• Sonuç bulunamadı

Atatürk gençlik ve cumhuriyet

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Atatürk gençlik ve cumhuriyet"

Copied!
104
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

A T A T Ü R K G E N Ç L İ K V E C U M H U R İ Y E T Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN Denizli-2010

(2)

İ Ç İ N D E K İ L E R

Sayfa

Birkaç Söz ………. III - IV Atatürk ve Gençlik ……….. 1 - 8 Atatürk ve Cumhuriyet’in Kazandırdıkları ………. 9 - 12 Atatürk’ün izinde: Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı ……… 13 - 16 Düşündükleri ve gerçekleştirdikleri ile: Yaşayan Atatürk! ………. 17 - 22 İnsan İçin, “İleriyi Görebilmek” ve “Örnek İnsan” Atatürk ……… 23 - 28 Atatürk, İslamiyet ve Laiklik ………... 29 - 46 Ünlü İngiliz tarihçisi Lord Kinross’a göre: 20. Yüzyıl Dünyasını Olağanüstü

Kişiliği İle Etkilemiş Büyük Asker ve Devlet Adamı Atatürk ……… 47 - 59 Sebepleri ve sonuçlarıyla, Atatürk’ü dünyaya tanıtan: Çanakkale Zaferi …… 60 - 63 Atatürk, Edebiyat ve Hitabet Sanatı ………. 64 - 79 Çok yakın tespitleri ile Atatürk’ün sırdaşı ve dava arkadaşı: Mazhar Müfit Bey ve “Sivas Kongresi” ……… 80 - 93 Atatürk ve “Sosyal Bağlılık” ( Solidarité ) ……….. 94 - 97 Kaynakça ……….. 98 - 99

(3)

B İ R K A Ç S Ö Z

Atatürk gibi, tarihe yön veren büyük bir askeri ve dünyanın seçkin bir devlet adamını anlamak ve anlatabilmek için en geçerli yol; hiç şüphesiz yaptıklarını iyi algılamaktan, yapmayı planladıklarını detaylı, ayrıntılı bir şekilde değerlendirmekten ve o arada, bıraktığı eserleri ile değişik yer ve zamanlarda dile getirdiği sözleri üzerinde dikkat ve özenle durup, düşünmekten geçer.

Kendisi ile ilgili olarak:

“ İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, yani geçici Mustafa Kemal.. İkinci Mustafa Kemal, onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, biz’dir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum.

Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”

ve:

“ Beni görmek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”

anlamlı hükümlerini vermiş olması, temelde bu büyük insanı tanımak ve tanıtmak açısından çok anlamlıdır.

Bu bağlamda bizzat kendisi, “Atatürk yolu” demek olan “Atatürkçülük” anlayışını, yurdumuzun her köşesinde;

1- Yeni fikir; yani aydınlık, çağdaş duyuş ve düşünüş, 2- Yeni hayat; yani modern, yenilikçi bir yaşam biçimi,

3- Büyük Türk milletinin, millî ülküler etrafında birleşip bütünleşen, aydın, ileri görüşlü ve bu uğurda her türlü mücadeleyi göze alabilecek bir topluluk olması, 4- Herkesin kendisini büyük bir inkılapçı, yenilikçi olarak çok iyi tanıması ve

yaptıkları ile yapmayı düşündükleri ile de tanıtması, tarzında özetlemiş olur.

Öte yandan, bizzat kendi el yazısı ile kaleme aldığı notlarında, “Millet” kelimesinin altını çizerek:

“ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir.” tarifini takiben:

(4)

“.. dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir. (…)

Türk milletinin dili, Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için mukaddes (kutsal) bir hazinedir. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihni(aklı, düşüncesi)dir. (…)

Türk milleti, Asya’nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırları ile ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türkeli’, ‘Türk vatanı’ derler. (…) Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.

Türkler’in aşağı yukarı ahlâkları hep birbirine benzer. Bu yüksek ahlak, hiçbir milletin ahlakına benzemez.

Türk milleti, millî hissi; insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Türk milleti, millî hissin yanında insani hissin şerefli yerini daima korumakla iftihar eder. (…) Türk milleti, insaniyet âleminin samimi bir ailesidir.”

şeklinde ifadesini bulduğu üzere; kutsal vatan topraklarına, yüce milletimize ve onun ahlakına, tarihine, diline, kültürüne, sanatına… büyük hayranlık ve yüksek takdir hisleri ile gönülden bağlı bulunan Atatürk’ün; birlik ve bütünlük ruhu içerisinde, bu yönü ile de dünya liderleri arasında ayrıcalıklı ve seçkin bir konuma sahip bulunduğu, açık bir gerçektir.

İşte bütün bu temel anlayışlar doğrultusunda biz de, çeşitli yer ve zamanlarda yurt içinde ve yurt dışında ulusal ve uluslar arası konferanslarda, kongre, sempozyum ve panellerde, TRT başta olmak üzere bazı ulusal, yerel ve yurt dışındaki çeşitli televizyon kanallarında gerçekleştirdiğimiz söyleşi ve açık oturumlarda, anma günlerinde bu büyük insan hakkındaki konuşmalarımızdan ve ayrıca kaleme aldığımız yazılarımızdan oluşan bir demeti, kendisini değişik açılardan anlamak ve değerlendirebilmek üzere, burada ve bundan sonra yayınlamayı planladığımız kitaplarımızla sunmaya çalıştık.

Yazılarımızın, tarihî süreç içerisinde yüce Atatürk’ü, birçok alanda yaptığı ve yapmayı düşündükleri ile daha iyi tanımak ve tanıtabilmek yolunda, özellikle kendisinin, “en büyük eserim” dediği “Cumhuriyet”imizi emanet ettiği, yarınlarımızın güvencesi gençlerimize ışık tutması ve yararlı olabilmesi en büyük dileğimizdir.

Eserimizin yayımı konudaki ilgi ve desteklerinden dolayı, Pamukkale Üniversitesi Rektörü Sayın, Prof. Dr. Fazıl Necdet Ardıç başta olmak üzere Yayın ve Yönetim Kurulu üyelerine, eser hakemlerine ve yayında emeği geçen herkese şükranlarımı sunarım.

15 Ocak 2010 -Denizli- Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN Pamukkale Üniversitesi

Atatürk Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü - Eğitim Fakültesi Dekanı

(5)

ATATÜRK VE GENÇLİK

Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış bulunan aziz vatanımızın bölünmez bütünlüğü ve korunması, yüce milletimizin sürekliliği ile bilim, sanat ve kültürde, çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarak daha da ilerleyip yükselmesi ve medenî dünyadaki haklı yerini alması gibi temel esaslara dayanan Atatürkçü görüş ve düşünüşün, uygulama alanındaki en aktif, dinamik unsuru olan gençlik, kesinlikle birbirinden ayırt edilmeyecek, birbiriyle bütünleşen ve bütünleşmesi gereken kavramlardır.

Bu bağlamda, Atatürkçülük anlayışının en büyük dayanağı; gideceği yolun hedef ve prensiplerini bizzat büyük Atatürk’ün çizdiği Türk Gençliği’dir. Nitekim Gâzi, varlığının devamını gençlikte bulmuş ve kurduğu Cumhuriyet başta olmak üzere bütün gerçekleştirdikleri ile gerçekleştirmeyi düşündüklerini, bir vasiyet gibi, daima kendisine lâyık olmasını gönülden dilediği Türk Gençliği’ne emanet etmiştir.

“Ey yükselen yeni nesil! İstikbâl (gelecek) sizsiniz. Cumhuriyet’i biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”

ve:

“Türk gençliği gayeye (hedefe, amaca), bizim yüksek idealimize durmadan ve yorulmadan yürüyecektir.”

gibi sözleri, O’nun bu inancının ve gençliğimize olan güvencinin açık delilleridir. Bu bakımdan tarihte, Atatürk kadar gençliğe değer, önem ve öncelik veren, gençliği ile bütünleşen, ona bütün kalbiyle inanan, güvenen ikinci bir lider gösterilemez.

Atatürk’ün Türk Gençliği’ne olan sonsuz güveni ve inanı, tarihî süreç içerisinde daha henüz Millî Mücadele’ye başlamadan önce, I.Dünya Savaşı sırasında başlamıştır. Nitekim, 1918 yılında kendi el-yazısı ile kaleme aldığı notlarında; gençliğimizle bütünleşen çizgide geleceğe ait umutlarını, şöyle dile getirir:

“ Herşeye rağmen, muhakkak bir nura doğru yürüyoruz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil; bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.”

(6)

Burada, açıkça ifadesini bulduğu gibi, Atatürk’ün istediği gençlik: 1 İçi, vatan ve millet sevgisiyle dolu;

2 Gerçekleri görerek, memleketin geleceği için çok çalışan; 3 Medeniyet’i, ilerleyip yükselmeyi amaç edinen;

4 Her türlü ahlâksızlıkla, şarlatanlıkla, yani sahtekârlık ve dolandırıcılıkla mücadele ederek dürüstlüğü hedef alan;

nitelikte olmalıdır.

I. Dünya Savaşı gibi büyük bir mücadelenin karanlığı içinde, gençliğini bir “ışık kaynağı” olarak görmek ve nihayet bu duygu ve düşüncelerle zafere ulaşmak; Atatürk’ün büyüklüğünün ve ileri görüşlülüğünün bir başka seçkin delilidir.

O’nun üstün özelliklerinden birisi de, sosyal ve psikolojik bir realite, gerçek olarak bizzat kendisinin genç kalmasını bilmesidir. İşte, bütün bunlardan dolayı Atatürk; her işte, her zaman ve her yerde en çok gençliğe önem, değer ve öncelik vermiştir. Milletimizin geleceği demek olan gençlerimizin en iyi şekilde yetişip, insanımıza ve insanlığa hayırlı, başarılı hizmetler vermesini ise, ulaşılması gereken asıl hedeflerin başında saymıştır.

Bu bakımdan Türk Gençliği, Atatürkçü düşüncenin ve onun ifadesi demek olan Atatürk İnkılâpları’nın en dinamik, canlı unsurudur. Büyük Kurtarıcı, bu konuda düşündüklerini ve hissettiklerini, daha 1919’da:

“ Biz her şeyi gençliğe bırakacağız.. Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.”

diyerek, en anlamlı şekilde özetlemiştir. Buna göre, Türk Gençliği:

1- Atatürk’ün gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi düşündüğü inkılâpların, yani değişim ve yeniliklerin en büyük koruyucusu ve yaşatarak, devam ettiricisidir.

2- Gençlik, milletimizin geleceği, umudu demektir. Gençler, ışıklı çiçeklerdir; milletimizin gözbebeği, en canlı ve sevgili varlıklarıdır.

İşte, hiçbir liderde görülmeyen şekilde, gençliğine ümit ve sevgi dolu duygularla yaklaşan Gâzi; bunun yanı sıra “millî şuur”, yani “millî anlayış, millî duyuş ve düşünüş” konusunda da büyük dikkat ve titizlik göstermiştir. Bu bağlamda, Türk Gençliği’nin her zaman ve her yerde kendi millî benliğinin derin idrâki, anlayışı içinde bulunmasını, her an Türk olmanın şerefini, gururunu, onurunu yaşamasını ve vatan çocuklarının, bir bütün hâlinde dost düşman bütün dünyaya karşı bir “millî şahsiyet-kişilik” oluşturmasını istemiştir. Millî şahsiyet’i kazanmanın yolu ise, “millî kültür” anlayışından geçer. Bunun da temelini, “millî dil” ve “millî tarih ” düşüncesi teşkil eder. İşte bu inançla da:

“Millî şuurun (ulusal bilincin), duyuş ve düşünüşün ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için, dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.”

(7)

“Millî kültürümüzü, çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Millî kültürün her yerde ve her zaman açılarak yükselmesini, Türk Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz.”

Buna göre, Türk Gençliği’nin önde gelen görevlerinden birisinin de, millî kültür anlayışını iyice anlayıp, benimseyerek onu, çağdaş medeniyetin üstüne çıkarmak olduğunu vurgular. Çünki, O da çok iyi bilmektedir ki; millî şuur’a, yani kendi ulusal değerlerinin, öz benliğinin bilincine erememiş, millî ruhtan ve buna bağlı olarak, millî kültür anlayışından, özetle millî şahsiyet’ten, millî kimlikten ve kişilikten uzak bir gençlik; bilgi, görgü, bilim ve sanat kültüründen, anlayış ve zevkinden mahrum demektir. Bu da, bir millet için son derece acı ve tehlikelidir. İşte bu noktada da büyük Atatürk, derin bilgisi ve engin “Intuition” (sezgi) kabiliyeti, gücü ile ayni zamanda gerçekçi ölçüler içerisinde Türk Gençliği’ne şu önemli mesajı verir:

“ Sizler, yani Yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar.”

Türk Gençliği’nin, daima yolunda olması gereken Atatürkçü duyuş ve düşünüş, kısacası, Atatürkçülük; tamamiyle Demokratik ve Pragmatik, yani Paylaşımcı ve Faydacı’dır. Bu ölçüler içerisinde, Realite ve Rasyonalite’ye, yani Gerçekçilik ve Akılcılık gibi iki temel esasa dayanır. Şimdi, bunları biraz açalım:

Atatürkçülük, Demokratik’tir. Çünki, her türlü dogmatizm’den, yani peşin hükümlerden, ön yargılardan ve demokratik olmayan her türlü totaliter, baskıcı anlayıştan uzaktır; haklar ve hürriyetler açısından Paylaşımcı’dır.

Atatürkçülük, Pragmatik’tir; Faydacı’dır. Her konuda milletin , insanımızın ve giderek bütün insanlığın yararına olan anlayışların yanındadır ve bunların destekleyicisidir.

Atatürkçülük, Realist’tir; Gerçekçi’dir. Çünki, gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik(hayâlci) düşüncelere, görüşlere yer vermez. Türk milletinin ve bütün dünyanın tarihî, coğrafî, siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik gerçeklerinden hareketle, dün’ün tecrübelerinden, bilgi birikimlerinden faydalanarak, bugün’ü ve yarın’ı plânlar, düzenler.

Atatürkçülük, Rasyonalist’tir; Akılcı’dır. Çünki, İrrasyonel, yani akıl-dışı düşünce şekillerine, tutum ve davranışlara değer, önem vermez. Müspet görüşün, pozitif düşüncenin ışığında olaylara yaklaşmayı ve devlete, millete ait her türlü probleme çözüm aramayı, getirmeyi amaçlar.

İşte bütün bunlardan dolayı, gençlerin çok iyi bilmesi ve sahiplenmesi gereken Atatürkçülük; tek bir kimsenin iradesine ve idaresine bağlı bütün Otokratik ( kişiye odaklı) yönetimlere; Tanrı adına hüküm sürdüğünü ileri süren Teokratik (din adamlarının yönetimindeki) devlet şekline; insanın şerefini ve haysiyetini, yani kişiliğini ve onurunu hiçe sayan Marksist ve Faşist anlayışlara; koyu bir ferdiyetçiliğe, bireyciliğe, insanın insanı istismarına, sömürmesine, haklarını elinden almasına dayanan Kapitalizm’e; yüce dinimizin getirdiği, Sevgili Peygamberimiz’in bildirdiği üstün değerleri ve ayrıca millî dili, millî tarihi, millî coğrafyayı, millî kültürü ve gelenekleri hiçe sayarak devletin milleti köle hâle getirmesine ve zümre emperyalizmi’ne (belli bir sınıfın baskıcı yönetimine) dayalı Komünizm’e şiddetle karşıdır.

(8)

Özetle, bütünüyle millî egemenlik esaslarına dayanan Atatürkçülük; taşıdığı akılcı ve gerçekçi özelliklerle aktif, dinamik ve çağdaş bir düşünüş sistemidir. Elbette böyle bir sistemin; millî ruhla, millî kültürle, millî duyuş ve düşünüşle bütünleşmiş, pozitif bilim ve medeniyet anlayışını kendisine amaç edinmiş bir gençlikte hayat bulması ve Atatürk’ün gösterdiği aydınlık, çağdaş hedefler doğrultusunda devamı çok tabiîdir, normaldir.

Çocuklarımızın ve gençlerimizin bu yolda yetiştirilmesinde ise, okulun taşıdığı önemin büyüklüğü herkes tarafından çok iyi bilinen ve bilinmesi gereken bir gerçektir. Bununla birlikte, eğitimin önce ailede başlaması ve okulda gelişmesi hususu, asla gözardı edilmemelidir. Anneler, babalar, ağabeyler, ablalar; çocukların bu çizgide yetiştirilmeleri konusunda üzerlerine düşen görevleri, dikkat ve titizlikle yerine getirmelidirler. İşte, bunu da çok iyi bilen Atatürk; önce çocuklara, gençlere ve sonra da büyüklere hitaben, yapılması gerekenlerle ilgili olarak şunları söyler:

“Gelecek için hazırlanan vatan evlâdlarına, hiçbir güçlük karşısında yılmayarak, tam bir sabır ve metanetle çalışmalarını ve öğrenim gören çocuklarımızın ana ve babalarına da, yavrularının öğrenimlerinin tamamlanması için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim.”

O arada, Eğitim’ in yanı sıra Kültür’ü de; gençliğin ilerleyip, yükselmesinin önemli bir basamağı gören Atatürk, şu son derece önemli ve o ölçüde isabetli açıklamayı yapar:

“Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmek ( düşünceyi eğitmek) tir.”

Bunu takiben de, devletin bu konudaki millî siyasetini: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”

tarzında, vurgular.

Atatürk, millet ve milliyet gibi temel kavramların, bütün Türk Gençliği tarafından iyi bilinmesi ve milliyet düşüncesinin dikkat ve titizlikle korunması gerektiği inancındadır. Çünki, gene O’na göre; “.. tarih, olaylar, bütün olup bitenler ve gözle görülen herşey; insanlar ve milletler arasında hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir.” Onun için, Türk Gençliği başta olmak üzere, bütün Türk milleti olarak başarıya ulaşmamızın yolunu, şu sözlerinde dile getirir:

“Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet, ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyelim ki; bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu gâye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, başarılı olmaması mümkün değildir. Elbette başarılı olur. Başarılı olamaz ise, o ölmüş demektir. Şu hâlde millet yaşadıkça ve her türlü fedakârlıkta bulundukça, başarılı olmaması hatıra gelmez ve böyle bir şey söz konusu olamaz.”

Gâzi’nin, çok açık gerçeklerin ifadesi olan bu tesbitlerini, maddeler halinde gösterecek olursak;

(9)

1- Millet, bütün ferdleriyle birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Buna göre, yöneticiler ile millet de, birdir ve iç içedir; öyle olması da gerekir.

2- Millet’in, varlığını ve bağımsızlığını korumak yolunda gereken bütün gayretleri göstermesi, çabaları harcaması ve her türlü fedakârlığı yapması gerekir. Bu, başarının anahtarıdır.

3- Millet için yapılan işlerde başarısızlık, ölüm ile eşdeğerdir. Dolayısıyle, milleti ilgilendiren her konuda hepimizin kesin şekilde başarılı olması, onun için de çok çalışması gerekir.

Türk Milliyetçiliği’ni, sadece bizimle sınırlı tutmayıp; milletimizden bütün insanlığa uzanan bir çizgide gören ve kabul eden Atatürk; her türlü gururdan, kibir ve bencillikten uzak bu milliyetçilik anlayışını da, şu şekilde açıklığa kavuşturur:

“ Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz (saygı ve uygunluk gösteririz). Bizim milliyetçiliğimiz, bencil ve gururlu bir milliyetçilik değildir.”

O arada, gençlerimize ve bütün milletimize; milliyetçilik anlayışının özünü oluşturan “millî benliğin idrâki” yani derinden kavranılması konusunda, şu anlamlı mesajı verir:

“Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize sahip çıkalım, ona saygı gösterelim; yani önce bizler, Türk milliyetçisi olalım ve bunu duygumuzla, düşüncemizle, bütün söz ve davranışlarımızla açıkça ortaya koyalım.

Bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avıdır (onlar tarafından yutulmaya, yok edilmeye mahkumdur).”

İşte, bütün bunlarla birlikte;

“Türk çocuğu ecdâdını ( atalarını) tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”

diyerek de, gençlerimize; tarihimizi ve atalarını tanımalarının, bugünlerine ve yarınlarına yön vermede, güç bulmalarında son derece önemli olduğunu, vurgular.

Cumhuriyetimiz’i, gençlerimizin güvenli ellerine emanet eden yüce Atatürk; sadece “kurtarmak” ve “kurmak” foksiyonlarını, işlevlerini yerine getirmekle kalmamış; ayni zamanda, bütün varlığını varlığına adadığı büyük milletimizin geleceğini gençlerle birlikte düşünmek, buna göre plân ve programlar hazırlamak gereğine inanmıştır. Bu amaçlarını gerçekleştirmek yolunda ise, Üniversite gençliği başta olmak üzere; çeşitli yer ve zamanlarda, yarınların ümidi genç evlâtları ile bir arada bulunmaktan ve kendileriyle fikir alışverişini gerçekleştirmekten geri durmamıştır. İşte, O’nun bu özelliğini de, hiçbir dünya liderinde bulmak ve görmek, mümkün değildir.

Yaptığı ve daha da yapmayı düşündüğü büyük işlerle; tarihî, siyasî, sosyal ve psikolojik şartları bakımından emsalsiz, seçkin hizmetleriyle, değerini bugün dünden çok daha iyi hissettiren ve yarın da hissettirecek olan Atatürk; geleceğin en canlı, aktif güvencesi gördüğü Türk Gençliği’ne inanmış ve bu anlayışla memleketi, büyük bir kalp huzuru içerisinde bu gençliğe emanet etmiştir.

(10)

ayrılmaz bir parçası saydığı Türk Gençliği için beslediği işte bu sarsılmaz inancın, sonsuz güvenin anlamlı bir ifadesi olmak üzere Büyük Nutuk’un sonunu, Gençliğe Hitabe’si ile tamamlar. Orada sözlerine:

“Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebed muhafaza ve müdafaa etmektir.”

şeklinde başlayan Atatürk; tamamiyle realiteye, gerçeğe ve onun, o ölçüde hassas, ince durumuna dikkatleri çekerek, vatan çocuklarını her zaman uyanık, dinamik, hareketli ve çalışkan olmaya çağırır.

Çünki, Türkiye Cumhuriyeti; içinde yer alan vatan, millet ve bayrak gibi kutsal kavramlarla bütünleşmiş, her türlü fedakârlığa katlanmaya ve hattâ gerekirse, bunlar uğrunda canını bile vermeye hazır gençler sayesinde ayakta durma ve devam etme imkânına sahip olabilecektir.

Gençlik, devamlılık demektir. Devamlılık ise, devletin varlığının ve milletin hayatının esasını, özünü oluşturur. İşte, daima ileriyi gören ve gösteren Atatürk’ün, gençlere bu derece inanmasının ve güvenmesinin asıl nedeni, böylece kendiliğinden ortaya çıkar. Onun için, her Türk gencinin; millî ve milletlerarası plâtformda, yurt içindeki veya dışındaki çeşitli ortamlarda her zaman kendi millî benliğinin derin idrâki, anlayışı içerisinde, Atatürk’ün gösterdiği hedef ve prensipler doğrultusunda hareket etmesi; dostunu, düşmanını iyi tanıması ve asla zararlı ideolojilere, düşünüşlere sapmaksızın devletin varlığı, milletin birliği, bütünlüğü yolunda üstün gayretler göstermesi, çok çalışması ve her zaman, her yerde tam anlamıyla dürüst olması, hak ve hukuka önem, öncelik vererek, vatanın ve milletin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutması, bunlarla bütünleşen bir çizgide halkını, insanı, insanlığı sevmesi ve nihayet sevilmesi gerekir.

O, bütün bunların ise; her zaman “istikbâlimizin teminatı (geleceğimizin güvencesi) olan gençlerimiz” i en mükemmel şekilde eğitmekle; bilgili ve görgülü, derin sezgi gücü ile dolu yetiştirmekle mümkün olabileceğini çok iyi biliyordu. Gençler için bundan sonraki hedefin de, hayat mücadelesinde daima galip gelmek, başarmak olduğunu, Tarsus’daki gençlere hitaben şöyle dile getiriyordu:

“ Muhterem gençler!

Hayat, mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı, hayatta yalnız iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak.. Size, Türk gençliğine bıraktığımız vicdan emaneti, yalnız ve daimâ galip olmaktır. Eminim, daima galip olacaksınız. ”

Atatürk’ün, Türk gençliğine karşı beslediği sarsılmaz güvenin ne kadar yerinde ve isabetli olduğunu, Avrupa’da yaşanan bir tek şu olay bile çok güzel ortaya koyar:

“Almanya’da Üniversite gençleri, Hindenburg’un özel bir günü dolayısıyla kendisini tebrike giderler. Almanlar’ın, millî kahraman olarak büyük saygı duydukları Mareşal Hindenburg’a, Alman gençlerin ziyaret için izin bekledikleri haber verilir. Bunun üzerine O, son derece anlamlı bir şekilde şöyle konuşur:

- Hangi gençlik! Ben, Almanya’da böyle bir gençlik bilmiyorum. Onlar, gençliğin ne olduğunu öğrenmek istiyorlarsa, Anadolu’ya gitsinler!”

(11)

Hiç şüphesiz Atatürk’ün, diğer devlet adamlarından ayrılan önemli yanlarından birisi; millî duyuş ve düşünüşle dolu ve aklı temel hareket noktası kabul eden gerçekçi, kararlı ve dinamik bir gençlik vücuda getirmiş olmasıdır. Bütün bunları yakından bilen bir kimse olarak, Falih Rıfkı Atay’ın şu tespitleri, bu bakımdan çok önemlidir:

“ Atatürk o mutlu adamdır ki, emaneti bağrına basacakları kendi eliyle yetiştirmeye vakit ve fırsat bulmuştur. Gençler sokaklardan aktığı zaman; başların dik duruşuna, gözlerin pek bakışına, göğüslerin er kabarışına dikkat ediniz. Sancak taşımakla, bir zafer türküsü çağırmaktadırlar. Atatürk’ün asıl ölmezliği,-gençler tarafından- böyle yaşanmasındadır.(…) Yaşarken, bütün ümidi gençlikte idi. Bugün de tesellisinin, Türk gençlerinin idealine bağlılığı olduğuna şüphe yok. Türklüğü, yıllardır sürüp giden manevî çöküntüden onlar kurtaracaklar.”

İşte bütün bunlardan dolayı, Türk gençliği ile onları yetiştirmekle görevli anneler, babalar ve eğitimciler, Atatürk’e; istiklâl ve Cumhuriyet’i ile birlikte, hür ve aydınlık fikirlerden, bilim, kültür ve sanat değerlerine kadar çok şey borçlu olduklarını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Çünki, o büyük insan, engin sağduyusu ile:

“Tarihi, yaşadığımız gibi yazdık; fakat, geleceği Cumhuriyet’e inananlara, koruyanlara ve yaşayanlara emanet etmek lâzımdır. Gençliği yetiştiriniz. Onlara bilim ve irfan (bilgi, görgü) veriniz. İstikbalin(geleceğin) aydınlığına onlarla kavuşacağız.”

diyor ve gençlerimize olan tam güvenini, bir kere daha açıkça ortaya koyuyordu. İşte gençlerimizin de, her zaman bu güvene lâyık olmaya çalışmaları gerekmektedir. Çünki, madem ki devlet ve millet hayatında devamlılık esastır ve bu, son derece gereklidir; o hâlde yapılacak iş, Atatürk’ün gösterdiği hedefler doğrultusunda, devamlılığı millî ölçüler içerisinde sağlayacak prensipleri benimsemek ve onların titiz, kararlı birer takipçisi ve uygulayıcısı olmaktır. Atatürk, bu konuda yapılması plânlanan işleri de, şu şekilde sıralar:

“Yüksek ve inkılâpçı bir kültür seviyesine varmak için, önümüzdeki yıllarda daha çok emek vereceğiz. Müspet ilimlerin (pozitif bilimlerin) temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde (düşünce eğitiminde) olduğu kadar, beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş, faziletli, kudretli bir nesil yetiştirmek, ana siyasamızın (temel politikamızın; izleyeceğimiz yolun) açık dileğidir.”

Böylece, gençlerimizde ideal, ülkü birliğini sağlayan unsurlardan birinin de, beden terbiyesi, yani spor olduğunu önemle belirtir. Duyan, düşünen, akıl yolu ile iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırabilen; bilim, kültür, sanat ve medeniyet yolunda memlekete hizmet edecek sağlam kafaların, ancak sağlam vücutlarda bulunabileceği görüşünü çeşitli yer ve zamanlarda tekrarlamış olması, bu açıdan çok anlamlıdır.

Çünki, vücutça bir sakatlığı olmadığı halde, aktiviteden, hareket kabiliyetinden mahrum, uyuşuk, sünepe, tembel kimselerden; ileriye dönük, canlı, icatçı, yaratıcı fikirler, sanat, kültür eserleri, bilimsel çalışmalar beklenemeyeceği ve böyleleri ile memleketin ilerleyip, gelişemeyeceği ve hele hele yüksek ideallere ulaşılamayacağı, sosyal ve psikolojik bir gerçektir.

O hâlde bütün gençlerin, düşünce ve ahlâk bakımından sağlam yetişmek, hayat ve olaylar hakkında doğru teşhisler, tanımlar koyarak isabetli kararlar verebilmek için; çok okumaları, bilgili ve görgülü olmaları, kendilerinden emin bulunmaları, azimli ve kararlı bir

(12)

şahsiyet, kişilik sergilemeleri, bütün bunlar için ise, beden ve ruh bakımından sağlıklı bir yapı özelliği göstermeleri gerekir. Çünki, Atatürk’ün de çok yerinde ifadesiyle, “sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.” Bu konuda, her düzeydeki yöneticilere düşen iş de; gençlerimizin bilgi ve görgülerini artırmak yolunda zengin kütüphaneler, dinlenme ve eğlence üniteleri ile beden ve ruh sağlıklarını koruyup geliştirmelerine yönelik olarak her türlü spora elverişli spor siteleri kurmaktır.

Politik, etnik ve ekonomik çalkantılar içerisinde bocalayan bugünkü dünyamızda, son derece kritik bir coğrafyada yer alan yurdumuzun tek güvencesi gençliğimizin de; Atatürk’ün gösterdiği çağdaş, aydınlık hedefler doğrultusunda ve millî birlik ruhu içinde birbirine güvenmiş, inanmış, dayanmış bir bütün olarak; vatanın bölünmezliği, milletin bağımsızlığı, Cumhuriyet’in sürekliliği ve ülkemizin bilim, sanat ve kültürde daha ilerleyip yükselmesi için çok çalışması, elinden gelen her türlü çabayı göstermesi gerekmektedir.

*

(13)

ATATÜRK VE CUMHURİYET’İN KAZANDIRDIKLARI

Arapça’dan dilimize geçmiş bir isim olan “Cumhur”; “millet, ahali, halk” demektir. Bundan gelen Cumhuriyet de; millete, halka dayalı idare, yönetim anlamını taşır.

Bu bağlamda, büyük Atatürk’ün önderliğinde kurulmuş bulunan yeni Türk devletinin adının Türkiye Cumhuriyeti olması ise; 20. yüzyıl dünyasında gerçekleşen bütün siyasî ve sosyal nitelikli olayların en dikkate değer olanlarından birisi ve hattâ, birincisidir.

Türkiye Cumhuriyeti; I. Dünya Savaşı’ndan itibaren, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla başlayan Millî Mücadele’ye dayanan ve nihayet, 9 Eylül 1922’de düşmanın İzmir’de denize dökülmesiyle kazanılan Türk İstiklâl (Kurtuluş) Savaşı’nın bir sonucu olarak ilân edilmiş bulunan bir “zaferler yumağı”dır.

Bu çerçevede Atatürk, 1933’de, yani Cumhuriyet’in 10. yılında:

“ Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyet’i kurduk; o on yaşını doldururken, demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.”

derken, konu ile ilgili şu iki büyük gerçeğe temas ediyordu: 1-Cumhuriyet, demokratik devlet şeklidir.

2-Cumhuriyet’in tam anlamıyla yerleşmesi ve devamı için, Demokrasi’nin bütün gerekleri yerine getirilmeli, yani demokrasi prensipleri, bütünüyle uygulanmalıdır.

Demokrasi ise, Yunanca “demos”(halk) ve “kratos”(iktidar, erk) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir ve “halkın egemenliğine dayalı idare şekli, yönetim biçimi” anlamını taşır. Demokrasiye uygun sistemler de, bu çerçevede Demokratik adını alırlar.

Gâzi, kendi elyazısı ile kaleme aldığı notlarında, “demokrasinin, halkçılık demek olduğu” temel görüşünden hareketle, başlıca şu görüşlere yer verir:

1-Demokrasi; halkçılık prensibine, ilkesine dayanır. Onun için, demokrasi halkçılık demektir.

2-Buna bağlı olarak, demokrasi esasına, temeline dayanan hükümetlerde, hakimiyet (egemenlik) halka, halkın ekseriyetine (büyük çoğunluğuna) aittir.

(14)

3-Demokrasi ilkesi, egemenliğin yalnız millete ait olduğunu, başka yerde olamayacağını gerekli kılar.

Özetle, demokrasi için millet ve milletin egemenliği esastır. Bir başka deyişle, halkın egemenliğinin olmadığı yerde, demokrasiden söz edilemez.

Demokratik devlet şekli demek olan Cumhuriyet’te, halkın iradesi ve idaresi, yani gücü ve yönetimi sistemin esasını oluşturur. Nitekim halk, yönetime ait iradesini, yani karar verme gücünü, isteğini; kendi adına seçtiği temsilcileri vasıtasıyla kullanır.

Gene, Atatürk’ün çok yerinde tesbitiyle; “ Çağdaş bir Cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.” Böylece, demokrasi prensibinin tabiî bir sonucu olarak, Cumhuriyet:

1-İnsan hak ve hürriyetine dayalı imkânlarla her yurttaşın, sosyal ve ekonomik açıdan insanca yaşamayı bilmesi, öğrenmesi demektir.

2-Hükümetlere düşen görev de, vatandaşlarına işte bunu sağlamaktır.

Bunların yanı sıra hür düşüncenin, özgür anlayışın Cumhuriyet’in temel esaslarından biri olduğu noktasından hareketle de:

“ Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve kanunlara uymak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat (görüş), bizce muhteremdir (saygındır).”

diyen Gâzi; bu rejimin, ayni zamanda bütün dünyada çeşitli imkânları, fırsatları beraberinde getirerek, insana hürriyetini temin eden “sihirli bir aşı” ve “her alanda ilerlemenin en belirgin güvencesi” olduğu ve bunu böyle anlamak gerektiği gerçeğine de, şöyle temas eder:

“ Cumhuriyet, imkân demektir. Cumhuriyet, yalnızca adıyla bile fert (kişi) hürriyetini aşılayan sihirli bir aşıdır. Görülecektir ki, Cumhuriyet imkânları olan her memleket, hürriyet davâsında er geç başarılı olacaktır. Cumhuriyet, kendisine bağlı olanları en ileri zirvelere (tepelere) götüren imkânları verir. İstiklâl (bağımsızlık) ve hürriyetine sahip olan milletler, ilerleme yolunda imkânlara sahip demektirler. O hâlde Cumhuriyet, her alanda ilerlemenin de en belirgin teminatıdır (güvencesidir). Cumhuriyet’i bu manâsıyla anlamak lâzımdır.”

Ünlü Fransız düşünürü ve yazarı Jan Jak Russo’ya kadar götürülebilecek bu görüşler çerçevesinde Cumhuriyet, yalnızca siyasî ve sosyal nitelikli bir oluşum değildir. O, düşünce hürriyeti ile birleşip bütünleşerek, sağladığı toplumsal imkânlar zinciriyle genişleyen bir “değerler sistemidir”.

Bu sistem içerisinde Cumhuriyet’i, “ahlâkî fazilete (erdeme) dayanan bir idare” olarak gören Atatürk :

“Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.” kesin hükmüne ulaşır. Bunu da biraz açacak olursak, şunları söyleyebiliriz:

(15)

Fazilet kelimesi, sözlük anlamı bakımından, “insanın yaratılışında var olan iyilik, güzellik duygusu, doğruluk, dürüstlük, yiğitlik, mertlik, hakka, hukuka uyma, iyi huy, nezaket, kibarlık kısacası erdem” demektir.

Buna göre, Cumhuriyet’e inanan ve onu yaşayıp, yaşatmak isteyen kimselerin, her şeyden önce onun gerektirdiği nitelikleri üzerlerinde toplamaları, yani iyilik, güzellik duygusu ile dolu olmaları, doğruluğu, dürüstlüğü, yiğitliği, mertliği, hakkı, hukuku, adalet duygusunu, demokrasi anlayışını, nezaket ve kibarlığı varlıklarının ayrılmaz bir parçası haline getirmeleri gerekir.

Vurguncu, düzenbaz, kaba-saba, görgüden, doğruluk ve dürüstlükten, haktan, hukuktan, demokratik olmaktan, insanlık ve nezaketten, kibarlık ve olgunluktan nasibini alamamış kimselerin; Atatürk’ün bu millete en büyük hediyesi olan Cumhuriyet’ten, onun üstün niteliklerinden söz etmeye hakları yoktur. Böyleleri, kendilerince bu hakkı kendilerinde görseler bile, inandırıcı olmaktan uzaktırlar. Bu bağlamda kendilerine, kendilerinden ve kendileri gibi olanlardan başka inanan olmaz ve olmayacaktır.

Özetle bir fazilet cevheri, erdem kaynağı olan Cumhuriyet; özüne yaraşan erdemli, asil, demokrasinin ve hukukun üstünlüğüne, kutsallığına inanmış seçkin insanlar ister ve ancak, onların elinde ilerler, yükselir.

“Cumhuriyetçiyim, Cumhuriyet taraftarıyım” demekle Cumhuriyetçi olunmaz, çünki olunamaz. İşte onun içindir ki, Gâzi:

“Türk milletinin tabiat ve âdetlerine (yaratılış ve törelerine, yani toplumsal kurallarına, alışkanlıklarına) en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.”

der. Böylece, tarihi boyunca hür yaşamaya alışmış ve hürriyeti, özgürlüğü hayatının olmazsa olmaz prensibi haline getirmiş bulunan yüce milletimiz; demokratik ölçüler içerisinde yeşerip gelişen Cumhuriyet anlayışı doğrultusunda, Atatürk’ün gösterdiği aydınlık hedefler doğrultusunda, daha iyiye, daha güzele ulaşma gayret ve heyecanını kendinde bulmuş, bundan sonra da bulmaya devam edecektir.

Buna olan inancımız, tamdır!

Gerçekten de, esaret altında tutsak olarak inleyen, acı ve ıztırapla kıvranan insanlarda ve onlardan meydana gelen uluslarda, toplumlarda; -hür düşünce ve hür teşebbüs, yani serbestçe iş yapma özgürlüğü olmadığından- gelişmeden, ilerleyip yükselmeden söz edilemez. İşte Cumhuriyet, bunları sağladığı içindir ki, aziz ve kutsal nitelikli bir “değerler sistemi”dir.

Bütün bunları takiben de, gerçekleştirdiği ve “en büyük eserim” dediği Cumhuriyet’in geleceğinin, sürekli gelişerek yükselmesinin; kendisine değil, yüce milletimize ve onun değerli evlâtlarına ait olduğunu belirtme olgunluğunu ise, şu sözlerinde dile getirir:

“Efendiler! Size şunu söyleyeyim ki, inkılâpçı(yenilikçi, atılımcı) Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla var, zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, her mânasıyla büyük Türk Milleti’nin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlâtlarının elinde daima yükselecek ve ebediyen (sonsuza kadar) yaşayacaktır.”

(16)

O arada, tarih boyunca her değişim ve yenilik hareketinde görüldüğü gibi; demokrasi prensipleri çerçevesinde Cumhuriyet rejimine de karşı koyanların, hattâ Cumhuriyetçi görünerek, çeşitli yer ve zamanlarda sergiledikleri baskıcı tutum ve davranışlarıyla ona düşmanlık besleyenlerin olabileceğini derin “Intuition” (sezgi) gücü ile çok iyi görmüş bulunan Atatürk:

“Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek niyetlerini, düşüncelerini görüp anlamada hiç tereddüde düşmeyeceklerdir.”

hükmünü verir.

Nihayet, tam bir kararlılık ve inançla:

“Asla şüphem yoktur ki, Cumhuriyet’in gelecekteki evlâtları bizden çok daha huzurlu ve mutlu olacaklardır.”

dedikten sonra, çok sevdiği güvendiği ve geleceği emanet ettiği Türk gençliğine gür sesiyle şöyle seslenir:

“ Gençler! Cesaretimizi takviye eden (güçlendiren, destekleyen) ve devam ettiren sizsiniz.

Ey yükselen yeni nesil! İstikbâl (memleketin geleceği) sizindir. Cumhuriyet’i biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz!”

*

(17)

Atatürk’ün izinde :

MİLLÎ EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI

Atatürk ilkelerinin, Bağımsızlık’tan sonra ikincisini oluşturan Millî Egemenlik; milletin, geleceğini bizzat kendi eliyle tayin etmesi, belirlemesi demektir. Buna göre egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.

Eski dildeki karşılığı “hâkimiyet” olan “egemenlik”; “hükmetme, buyurma, buyruğunu yerine getirme gücünü elinde bulundurma” anlamlarını ifade eder. Atatürk, bu gerçeği:

“Egemenliği kayıtsız şartsız milletin üzerinde tutmak demek, bu egemenliğin bir zerresini bile sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.

Egemen olan millettir. Bu egemenlik, kimseye devredilemez. Kimseyle bölüşülemez. Millet, kendi kaderini kendi eline almıştır.”

tarzındaki sözleriyle, net bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Millî Egemenlik, millet hayatında:

1- Hürriyet’in;

2 Eşitlik ve Adalet’in sağlanıp, korunmasının en büyük teminatı, güvencesidir. Dolayısiyle hürriyetin, özgürlüğün, eşitlik ve adaletin olmadığı yerde Millî Egemenlik’ten söz edilmesi mümkün ve doğru değildir. İşte, büyük Atatürk’ün önderliğinde girişilen Türk İstiklâl (Kurtuluş) Savaşı ve sonunda ulaşılan Büyük Zafer ve nihayet kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti; milletin, millî egemenliği eline almasının, kazanılmış bir hak olarak kullanmaya başlamasının, kendi adına devleti yönetmek üzere Hükümet’i, yani yöneticileri kendi hür, özgür iradesiyle tercihleri doğrultusunda seçmesinin adıdır.

Bu bağlamda, 23 Nisan 1920’de açılan ve çalışmalarına başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi; Türk milletinin, millet egemenliğin gerçek sahibi ve belirleyicisi oluşunun açık bir delilini, göstergesini teşkil etmiştir. Dünyanın en ileri görüşlü devlet adamı olan Atatürk’ün bugünü, “Millî Hâkimiyet (Egemenlik) Bayramı” olarak ilân etmesi ve bunu geleceğimizin, yarınlarımızın güvencesi Türk çocuklarına armağan etmesi ise, bütün dünyada

(18)

eşi ve benzeri olmayan son derece vakarlı, olgun, onur verici her millete örnek bir anlayışın ifadesi olarak değerlendirilmek durumundadır. Çünki yeryüzünde, Atatürk gibi, çocuklara bayram armağan etmiş olan başka bir devlet adamı daha yoktur.

İşte bu doğrultuda, çocuklara ve gençlere büyük önem, değer ve öncelik verdiğini her vesileyle dile getirmiş bulunan Atatürk; “çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun” millî egemenliğin korunup, yaşatılması için onlara, “1-Milliyeti’ne,

2-Türk Devleti’ne,

3-Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla mücadele etmeyi öğretmemiz gerek(tiğini)”

önemle vurgular.

Bununla bütünleşen bir çizgide, “geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacağı(mıza)” inandığı çocuklarımız ve gençlerimizden hareketle:

“Hür fikirler uygulamaya geçtiği vakit, Türk milleti yükselecektir.”

kesin hükmünü vererek; milletin ilerleyip yükselmesinin, özgür düşünceden beslenen Millî Egemenlik anlayışına bağlı olduğunu, açıkça dile getirir.

Aslında bu, son derece önemli bir gerçeğin ifadesidir. Çünki, ancak millî egemenliğin olduğu yerde hürriyetten, demokrasiden, ulusça çağdaşlaşmadan, gelişmeden, ilerleyip, yükselmeden söz edilebilir. Bu konuda, kendilerine büyük Atatürk’ün armağanı olan Millî Egemenlik Bayramı’nı büyük coşkuyla kutlayan çocuklarımızın ve onların bir adım ilerisi demek olan gençlerimizin; Türk olmanın onurunu taşıyan, öğünen, son derece çalışkan, kendine ve milletine güvenen, dürüst, samimî, sabırlı ve hoşgörülü, içleri vatan, millet, bayrak ve bütün bunları, şahsında en mükemmel şekilde temsil eden Atatürk’ün insan, insanlık ideali ve sevgisi ile dolu olarak yetiştirilmeleri gerekir.

Bunların gerçekleşmesi yolunda ise; annelerin, babaların, öğretmenlerin ve nihayet bir bütün halinde milletin gereken çabayı göstermesi, her şeyi devletten beklemeksizin sivil toplum örgütlerinin ve gönüllü kuruluşların da her türlü desteği vermesi, çocuklarımıza rehber ve iyi birer örnek oluşturmaları, kesin bir zorunluluk olarak algılanmalı ve kabul edilmelidir.

Atatürk ayrıca, gene Millî Egemenlik anlayışı çerçevesinde:

“Gençliğin çalışkan, duyarlı ve milliyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir. Gençlik, her türlü faaliyetlerinde, Cumhuriyet kanunlarına uymakta dikkatli olmalıdır.”

dedikten sonra, gençlere duyduğu büyük güvenle, onlara karşı beslediği derin memnuniyeti de, tam bir sevinçle şöyle dile getirir:

“Gençler’ Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi, beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve

(19)

mes’udum. Buna cidden sevinmekteyim.”

İşte bu bağlamda, çocuklarımızın ve gençlerimizin de, Cumhuriyetimiz’in özünü oluşturan Millî Egemenlik anlayışını temel hareket noktası kabul ederek; kendisinin gösterdiği ve aklı, bilimi rehber kabul eden çağdaş, lâik, demokratik, aydınlık yolda ilerlemeleri, memleketimiz ve milletimiz için çok çalışmaları gereğini de, şu sözleriyle ifade eder:

“Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyet’i biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz!

(...)

Türk milletinin ilerleyip, yükselmesi yolunda atılacak adımlarda asla tereddüt göstermeyin; kesinlikle çekinmeyin. Bu millet, inandığı ve güvendiği Türk gençliği sayesinde, lâyık olduğu olgunluk derecesini bulacak; ilerleyip, yükselecektir.”

Tarihî ve sosyal bir gerçek olarak Millî Egemenlik; yurdumuzu siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel çeşitli faaliyet ve nedenlerle önce parçalayıp bölmek, sonra da yutmak isteyen ve kendilerine karşı her zaman ve her yerde uyanık bulunulması gereken dış düşmanlara ve onların içerideki işbirlikçilerine karşı milletin bir bütün hâlinde kenetlenmesi, birleşip kaynaşması, kendi hür iradesine sahip çıkarak onu hakim, egemen kılması demektir. Atatürk’ün gerçekleştirdiği ve daimâ gerçekleşmesini istediği de, işte budur.

Değerli Hukuk bilgini, merhum, Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu hocamız, birlikte olduğumuz Uluslararası bir Atatürk Kongresi’nde, bu konunun Hukuk boyutu ile ilgili olarak;

“Atatürk, egemenlik sözünün Devletler Hukuku’nda ve Anayasa Hukuku’nda iki ayrı anlamı olduğunu çok iyi biliyordu ve millî egemenliğin daha çok Devletler Hukuku’nu ilgilendiren yönü, yani Türk Devleti’nin dış dünyaya karşı egemenlik ve bağımsızlığını kastediyordu. ”

demişti.

Atatürk, bizzat kendi el-yazısı ile kaleme aldığı notlarında da; “medenî, gelişmiş ülkelerde millî egemenliğin;

1- Demokrasi prensibi olan halkçılığa;

2- Millî egemenliğin, uygulaması demek olan Temsilî Hükümet’e, yani milletin kendi eliyle kendi temsilcilerini seçmesi esasına dayandığını” belirtir.

Öte yandan, Türk milletinin siyasette olduğu gibi, iktisadî alanda da esareti, başkalarına bağımlı olmayı kabul edemeyeceği ve etmemesi gerektiğini de:

“Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, bağımsız, daimâ daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir. Yeni Türk Devleti, ekonomik bir devlet olacaktır. ”

şeklinde vurguladıktan sonra, Millî Egemenlik yolunda sağlam ve güvenilir adımlarla ilerleyebilmek için:

“Biz, bu milleti bugünkü şeklinden daha yüksek derecelere çıkarmakla yükümlü adamlarız. Bu yükseliş, yalnız meydan savaşlarında kazandığımız şereflerle olamaz; bu, buna

(20)

kâfi değil. Asıl yükseliş, iktisat sahasında yükseliş olacak!” açık hükmünü verir.

Düşünceleriyle, Fransız İnkılâbı’nı (Büyük Fransız İhtilâli’ni) etkileyen ünlü Fransız yazarı Jan Jak Russo’nun, “Contrat Social” (Sosyal Anlaşma) adlı eserinden ve Namık Kemâl’in bu konudaki siyasî makalelerinden kısmen yararlandığı anlaşılan Atatürk; henüz Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında iken bile, 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi(Genelgesi)’inde:

“Milletin istiklâlini (egemenliğini, bağımsızlığını), milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

tarzında dile getirerek, ileriye dönük plân ve programına işaret etmişti. Nihayet, Kurtuluş Savaşı’nı ve Büyük Zafer’i takiben 1923 yılında:

“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Millî Egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler(kurumlar, kuruluşlar, devletler) her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.

Kuvvet birdir ve o, milletindir.

Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir şekil ve renkte ortaklık kabul etmez.” diyerek, en belirgin şekilde Millî Egemenlik kavramına açıklık getirir.

Sonuçta, Millî Egemenlik anlayışına sahip çıkmak demek; gerek vatandaş ve gerekse millet olarak bir bütün halinde, Atatürk’ün gösterdiği aydınlık hedefler doğrultusunda kendimize, kendi milliyetimize; dilimize, tarihimize, kutsal inancımıza, millî, sosyal ve kültürel değerlerimize sahip çıkmak demektir.

Bu da, Türk milleti olarak, sonsuza kadar hür, bağımsız, gelişip yükselerek yaşamamız yolunda olmazsa olmazımızdır!

(21)

Düşündükleri ve gerçekleştirdikleri ile :

YAŞAYAN ATATÜRK !

İnsanı daima yaşatan ve ölümsüzlüğe ulaştıran, yaptığı yararlı işler ve bıraktığı güzel eserlerdir.

Hepimiz, vücut veya beden adını verdiğimiz maddî yönümüzle ölümlü, geçici varlıklarız. Bizi hem değerli, hem de kalıcı kılan ve böylece hayırla, güzellikle anılmamızı sağlayan ise, gerçekleştirdiğimiz kalıcı hizmetlerdir.

İnsan vardır; doğar, sıradan yaşar ve ölür. Varlığı ile yokluğu arasında hiç fark yoktur. Çünki böyle birisi, hayatı genelde maddî tarafı ile düşünmüş ve değerlendirmiştir. Öldükten sonra da, kimse onu hatırlamaz ve anmaz. En yakınları bile, bir müddet sonra onu akıl ve gönül defterlerinden silerler. Hiçbir kalıcı iz ve eser bırakmadan göçenler, “bir varmış, bir yokmuş” misali unutulup giderler.

Hayatta iken, değerli hizmetler gerçekleştirenler ise, Yunus Emre’nin: “Ölümden ne korkarsın, korkma ebedî varsın!”

sözünde ifadesini bulduğu şekilde, derin izler bırakarak, her zaman saygı, sevgi ve özlem ile anılırlar.

Gerçekte insan, son derece değerli bir varlıktır. Nitekim, yüce dinimizin insan için, “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en seçkini) hükmünü vermesi, boşuna değildir. Ünlü İngiliz şairi Shakespeare de; “Hamlet” isimli eserinde bu oyun kahramanına, “insan” ile ilgili olarak; “ How noble in reason!” (Ne kadar şaheser; asil, soylu bir varlık!) sözlerini söyletir.

İşte insanın, değerler sistemi içindeki gerçek yeri budur; asil, soylu, en seçkin varlık! Yeter ki o, bunun farkında olsun ve buna göre yaşayıp güzel işler yapsın ve kalıcı eserler bırakarak, Yunus misali ölümsüzlüğe ulaşsın!

*

Yukarıda ifadesini bulan hususlar çerçevesinde büyük Atatürk; üzerinde taşıdığı üstün insanî özelliklerle bütün dünyada ayrıcalıklı, son derece seçkin bir konuma sahiptir. Bu

(22)

bağlamda, verdiği hizmetler ve Cumhuriyet başta olmak üzere bıraktığı kalıcı eserlerle, her zaman milletimizin kalbinde yaşayan ve yaşayacak, üstün bir millî değerdir.

Nitekim O; üst düzey resmî sıfatla ilk defa 5 Şubat 1905’de, Kurmay Yüzbaşı olarak Şam’daki 5. Ordu emrine atanmasından itibaren, aramızdan ayrıldığı 10 Kasım 1938’e kadar gerek asker ve gerekse Devlet Başkanı olarak, İstanbul’dan başlayarak, sırasıyle; Şam, Manastır, Selânik, Trablusgarb, Bingazi, Tobruk, Derne, Sofya, Tekirdağ, Çanakkale, Anafartalar, Gelibolu, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Sina Cephesi, Almanya, Halep, Nablus, Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara, Afyon, Kastamonu, İzmir, Adana, Konya, Denizli, Trabzon, Bursa.. gibi hayli geniş bir coğrafyada büyük zaferler kazanmış, çok değerli hizmetler vermiş, memleketimizde büyük değişimleri, yenilikleri gerçekleştirmiş ve kalıcı eserler bırakarak milletimizin kalbinde ölümsüzlüğe ulaşarak, her zaman takdir, minnet ve şükranla anılmıştır ve anılmaya da devam edecektir.

Ölüm’ü, “tabiatın (yaratılışın) en tabiî bir kanunu” olarak gören Gâzi, bu bağlamda: “Ölüm, insanın değişmez kaderidir; marifet (ustalık, hüner, asıl bilgi) unutulmamaktır.”

hükmünü verir. Bu da, ancak -yukarıda işaret ettiğimiz gibi- unutulmaz hizmetler vererek, kalıcı hizmetler bırakmakla, kısacası bir “Yaşayan Atatürk” olmakla mümkündür.

Nitekim, O;

“Ben, 1919 senesi Mayıs’ı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde, maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu millî kuvvete, Türk milletine güvenerek işe başladım. Ben, Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum.

Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O esaret ve aşağılığı kabul etmez.

Ölmek isteyen bir milleti, hiçbir kuvvet kurtaramaz. Türk milleti ise, ölmek istemez; o daima yaşayacaktır efendiler.

Yaşaması ve muzaffer olması gereken nâçiz (önemsiz) şahıslarımız değil; millî kurtuluşu temin edecek (sağlayacak) olan fikirlerdir.

Büyük ve aziz vatanımızı kurtarmak için, bütün aydınların, herkesin hazır olması lâzımdır. Vatanın sinesinde kurtuluş çarelerini beraberce ölünceye kadar aramaya, temin etmeye çalışacağız.

Türkiye Türklerindir! İşte milliyetperverlerin prensibi budur. Hiçbir kuvvet, tarihin emrettiği bu vazifeden milletimizi alıkoyamayacaktır.

(23)

dediği ve akla, düşünceye ön plânda yer vererek, yüksek sezgi gücü ile ileriyi gördüğü, gördüklerini, sezdiklerini de, büyük tarihî zaferlerle taçlandırdığı için “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça, daima yaşayacaktır!

O;

“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Kuvvet birdir ve o, milletindir.

Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Millî egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz. Egemenlik, mutlaka milletin elinde olmalıdır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının ruhu, millî egemenlik’tir. Millî egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcudur.”

dediği ve milletine, halkına sarsılmaz bir güvenle, inançla bağlandığı, ayrıca milletinin egemenliği uğrunda her türlü fedakârlığı göze aldığı, hattâ canını bile vermeye hazır olduğu için “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça, daima yaşayacaktır!

O;

“ Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Çağdaş bir Cumhuriyet kurmak demek; milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.

Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve doğru olmak şartiyle, her fikre hürmet ederiz.

Cumhuriyet, ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir (dürüst, ahlâklı olmak demektir). Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Asla şüphem yoktur ki, Cumhuriyet’in müstakbel (gelecekteki) evlâtları, bizden çok daha müreffeh ve bahtiyar (varlık içinde, gönençli ve mutlu) olacaklardır.”

diyerek, Cumhuriyet’in, yüce milletimizin varlık sebebi olduğunu bildiği ve ona sarsılmaz bir inançla bağlanarak Cumhuriyet’i kurduğu ve milletimize armağan ettiği için, “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça, daima yaşayacaktır!

O;

“ Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Türk Devleti lâiktir. Her reşid (erişkin,yetişkin kimse) dinini seçmekte serbesttir. Biz din işlerini, devlet işleri ile karıştırmıyoruz.

Din, gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Din vardır ve lâzımdır. Din bir vicdan meselesidir. Herkes, vicdanının emrine uymakta serbesttir, hürdür. Biz dine saygı gösteririz. Tanrı birdir ve büyüktür.

Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dinî gerçekleri bildirmeye memur ve elçi olmuştur. Yüce Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur ve Kitab’ı (Kur’an-ı Kerîm), en eksiksiz kitaptır. Peygamberimiz efendimiz, sonsuz tehlikeler

(24)

içinde, tükenmez sıkıntılar ve zorluklar karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmayı başardıktan sonra gökyüzünün ve Cennet’in en yüksek katına erişti.

Hz. Muhammed, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonuca kadar O, ölümsüzdür.

Bizim dinimiz, en makul (akla yakın) ve en tabiî (insanın yaratılışına) uygun bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin, tabiî olması için akla, fenne, bilime ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz, bunlara tamamen uygundur. Bizde ruhbanlık (dinde aracı sınıf) yoktur.

Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini (gereklerini) eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her kişi dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.

Müslümanlık, aslında en geniş manasıyla hoşgörülü ve çağdaş bir dindir. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de, onlardan çok çalışmaya mecburuz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olmazdı.

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Yüce dinimiz İslâmiyet; şuura (bilince), akla aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şeyi içine almıyor.

Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim. Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Bizim yüce dinimiz, her Müslüman erkek ve kadına araştırmayı farz kılıyor.”

diyerek, samimî inançlı bir kimse olduğunu açıkça ortaya koyduğu, dini bir vicdan işi kabul edip, din ile devlet işlerini ayırdığı; din’i çıkarlarına alet edenlere açıkça cephe aldığı, yüce Allah’a ve sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’e tam bağlılık göstererek, kutsal dinimize gönülden inandığı, büyük hürmet beslediği, dinimizin tam ve eksiksiz öğrenilmesi ve anlaşılması için bizzat emirler verip, çalışmalar başlattığı için, “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça, daima yaşayacaktır!

O;

“ Medeniyet, bağışlama ve höşgörü demektir. Zulüm, medeniyetle uyuşamaz. Medeniyet’in çoşkun seli karşısında direnmek boşunadır. Medeniyetin gücü ve yüksekliği önünde, Ortaçağ’a ait düşüncelerle, iptidaî hurafelerle (ilkel, boş inanışlarla) yürümeye çalışan milletler, mahvolmaya veya hiç olmazsa esir ve aşağı olmağa mahkumdurlar.

Millet açıkça bilmelidir: Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız (ilgisiz) kalanları yakar, mahveder. Medeniyet ailesinde lâyık olduğumuz yeri bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık medeniyettedir.”

diyerek; gelişmenin, ilerleyip yükselmenin başlıca vesilesi kabul ettiği medeniyetin, yüce milletimizin çağdaşlaşma yolundaki en büyük hedefi olduğunu ısrarla vurgulayıp, bu uğurda üstün çabalar harcadığı ve medeniyet anlayışını Türk halkına ve özellikle de, yarının

(25)

güvencesi olan gençlerimize bir vasiyet olarak bıraktığı için, “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça yaşayacaktır!

O;

“ Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki, her devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Dünya yüzünde gördüğümüz herşey kadının eseridir. Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli (erdemli; seçkin, değerli) ve en ağırbaşlı, olgun kadını olmalıdır. Kadının en büyük vazifesi analıktır. Milletimiz, kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bu sebeple, kadınlarımız da okumuş ve bilgi sahibi kimseler olacaklardır.”

şeklinde , kadınlarımızı milletimizin temel direği, yapıcı, geliştirici unsuru ve özü kabul ettiği için, “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça yaşayacaktır!

O;

“ En mühim ve feyizli (olgunlaştırıp geliştirici) vazifelerimiz, eğitim ve öğretim işleridir. Eğitim ve öğretimde mutlaka muzaffer (üstün başarılı) olmak lâzımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak eğitimle olur. Eğitim ve öğretim, millet olmanın, ilerleyip yükselmenin temel şartıdır. Eğitimdir ki bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır. Milletleri kurtaranlar, yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Bir toplum, millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.

Öğretmenler! yeni nesli, Cumhuriyet’in fedakâr öğretmenleri sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır.”

diyerek, eğitime, öğretime ve bunların kaynağını oluşturan öğretmenlik mesleğine, öğretmenlerimize verdiği değeri ,önem ve önceliği dile getirdiği ve düşünüp söylediklerini kara tahta başına geçip, “Millet’in Başöğretmeni” sıfatıyla bizzat uygulayarak gösterdiği için “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça yaşayacaktır!

O;

“ Sanat, güzelliğin ifadesidir. Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, musıkî, mimarlık ile ilgilenmez; o milletin, ilerleme (medeniyet) yolunda yeri yoktur. Fikirler ve inkılâplar (yenilikler ve gelişmeler) sanatla yayılır. (Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarlık, tiyatro, opera v.b.) güzel sanatlardaki başarı, bütün Cumhuriyet inkılâplarının, (gerçekleştirdiğimiz ve gerçekleştirmeyi düşündüğümüz yeniliklerin) başarıya ulaştığının en kesin delilidir.

Efendiler! Hepiniz Milletvekili, Bakan hattâ Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatkâr olamazsınız. Sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür.”

diyerek, sanata ve sanatçıya verdiği üstün değeri söz ve davranışlarıyla açıkça gösterdiği, sanatı ve sanatçıyı gönülden desteklediği için, “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça yaşayacaktır!

(26)

O;

“ Biz, doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Diyarbakır’lı, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı, hep bir ırkın evlâtları, hep ayni cevherin damarlarıdır.

Milliyetin çok belirgin özelliklerinden birisi dil’dir. ‘Türk milletindenim’ diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe’yi doğru ve güzel kullanmalıdır.

Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce biz kendi millî benliğimize ve milliyetimize (Türk milliyetçiliğine, dilimize, kültür ve sanatımıza) bu saygıyı gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulamamış milletler, başka milletlerin avıdır.

Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Geçen zamana göre daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak (başarılı) olacağımıza şüphem yoktur. Çünki, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünki Türk milleti, millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.

Büyük Türk milleti!

Millî ülküye tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî dünya az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Ne mutlu Türküm diyene!” Nihayet:

“ Benim fâni(geçici) vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar kalacaktır (sonsuza kadar yaşayacaktır.)”

dediği ve Türk milletine, Türk milliyetçiliğine, yüce dinimize, Türk kültür ve sanatına yüksek Türklük ülküsü ile bütünleşen çizgide milletimizin birlik ve bütünlüğüne gönülden bağlandığı ve ancak bu sayede her türlü güçlüğün üstesinden gelerek, medeniyet yolunda ilerleyip yükseleceğimize bütün kalbiyle inandığı ve bu inancını tam bir kararlılıkla dile getirdiği için, “Yaşayan Atatürk”tür ve milletimiz var oldukça yaşayacaktır!

(27)

İNSAN İÇİN, “İLERİYİ GÖREBİLMEK” VE

“ÖRNEK İNSAN” ATATÜRK

Her yıl 19 Mayıs’lar, Büyük kurtarıcı ve Cumhuriyet’imizin kurucusu yüce önder Atatürk’ün Samsun’a çıkışının ve onunla bütünleşen bir çizgide, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın kutlanma yıldönümüdür.

İnsan için ileriyi görebilme, en büyük hasletlerden, yani üstün insanî özelliklerden, niteliklerden birisidir. Bu da ancak, Atatürk gibi seçkin kimselere nasip olan bir mazhariyettir; ayrıcalıklı, üstün bir niteliktir.

Sıradan insanlar, ân’ı yaşarlar. Geleceğe ait tasavvurlar, düşünüşler, plân ve programlar onların gündeminde yoktur. Ancak, vizyon sahibi yüksek değerlerdir ki, bugünleri aşarak yarınları, hattâ çok daha ötesini görürler.

Fransızca bir kelime olan vizyon “vision”; bulunduğu noktadan ileriyi görme, (uzağı) görebilme, hayâl etme demektir. Bunun bizdeki eski karşılığı, “rü’yet” dir. O da; görme, görülme, bakma, bakmasını bilme, anlamındadır.

Günümüzde, ileri görüşlü, ufku geniş kimseler için, “vizyon sahibi” ifadesi kullanılmaktadır. Bu ise, sanıldığı kadar basit ve kolay bir iş değildir; derin bilgi birikimine, kültüre, hayat tecrübesine ve batılıların “Intuition” adını verdikleri sezgi kabiliyetine; sezme, seziş becerisine ve engin hayâl gücüne ihtiyaç gösterir.

İşte Atatürk; hem büyük bir asker ve hem de dünya çapında üstün bir devlet adamı kimliği ile, “vizyon sahibi” olmanın niteliklerini, kelimenin en geniş anlamiyle üzerinde toplamıştır.

19 Mayıs 1919’ da Samsun’a çıktığı sırada, memleketin genel durumu, -kendi eliyle kaleme aldığı Nutuk’ da ifadesini bulduğu üzere- aynen şöyledir:

“Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateş-kes anlaşması imzalamış. Büyük harbin

(28)

uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir hâlde.. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Damad Ferid Paşa’nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz, korkak. (…)

Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.. İtilâf Devletleri, ateş-kes anlaşmasının hükümlerine uymağa lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve memurlar ve ayanlar faaliyette. Nihayet, 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri’nin uygun görmesiyle, Yunan Ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında, Hristiyan azınlıklar gizli, açık, millî emel ve maksatları gerçekleştirmeğe, devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlardı. (…)

Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde teşkilat kurmuş ve İstanbul’daki merkeze bağlı olan (Rum) Pontus Cemiyeti, rahatça ve başarıyla çalışıyor (du).”

İşte böylesine vahim, yani son derece korkulu, kötü, olumsuz bir durumda, önce vatan topraklarını kurtararak, milleti istiklâline, bağımsızlığına kavuşturma; sonra da, çağdaş medeniyet seviyesini yakalama ve onun üstüne çıkma emellerini taşıyan Atatürk; daha baştan itibaren bütün olacakları, yaradılışından gelen üstün sezgi gücüyle anlamış ve hattâ gözünün önünde canlandırarak, görmüş gibidir.

O’nunla, çeşitli zamanlarda birlikte bulunmak bahtiyarlığına, şeref ve mutluluğuna erişenlerden birisi olan değerli edebiyatçılarımızdan İsmail Habib Sevük; Atatürk’ün ileriyi görebilme üstün yeteneğine, anlamlı bir ifade ile “Röntgenli Görüş” adını verir. Nitekim, 24 Aralık 1938 tarihinde, Cumhuriyet gazetesinde, bu başlık altında çıkan hatıra yazılarının ilkinde, -bu konuyla ilgili olarak - şu son derece önemli tespitlerde bulunur:

“Uzağı görüş, görülmeyeni görüş; kalın bir maddeyi keskin bir ışıkla delerek… Yani röntgenli görüş!

Zaten O’nun yaptığı bütün işin temeli, iki görüş üzerine kuruldu: Yarı dünya ile çöktüğümüz zaman galipler, sonsuz bir dev (idi) ve biz her tarafından bitmiş bir dermansızdık. O’nun röntgenli gözleri bir onlara, bir bize baktı. Herkes galipleri dev görürken O, devin içindeki cüceyi gördü. Gene herkes bizi bitik görürken O, bitenin cevherindeki şahlanmaya hazır devi gördü. Büyük işin (kazanılan zaferlerin, daha sonra gerçekleştirilen inkılậpların) bütün destanı, bu ikizli (röntgenli) görüşten çıkar.

Her şey bitmiş, dört tarafı ölümden bir çemberle çevrili; kendisine su düşman, toprak düşman ve iş başındaki hükûmetle devlet de düşmanlarla beraber… ( İşte) o hâle gelmiş bir milletteki ölmez cevheri görmek; bu, derinlere inen bir imandı. İki (röntgenli) görüşten biri aklın, öteki kalbin mahsulü (ürünü)dür. Şef, kuracağı binayı (Yeni Türk Devleti’ni) akılla kalbin bu ikizli (iki röntgenli) birliği üzerine kurdu.

O’na, ‘ordu yok’ dediler; ‘yapılır’ dedi. ‘Para yok’ dediler; ‘bulunur’ dedi ve bütün dedikleri oldu.”

Referanslar

Benzer Belgeler

Sınıflara kadar tüm öğrencilerimizin yıl boyunca çalıştığı sanat ürünlerinden oluşan sergimiz, okulumuz çok amaçlı salonunda 26 Mayıs 2017 tarihine

Vali İnci Sezer Becel makamında Nevşehir Belediye Başkanı Rasim Arı ile birlikte;.. protokol üyeleri, daire müdürleri, sivil toplum kuruluşları ve siyasi

Atatürk çok sade bir kahvaltı alışkanlığı vardı kahvaltıda bir iki dilim ekmek ile bir bardak ayran veya bir kâse yoğurt tüketirdi... Atatürk’ün en sevdiği yemeklerin

BÜYÜK ATATÜRK KOŞUSU Ankara Atletizm İl Temsilciliği... BÜYÜK

BÜYÜK ATATÜRK KOŞUSU Ankara Atletizm İl Temsilciliği... BÜYÜK

BÜYÜK ATATÜRK KOŞUSU Ankara Atletizm İl Temsilciliği... BÜYÜK ATATÜRK

Milli Eğitim Müdürlüğünden yapılan açıklamaya göre, sağlık problemleri nedeniyle evde eğitim alan öğrencilerin sağlık durumları, gelişimleri ve eğitimleri

Misak-ı Millî, iktisad-ı millî, vicdanı-ı millî, hâkimiyet-i milliye irâde-i milliye, istiklâl-i tam gibi kavramlarda tanımlanan ve desteklenen Atatürk'ün