Muallâ
Gökçayanlatıyor
Atatürk’ün huzurunda
“ Bu ne biçim şarkı ve ne
biçim hitaptır !„
Ses sanatkârlarımızdan Muş.1- lâ Gökçay’ı evinde, müzisyen bir kaç erkek arkadaşile birlikte, bir yuvarlak masa üstüne serdikle ri Anadolu haritasını tetkik eder lerken buldum. Muallâ Gökçay, elinin bir parmağını «Uşak», di ğer parmağım da «Akhisar» üs tüne dayamış olduğu halde ko nuşuyordu:
«— Anladım! Uşak ile Akhi sar fena değil... Arada başka yer yok mu?»
Karşısında birdenbire beni gö rünce:
« — Tamam, dedi, aramızda bir gazeteci eksikti, işte o da geldi...»
— Hayırola... Erkânıharbler gibi harita başında ne yapıyor dunuz böyle?...
« — Ne yapacağız?.. Çalıştığı mız yerler kapandı. Bir aydır boş oturuyoruz... «Bari bir Ana dolu turnesine çıkalım da iş gö relim» dedik. Harita üstünde gi deceğimiz yerleri tesbite çalışıyo ruz.»
İzmirden başlıyarak Konyaya, Adanaya kadar uzanacaklar ve aradaki nüfusça kalabalık olan vilâyet ve ilçelere de uğrıyacak- larmış...
— Eh, dedim, bu turneden bir kaç yüz bin lira para ile dönece ğiniz muhakkaktır. Hayırlı ol sun... Fakat ben sizin Atatürk lıakkındaki hâtıralarınızı dinle meğe gelmiştim. Ne olacak şim di?
«— Ne olacağı var mı? Dönüş te konuşuruz.»
«Gidip dönmemek, gelip bul mamak» diye meşhur bir söz vardır. Muallâ Gökçay’a bunu hatırlatarak:
— Ben, dedim, gelmişken sizi dinlemeden gitmem. Heİe siz şu haritanızı kapayıp tetklkatımzı yarma bırakın bakalım...
Arkadaşları da benden tarafa oldular. Harita boru gibi büküle rek büfenin üstüne kaldırıldı. Muallâ Gökçay f a karşılıklı otur duk ve konuşmağa başladık.
«Kurumuş kan lekesi»
Muallâ Gökçay, Atatürk’ün huzurunda kaç defa şarkı oku duğunu sormam üzerine anlat mağa başladı:
« — Atatürk’e belki beş yüz defadan fazla şarkı okumuşum
dur. Fakat bunlar içinde size, unutamadığım bir kaç sahneyi anlatayım... Bir gün Atan’m hu zurunda şarkı okumak üzere Çankaya köşküne götürülmüş tüm. Gittiğim vakit sazcı arka daşları orada bulmuştum. Şunu bilhassa kaydetmenizi arzu ede rim ki ne zaman Atatürk’ün hu zuruna çıksam, boyanmaz, du daklarıma ruj sürmez, hattâ tır naklarımı da kırmızı ile ojele- mezdim. Çünkü bilirdim ki Ata tü rk boyalı kadından nefret
eder... O gün de yine boyanma dan Atan’m huzuruna çıkmıştım. — Hoşgeldin kızım! diye beni karşılamasile elini öpmek iste dim. Uzattı, öptüm. Atatürk eli nin üstüne şöyle bir göz attı ve sert bir bakışla:
— Bu ne? Elimin üstünü bo yadın... demesin mi?... Acaba dalgınlığıma geldi de dudakları mı mı boyadım diye üzüldüm.. Korku ile karışık telâş içinde:
— Aman paşam! dedim. Mü saade buyurunuz da sileyim...
Atatürk elini uzattı.. Öptüğüm yeri avucumdaki beyaz mendille silmek üzere iken bir de ne göre yim! Kırmızı leke, dudak boyası lekesi değil. Kurumuş hafif bir kan lekesi... Bir iğne batmış, azı cık kan çıkmış ve kurumuş... Ku rumuş amma rengi koyu değil 'de kırmızı kalmış... Mendili diğer avucuma alarak aynı yerden bir kere daha öptüm ve o mendille dudaklarımı silerek uzattım:
— Atam! dedim. Bakınız. Du daklarımda zerre kadar boya yok... Elinizin üstündeki kırmızı lık da bir iğne batmaslle meyda na gelmiş kuru kandır.
Meğer Atatürk o lekenin, bir iğne batmasından mütevellit ol
duğunu biliyormuş da, benim ne yapacağımı görmek istediği
»«¿¡l
Anadolu haritası üzerinde tetkikat — Tenkide
uğrayan bir program — Kabahat okuyanda de
ğil güfteyi yazanda — Dolmabahçede bir gün
— Müzeyyen Senar’a ait bir hâtıra — Kuruyan
___ __________kan lekesi..._______
* --- L Yazan: Cemaleddin Bildik
\
Muallâ Gökçay’m en yeni resimlerinden biri
için öyle yapmış... Fakat ne kork muştum...»
— Geçmiş olsun, dedim, baş ka?..
Müzeyyen Senar’la zevci
Muallâ Gökçay, kadında boya mevzuu üzerine bir hâtırasını daha anlatacağını söyliyerek de di ki:
«— Bir gün Dolmabahçeye ça- ğırıldmı. Ben orada iken Müzey yen Senaı* da zevcile birlikte sa raya geldi. Atatürk’ün yalnız boyalı değil, saçları dağınık ka dından hoşlanmadığını Müzey yen de bilir. Fakat o gün nasıl olmuş ise olmuş, Müzeyyen saç ları dökük vaziyette gelmişti. Zevci de bıyıklıydı... Atatürk’ün Müzeyyen ile zevcini yukarıdan aşağı süzdüğünü gördük. Bir şey söylemedi amma, bakışlarında «Bu ne hal?» gibi mâna vardı. Kaş göz işaretile Müzeyyen ile zevcine berberin alt katta oldu ğunu anlattık. Zekî kadın, ne de mek istediğimizi derhal kavradı, zevcile birlikte ortalıktan öyle bir kayboldu ki ne Atatürk farkına vardı. Ne de biz... Bir de baktık Müzeyyen Senar’îa kocası yarım saat sonra yine aramızdalar... Fakat Müzeyyenin saçları kesil miş, düzelmiş... Zevcinin bıyıkla rının yerinde de yeller esiyor... Atatürk bu defa ikisine de yak laştı ve iltifat etti. Bu iltifatı ile az evvelki bakışı arasındaki fark tan pek iyi aniadık ki Atatürk,
Müzeyyenin omuzlarına kadar inmiş saç, zevcinin de bıyıklı ola rak gelmesinden hoşlanmamıştı. Zaten o vakitler Atatürk’ün, bir çok kimselere bıyıklarını kes melerini tavsiye ettiğini duyma dık mıydı...»
«B ir program yap!»
Muallâ Gökçay, kadında boya bahsini burada kestikten sonra:
« — Artık, dedi, başka hâtıra lara geçeyim... Ankaradayım... Şehir gazinosımda okuyorum... Çankayada, Atatürk’ün hemşire si Makbule hanım İçin bir köşk yapılmıştı. O köşkün açılması münasebetile tertibedilen top lantıya, şarkı okumak için, ben de davet edildim. O zaman rad yoda okuyan bir kaç ses sanat kârı bayan da orada idi. Sazcıla rı, bu arada Hakkı Dermanı da salonda buldum. Aşağı yukarı 20 kişilik bir masa hazırlanmış
tı. Atatürk beni yanına çağ’ va rak:
— Muallâ! dedi. Bir program yap da arkadaşların onu tatbik etsinler...
Emredersiniz Atam! diyerek Sadeddin’in bestelerinden beş al tı eserlik bir program yaptım. Evvelâ
Sevda dolu gözlerin cana ydkm} Kalbden kalbe yol vardır, gönlü-
me etti akın. Tapındığım elleri öpmek için
uzattın, Giilümsiyerek dedi, darılırım
bırakın!
şarkısını okuduk. Bunu «Gecenin matemi» şarkısı takibetti. Ata türk programımı beğenmişti. Fa kat üçüncü olarak
Göniil nedir bilene, gönül veresim gelir. Gönülden bilmeyene sersem
diyesim gelir. Aşk nedir, sevda nedir, bunu
bilmek gerektir. Bunu bilen âşıkı her gün göresim
gelir-şarkısını okurken Atatürk:
— Muallâ! dedi. Bu ne biçim şarkı...
Olduğum yerde dondum kal dım... Hançeremde bir takım dü ğümler peyda oluyor, nefesim tı kanıyordu sanki... Atatürk devam etti:
— Söyle!-. Bu ne biçim şarkı ve ne biçim hitap... «Sersem diyesim gelir» denir mi İliç?... ,
Atatürk, şarkının ikinci mıs raını ele almış ve gönülden bil meyene «sersem diyesim gelir» hitabını çok yersiz bulmuştu. Haklıydı amma ne çare ki şarkı nın aslı odur. «Mecnun diyesim gelir» diye de okur geçebilirdim amma o zaman da şarkının aslı nı bozmam kabahat olmaz m ıy dı?.. Hülâsa, işte Atatürk’ün hu zurunda ilk defa o gece ter dök tüm, sıkıldım, üzüldüm... Fakat Atatürk bu son derece üzülmem karşısında kabahatin bende de ğil, yazanda olduğunu söylemeli suretlle gönlümü almaktan da geri kalmadı. Oturdu bir şarkı yazdı,
Muafla Gökçay
(Baş tarafı 5 inci sahifede)
— Haydi, dedi, gidin içeriye
bunu besteleyip gelin...
Bestekâr arkadaşlarla hemen ayrı bir salona geçtik, o şarkıyı besteledik, geldik ve okuduk. Bu, misafirlere hoş geldiniz mânasın da bir şarkı idi. [1]
Mualİâ Gökçaym söylediğine göre Atatürk şu şarkıyı da çok sever ve sık sık okuturmuş:
Şahane gözler şahane Hüsnüne yoktur bahane Süleyman olsam cihana Gönül eğlenmez asla... Uçan kuşlar kebap olsa Aİcan sular şarap olsa Meyhaneler mesken olsa Gönül eğlenmez asla.
Sanatkârın hatırladığına göre Atatürk, merhum Ahmet Rasim’ in yazdığı «Fariğ olmam, meşrebi rindaneden» diye başlayan şarkı yı da çok severmiş...
Çemaleddin B İ LDİ K
(1) Bu şarkının yazılı kâğıdı M u- allâ Gökçay’m Bostancıdaki yazlık
evinde olduğundan, alıp klişesini
yaptıramadım. - ■
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi