• Sonuç bulunamadı

Leyla Hanımefendi'nin hatıraları:Leyla Hanım ve eserleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Leyla Hanımefendi'nin hatıraları:Leyla Hanım ve eserleri"

Copied!
37
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

LEYLÂ HANIMEFENDİNİN

HATIRALARI

Yakın tarihimizin içtimâi hayatıyla ilgili pek çok şeyler yazılmıştır. Fakat hakikate mutabık

olanlarının başında Leylâ hanımefendinin yazdıkları gelir. Onun bizzat içinde yaşadığı Haremi Hümayun ve sultan saraylarına dair hatıralarıyla, saray dışında eski Osmanlı âdet, an'ane, mua­ şeret edebleri, eşya ve kıyafet gibi hususlara ve vakalara dair yazdıkları, millî kütüphanemizi var­ lıklarıyla öğündürebilecek mahiyettedir. 1920 — 1922 yıllarında «Vakit» ve «İleri» gazetelerinde intizamsız bir şekilde çıkan bu hatıra serisini bugün bulmak güç ve eski harflerle neşredildik- Ierinden dolayı da yeni neslin istifadesi gayri mümkündü. Bu sabeblerle, bu hatıraları derleyip toplayarak ve esasını hiç bozmadan bir çeki düzene tâbi tutarak yeniden istifadeye arzediyoruz

*

LEYLÂ HANIM VE ESERLERİ

Leylâ hanım (1850 - 1936), Türk ka­ dınına umumî hayatımızda bir kıymet verilmediği ve onun, taassubun sıkı baskısı altında bulundurulduğu' devir­ lerde kendi kendini

yetiştirerek nazım ve nesirde zamanı­ nın edebî şöhretle­ ri arasına girmiş o- lan bir değerdir.

Leylâ hanımefen­ di, bdülmecid dev­ rinde Tıbbiye nâzır- lığı ile valiliklerde ve. şehreminliğinde bulunmuş İsmail Paşa (1812 - 1871) n ı n İstanbul’da doğmuş kızıdır. Babası, Sultan Mecid’in hekimbaşı- lığını yaptığından ve annesi de saray­ da çalıştığından ço­ cukluğu sultan sa­ raylarında geçmiş ve garp, şark musi­ kilerini orada, ram­ ca ve Fransızcayı i- se sonraları babası­ nın Vali bulunduğu Aydın ve Giritte öğ­ renmiştir. Babasıyla İzm ir’e ikinci gidişinde, vi­ lâyet mektupçusu o-

lup sonraları Giritli

Sırrı Paşa (1844 - 1895) diye anılan Sırrı efendi ile evlenmiş ve Vali olan zevciyle Pizren, Rusçuk, Trabzon ve Kastamonu’yu ve diğer vilâyetleri ge­

zip görmüştür. «Hazinei evrak» mecmuasında man­ zumeler neşretmiş- ve diğer bir kısım şiirlerini de «Sol - muş Çiçekler» adı altında toplamıştır.

Mükemmel piyano

çalan merhumenin alaturka birçok bes­ telerinin notaları basılmıştır.

Mühendis Yusuf Fehmi Razi ve meş­ hur mimar Vedat beyler oğullarıdır.

S âz soyadını alan Leylâ .hanım, sek - sen altı sene yaşa­ dı ve 1936 da h afı­ zasından hiçbirşey kaybetmeden, asıl bir terbice, temiz ve itinalı bir itiyad havası içinde Kızıl- topraktaki köşkün­ de vefat ederek E- dirnekapı şehitliği­ ne gömüldü. Hak rahmet eyleye. İşte bu kıymetli şairimizin, kemal L e y lâ S â z h a n ım e f e n d n in h a t ır a la r ın ! n e ş re b a ş ­ la d ığ ı z a m a n la rd a y a ş m a k ve fe ra c e ile ç e k t ir d iğ i b ir f o t o ğ r a f is i

(2)

Kızken sarayda bulunan, evli iken de, dul kaldıktan sonra da her fırsat­ ta Sultan hanımefendilerle temas e- den Leylâ Hanım, Abdülâziz devrini 1 1 - 2 6 yaşlan arasında, Beşinci Mu - rad’ı 27, Abdülhamid’i 27 - 59, Reşad’ı 59 - 69, Vahidettin devrini de 69 - 73 yaşları arasında idrak etmiştir.

H ATIRALARI HAKKINDA KENDİSİ NE D İY O R ?

«Unuttuklarımı tahkik edecek kim­ se yok artık. Bu yazdıklanmı, o vakit görmekle kalmıştım. Bu görmeler sık olduğundan unutulmuyordu. Hareme aid eski âdetlerimizi yirmi üç sene ka­

l e y lA h a n i m v e

OSMANLI SARAYI

L e y lâ h a n ım e f e n d in in s o n r e s im le r in d e n b ir i daha . B u le şim de, h â m il o ld u ğ u ş e fk a t n iş a n ı ve k o r d o n u ile ç e k t ir ilm iş t ir.

Leylâ hanımın annesinin babası eski saray Tatarların­ dan olup İkinci Sultan Mah- mud’un hususî Tatarlığına yükselmiş Abdurrahman a- gadır. Kızı sarayda yetişmiş ve Fatma Sultan’a intisab etmişti. İsmail Paşa ile ev­ lendirildiği halde sultanla a- lâkasmı kesmemiştir.

Leylâ hanım, Saraya ne suretle alınmış olduğunu an­

latırken: «Efendilerine hizmetle kesbi fahr eden validemin yanındaki hemşi­ rem, Fatma Sultan (Abdülmecid’in bü­ yük kızı) efendinin hoşlarına gitmiş, beraber saraya götürmüşler. O şerefe birkaç sene sonra ben de nail oldum..» der, yaş zikretmez. Şu var ki Leylâ ha­ nım, Sultan Mecid’in vefatında on bir yaşındadır.

Hatıralarının saray kısmında padi - şahların hususî hayatları, temayülleri, şehzadeler, saz ve harem âlemleri, kal­ falar, cariyeler, harem ağaları. Sul - tanların izdivaçları, saray ve haremde geçe r enteresan vakalar gibi birer]; çe­ kici mevzuları ele almış ve bunları pek renkli şekilde tasvire muvaffak olmuş­ tur.

devrinde, bir şiir ve hayal kisvesine büründürerek, ede­ bî bir beyan kudretiyle tas­ vir edip nesillere bıraktığı hâtıralarından «Saray ve Harem hâtıraları» uzunca ve «Geçen asırda kadın ha­ yatı», «G irit ve Pizren hâtı­ raları» isp kendi ölçülerine göre normal hacimdedirler. Hepsi de görgüye dayanan Paris’te bastırılmış vc he - men Almanca ile Oek’çeye tercüme edilmiştir.

Bu hatıralardan saraya a- it kısımlar oğlu Yusuf Razi Bey tarafından Fransızcaya çevrilerek kitap şeklinde Paris’te bastırılmış ve he - men Almanca ile Çek’çeye tercüme edilmiştir.

(3)

dar evvel yazmıya başladığım zaman görenlerden, bilenlerden sağ kalanlara da ayrı ayrı sordum. Söylediklerini kendi müşahedatımla, hatıratımla tat­ bik ettim, emin oldum ve öyle yazdım. Yoksa on onbir yaşındaki bir çocu­ ğun böyle muhtelif görgüleri tamamen hatırlaması mümkün değildi. Mamafih zamanın, müşahedelerimin önüne çek diği yarım asırlık kalın perdeyi tefek- kürat ve tgharriyatım didikledikçe on­ lar birer ikişer aleniyet meydanına ç; kıyor. O kadar iyi görüyorum ki şimdi bir bileni bulsam soracak şey bulamı - yacağım. Meğer hâtıramın ışıklarını

sis kaplamış, fakat sönmemiş. Yazar - ken yine ozamanlarm o saadetli gün­ lerin içindeyim sanıyorum; sanmak dk değil, kendimi o muhitte buluyorum. O saf, müşfik nazarlar üzerimde, benim nazarlarım o nuranî bahar sabahları gibi lâ tif besim yüzlerde, o nazik ses­ lerle güzel sözler kulaklarımda, bu ân­ da beni mes’ut bulunduruyor. Evet o demlerin yâdı bile beni bahtiyar edi­ yor. Eğer evlâd ve torunlarım gözleri- rnin önünde olmasalar, zamanın zelze­ lesinden açılan toprak oyuklarına dü­ şüp kaybolan yarım asırlık hayatımı, yâni omürümün son elli senesini inkâr edeceğim geliyor.»

B u a ile f o t o ğ r a f ın d a s a ld a n it ib a r e n L e y lâ H a n ı m, n ğ u lla r ı M i m a r V e d a t, M ü h e n d is Y u s u f R a zi ile k ız ı ve t o r u n u g ö rü lm e k t e d ir .

★ ★ ★

«Zaman olur ki hayali cilıaıı değer» diyebilmek için hayali cihan değen bir hayat yaşamağa çalışmalı ve bu hayatı yaratmalıdır.

(4)

?

SARAY VE HAREM

HATIRALARI

Merhume Leylâ Saz Hanımefendi hakkında Ocak 1958 sayımızda kâfi izahat vermiştik. Kendisinin bizzat yaşayıp yazdığı «Saray ve harem hâtıraları» nı neşre başlıyoruz. Lezzetle okunacağına şüp­ hemiz yoktur. Bu hâtıralar şu sırayı tâkip edecektir: Haremde şehzadeler, kalfalar, esirler ve cariyeler, Arap cariyeler, harem, ağaları, Çırağan ve Yıldız sarayları, sarayda musiki meşkha- neleri, meşhur üstadlar, mabeyin bandosu, harem takımı, hocalarla talebeler, huzurda saz, sa­ rayda hususî bir saz âlemi — Haremde ve büyük konaklarda kadınlar nasıl vakit geçirirler, ha­ remde ramazan ve bayram, Sarayda bayram merasimi — Harem mübayaatı, Harem tâyinatı, ha­ rem ve doktor — Refia Sultan’ın düğünü, Münire Sultan’m düğünü, Fatma Sultan’ın lohusalığı, Sultan Aziz’in Avrupa dönüşü, Âdile Sultan nezdinde, Sultan Aziz’in huzurunda — İç giyimler

ve serpuşlar, sokak kıyafetleri, çarşaf, pabuçlar...

Yazan : Leylâ Sâz

Leylâ hanımefen. r Dildireceğim.»

Biz bunlara ken­ di sıramıza göre başlıyoruz. Haremde Şehzadeler Şehzadeler, dâye (sütnine) si tara­ fından emzirilir, yakın hizmetlerini dadısı yapar ve val- desinin nezareti al­ tında büyürlerdi. Dâye ve dadıdan başkasının kucağı­ na verilmezlerdi. Padişah evlâdını hiç kimse öpemez- di. Yürümiye

başla-yı bucaklarına ka- yınca dadısı takip

dar göstereceğim, L e y lâ H a n ım e f e n d i h â t ır a la r ın ı y a z a r k e n eder, eğlendirici kü-di, hâtıralarına şu

satırlarla başlamış­ tır: «Hareme ait eski âdetlerinizden bir kısmı görüleme­ diğinden bilmeme- miş, bir kısmı da terkolunmuş, za - manla da unutul­ muş ve her şey de­ ğişmiştir. ... hatırımdan he­ nüz silinmeden mü­ şahedelerimi, tah­ kikatımı, bilhassa padişah ve Osmanlı hanedanı sarayla­ rından başlıyarak en küçük evlerin

(5)

kı-çük cariyeleri de etrafında bulunur, oyuncaklarla eğlen­ dirirler. Gezmiye giderken yanlarında annesi, yahut bü­ yükannesi, yahut büyük kal­ fa dâye veya dadısı bulunur ve kendilerine bir harema- ğası refakat ederdi.

Hocaya başlanmak sırası gelince, irade ile mabeynde padişahın huzurunda bes­ mele çekip her gün şeîızade- gâna mahsus olan binadaki dairesine haremağası refa­ katiyle götürülerek hocasın­ dan orada okurdu.

Haftada iki gün gezmiye çıkmaya mezundular. Muay­ yen günün sabahı «Cebi hü­ mayun» dan yarım kese, ya­ ni 250 kuruş gezme paras gelir ve bu kuruşlar darpha­ neden yeni çıkmış olurdu Efendi hazretleri, lalası olan bey refakatinde araba ve - ya paytonla gider, bendeler atla takip ederlerdi. Ekseri­ ya Hacı Tahsin bağı yahu Küçük Çiftlik köşküne gi der, biraderleri de oraya ge lirlerdi. Öğle yemeğinder sonra tek midilli koşulu kü çük paytonlarını kendiler kullanarak köşkün bahçe sinde gezerler. Ok ve küçül tüfekle nişan talimi yapar, akşam üstü dönerlerdi. Sa­ rayda hemşire ve biraderle­

riyle toplanır, eğlenirler, her ik i a s ır

cuma günü de pederlerine giderlerdi.

e v v e l h a re m d e b ir s u lt a n v e k a lf a la rla c a r iy e le ri

Şehzadeler küçükken bayramlarda saraydaki sazda bulunur ve diğer gün­ lerde dadı ve bir cariyesiyle büyük sofa­ larda, dairelerde gezerlerdi. Kemale e- rince muayede resmini mabeynde ya­ parlar, valdeliklerini ve kardeşlerini tebrik için dairelerine giderler, saz â- lemlerinde bulunmazlardı.

Sofalarda da mümkün mertebe gez- mezlerdi. Dışarıya çıkmadığı günler kendi dairelerinde okur, valde veya ha­ remiyle vakit geçirirlerdi. Akşamları bi­ rader ve hemşireler birbirlerine 'gider,

musiki ile eğlenirlerdi. Bazan, istedik­ leri sâzende kalfaların bir ikisini çağır­ tır, beraber çalarlar, fakat ansızın git­ mezlerdi. Şehzade haremlerine isimle­ riyle beraber -«Hanım» denirdi. Bunlar diğer şehzadelerin huzurlarına çıkmaz­ lar, yalnız sultan efendiler olursa ve çağırılırlarsa giderlerdi. Büyük kalfala­ ra hanımlar da «K alfam » derlerdi. Hiz­ metlerini ayrı ayrı cariyeler yaparlardı. Sokağa seyrek çıkarlar, sofalarda ve bahçede çok gezinmezler, odalarında o- kumakla, musiki ve bazı küçük el iş­ leriyle vakit geçirirlerdi. Bu hanımlar,

(6)

sarayda terbiye görerek büyümüş kız­ lardan seçilirdi.

Kalfalar

Padişah sarayında olsun, sultan sa­ raylarında olsun kalfaların mevkileri kıdemlerine göredir. Bu saraylarda ye­ di usta, yedi ikinci (muavin) den dâye bulunur.

Yedi ustadan dadı yoksa baş halayık hazinedar usta olur. Hazinedar ustalık vazifesi, cariyelerin hepsine emir ver­ mek, hâzineyi muhafaza etmektir. Ça­ maşır usta çamaşır ve yatak takımla­ rına, çaşnigir usta sofra takımlarına, ibriktar usta leğen-ibrik taklmına, kah­ veci usta kahve takımına, kutucu us­ ta sultan efendinin hamam ve baş ni­ zamı hizmetine bakar (Pek eskiden kayık hotozlar, tabla fesler, bir çok ör­ güler kolay ve az iş değilmiş. O ziyneti öğrenmiş, eli yakışır birinin yardımına ihtiyaç muhakkaktı), kilârcı usta da kilâr işlerine ve meyva takımına ba­ kar. Bu kalfalar vazife saatlerinde hiz­ metlerinin başında bulunur, iş bitince takımları toplar, saklarlar. İkinciler muavinleridir; bunların üçüncüleri de olur.

Bunların terfileri tebşir olunurken padişah tarafından her birine beşer mücevher iğne ihsan buyurulmak âdet­ tir. İğneler kabak çiçeğine benzer beş yapraktan müteşekkildir. Hazinedar us- tanınkiler daha büyük ve pırlantalıdır. Diğer ustaların gümüş mecidiye bü­ yüklüğünde Felemenk, İkincilerin daha

küçük, ve roza taşlariyle ya­ pılmıştır. Bu iğnelerden sul­ tan efendilerin ustalarına da ihsan olunur. Çırak olup saraydan giderse gö- türmiye mezundur.

Padişah huzuruna çıkar­ ken veya resmî günlerde giyilmek üzere bu yedi usta ile kâhya kadına, baş ve ikinci kâtibeye birer salta verilir. Bu saltalar kadife veya diğer ipekli kumaş ü- zerine kenarı sırma ile iş­ lenmiştir.

. Padişahın ustaları harem daireleri kalfalığı ile de va­ zifelidirler. Kadın efendi­

lerin, ikballerin dairelerinde otururlar, nedimeleri gibidirler. Gün görmüş, ter­ biyeli kalfalardır. Hizmet olarak hafta­ da yalnız yirmi dört saat hünkâr nö­ betçilikleri vardır. Bu nöbetlerini, kala­ balık maiyetleriyle beraber hünkâr so­ fasının altındaki sofada beklerler. Ba- zan huzura çağırılıp iltifata ve ihsana mazhar olurlar. Her cihetçe pek rahat­ tırlar.

Huzurdaki hizmetleri, padişahın ken­ di intihap ettiği hazinedarlar yaparlar. Daima bu hizmette bulunanlar ekseriya ikinci, üçüncü hazinedarlardır. Onlar huzura her vakit çıkarlar. Diğerleri, çağırıldıkça ve nöbetçi oldukça çıkar­ lar. Hazinedarlar arasında yüzce güzel olmıyanlar da vardır. Lâkin hepsi pek terbiyeli ve zariftirler. Sade ve güzel giyinirler. Huzura çıkarken entarinin üzerine Avrupa giyerler (Bu, kısa etek­ li, darca hırkacık, AvrupalIların Bask dedikleri biçimde olduğu için adına A v­ rupa demişlerdir). Bu Avrupaların ren­ gi ve süsü sahiplerinin zevkine göredir. Başlarına yemeni, gaz, her ne bağ - larlarsa sağ veya sol tarafına uzunca ibrişim püsküllü düz küçücük bir fesi iğnelerler. Kenarına kadar bütün kısmı kaplıyan yayık ipek püskülün üstünden enlice kurdelâ gibi oyalı yemeni sarılan bu kenarlı tabla fesler zamanla kadife­ ye tahvil edilip küçültüldükten ve ha­ fifleştirildikten sonra terkolunmuş ve sonradan kundak baş modası gelmiştir. Fakat yine de fesi birdenbire atamamış­ lar, yemeninin üstüne kenarsız ufak

(7)

ca bir fes kondurulmuş, daha ufaltılıp yukarıda bildirdiğim gibi yana ilştiril- miş ve Sultan Abdülâziz Hân devrinde terkolunmuştur. Huzuru şâhaneye çı­ karken arkada iki üç örgü saç bulun­ mak da âdetti. Kadınların o bol saç­ lı zamanında her gencin arkasında örgüsü varken saçı az olanlar iğreti saçla karıştırarak örerlerdi. Bu âdet de o suretle kalmış, fakat saç taranışı de­ ğişince örgüler de kaldırılmıştır.

Hazinedarlar yumuşak deriden veya kumaştan ökçesiz ince terlik giyerler. Bu pabuç padişah dairesine mahsus­ tur. Aşağıya inerken veya başka daire­ ye giderken üzerine başka pabuç giyer­ ler. Hazinedarlar hünkâr dairesinin al­ tında, hazinedar acemileri zemin odala­ rında otururlar. Bunlar terbiye görmek, iş öğrenmek için büyük ve orta kalfala­ rın idaresi altına verilenlerdir. Kalfala­ rına «Büyük kalfam, küçük kalfam » der, hürmet eder, hizmetlerini görürler. Sı­ raları gelince onlar da kalfa olurlar. Bu gençler itaat ve intizamla terbiye edilir­ ler. Sultan saraylarında da öyledir.

Cariycler

Cariyeler, Kafkasya’nın güzel kırla­ rına, dere kenarlarına meyva toplamak için çıkanlardan insan avcısı heriflerin çaldıkları veya evlenme vaadiyle ka - çırdıkları kızlar, yahut da bir istikbal ümidiyle İstanbul’a gelip satılmayı kendileri arzu eden kızlardır. Bir kısmı da zenginlerin tarlalarında ve evle­ rinde kullandıkları köle ve cariyelerinin birbirlferiyle evlendirilmesinden doğan çocuklardandır ki bunlar da efendileri­ nin esiresi olduğundan satılmışlardır. Bu kızları esirci Çerkesler İstanbul’a getirmiş ve çoğu İstanbullu olan esirci kadınlar vasıtasiyle konaklara sattırıl- mıştır.

Bazan da bunlar arasında asıl ve zen­ gin kızlar da bulunur ki, , bunların satıl­ malarının başlıca sebebi, asıl bir kızın kendinden aşağısı ile evlenmesi pek çir­ kin görüldüğünden gönlünün arzusuna karşı gelerek o mahrumiyetle memle­ ketini terketmiş olmasıdır. Bu kızlar da diğerleriyle beraber müşteriye görünür­ ler, kendini beğendiği yere sattırır - lar. Başlarındaki, kenarı küçük salkım­ larla süslü ve tas gibi gümüş

serpuşla-A s ı r l a r c a e v v e l b ir e s r iy e (C h o is e u l G o u f f ie r 'd e n )

rı; göğsü ve kolları düğmeli, kenarı sırma şeritli entarileri ve kemerleri zenginliklerini, tavırları da asaletlerini gösterir.

*

Bu Çerkeş kızlarından biri bizim ev halkının dikkatini çekmişti. Cariyeler etrafını aldılar. Kendi dilleriyle konu­ şuyorlardı. Bunların arasına karışan hemşirem:

— Ne kadar güzşl kız..

Dedi. Kız, Türkçe «güzel» in mâna­ sını öğrenmiş:

— Güzellik, dedi, insanı bahtiyar et­ mez. Ben o kadar güzel değilim ama,

çirkin olmadığıma 'da şükrediyorum. Hizmetini yapacağım hanımım, huzu­ runa çıktıkça benden sıkılmazsa mem­ nun olurum.

Tercümanlığı cariyeler yapıyordu. Hemşirem:

(8)

Dedi. Cariye:

— Yo...k, diye karşıladı; od alıklığı kabul etmem. Ben, saraya satılıp pa­ dişahın haremine hizmet etmek için geldim. Kabil değil başka yerde dur­ mam. Bundan evvelki konağa da, bura­ ya da İstanbul hanımlarını ve evlerini görmek için geldim.

Neden sonra sarayda beni görünce se­ vinmiş ve yanıma koşmuştu.

Satılığa gelen cariyeler arasında a- sîl, zengin, fakir, güzel, çirkin her tür­ lüsü bulunurdu. Güzelliğine, vücudunun intizamına ve yaşma göre fiatları o- lurdu. Kızın bir dişi noksan olursa be­ delinden bin kuruş düşülürdü. ^ Şayet başı ayaz, gözü şaşı, boydan kesik (kı­ sa boylu) ise yine fiatından düşerlerdi. Eğer tabanı düzse uğursuz addedilir ve alınmaz, yahut güç satılırdı.

Çocuklular dâyelik (sütnine, taya) için çocuğu ile beraber alınır ve ço­ cuğu hariçte ücretle diğer bir sütnine- ye verilip büyüyünce de sütkardeş na­ zariyle bakılırdı. Bu sütkardeşin im ti­ yazı ve mevkii olurdu. O da esirse de satmayı düşünen hemen yok gibiydi. Ta­ yalar hayli kıymetli idiler. Fakat seyyib

(dul) cariye, bâkirin yarısından daha az bedelle satılırdı.

Cariyeyi, satın alınmadan evvel bir gece müşterinin hanesinde bırakmak âdetti. Eğer cariyenin uykusu ağırsa veya horlarsa fiatından düşülürdü. Ca- riyelerin ücretleri doktor ve ebe mua­ yenesinden geçtikten sonra ödenirdi. Esirci kadın hem tüccardan, hem de müşteriden tellâliye alırdı.

*

Esirci kadın, hanıma binbir dil dö­ ker:

— Uğurlu kademli olsun, Allah can pekliği versin. Güçlü, kuvvetli kız, ye­ sin, içsin bakın daha ne olur, tepe tepe kullanırsınız.. Y â hammefendiciğim! Ben size hiç fena esir getirir miyim, ka­ dınım.. Biz, müşterisine göre bülbülü serçe, serçeyi bülbül ederiz. Allem et­ tim, kail em ettim, gül gibi kızı çürüt­ tüm, kıl ayıpsız, levend gibi esiri size ucuzcacık alıverdim. Pazara çıkarsan bundan fazla para eder, ya efendizâde! Hizmeti de ateş gibidir. Eğer beğen­ mezseniz ben ne güne duruyorum, onu size çabucak satıveririm. Hem de ateş bahasına sürerim. Böyle esiri kapan

kapanadır. Bunların sürüsüne kıran girmedi ya... Sürüsüne bereket. Elimi sallasam ellisi, başımı , sallasam başı tellisi. İşim ne efendizâdem! Beğendi- rinciye kadar taşırım. Biz de sayenizde geçineceğiz hanımım.

Diye sokak yazıcılarının matbu mek­ tupları gibi hâtırasında kalmış bir sü­ rü lüzumsuz ve manasız lâfları tekrar­ lar durur ve sonra da:

— Allah bin bin bereket versin kadı­ nım.

Der ve çıkar. Eski kalfalara:

— Şu acemi kızın ötesini beri edin, hanımefendinin gözüne sokun.

Tavsiyesini, kıza da — Türkçe bilmi­ yorsa — işaretle:

— Bak seni ne iyi kapıya sattım. Ça­ lış, adam ol. Eğer hoşnut olmazsan ka­ pı Allah kapısıdır. Başka konak yok de­

ğil ya. .

Demekten de geri kalmaz’ Esirciler pek fettan, pek aldatıcı, pek menfur mahluklardır.

*

Cariyeler üç sınıfa ayrılmışlardır: 1) Hizmet halayığı: Büyücek ve orta güzellikte olanlardır. Bunların çirkin ve endamsızlarına «Molada» derler, u- cuzdurlar. 2) Ticaret için alınanlardır. Yaşça küçük, mütenasip, büyüdükçe güzelleşeceği anlaşılanlardır. 3) Odalık­ lardır. Onbeş ile yirmi yaş arasında ve güzeldir.

Satın alacak erkek, kızın göğsünü ve kollariyle dizlerine kadar bacaklarını muayene edebilir. Bu kızlardan bilerek ortak üstüne gidenler vardır. Bunlar­ dan ahlâk ve insaf sahibi olanlar, e- sirciye veya müşterisine «Evli olup ol­ madığını» sorar. Evli ise çekinir, «A l- datılırsa kaçacağını» söyler. Cariyeler, AvrupalIların zannettikleri gibi pek bedbaht değildirler. Yiyecekleri, giye­ cekleri hanımlarmmkine yakındır. Her suretle iyi muamele görürler. Sert efen­ dilere tesadüf eder de memnun olmaz­ larsa diğer birine satılmasını teklif e- derler. Arzuları yerine getirilmezse ka­ çarlar ve kendilerini sattırırlar. Kaçar­ ken evden hiçbir şey çalmazlar, yalnız bohçacıklarına bir takım çamaşır ko­ yarlar. Kaçtıklarına alâmet olarak da ya çıktığı kapıya veya aştığı duvarın yanına terliklerini bırakırlar. Kimin yanına sığmdılarsa gelip sahiplerine

(9)

D o lm a b a h ç e s a r a y ın d a n b ir k ö şe

SARAY VE HAREM

HÂTIRALARI

Merhume Leylâ Sâz Hanımefendi hakkında Ocak 1958 sayımızda kâfi izahat vermiştik. Kendisinin) bizzat yaşayıp yazdığı «Saray ve harem hâtıraları» nı neşre başladık. Lezzetle okunacağına şüp­ hemiz yoktur. Bu hâtıralar şü sırayı takip edecektir: Haremde şehzadeler, kalfalar, esirler ve- cariyeler, Arap cariyeler, harem ağaları, Çırağan ve Yıldız sarayları, saraj'da musiki meşkha- neleri, meşhur üstadlar. mabeyin bandosu, harem takımı, hocalarla talebeler, huzurda saz, sa­ rayda hususî bir saz âlemi — Haremde ve büyük konaklarda kadınlar nasıl vakit geçirirler, ha­ remde ramazan ve bayram, Sarayda bayram merasimi — (Harem mübayaatı, Harem tâyinatı, ha­ rem ve doktor — Refia Sultandın düğünü, Münire Sultan’ m düğünü, Fatma Sultanün lohusalığı„ Sultan Aziz’in Avrupa dönüşü, Âdile Sultan nezdinde, Sultan Aziz’in huzurunda — İç giyimler

ve serpuşlar, sokak kıyafetleri, çarşaf, pabuçlar...

(13 ü n c ü s a y ıd a n d e v a m )

Yazan : Leylâ Sâz

Eski Çırağan Sarayı

Çırağan Sarayının taksimatı: Şimal cihetinden itibaren merasim ve ma­ beyni hümayun dairelerinden sonra zâ­ tı şahanenin hususî daireleridir. Hare­ me bitişik olan dairenin sofası resmî

günlere ve saz gecelerine, ortadaki ise padişahın ikametine mahsustu.

Harem sofası; iki ucundaki gezintile­ re tahsis edilmiş girintilerden başka, hatırımda kaldığına nazaran, tahmi­ nen elli arşın uzunluk ve yirmi arşın

(10)

«

D o lm a b a h ç e 'd e n b ir k ö şe d a h a

■genişlikte ve belki daha ziyade büyük bir sofa idi. Deniz ve batice cihetinde­ ki odaların hepsinin kapısı bu sofaya açılırdı. Valde Sultan dairesi, hünkâr dairesi cihetinde ikisi bahçeye bakan dört . oda ile bir hamamdan ibaretti. Kadın efendilerle ikballerin biri de­ niz, diğeri bançe emelinde ikişer

odaıa-rı vardı. Harem sofasının deniz ve t çe cihetinde ortaya gelen direkli, ı İi sofaları, gerilerinden kapanıp ik lere alt üst odalar yapılmıştı. Rc günlerde kalabalığa görünmek iste yen hanedan âzası o odaların şahit rine haber vererek gider, direklerin zerine bina edilmiş koridorun kafe .pencerelerinden sofaya bakarlarmış.

Yukarıda arzettiğim geniş sofaya; ta­ vanından daha küçük boyda ve dana yüksek ikinci tavanın dört tarafındaki müteaddit pencerelerden de ışık veril­ mişti ,pek aydınlıktı.

Bu sofanın iki ucundan orta' kata inilen tarafları direkli merdivenler or­ ta kata, orta kattan da iki tarafı dört direkli gayet geniş mermer merdiven­ lerle zemindeki mermerliğe inilirdi. Or­ ta katta sofa yoktu. Deniz ve avlu ka­ pısı yerleri açık bırakılarak merdiven­ lerin iki tarafından direkler ve par­ maklıkla açık bırakılmış yollara dönü­ lerek odalara girilirdi. O odalar, büyük ve ikinci kalfaların odalarıydı.

Efendilerinin odalarının altındaki bu odaların tavanları ile üst katın döşeme­ sinin araşma, orta kalfalara ve diğer kızlara mansus alçak tavanlı odalar ya­ pılmıştı. Yüklükten yahut odalardan tefrik" olunmuş yerlerden üst kata kü­ çük merdivenler vardı. Bu odaların sonradan ilâve edilmiş oldukları ilk ba­ kışta görülüyordu. Bunların pençe - relerinde saksı veya sandık ile daima mevsim çiçekleri bulunurdu, saraylılar karanfil ve Latin çiçeklerini severlerdi.

Mermerlikte daima açık duran

kapı-"■zBSBB&SSaHKz''

(11)

dan avluya çıkılırdı. Mevki meyilli olduğu için üzerine tarholunmuş harem bahçe­ sinin merdivenleri bu kapı­ nın karşısmdadır. Bahçenin, eski çınarlarla gölgeli, sun'ı adalı büyük havuzunun et­ rafı meyva ve çiçeklerle süs­ lü idi. Müteharrik dört köp­ rüsü yan yana döndürülüp havuzda sandalla gezilirdi. Ağaçl-ara tırmanan küçükle­ rin şerlerinden muhafaza için bahçe kilitli bulunduru­ lur ve haftada iki kere açı­ lırdı. Çocuklar o günlerde kalfaların nezareti altında gezdirilirdi. Avlu yolu, göl­ gelikli ve kumluktu. Mer­ merliğin deniz kapısı, kayık gezmesi için lâzım oldukça açılırdı.

Haremin mefruşatı Umuma ait büyük sofada oturulmadığından üç büyük avize ile mükellef kapı per­ delerinden başka mefruşata ait hiçbir şey yoktu. Yerde ince Mısır hasırı serili idi.

Odalarda da yollu ve çi­ çekli Kürt halıları vardı. Kanape takımı ve perdeler yerli ipek kumaştandı. Her odada yataklık kadar bü­ yük kerevetli minder bulu­ nurdu. Bu minderlerin bir veya iki başlarında yastık hizasında ve yarım arşm e- ninde üstü düz dolap vardı. Minderlerdeki yumuşak can­ fes şiltenin üzerine ince bir şilte ilâve edilerek geceleri yatak yapılırdı. Nadir ola­ rak kullanılan yataklıklar maun, abanoz yahut ceviz ağacmdandı. Yorganlar, a- ğabâni ve yumuşak ipekli kumaşlara düz renk elvan ipekle ince kasnak işlen­ mişti. Kaplamadan şal yor­

gan da kullanılırdı.

Kalınca tülbend üstüne

S a ğ d a k i re s im le r , y u k a r d a n a ş a ğ ıy a d o ğ r u ; Ç ır a ğ a n s a r a y ı n ın g i r i ş y e ­ ri v e ik i s a lo n u .

(12)

dört tarafı yorganın aynı işlenmiş üç ince yastık, bir de beyaz yemeni yastık konup yastık örtüsü sarılırdı. Yastıkla­ rın başları dikili, kapalı idi. Yatak ve yorgan çarşafları ince pamuk ve ipekle dokunmuş yerli bezlerden, yatak bağla­ rı da şatrançlı yerli canfeslerdendi. Bu canfesler düzgün ipekle pürüzsüz ve parlak renklerden dokunmuştu ve ga­ yet dayanıklıydı. Bu yatak bağları Trablusgarb, Harput, Bursa dokumala­ rıydı . Kışın yorganların üzerine şal ör­ tülür, kürk yorgan da kulamlırdı. Y a­ taklığa da oba dokunurdu.

Yatak odası, odanın köşesine beyaz yaygı serilip üstüne konan camlı büyük gümüş fenerin içinde kısa gece mumu yakılarak, fenerin dışına sarılmış ipek­ li futadan yayılan hafif ışık ile aydm- lanırdı.

Odalarda bulunan şeyler

Kadife ve ipekli kumaştan müdevver ve değirmi bir kişilik yer şilteleri. Ma­ sa üzerinde çekme haneli ve direkli kü­ çük ayna. Direkli müteharrik büyük ayna. Arusekli dolap. Oyulmuş ağaca tel ve sedef kakmalı dolap piyano. Es­ ki iş, gayet güzel kavukluk üstünde Kur’ân-ı-Kerim. Kerevet dolabının üs­ tünde yazı takımı, Konsol üstünde o- turtma saat. Billur su takımı. Küçük masa üstünde altı yedi mumlu gümüş şamdan. Yanındaki küçük tepsinin üs­ tünde mum makasi. Minder üstünde toparlak gümüş çilhâne (para mahfa­ zası). Bir kenarda varil şekilnde kadife kaplı, gümüş kakmalı küçük sandık (bu sandıkta her gün kullanılan küçük hul­ liyat ve para saklanır). İçinde teşbihi ve baş örtüsü ile ince küçük şilteli sec­ cade • (cariyelerde baş örtüsü yoktur. Çünkü namazda kullanmazlar). Sarı büyük mangal (o zaman soba bilinmi­ yordu).

Duvarlara zar gerilirdi. Zar, odanın iki arşın kadar içerisinden pencerelere kadar- duvarları örten büyük perdedir. Ekser çuhadandı. Alt ve üst kenarları renkli çuha parçalariyle nakışlı halka­ larla tavanın kenarına asılırdı. Kapı yerlerine ve pencereler cihetine açılmak için de birer yırtmaç bırakılırdı.

Ahşap Çırağan’m büyük odaları çift camlı olduğu halde ısınmadığından mı, yoksa eski âdete devam edildiğinden

mi her ne sebeptense * astarlı zarlar- kullanılıyordu. Dolmabahçe Sarayında, kullanılmaz oldu.

Büyük kalfaların odalarında yer (yu­ karıda târif ettiğim, gece üstünde yatı­ lan kerevetti minderlere yer derlerdi) leri altında dolapları, konsol üstünde- aynahane, su takımı, şamdan ve saat­ leri, rafta Kur’ân-ı-Kerim ’leri, minder- üstünde seccadeleri, ortada tablalı sa­ rı mangalları ve bir kaç küçük yer şil­ teleri bulunurdu. İpekli perdelerle ha­ lıları yerli malıydı. Orta kalfaların iki­ si, üçü bir oda işgal ederlerdi. Onların da yerleri ve diğer levazımı büyük kal- falarmki gibiydi. Kalfaların odalarında, güzide acemilerinden bir iki kişi yatar, diğerleri umumî odalarda otururlardı. Herkesin yeri muayyendi. Sabahleyin döşek şiltelerini bir kenara üstüste se­ rip bağlı yorgan takımlarını üzerine koyar, büyük bir örtü örterlerdi. Yer şiltelerinde otururlar, esvapları bohça­ larla dolaplara koyarlardı.

Çırağan Sarayının mabeyıı bahçesinde bir gezinti

Mecidiye camii bitişiğinden başlıya- rak Çırağan Sarayının arkasındaki bü­ yük şedden Yıldız’a kadar bütün dağ- mabeyn bahçesidir. Bu geniş bahçede büyük ve gölgeli yemiş ağaçları, orman, tarhlar, çiçeklik, turfandalık, meyvalık bostan, sunî derecik, kuşhaneler ve ka­ meriyeler vardır. Dağın tepesindeki ah­ şap köşkü Bezmiâlem Valde Sultan

(Sultan Mecid’in annesi) yaptırmış. İs­ tanbul’un her cihetine olan nezareti dolayısiyle «Yıldız Köşkü» diye adlan­ dırılmış. Sultan Abdülhamid’in yaptır­ dığı sonraki ilâveler de o mevkidedir.

Mabeyn bahçesine çıkılmıya irade sâdır olunca bahçıvanlar, bekçiler çı­ karlar. Duvarın haricine askerî nokta­ lar konur; harem ağaları «halvet» diye bağırınca mabeynin küçük sofasiyle bahçenin sokak aşın şeddine bağlı ka­ fesli köprünün kapıları açılır.

Harem, bazan zâtı şâhâne ile beraber, bazan şehzadeler ve sultan efendilerle yavaş yavaş geçerler. Maiyetlerinde bü­ yük kalfaları ile hususî hizmetlerini ya­ pan diğer kalfalar bulunur. Biraz sonra nöbetçilerden başka bütün saray halkı sel gibi o bahçeye yayılır, dağılır.

(13)

L e y lâ H a n ım ın t a r if in e g ö r e R e s s a m G ü ls e n T a n s u 'n u n y a p t ığ ı re s im

bekler gibi daldan dala, çi­ çekten çiçeğe uçuşurlar ve günün nasıl geçtiğini bile duymazlar. Akşam üstü yi­ ne harem ağalarının «H al­ vet» sedaları işitilir. Fakat bu ses artık .sabahki gibi tatlı değildir. Çünkü bütün gün şen ve şuh, hoplayıp sıçrama­

lardan, koca dağın orman­ larındaki, tarhlarındaki ta­ ze hava ile çocukça koşuş­ malardan ve eğlencelerden bu acı ses onları ayırır. Yüz asık, düşkün adımlarla kü­ me küme köprüye gelir, ge­ çerler. Harem ağaları, ' bir kimsenin uyuyup kalması ihtimalini gözönünde tuta­ rak her tarafı dolaştıktan sonra köprünün kapılarını kilitlerler. Kızlar da, bahçe­ nin yaprakları, meyvaları, çiçekleri ellerinde, bütün .günkü keyiflerin hikâyeleri dillerinde yerlerine giderler.

Bu müsaade baharda ve yazda bir kaç defa tekrarlanır.

Umumî gezintiler

Kâğıthane mevsiminde bütün: saray halkının nöbetleşe gezmiye çıkmalarına bir kaç defa müsaade olunur. Bu umu­ m î gezintilere «Beylik gezinti» denirdi.

Herkes bu keyifli müjdeyi bekleyiş ha­ linde olurdu. Müsaade çıktığı zaman baş veya ikinci kâtibe — teşrifatçıların büyükleridir —• dairelerin sahibelerine arzederdi. Teşrifatçılardan biri de o- dalarm kapılarından:

— Kalfalar! Cuma günü beylik gez­ me var...

Diye bağırarak haberi tebşir eder, seyrek seyrek gidebilen kızlar, neşe ve sevinç içinde koşar, birbirlerine haber Verirlerdi. Bu yeni heves gençler bir a- rabalık, üçer dörder kişi aynı renk fe­ raceler, süsler hazırlarlardı. Cuma gü­ nü yemekten sonra evvelâ hanedanın ikişer atlı , hususî arabaları (1 ); m ahfa­ zada sulukları (2) ve çantaları (3) ara­ balara koyarlardı. Araba, sahibesini a- lıp çıkarken diğerinin arabası girerdi. Bu suretle çıkılırken tebdil arabaları büyük kalfaları, müteaddit ard araba­ ları da orta ve küçük kalfaları yan ka­ pıdan alırdı. Harem ağalan, at üzerin­

de önden ve yandan giderdi. Büyük ka­ pının dışında harem hademeleri ihti­ ram duruşunu ifa ederdi. Evvelee bu hademelere «Baltacı» derlermiş.

Yaka ve yakanın iki taraftan göğüse kurdelâ gibi sarkmış güvez iplikten alâ­ meti ile siyah elbisesini - şimdi İstanbu­ lin dedikleri — giymiş baş hademe, sul­ tan efendinin penceresinin yanındaki şerit askıya elini geçirip yürür, m avi yakalı hademeler ise diğer arabaların yanlarında yürürlerdi. Arabalar pek a- ğır sevkedildiğinden yürüyerek takip e- denler yorulmazlardı.

Harem arabalarının perdeleri yarıya, kadar indirilmiş olurdu. Sultan efendi­ nin elinde tuttuğu altın saplı yelpaze­ sinin tüyleri yüzünü hayli kapardı. (1) Sultan efencüler, evlenmeden evvel dert atlı araba kullanamazlar. Kadın efendilere ise hi«ç âdet olmamıştır.

(2) Suluklar; altı tabaklı, ağzı burgulu ve üzerine kadehi kapanmış zarif şekilde kulpsuz sürahidir.

(3) Çantalar; kadife veya meşin üzerin^» Os­

manlI arması, yahut başka bir şekilde kabart­

ma gümüşle yahut sırma ile süslüdür. İçinde

mendil, bahşiş ve fıfcara içim para keseleri,

yaşmağı düzeltmiye mahsus saplı el aynası var­ dır.

(14)

İSLÂM TARİHİNDE MÜHİM HADİSELER

(Baştarafı 440 mcı sayfada)

Eş’as oğlunun Irak’ta bıraktığı taraf­ tarları, birer birer Haccac tarafından kılıçtan geçirildi. Eş’as oğlu adamı di­ ye, Haccac’in gözü önünde eli bağlı yüz bin kişi öldürüldü. Bunların içinde bü­ yük İslâm müçtehidleri, meşhur âlim­ ler, fâzıllar da vardı.

Haccac Kûfe'ye girdiği zaman ahali­ den birer birer, yeniden biat aldı. Hu­ zuruna çıkan her adama:

Kâfir misin, değil misin?

Diye soruyor; evet, diyenleri bırakı­ yor, hayır, diyenleri öldürüyordu. Bu şekilde pek çok mâsunsun kanma gir­ di. Hattâ meşhurdur; bu esnada ada -mm birine aynı soru sorulurken Hac­ cac:

— Bu adam pek faziletli, sofu bir za­ ta benziyor. Zannedersem kâfir oldu­ ğunu itiraf etmeyecek.

Deyince zavallı adam:

— Ben yeryüzündeki insanların en kâfiri, mahlûkatm en habisiyim!.

Diye feryat ederek canını kurtarabil­ mişti.

Haccac’m zulmünden kurtulmak isti— yenler Eş’as oğlunun başına toplanmış­ lardı. Ne çare ki talih kendilerine yar­

dım etmedi.

Haccac, Eş’ as oğlunu teslim etmesi için, Türk Hakanını tehdit etti, mek­ tup gönderdi. Aynı zamanda o bölgenin yedi yıllık haracının da alınmıyacağmı vaadeyledi.

O zaman Retbil, kırk kadar adamiyle Eş’as oğlunu, Haccac’ın askerlerine tes­ lim etmiye mecbur oldu. Eş’as oğlu da Haccacbn işkencesine düşmemek için, yolda gelirken kendisini yüksek bir bi­ nanın damından atarak öldü (704 — 85).

Eş’as oğlu Abdurrahman’m kesik ba­ şı Abdullah’a gönderildi. Şam’da ve Mı­ sır’da halka teşhir edildikten sonra gömüldü.

Artık Haccac da. Abdülmelik de mem­ nundu. Memlekette asayiş yerine gel­ miş, bu suretle Şam Emevî saltanatı, hâkimiyetini kılıca dayanarak bütün İslâm dünyasına tanıtmış oldu.

★ ★ ★

Meydanda oturmayı sevmezlerdi. Ha­ remden, arzu edenler de Kâğıthane ve­ ya Bahariye köşküne inerler, orada ikindi namazını kılıp istirahat ederler­ di. Harem ağaları, köşk bekçilerinin meyvalarını, meşhur yoğurtçunun çini kâselerde hazırladığı yoğurtları takdim ederlerdi. Çağlıyan kameriyelerinde o- turulurdu. Kalfaların çoğu gezmeyi, dere kenarında araba ile durmıya ter­ cih ederlerdi. O zamanm seyyar sazen­ delerini çaldırarak uzaktan dinler ve

toplanan halkı seyrederek eğlenirlerdi. Akşam üstü dönüşte gördüklerini anla­ tırlar ve o neşve günlerce devam eder­ di.

Umumi gezmede her dairenin maiye­ ti, efendisini takip ile takım takım gi­ derlerdi. «Haremi hümayun» _ padişah tarafından dâvet olunurdu. İrade ile çıkarlarsa harem arabaları sıra ile gi­ derlerdi. Kalfaların da büyükleri kıdem itibariyle sıralanır, diğerleri alaydan ayrı giderlerdi.

(15)

G e ç e n a s ır b a ş la r ın d a k a d ı n l a r ı m ız ı n k ıy a f e t le r i (R e s s a m H a lil P a ş a n ın m e ş h u r t a b lo s u )

SARAY VE HAREM

HÂTIRALARI

Merhume Leylâ Sâz Hanımefendi hakkında Ocak 1958 sayımızda kâfi izahat vermiştik. Kendisinin bizzat yaşayıp yazdığı «Saray ve harem hâtıraları» m nesre başladık. Lezzetle okunacağına şüp­ hemiz yoktur. Bu hâtıralar şu sırayı tâkip edecektir: Haremde şehzadeler, kalfalar, esirler ve cariyeler, Arap cariyeler, harem ağaları, Çırağan ve Yıldız sarayları, sarayda musiki meşkha- neleri, meşhur üstadlar, mabeyin bandosu, harem takımı, hocalarla talebeler, huzurda saz, sa­ rayda hususî bir saz âlemi — Haremde ve büyük konaklarda kadınlar nasıl vakit geçirirler, ha­ remde ramazan ve bayram, Sarayda bayram merasimi — Harem mübayaatı, Harem tâyinatı, ha­ rem ve doktor — Refia Sultan’ m düğünü, Münire Sultan’m düğünü, Fatma Sultan’m lohusalığı, Sultan Aziz’in Avrupa dönüşü, Âdile Sultan nezdinde, Sultan Aziz’in huzurunda — İç giyimler

ve serpuşlar, sokak kıyafetleri, çarşaf, pabuçlar...

(13 ü n c ü s a y ıd a n b e ri d e v a m e t m e k te d ir)

Yazan : Leylâ Sâz

SOKAK KIYAFETLERİ Ferace, yaşmak

En eski feraceler bedenden daha ge­ niş, bolca, kolları ve elleri örtecek ka­ dar uzun, dört köşeli yakası belden hay­

li aşağı, boydan kısa, omuzları ve göğ­ sü örtecek kadar genişmiş. Feracenin yakası az açılıp, göğsün iki tarafındaki şemsiye erin püsküllü kaytanlariyle bağlanır, ön birbirine kavuşturulup el ile tutulurmuş.

(16)

Şemsiye, feracenin renginde yahut beyaz ipekten yapılmış gülün ortasın­ dan püsküllü kaytan sarkıtılmış bağdır. Benim gördüğüm düz biçim, kolları Ye bedeni bol, yakası geniş ve uzun, içi sandal denilen küçük dallı ve benekli yumuşak düz beyaz astarlı ferace idi. Şemsiyeleri de vardı. Şemsiyeler kâh bağlanır, kâh öylece bırakılır, beden sağ elle toplanıp avuç içinde tutularak yerden kaldırılır, sol el ile de — açılma­ mak için — iki ön birden sola çekilerek tutulurdu. Bu biçim hayli gaileli idi.

Yaşmağa gelince, bir karış kadar en­ de yaşmak parçasının bir başına köşe­ sini de dönmek şartiyle ince oya yapı­ lır, uzunluğuna dört kat devşiri.ip bas­ tırılarak devşirim gösterilir, oyalı ucu açılıp alın, şakaklar ve serpuş örtülür, enseden toplanıp iliştirilirdi. Diğer ucu devşirmeli olarak bele kadar sarkıtılır, buna içlik derlerdi. İki değil mı yaşma­ ğın bir köşesi bükülerek ç:ne cihetin­ den konup tepeye içlik üzerinden bağ­ lanır, öbür uçtaki bir köşesi de bükülüp göz kapakları -üstünden başa konur, yanlardan iğnelen.r. ortada kalan kısım

i I.

Y a ş m a k l ı b ir h a n ım

ile gerdan ve sine örtülürdü. Gece kal- mıyacak olan misafir ferace yaşmak çı­ karırken içliğini başında alıkoyardı.

Gençlerin ferace biçimi değişince iç­ lik de koydular. Ferace omuzdan ke­ silerek biçime kondu, kollar da biçime girdi, yakanın yukarısına ensiz bir de­ virme kırma ilâve edildi. Aşağısı yine iki köşeli yahut müdevver yakanın bir yanı şıklık olarak koltuğa kıstırıldı, ön düğümlendi, bele kendi kumaşından ensiz bir kemer bağlandı.

Çuhadan, kazmirden. şaliden, Ankara sofundan yapılan ve kenarları kendi rengi ile ince kaytanla, harçla tezyin edilen feraceler ölçü gönderilir, erkek Ermeni terzilere diktirilirmiş. Zamanla geziden, kadifeden, ipekli kumaşlardan yapıldı. O sırada Avrupa’dan iki ke­ narlı enli atlaslar, muareler yağdı. Hat­ tâ hazır feraceler de geldi. On beş, yir­ mi keseye (bir kese beş yüz kuruştur) satılan o feraceleri Aliyetüşşan (Sul­ tanlar) Hazeratmdan başka kimse ala­ madı. Avrupa da ikinci defa gönderme­ di. Modası geçti.

Zamanla yaşlılarda içlik de kalmadı. Yaşmağın iki tarafından hafifçe kırıp küçük tek pırlanta taşlı iğne ile iliştir­ mek modası çıktı. Gençlerin yaşmakla­ rı da daha ince di, ayrı iki değirmiye bölündü. Tepe ile ense arasında topla­ nıp süslüce iliştirildi. Yaşmak altında gizlenen güzelliklerin parlaklığı, mü­ cevheratın ışı tısı gözlere çarpardı. Düz ipekli kumaşlardan yapılan feraceler, saçaklarla, harçlarla, dantellerle pek fazla süslendi. O al, kâkü.î penbe, sarı, turuncu gibi parlak renkli süslü feraceli hanımlar çarşıları, pazarlan şükûfezar haline koydular. Terbiyesi noksan ha- şeratın tâkibi ve tasallûtu da arttı Kenge bir şey denmedi. Fakat o süslü feraceler, açık saçık ince başlıklar me­ nedildi ve iyi kumaş ardan sade, güzel sokak kıyafetleri hayli müddet devam etti. Soma azar azar süslenmeye baş­ landı. Fakat kendi kumaşından ince kırmalar, hafif ziynetler kondu. Bir a- ralık ko.suz feraceler çıktı, kolları, enli yakanın yukarıki kısm-nı örterdi. Yaka­ nın iki arka parçalarının altından şeritle bağlandığından arkadan endam görü­ nürdü. Yaşmağın bir değirmisi üç köşe

(17)

■olarak ikiye bölünüp biri çene kısmına, diğeri alın kıvırcık saçlarının yukarı­ sından serpuş üstüne iliştirilen alt yaş­ mağı yukarıkinin üzerine çekilerek bü­ tün bütün kapatır, yüz gûya hafif bir sis içinde kalırdı. Çilli ve soluk renkli olup da tamir için ince perdahlanmış ve hafif sürme çekilmişse görünmez, tabiî zannolunurdu. Bu kıyafetin heye­ ti mecmuası da, misafirlikte ferace ile alt yaşmak çıkarılıp üst yaşmakla otu- rulunca da şıktı. Bu süs araba ve kayık süsü idi. Yürürken sade giyinilir, kâhya kadın, kalfa, harem kâhyası yahut bir ağa refakatiyle çıkılırdı. Küçük ev ha­ nımları da kayınvaldesi veya komşu ni­ ne ile çıkarlardı. Bilhassa gençler, yal­ nız çıkmak değil, bunu hatırlarına bile

getirmezlerdi. Çünkü âdet değildi. Ferace bir müddet kayıkta giyilmeğe devam etti. Sonra kayık gezintileri de Boğaziçi kibar ailelerinin ve sınıfları­ nın dağılmalariyle bitti. Ferace artık giyilmez oldu.

Car (Çarşaf)

Arabistan örtüsü carı oralarda uzun müddet oturulup o örtüye alışmış ha­ nımlar, dönüşlerinde İstanbul’a getir­ mişler ve örtünmeye devam etmişlerdi. Örtünmek hususunda fazla taassubu o- lanlardan, yahut öyle görünmek iste­ yenlerden çoğu bunları görerek carlan­ dılar.

Fıkara sınıfı da komşuya giderken yerli dokuması yatak bağını örtünmeyi kolay bulurdu. Bağdad’ın ağır ve hafif klabdanlı carları pahalı idi. Düz zemin üzerine diğer renkten kenarlıları geldi, bunlar da dört beş liraya idi. Ehvence- leri Halep’ten, Şam’dan getirilinciye kadar Bursa fabrikacıları her keseye göre bir çok çeşit hafif carlar dokutup yetiştirmiş, seksen kuruştan 200 ku­ ruşa kadar satıldığından çok kimseler almıştı.

İlk carlar büyük çarşaf gibi ve yekpa­ re idi. Önden kavuşturulup ayaklardan bele kadar olan yerinden bükülerek sağdan sola soldan sağa beldeki keme­ rin arasına sokulur, arkadan ortanın üst kenarı peçenin üzerine örtülür, şa­ kaklardan iğnelenir, aynı kenarın baş­ tan aşağı sarkan iki ucu üst üste kapa­ nıp göğüs kısmında içinden tutulurdu.

(18)

B ir b u ç u k a s ır e v v e l s o k a k k ıy a f e t i (B is e o 'd a n )

1295 (1878) de zevcim Trabzon vilâye­ ti valiliğine tâyin olmuştu. Selefimiz Müşir Saffet Paşanın haremi orada fe ­ race kullanılmadığını ve giyilemiyeceği- ni söyledi.Trabzon Hristiyan kadın.arı­ nın çoğu mora yakın renkte kenarlı beyaz ipek çarşaf örtünürler, fakat pe­ çe koymazlardı. Yüzleri açıktı. İslâm hanımların zenginleri o iki renkli sık şatranc dokunmuş ipekli, orta halliler lâcivertle beyaz dokunmuş pamuk çar­ şaf örtünür, file peçe koyarlardı. Çar­ şaflar ora metaı idi.

Siyah canfesten hususî bir çarşaf yaptım. Zâten zayıf olan gözlerim yü­ zümdeki yemeni ile kapanınca yolumu göremedim. Vapurdan inerken merdi­ venden yuvarlanıp denize düşmeme ra­ mak kalmıştı. Trabzon’da bizim araba­ mız- olmadığı gibi şehirde bir tek cadde bulunduğundan dolayı başka araba da hiç yoktu, yürümiye mecburdum. İçin­ de kaybolduğum o çarşaf, bastığım yeri göıteımiyen yemeni beni o kadar rahatsız ediyordu ki sokağa pek seyrek

o arak çıkar, evde kapanıp oturmayı tercih ederdim.

Vaktâ ki İstanbul’a döndük; kadın­ larımızın çoğunu çarşafla görünce şaş­ tım. O kıyafette özenecek hiçbir şey yoktu. Bilâkis gümrük hamallarının yu­ varladıkları çuvallara benzemek (teş­ bih kaba düştü ama beis yok. kendim de giymiştim) hoşa gider şey değildi, Hele Cenabı Hakkın, görmek için ihsan ettiği gözleri, ağzı ve burnu örtüp, ka­ patıp görmeyi güç'eştirmek, nefes al­ mayı zorlaştırmak katlanılır azablardan değildi. Bu kılığa girmiye hiçbir mec­ buriyet yoktu. Ucuzluk nazara alınırsa çarşıda feracecilerde Ankara sofunun taklidinden yüz kuruşa hazır feraceler vardı. Çarşafa rağbetin bir sebebi mo­ da ve taklitçilik, diğeri de yüzünü örtüp çarşafa bürününce refikaya, arkadaşa ihtiyaç kakmadan sokağa çıkmak kö­ l e l i ğ i idi. Bir kaç sene ferace de, çar­ şaf da kullanıldı.

Zamanla çarşafların belleri büzül­ dü, bağlandı. Aşağı kısmı bol eteklik, üstü harmani şekli aldı. Eteklik arka­ dan yapıştırılıp kollar serbest bırakıl­ dı ve bir derece kullanışllı oldu. O da yavâş yavaş değişe değişe şimdiki biçime girdi (Muharrir kırk sene evvelinden bahsediyor). Peçe.erde dantel bile 'kul­ lanılır oldu.

Maşlah, burnoz, yeldirme, manto şe­ hir caddelerinde henüz kullanılmıyorsa da arka sokaklarda, bâhusus köylerde (İstanbul köyleri) hemen umumiyet.e denecek kadar müstameldir. Gençler, gayet ince baş örtüler ve süsler; yaşlılar tokça baş örtüleri ve düzce maşlah, ba­ bayani kıyafetle (yaşı ile mütenasip sadece kıyafet) köylerin her tarafında geziyor, ar.

Şemsiyeler

Şemsiye, yelpaze bizde eskidenberi varmış. Eldiven istimali altmış sene ka­ dar (bu yazı 1921 de yazılmıştır) vardır zannederim, belki ziyadedir. Üstü kendi rengi ve elvan işlemeli ipek bütün ve kafesli yarım eldivenlerden sonra deri eldiven.er çıktı.

Şemsiye düz, saçaklı, üstü dantel geç­ miş, tüylü, boncuklu, çiçekli her nevi ve bir kaç şekli kullanıldı. Sap çubuğuna bağlanan yerden yana devrilir pek

(19)

kü-çük şemsiyeler de vardı. Bunlar kayık­ ta kullanılırdı. Şemsiyeler yalnız gölge için değil, süs için ve yabancı nazarlar­ dan sakınmak için de kullanılırdı. Göl­ ge i sokakta bile açık şemsiye ile yürü­ yenler az değildi.

Zâtı Şâhâne yedi çifte kayıklariyle gezmiye çıkınca düz, güvez şemsiye kullandıklarından, padişahlarına karşı hürmeti mahsusa olarak hiç kimse gü­ vez şemsiye kullanmazdı.

Yelpazeler

Yelpaze de tavus kuyruğundan, deve­ kuşu tüyündendi. Ortası elmas.ı, züm­ rüttü, yakutlu, sapı da öyle kıymetli taşlarla süslü, yuvarlak, büyücek yel­ pazeler en eskileridir. Bunların âdi tüy­ lerden ve ortası aynalı, sahte taş#, sapı kemik ve sedeflileri olan ehven fiatlıla- rı da vardı. Sedeften, fildişinden, tüy­ den, kumaştan, kâğıttan yapılmış yarı açılır yelpazeler diğerleri kadar esui de­ ğildir.

Yelpazeler, icat sebebi olan rüzgâr yapmaktan başka, arabada yüzü nazar­ lardan saklamak hizmetini de görürdü. Sonraki küçüklerle de kâh hafifçe rüz- gârlatılıyor, kâh elde tutulup nazlı naz­ lı biraz açıp kapıyarak şıklığa faydalı

addediliyordu. Hurma yaprağından ga­ yet ince örülmüş fildişi saplı mütehar­ rik Arabistan yelpazeleri hem çok rüz­ gâr verirdi, hem de pek zarifti. Misafir

odalarında yastık ve ıpasa üzerinde bunlardan bir iki tane bulundurulurdu. Sokakta kullanıldığını görmedim.

Pabuçlar

Benim, görebildiğim en eski kıyafetle ayakkabı olarak; şal ve kadife üzerine sırma ve inci işlenmiş yüzü keleş, siv­ ri burnunun ucunda püskül, çirkin bi­ çimli sertçe bir pabuç giyilirmiş.

Üç etekli entarilerin vaktinde filar giyiJrdi. Fiların bir türlüsü; arkalı ter­ lik gibi, fakat yüzü küçük ve sivri, üstü klabdanla işlenmiş, içi astarlı, ökçesiz tabam da aynı deriden ev pabucuydu. Her renk deriden yaparlardı. Bir türlü­ sü de, yine taban ve üst olarak iki par­ çadan kenarma kendi renginin zıddı renkle ince fitil çevrilmiş astarsız, ök­ çesiz, gayet yumuşak hafif pabuçtu; bu­ na oyun fila n derlerdi, o küçücük yü­

zün içine parmaklar sokulup arkadan çekilerek giyilir, ne kadar koşulsa, sıç- ransa çıkmaz, düşmezdi. Bu, Çerkeş pa­ buçlarına benziyen filarlar saraylar için yapılırdı. İşlemelileri 25 ten 50 ye, 60 a kadar satılırdı. Oyun filarlarmın âlâsı 10-12 kuruştu. İnceliği, yumuşaklığı ile beraber gayet dayanıklı idi. Büyük kal­ falar işlemelisini, gençler düzünü gi­ yerlerdi. Tavşan ve köçek rakslarında da bu filarlar giyilir, ayak şamatası ka­ tiyen olmazdı. Sultanı auyetüşşân ha- zeıâtı ı.atlas üzerine ibrişimle işlenmiş terliklerinden ziyade bu ince filarlardan hoşlanırlar, giyerlerdi. Herkesin dolap­ larda asılı filar torbalarında, renk renk filarlar bulunurdu. Benim bile filar

B i r b u ç u k a s ır e v v e l k a d ın l a r ım ız ın s o k a k k ıy a fe ti. A y a k l a r ın d a ç e d ik - p a p u ç g ö r ü lm e k t e d ir .

(20)

torbam vardı. Filar çok seneler giyildi. Terlikler çıkınca bunlar yavaş yaraş rağbetten düştü. Beşiktaşla Çırağan a- rasmda Paşa mahallesi caiddesindeki eski sıra filarcı kavaflarda da görün­ mez oldu.

Sokak pabuçlarının eskisi çedik pa­ buçtu. Kırmızı deriden olanlarını gör­ medim. Gördüklerim kanarya sarısı de­ riden. arkasında bir dikişli, iki tarafın­ dan tutulup giyilir, bol ve konçlu, bu­ runları sivrice veya az kesik, altı aynı deriden, ökçesiz, astarsızdı. Sokağa çı­ karken çediğin üstüne pabuç giyerler­ di. Pabucun yüzü yanlara doğru uza­ nırdı. Yüzü ve kenarın fitili sarı deri-, den, içi çuha, altı kalın ve sertti. A r­ kasız ve ökçesizdi. Pabuç, evden çıkar­ ken giyilir, girerken kapının içinde çı­ karılırdı.

Zamanla çedikler yerini büyücek yüz­ lü ve yumuşak terliklere bıraktı. Pa­ buçların yüzleri de küçüldü, biraz biçi­ me girdi. Bu pabuçlar saraylarda ve konaklarda kadife ve atlas üzerine sır­ ma ve ibrişimle işlettirildi, yüzleri o kadar küçüldü ve tabanları o kadar narinleşti ki ayak zaptedemezdi.

Fatma Sultan Efendi bana bunlardan beyaz atlas üzerine yaprakları sarı sır­ ma, gülleri açık penbe kadife ipeği ile işlenmiş bir takım ihsan etmişti; pabu­ cun içi de işlemeli idi. Müşarünileyha Hazretlerinin sarayına gittikçe giyer­ dim. Yakın vakte kadar duruyordu, saklıyordum.

Bunlardan sonra yanları lastikli po­ tinler giyildi. B unar her renk ince de­ ri üzerine renkli ibrişimlerle işlenmiş kısa ve Luikenz ökçeli, ince, zarifti. He­ le küçük ayaklara pek yakışırdı. İstan­

bul’da da Paris’ten gelenler kadar gü­ zelleri yapıldı. Alâlan çarşıda meşhur kavaf İbrahim Efendide bulunurdu. A- damcağız sık sık «A benim efendim » dediğinden, hanımlar bu zata «A benim efendim» diye ad takmışlardı. Hep on­ dan alırlardı.

İstanbul’da çok çedik giyilmediği gibi terlik de terkolünduğundan elde kalan­ ları tüccar, vilâyetlere, köylere götür­ dü. İstanbul’da pabuç modasına devam edenler beyaz çorap üzerine giyerlerdi. Siyah potin kundura modası gelince hepsi değişti. Daha sonraki iskarpin, potin, bot da şimdikilerdir.

Çorap

Ankara’nın tiftik ve ipek kafesli, ka- fessiz çoraplan, üstü renkli nakışlı yün çorapları, Sakız’ın ince pamuk ve ipek kafesli çorapları giyilirdi. Kısa idi ve bir yanındaki püsküllü kaytanından şalvarın dizdeki bağana raptedilirdi. Bu kısa çorapların uzunlan da yapıldı. Bunlan konaklarda kalfaların, küçük evlerde hanımiann örme bilenleri gü­ zel örerlerdi. Saraylarda kısa çorap hiç görmedim.

Sonraları yanları işlemeli uzun ipek çoraplar giyildi. Fakat şimdikiler gibi değildi. Sağlamdı ve hattâ defalarca yıkandığı halde yine yeni gibi görünür­ dü (Yazının 192i de yazılmış olduğunu evvelce işaret etmiştik. Bir de şimdiki çoraplarla mukayese edelim). Bu çorap­ ların çoğu Avrupa malı idi. Serpuş ve pabuçları entarilerin, hattâ feracelerin renginde kullanmak moda olduğundan çoraplann her rengi getirilirdi. Eldiven ve mendili de feracesinin renginde kul­ lananlar çoktu.

(Devam edecek)

* * *

Tarihini her vakit gözden geçirmeyen milletler, hâfızasuiı kaybetmiş insan­ lara benzerler. Onların yaşadıkları zamandaki tecrübeleri kaybolmuştur, yeni doğmuş bir çocuk gibidirler ve freni tutmaz arabalar gibi de daima kazâya mâ­ ruzdurlar.

(21)

V a r l ı k l ı e s k i b ir a ile h a y a tı ( M a r y 'n i n e s e rin d e n )

SARAY VE HAREM

HÂTIRALARI

Merhume Leylâ Sâz Hanımefendi hakkında Ocak 1958 Sayımızda kâfi İzahat vermiştik. Kendisini» bizzat yaşayıp yazdığı «Saray ve harem hâtıraları» nı neşre başladık. Lezzetle okunacağına şüp­ hemiz yoktur. OBıı hâtıralar şu sırayı takip edecektir: Haremde şehzadeler, kalfalar, esirler' ve eariyeler, Arap cariyeler, harem ağaları, Çırağan ve Yıldız sarayları, sarayda musiki meşkha- nelerl, meşhur üstadlar, mabeyin bandosu, harem takımı, hocalarla talebeler, huzurda saz, sa­ rayda hususî bir saz âlemi — Haremde ve büyük konaklarda kadınlar nasıl vakit geçirirler, ba­ remde ramazan ve bayram, Sarayda bayram merasimi — (Harem mübayaatı, Harem tâyinatı, ha­ rem ve doktor •— Refia Sultan’ın düğünü, Münire Sultan’ın düğünü, Fatma Sultan’m lohusalıfı,. Suitan Aziz’in Avrupa dönüşü, Âdile Sultan nezdinde, Sultan Aziz’in huzurunda — İç giyimler

ve serpuşlar, sokak kıyafetleri, çarşaf, pabuçlar...

(13 ü n c ü s a y ıd a n b e ri d e v a m e t m e k te d ir)

Yazan : Leylâ Sâz

Büyük konaklarda vakit nasıl geçirilir?

Büyük rical konaklarında hanımefen­ dinin vazifesi zevcini giydirmek, yanın­ da ufak tefek hizmette bulunan tayaya teslim ettiği ev.âdmm nasıl bakıldığına

ve harem işlerine nezarettir.

Kâhya kadına, baş kalfaya emirler verir. Boş vaktinde okur. İpekle ince oya ve kese yapar ve daha ne el işi bilirse işler. Piyano, bilirse çalar. Tavla, d o m i

(22)

-no oynar, cariyelerinin esvabım biçer, gösterir, diktirir. İsterse selâmlıktaki kilerciliğinden başka reçel ve şurup kaynatır, turşu yapar. Sandık odasını, ince kilerini tanzim ettirir. Mutfak er­ kek aşçılarla idare ediliyorsa erzak ki­ leri vekilharcın elinde, selâmlıktadır. Selâmlıkta ince kiler de vardır. Selâm­ lık sofrasına ait şeyler de kilercilerde­ dir.

O devirde gece, hattâ haftalık misa­ firleri eksik olmaz. Selâmlık ve harem misafirleri için misafire göre pek çok, takım takım yatak yorganları bulundur­ mak mecburiyeti vardı. Hane sahibesi sık sık yatak odasına gidip yığılı şilte­ leri, yorgan yastık anbarlarını, yastık yüzü, yastık örtüsü, çarşaf dolabını, ge­ celik, abdest takımları ve bohçalarını muayene eder.

Her sabah hanesinin her tarafına göz gezdirir, misafirlerinin istirahatinin te­ minine çalışır. Bu hanımların vakit­ lerinin çoğu misafir ve komşu kabulü ile geçer. Misafirlerden ve ekseriya konak­ ta bulunan hoşsohbet nekre hanımla­ rın, kadınların sohbeti ile eğlenirler. Lâkin hiç kimse aleyhine söz söyletmez­ ler, gammazlık, fesat, istihza gibi kötü huylara cüret eden olursa derhal sustu­

rulur ve menedilir. Ahbablar arasında daima hürmet ve samimiyet vardır. Bü­ yükler küçüklere mültefitane, lûtufkâ-. rane muamele eder, onlar da kendile­ rinden büyüklerine tâzimde ve hür­ mette kusur etmezler. O dereceye kadar ki büyük konaklara giderken kendi mevkilerine göre giyinirler. Büyük ha­ nımefendileri taklit ayıptır. .

Büyük hanımlar, teklifsiz ahbablariy- le konağın bahçesine iner, çiçek, meyva toplarlar. Yalının arkasındaki geniş da­ ğa çıkar, getirdikleri yemeklere kebab, helva ilâve ettirirler. «Esir almaca», «Çaylak yavrumu kapamazsın» gibi ko­ şuşmaca oyunları çıkarırlar.

Bir de, İstanbul efendisi namiyle bir eğlence vardı. Hanımlarımızdan onu gören kalmamıştır. Bildireyim:

Birine pöstekiden sakal bıyık takıp kaşları kalın kalın boyanır. Başına, içi oyulmuş karpuzdan veya kabaktan koca bir kavuk geçirilir. Kürk tersine giydi­

B ir b u ç u k a s ır e v v e lk i b ir k a d ın iç g iy im i

rilip palansız mer­ kebe tersine bindi- ri.ir. Bir eline mer­ kebin kuyruğu, di­ ğerine soğandan dizilmiş teşbih ve­ rilir. İstanbul e- fendisi addolunan, o kıyafetle, koca pabuçlariyle mer­ kebin üstünde koş­ turulur. Etrafında büyükler, çocuklar «Ala ala hey, yu­ h a !» çağrışarak takip ederler. Bu oyun galiba nefy ve hakaretle uzak­ laştırılan kadılar hakkında reva gö­ rülen eski çirkin muamelelerin tak­ lidi idi.

İki oyun daha

(23)

■deli takdidi, diğeri kaza gibi fakat kas- den havuza düşmekti. Düşeni, çıkmak is­ tedikçe kenardan iterek mâni olmak, çı­ kınca da o ıslak haliyle öteye beriye koşturmaktı. Bu oyunları esvap ve bah­ şiş ümidiyle dalkavuk kadınlar çıkarır­ lardı. Bu oyunlar pek hoş olmamakla beraber hanımları eğlendirir, kahkaha­ dan kıyametler kopardı.

Bolu’lu aşçı ile Van’lı ayvazm kavga­ sı da taklit edilirdi. Konakta gelin - gü­ vey, teklifsiz davetlilerle çengili ve çe- ganeli eğlenceler de yapılırdı.

Paşalar, beyler akşamları bilhassa kış geceleri selâmlıkta misafirleriyle otur­ duklarından haremleri; cennet cehen­ nem bahisleri, hikâyeler, dev ve peri masalları, küçük kâğıtlara hoş ve kaba şeyler yazılıp bir keseye konup niyet çekmek, bilmece söylemek gibi eğlence­ lerle vakit geçirirlerdi.

Bu hanımlar merhametli, i.kara se­ ver hanımlardır. Adamlariyie muhtaç o- lanları buldurur, yardım ederler. Hasta­ lara hekim gönderir, ilâçlarım aldırır­ lar. Kimsesiz kızla: a çeyiz verir, düğün yaparlar.

Orta halli hanımlar çocuklarını ken­ dileri emzirir, zevcinin ve evinin bazı işlerini kendi görür, mutfakta arap aş­ çısı, bir de halayığı olurdu. Misafirliğe gider, gece yatısına bile misafiri olur. Saz bilirse çalar, dikişini diker, oya ya­ par, okuma bilirse okur, vaktini geçi­ rir.

Küçük ev kadınları yemeğini de. ev hizmetini de kendileri yapardı. Muşamba veya hasır bulunmayan evlerde tahtalar sık sık oğulur, silinir, merdivenin alt ve üst başına, mangalın altına, raflara, do­ lap.ara temiz beyaz yaygılar sererlerdi. Bu ev kadınları pek temiz, pek faaldir­ ler; Çocuklarına, evlerinin her hizmetine

yetişirler. Dikişlerini dikerler, çorap ö- rerler. Tezgâhta bez dokur, gömlek ve donluk, çarşaflık, havlu, peşkir, yay­ gı hep kendi mahir ellerinden çıkar. Kendilerinin boyacVkları ipeklerle ke­ nar koyup «gül bezi», «hilâli», «penbe- zar», «pamuk bezi» isimleriyle ince ça­ maşırlık bezler, çizgili yatak çarşafları yaparlar. Beyaz ipeği haşlar, kükürt tütsüsüyle parlatır, bundan dokuduktan

bezi- kullanırlar. Bunları yağlıkçılara da satarlar. Bu çalışkan kadınlar yağ­ lıkçı dikişi alır, geceleri 'o suretle evle­ rine kazanç temin ederler. Gergefle ge­ çinenler de çoktur. Buna benzer bir çok el işleri yaparlar.

O zaman iyi cinsten bir baş yeme­ nisi 10, 20, 30 kuruşa, bir yorgan takımı

(1 yorgan. 3 yastık) 300, 400 kuruşa idi. Bohça ve seccade de ona göre satılırdı. Kandilli yazması dedikleri ince iş bir yorgan takımı görmüştüm; takımım 800 kuruşa vermiyorlardı. Bu yazmalar sa­ bunla defalarca yıkanır, ne zemini so­ lar, ne çiçekleri bozulur. Yazıktır ki çoktan rağbetten düştüğünden artık kabalan yapılıp takımı 100 kuruşa ka­ dar satılıyor (1921 senesi).

Bizim küçük ev hanımlarımız elinin emeği ile giyinir, kocasının ev masrafı­ na yardım eder, para biriktirir, evinin idaresini düşünür, yoluna koyardı. Kış­ lık kuyruk yağını, kavurmasını, kıyma­ sını. tarhanasını, bulgurunu ve yufka­ sını vaktiyle hazırlardı. Kilerlerinde kurulmuş zeytin ve reçel kavanozları, altlan temiz yaygılı, üstleri örtülü, du­ rurdu. Mutfağı temiz, bakırları gümüş

Referanslar

Benzer Belgeler

Henüz kuramsal bir çalışma olan araştırmaya göre az miktarda su bir saniyenin trilyonda birinin -pikosaniye- yarısı kadar sürede 600 o C’ye kadar ısıtılabiliyor.

Evet, besindir çünkü… (mümkün olduğunca açıklayınız) / Hayır bir besin değildir çünkü… (mümkün olduğunca açıklayınız)” sorusuna verilen cevaplara göre

Derin acılarla akan göz yaşları arasında halkevi müze şu­ besi Başkanı Vehbi Okay Atatürk’ün doğduğu günden başlıyarak bütün ha­ yatını ve hizmetlerini

Başbakan Turgut Özal’ın küçük kardeşi ve DPT Müsteşarı Yusuf Bozkurt Özal, sıcakların da etkisiyle dün Başbakan Özal’ın tabiriyle “ motoru­ nu

Abel Turnier ve Tülay Erduran'ın kayınvalidesi, Merhum Salahaddin Atakul ve Nermin Türkkan'ın teyzesi, Berrin Ekmekçi ve Ali Erdengiz'in halası, Murat-Pınar

Protokolü, daha sonra hemen bütün bürokratların inkar ettikleri anlaşılan tutanaklara göre, döne­ min Başbakanı Turgut Özal hayali ihra­ catla ilgili

“Ne kadınlar sevdim zaten yok­ tular / yağmur gi­ yerlerdi sonbaharla bir / azı­ cık okşasam sanki çocuktular / bıraksam korkudan gözleri sislenir / ne

Gürsey ile, ödü­ lü kazandığı açıklandıktan sonra, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Teorik Fizik B ö lü m ü ’nde bilimsel araştırmaları ve kişiliğiyle