin tem e lle ri d e ­ m e k olan iki ferdin menşelerini tesbit ediyordu.

Aynı yıl içinde ikinci cildi de neşretti: La Cu

rée. Bu e s e rd e H a u ssm a n n ’ın çevirdiği büyük işle­

rin m ahsûlü sp ekülasyonları, k ısaca bir finans â le ­ m inin d alaverelerini anlatıyordu.

İki yıl sonra, 1873’te Ventre de Paris neşredil­ di. B undan son ra Rougon M acquart’larm ciltleri bi ri biri ni ta k ip ctm iye başladı: La Conquête de

(12)

sans (1874), Faute de l’A bbé M ouret (1875), Son Excellence Eugène Rougon (1876) ve A ssom m oir

(1877)...

A ssom m oir Zola’ya şimdiye k a d a r elde e d e m e ­

diği büyük bir m u v affak iy e t kazandırdı. Realitenin bu eserd e apaçık te ş rih edilmesine h a y ra n o la n ­ lara m ukabil, böyle bir teşrih te n n e fre t duyanlar d a pek çoktu. Bu hâl, eserin geniş m iky asta y a y ıl­ m asına ve o k u n m asın a yardım e tti. O z a m a n a k a ­ dar re a lite d e k i iğrenç tara fla rın bu ka da r açık bir halk dili ile a nlatılm asına rastlanm am ıştı: Ç a m a şır­ hanede didinen zavallı Gervaise, cem iyetin k ö tü m uhitinde mahva doğru sürüklenen zavallı Coupeau, ve feci akıbeti, kız çocuğu N a n a ’m n a n a h ta r d e li­ ğinden ana babasının k a b a cinsî m ünasebetlerini seyredişi ve necat yolunu sokağın çamurlu kaldı­ rım larında arayışı...

Rom an, Zola’nın, tiy a tro m ünekk itliği yaptığı

Le Bien Public gazetesinde neşredilm iye başlandı.

F a k a t gazete, bir m ü d d et sonra eseri te frik a e tm e k ­ ten vaz geçti. Bunun üzerine Zola, C a tu lle M endès’ in idare e tm e k te olduğu La République des Lettres m ecm uasında rom an ın ı ne şre devam etti. Ç a m u rla r içinde h ayatların ı sü rü k liy en insanların eserdeki feci akıbetlerini Zola’ya yük lem iy e k a lk ış a n la r onu

nefretle anıyorlardı ! Diğer y a n d a n k a b a h atin Zo- la ’da değil, cem iyetin bizzat ke ndisinde olduğunu bilenler Z o la ’nın bu açık»görüşlülüğüne ve c e s a r e ti­ n e hayran o lm a k ta n k e ndilerini atam ıyorlardı. Zo­ la şöyle düşünüyordu: “T a b ia tte olan h e rş a y sa-n a tte de olabilir,,.

Une Page d ’A m o u r (1878)’dan sonra Rougon

M acquart’ların dokuzuncu cildi intişar e t t i : Nana

(1880) A sso m m o ir’da h a y a tın güzelliğini ve refahını ka ldırım la rda bulan k üç ük kız şimdi b ü tü n bir şehri k a s ıp k a v u ra n bir â f e t olmuştur. Bu kız, c em i­ y etten gayri şuurî bir su rette in tik a m alan bir k a ­ dın hâline gelm iştir; genç, ihtiyar bütün erk e k leri ba şta n ç ık a ran bir k a d ın ki hafızam ızda bir tah rip sem bolü o la ra k k alan N a n a adını taşım aktadır.

Bu sıralarda, 1877 ile 1880 yılları a ra s ın d a Zo- la ’m n n a tu ra list roman m üdafaası iyice kızıştı. E sa ­ sen tâ P a r is ’e geldiği z a m a n d a n beri roman ve ti­ yatro h a k k ın d a k i düşüncelerini, gittikçe ş id d e tle ­ nen p olem ik lerle d u rm a d a n m ü d afa a etm işti. Bu mücadeleli h a y a t içinde Zola, Alphonse D a u d e t, Edm ond de G on c o u rt, G usta v e F la u b ert ve k e n d i­ lerinden h e m e n hem en yirmi y a ş b üy ük olan Ivan T u rg e n ie f ile her ak şam bu luşuy ord u. Bu to p la n ­ tılar F l a u b e r t ’in ölüm ünden s o n ra y a k a d a r devam etti. Rus rom a n c ısı T u rgeniyef, F la u b e r t’in yakın dostu idi, Zola ile ç ab ucak do st oldu ve onun d ü ­ şüncelerinin yayılması için k ıym etli yardım lard a b u ­ lundu. T u rg e n iy e f’in say esin d e Z o la’nın La Curée’ si Rusçaya çevrildi ve daha sonra da P e te r s b u rg ’ta çıkan en biivük edebî m e c m u a la rd a n biri Z o la ’nın

Faute de l ’A b bé Mouret, A ttaque du Moulin gibi eser­

lerini; Balzac, C h a te a u b ria n d , Stendhal, F laubert, G o n c o u rt k a r d e ş l e r , D a u d e t h a k k ın d a yazdığı e tü t­ lerini birer birer n e ş re tti. Z o la ’nın n a tu ra list metod h a k k ın d a k i b e yannam eleri de yine Rusçaya çevrilip neşredildi. Zola R u s y a ’da, F r a n s a ’daki k a d a r şö h ­ r e t kazandı, h a tt â de n e b ilir ki, R u sy a ’da, F r a n s a ’ d akin den d a h a iyi anlaşıldı.,.

Zola, N a n a ’dan sonra bir yıl içinde ( 1880-1881 ) s a n a t gö rü şü nü izah eden beş cilt eser bird en n e ş ­ retti: Rom an Expérimental, Rom anciers naturalistes,

Naturalism e au Théâtre, N os A uteurs dramatiques, Documents littéraires... Rom an Expérim ental, âdeta bu yeni ek o lün “ Crom w ell m u k a d d e m e s i„ idi.

Zola arlık k o y u ld u ğ u işd e m uvaffakiy ete doğru gü n d e n güne ilerliyordu. Rougon M acquart' ların

vücude g e tir m e k te olduğu ölmez binaya hem en her- yıl yeni bir ta ş k o yu y ord u : Pot-B ouille (1882)’de Paris burjuvazisinin gizli hayatını, A u Bonheur des

Dames (l883)’da b ü y ü k m a ğ a z a la rd ak i hum m alı faa

liyeti, La Joie de Vivre (1884)’de denizin k o r k u n ç gürültüleri a ra s ın d a y ü k s e le n b e ş e rî ıztırab m k e ­ der verici feryadın ı te s b it ediyordu.

N ihayet 1885’t e şaheseri sayılan G erm inal’i n e ş ­ retti. D aha sonra da L ’Oeuvre’ü... Bu sonuncuda,

( L ü t f e n

sayfayı çec iriniz).

Referanslar

Benzer Belgeler

The objective of this proposal study is to investigate the molecular pharmacologic effect of the traditional chinese Bu-Yi medicine on protecting and repairing of

Düşünce tarihinde estetik bir değer olan güzelliğin metafizik alandaki yansı- masında iki temel görüş vardır. Bunlardan birincisi, Tanrı’nın güzelliğinden, varlık

In this study, which deals with the problem ofevil which is the most important problem of the history of thought, we have mutually evaluated the thoughts of Plantinga and

藥學科技報告 主題:心臟 B303097035 藥三 黃亭婷

This cross–sectional Descriptive study aimed to study motivation affecting the continuous quality improvement for service enhancement of registered nurses in Fort

The Hyderabad request read : “ In view of the officially proclaimed intention of India, as announced by its Prime Minister, to invade Hyderabad, and in view

Çalışmada, biyoaktif cam içerikli rezin modifiye cam iyonomer simanın florid salınım değeri, antibakteriyel özelliği ve 12 aylık klinik başarısının geleneksel cam iyonomer

Yapılan literatür araĢtırmasının ardından üçüncü bölümde, Konya kentinin ülke içerisindeki yerine, genel özelliklerine ve ulaĢım yapısına değinilerek; örneklem