w
Ç I K A N K I S M I N Ö Z E T İ — Yakup Kadri Karaosmanoğlu, A h m e t H aşim ’i anlatmaya devam ediyor. İzm ir’d e ta-nıştığt H aşim ’le olan samimî arkadaş lığı İstanbuTda da devam etm ektedir.
İ
ŞTE, isen, Mütarekenin ikinci yılı, Ankara'ya giderken Ahmet Haşim' den — eğer tâbir caizse — bu pi- sikoterapi devrinde ayrılacak ve b ir, iki yıl sonra onunla büyük za ferin şenlik havası içinde buluşacaktım. İstanbul'da herkes gibi onun da b ir bayram çocuğundan farkı yoktu. Hal buki, o sıralarda kendisinin ve an nemle kız kardeşimin bana anlattık ları son b ir evlenme macerası yüzün den yeni b ir hayal kırıklığına düş müş olması lâzım gelirdi: Şöyle ki, Ha şim birkaç ay önce tanıştığı ve delice sevdiğini söylediği b ir kızı ailesinden resmî b ir şekilde istemeleri için annem le kız kardeşime recada bulunmuş, on lar da kalkmışlar, o kızın Aksaray'da oturan anasına gitmişler. Görüşüp ko nuşmuşlar, her şey yoluna girmiş, söz kesilmiş, iş yalnız nikâh için gün tâyi nine kalmış. Fakat, bizimkiler b ir d9 bakmışlar ki, Haşim b ir takım tereddüt alâmetleri göstermeye ve nikâh bahsi üstünde durmaktan çekinmeye başla mış, çok geçmeden de, açıkça, evlenme den vazgeçtiğini söylemiştir.Annem, bana bu hâdiseyi anlatırken sanki bunun başlıca sorumlusu kendi siymiş ve sanki, Aksaray'daki kadınca ğız her vakit görüştüğü ahpaplarından biriym iş g ib i: »Şimdi, o hanımın yü züne biz nasıl bakacağız?» diye kızarıp bozarmakta idi. Kız kardeşim ise, Haşi nlin, evlenmeden cayışını haklı göster mek için ileri sürdüğü iki acayip sebep karşısında şaşkına döndüğünü söyleyor- du. O sebeplerden b iri şu im iş : Sözünü ettiğimiz kız, Haşim'le buluşmak üzere, süslenip püslenip Kadıköy'e geldiği bir gün, göğsünde o zamanın modası olan yapma meyvalardan b ir broş taşıyormuş. Kendisini iskelede karşılayan Haşim, bu nu görünce öfkeli ö fk e li:
— «Nedir o göğsündeki şey?» diye sormuş. Kızcağız da şaşırmış, ne cevap vereceğini bilememiş. «Pek moda şimdi bu meyvadan broşlar» demek istemiş. Fakat, Haşim'in öfkesini b ir türlü yatış- tıramamış ve aralarına o günden itiba ren b ir soğukluktur girmiş.
Kardeşime, ikinci sebep bundan da ha tuhaf görünüyordu. Ahmet Haşim, kaynanası olacak hanımın, incecik boy nunu uzatarak konuşurken tıpkı için den su boşalan b ir ibriği andırdığını söyleyor ve «Ben böyle b ir kadınla b ir evde yaşayamam» diyormuş. Nişanlısı da anasından ayrı yaşayamayacağını bil dirince a rtık Haşim'e verdiği sözü geri almaktan başka çare kalmamış.
Yine, kardeşim anlatıyordu. Njşanın bozulduğu günün akşamı Ahmet Hâşim,
Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u 1 n u n G e n ç l i k v e
Haşim'in Cebinden Çıkan
U s k u m r u
D o l m a l a r ı
■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ i
Dolmaları bizim «Piyale» şairi tiksinerek denize
atar. Ondan sonra da artık Boğaziçi'ndeki nişan-
lısını diğer bütün nişanlıları gibi defterden siler.
YAZAN : YAKU P KADRİ KARAO SM ANO ĞLU
Haşim, Frankfurt'tan döndükten sonra, Haşinlin Frankfurt’ta tedavi olmak için gittiği hastane.
bizim eve gelince âdeta b ir felâketten kurtulmuş gioi sevinç içinde imiş. Evde önüne kim çıkarsa ve soba borularına kadar gözüne ne ilişirse eski sevgilisi ya da onun anası değildir diye sarılıp öpmeye kalkışıyormuş.
Bu münasebetle, ben, Haşim'in baş ka b ir nişan bozma hikâyesini hatırla- yordum. Bunu, birkaç defa, kendi ağ zından dinlem iştim: O sefer, bahis ko nusu olan Boğaziçili b ir kızdır ve onun la bu kız arasındaki münasebetler o ka dar ailevi b ir şekil alm ıştır ki, bazı ak şamlar yalılarına davet edilmekte ve hattâ gece yatısına alıkonulmaktadır. Kızın anası da kendisine elinden gelen ikramı etmekte ve midesine düşkün ol
duğunu bildiği için ona kendi eliyle ye mekler hazırlamaktadır. İşte, bu akşam ların birinde Ahmet Haşim kaynanası olacak hanımın pişirdiği uskumru dol masını pek beğendiğini söyler. Ertesi sabah, vapura binip şehre dönerken eli ni pardesüsünün cebine sokunca b ir de ne görsün I Kâğıda sarılı üç uskumru dolması I Haşim'in o zamanki durumun da her hangi b ir kimseyi b ir samimilik ve sevgi eseri olarak memnun etmesi, hattâ rikkate getirmesi lâzımgelen ve âdeta b ir ana şefkati sıcaklığı taşıyan o paketçiği bizim «Piyale» şairi tiksine rek denize atar. Ondan sonra da artık Boğaziçindeki nişanlısını diğer bütün ni şanlıları gibi defterden siler.
Ahmet Haşim, bu çeşit hareketleri ve halleriyle herkese, hattâ en yakın arka daşlarına bile, yalnız acayip ve «excent rique» değil b ir «hilkat garibesi» ola rak görünmüştür. Lâkin, bence Haşim'in bu hareketleri, bu halleri titiz b ir sa natkâr ruhunun reflekslerinden başka b ir mâna ifade edemez. O, her halis şair gibi hayatta salt güzelliğe, zarif ve lâtif olan şeye değer verirdi ve bu değer öl çüsüne uymayan ne varsa âdi, bayağı, iğrenç bulurdu. Bu bakımdan, iyilik, doğruluk, hak ve mantık anlamlarının onun dünyasında nemen hiç yeri ola mazdı.
Yine aynı görüş açısından, «Göl Saatleri» nin başında :
E d e b i y a t H â t ı r a l a r ı :
S eyreyledim eşkâli hayatı Ben havzı hayalin sularında; Bir aksi m ülevvendir anınçün A rzın bana eşçarü nebatı.
diyen b ir şairin hakikatle her karşı kar şıya gelişte b ir (şo k) geçirmesini tabiî bulmak gerekir. Bu (şok) un etkilerini, onun, Ali Naci (Karacan) tarafından çıkarılan «İkdam» gazetesinde yazdığı fıkralarda da buluruz ve herbiri, dev rin i, çevresini yadırgayan b ir insanın tepkilerini keskin b ir üslûpla ifade eden o nesir parçalarını üstü nakışlı ve içi zehir dolu b illûr kadehlere benzetebili riz. Nitekim, Ahmet Haşim, «Göl Saat leri» ndeki, «Piyale» deki şiirleriyle edebiyat âleminde ne kadar derin b ir hayranlık uyandırmışsa «ikdam» daki fıkralarıyla basın hayatında kendisine karşı o kadar geniş b ir düşmanlık cep hesinin kurulmasına yol açmıştır. Bu cepheden, başta Peyami Safa olmak üze re, yaşça hemen bizim arkamızdan ge len b ir takım genç yazarlar, onu, öm rünün son yıllarına dek insafsız b ir yay lım ateşine tutmuşlardır.
Gerçi, ben de bu ateş karşısında bu lunanlardan biriydim . Fakat, daha önce leri siyasi mücadeleler içinde pişkinleş miş ve kanıksamış olduğum için mi ne dir, bundan Haşim gibi, ya da Haşim kadar alınıp etkilenmezdim. Nitekim, o gençler arasında, belki de onların önün de bulunan Nazım Hikmet, kendisine et tiğim bazı iyiliklere rağmen, en şiddetli yergilerinden b irin i bana karşı yazdığı halde, gülüp geçmiştim de, Haşim onun en hafif b ir sataşmasına tahammül ede meyerek Peyami Safa’ya çattığı gibi, ona da çatmaya başlamış ve Nazım'ın «Ha- şim 'i rasgeldiğim yerde döveceğim» de mesi üzerine cebinde b ir de tabanca ta şımaya başlamıştı. Sonra da bu taban cayı belki kendiliğinden patlayıverir kor kusuyla b ir kenara atmıştı. Ama, o va k it zaten gençlerle Ahmet Haşim ara sındaki çekişmeler, çatışmalar birden bire kesilmiş bulunuyordu. Onun ölümlü b ir hastalığa tutulduğunu işiten düşman ları artık kılıçlarını kınlarına sokmuş lar ve hattâ hastaya geçmiş otsun me sajları göndermeye başlamışlardı.
Ben, bu ölümlü hastalık haberini, b ir kaç yıl önce, aziz şairin kendi ağzından işitmiştim. Ankara'dan İstanbul’a geldi ğim b ir günün akşamı Moda'da b ir dos tumuzun sazlı ve içkili meclisinde idik. Haşim ne yiyor, ne içiyordu. Üstelik, o zamana kadar hiç görmediğim b ir ne şesizlik ve mağmumluk içinde idi. «Ne yin var Haşim?» diye sorunca kulağıma eğilerek verdiği cevap şu olm uştu:
— «Hastayım, çok hastayım. Doktor lar bana ancak birkaç sene daha yaşa yabileceğimi söylediler» ve hayatile il gili bu korkunç sırrı, sanki ayıp b ir şeymiş gibi, bulunduğumuz yerde baş ka b ir kimseye bildirm ek istememiş; hattâ b ir müddet keyifli görünmeye ça lışmıştı. Fakat, o vakit de Haşim'in de minki hali benim üstüme çökmüştü. Dü ne kadar hayat denilen şeyin bütün di namik unsurlaryla fık ır fık ır kaynayan bu adam, henüz genç denilebilecek b ir yaşta nasıl ölebilirdi? Bunu b ir türlü havsalama sığdıramıyordum.
Ertesi gün, sabahleyin evine gidip kendisiyle uzun uzadıya görüştüğüm ve hastalığının ne olduğunu sorduğum za man da yine b ir şey anlayamamıştım. Çünkl, bunu Haşim de pek iyi bilme- yordu. Fakat, ondan ayrılıp kendisine bakan doktor Neşet Ömer'e gidince ha kikat bütün korkunçluğuyla, bütün me- şumluğuyla bana ayân olmuştu. Meğer
Haşim'in böbrekleri kireçlenmekte imiş ve bu Neşet Ömer'e göre unulmaz bir hastalıktı.
Unulmaz b ir hastalık m ı? Ben buna da inanmak istemiyordum. İlk işim İs met Paşa'ya başvurup hükümetçe devrin bu büyük şairinin tedavisi için b ir yar dım teminine çalışmak olmuştu. Lâkin, İstanbul'da Alman hastahanesinden Frakn- fu rt'ta ki Kurhaus'lara kadar devam eden bütün tedavilerin hiçbiri kâr et medi ve Haşim, her yanından hayata sımsıkı bağlı Haşim, Kadıköy'deki kü çücük evinde kendisinden umulmayan b îr sabır ve tevekkülle ölümü bekleme ye başladı.
K ırkaltı, kırkyedi yaşında ya var, ya yoktu. Ama, çoktan yetmişini geç miş b ir ihtiyar gibi görünüyordu. Bir gün bana demişti k i: «— Vaktiyle üstü me saldırmayı b ir yırtıcı kuş avı sanıp kahramanlık taslayanlar, şimdi birer bi rer yanıma sokulup gagamı okşuyorlar. Ama, ben, hâlâ mücadelemde devam edi yorum. Kime karşı b ilir misin? Kendi me karşı. Hem öyle b ir öfke, öyle b ir nefretle ki, aynada gördüğüm yüzüme tüküresiye kadar...»
Başka b ir defa, şiddetli b ir krizden henüz kendine geldiği b ir anda id i; kü çük b ir bahçeye bakan penceresinden ufukta ayın doğduğu görülüyordu. «Şiri Kamer» şairine b ir avunma vesilesi olur umuduyla:
— «Bak, demiştim. Şu güzel manza raya...»
Haşim, pencereden yana başını bile çevirmeye lüzum görmeksizin :
— «Ah, Yakupçuğum, bırak, demişti, o manzara dediğin şey bana şimdi yal nız ıstırap veriyor.»
Bu. sanırım, Haşim'den işittiğim son sözdü. Çünkü, araya benim de hastalı ğım girecek ve Alman hastahanesinde, hattâ, onun benden önce yattığı odada birkaç hafta kalmam icap edecekti. Bu sırada, gerçi, Haşim'le münasebetlerim kesilmemişti. Karım, iki üç günde bir onu ziyarete gidiyor; benden ona, on dan bana haberler iletiyordu. Arada b ir de, Haşim'den, Güzel Sanatlar Akademi sinde ders verdiği kız öğrencileri vasıta sıyla mesajlar aldığım oluyordu. Hattâ, b ir defasında, o küçük hanımlardan bi ri, ondan bana b ir armağan da getir mişti. Bu, yattığı karyolanın önünde gö rüp de çok beğendiğimi söylediğim bir seccade idi. Ölümünden b ir gün önce, yine Haşimi görmeye giden karım, onun, kendi hastalığından ziyade benim hasta lığıma üzüldüğünü söylemişti.
Ertesi sabah, ona dair son haberi de gazetelerden alacaktım. O sabah ki, ben de sonu pek şüpheli görülen b ir ameli yat geçirmek için Paris'e gitmek üzere idim. Bir yandan ağlayor, öbür yandan giyinip yola çıkmak telâşı içinde çırpını yordum. Karım böyle b ir duruma düş memi önlemek için elinden geleni yapıp gazeteleri benden saklamak istemişti ama muvaffak olamamıştı. Birkaç saat sonra, ben o halde, vapura bindirilip uğurlanırken Haşim de Yahya Kemal'in «Sessiz Gemi» adını verdiği sonsuz se yahat aracının içine konulup b ir daha dönülmeyen yolculuğa çıkarılacaktı.
O dramatik ayrılık günü üstünden ni ce yıllar geçti. İstanbul'a, hele Kadı köy'e her uğrayışımda gözlerim daima Haşim'i arar. Nereye baksam, kim i gör sem onun eksikliğini hissederim. B irlik te seyrettiğimiz tabiat, dile getirdiğimiz manzaralar, onsuz a rtık bana b ir şey söylemez ve ne işim var diyeceğim g e lir: «bu sönen gölgelenen dünyada.»
1 8
Gelecek H aftas
YAKUP KADRİ KA R A 0 S MA N 0 6 L U
Y A H Y A K E M A L ’İ a n l a t ı y o r .
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi