LÍKtVET
£
' t - 7 ^
D ış to p ra k la rd a : 1 j
' M I I U m M M t d M I l l l l l I M t i a i l l t i m i l U M I I M M M I l l l l l l l l l l l 1'
Par isin en güzel yeri
Bugün Ponteyon’da gezerken zih
nimde gûya bir zelzele oldu. Viktor Hü- go ile Emil Z o la’nın sandukalarını yer altında ayni odacık içine hapsettiklerini bilmiyordum. Meğer bu iki sana’t bok sörü ayni şeref höceresinde başbaşa kal mış. Nitekim vaktile de güttükleri idealler yumruk yumruğa gelmişti. Ne hazin ve düşündürücü şey!
Gençliğimde kafamın hamurunu yo * ğuran eller arasında saydığım bu iki kud
ret pençesi, yokluğun durgunluğu ve
suskunluğu ortasında bana ne kadar ezik ve bitkin göründü anlatamam. Onlar ki nekadar yıl, nekadar çok haykırmışlardı ve nekadar heyecanlı gönül içine köpüklü şelâleler akıtmışlardı. Şimdi hiçlikte na - sil uslu, iradesiz ve dilsiz kalmışlar..
Yaşım, kendi kendine söyleniyordu.
«N e yapalım, dünyada herkes için son durum b u !» demek'istiyordum ve sanki
bu afyonla teessürümü uyuşturacaktım.
Halbuki hiç öyle olmadı..
Romantikler cihangiri Viktor Hü-
go’ya natüralistler şahı olmak davasında ki Z ola’nın sonsuz hücumları hatırımdan çıkmamıştır. Sarp, müthiş bir granit ka yasına durmadan tos vuran Okyanus dal gaları halinde hücum lar...
Evet öyle idi. Ben de bunları nakle den sahifeleri bir zaman sabahlara kadar okurdum.
Ölümün, hatta biraz politikanın, bu - gün yanyana getirdiği şu iki zorlu dava cı, acaba bu dakikada birbirinden haber* dar mı? Ne karanlık sorgu! V e zihnimiz de buna karşı fosforlanan cevablar ne ışıksız, ne ışıksız^
Bilmiyorum; hep, (ebediyet) diye
manası ölçülemez bir kelimeye bürünerek yapılmış bu muazzam abidenin acaba ne kadar ömrü var? M ilyonla esire ehramlar kurdurmuş nice Fir’avun mumyası görü yoruz. Şimdi karşımızda hepsi salta du ruyor. Ancak şu iki adamın baka bodu- rumundaki kapı yoldaşlığı bana çok do" kundu. Ayni ideale başka başka yamaç lardan tırmanmış iki m ahlûk... Lâkin ö- lüm onları şimdi nasıl yüksek bir yaylanın ceyyid rüzgârı gibi serinletmiş ve ebediyet içinde kardeş etmiş; ona bakınız. Belli ki gerçek müsavat yalnız ademde var. H e pimiz orada nekadar bir ve nekadar hiç oluyoruz, Yokluk bizi bir kere soydu mu, artık varlıkta iken sırtımız çıplak mıydı, yoksa hil’atle mi örtülüydü belli değil!
Onun için ne mutlu onlara ki son uy kuya yatarken, insanların irfanını uyanık tutabilecek bir söz veya ses bırakabiliyor la r!.
Y aygaralı m edeniyet... Bugünkü şa matalı garb insanlığının adını koymak i- çin böyle bir yaftaya lüzum vardır. Bu nun azgınlığı asıl büyük şehirlerde duyu luyor. Y alnız azgınlığı değil, sıkıcılığı, usandırıcılığı d a!
Demir sesi, çelik sesi, otomobil, kam yon, şimendifer, klakson ve saire.. Nasıl anlatayım ; bazı şehirler adeta bir gürül tü mahşeri!
Avrupanın en özenilerek yapılmış
hayli merkezine sinir bozucu patırtılar
tıpkı bir veba gibi, kolera gibi saldırmıştır. Hem saldırmıştır, hem de oralara bazı defa ağza alınamıyacak vasıflar getirmiş tir... En büyük oteller, çok kere en gürül tülü yerlerde.. Bunların Önünden geçen her kamyon dakikada bir insana yer sar sıntısı dehşeti veriyor. V aktile ceza hu kuku tarihinde okudumdu; insanlığın can yakmaktaki dehasını gösterir sayısız işkence usulü varmış. Bugünkü motor ve benzin medeniyetinin merakı da şu: M a sumlara kulağından azab vermek.
Kafe dölâpeden bakıyorum. Bütün
âlemin çıldırdığı bu yerde ne var? Dar lık ve kalabalık içinde bir küme üstüstüne
denilebilecek halde oturuyor. Hergün,
her saat duyulan, görülen şeylerden işte başlıcaları: Karşıdaki binalar, bunların üstündeki elektrikli reklamlar, sonra had siz hesabsız otomobil, kam yon... H ayır bukadar değil, gelen geçenlerin acele se ğirtmelerini, çiğnenme korkusu içinde si nirli sinirli zıplayışlarını da söylemek lâ zım....
Bugün bu, yarın bu, öbürgün... Ge ne bu!
Kulağıma dört taraftan bağırtılar, ge lir gibi oluyor: Ama insafsızsın! Görü - lecek başka şey yoic mu? Elbette var ki bu kadar halk buraya koşmuş. Zaten ma rifetin büyüğü bir şeyden tad alabilmek te değil mi? H a Sandıkburnunda ak - şamcılık etmişsiniz, ha Kafe dölâpede ge vezelik...
Yazık ki, ben bunların hiçbirisini be ceremedim!
Parise hergün yüz binlerce adam ge - lip gidiyor. Bütün kusurlarının yanında gerçekten bir harikalar müzesi denilebi - lecek bu şehrin gezilecek yerlerim herkes bilir. Yahud bilmez. Çünkü pek çoktur. , Fakat bir haftada milyonları bulup aşan
Y azan;
FAZIL AH MED AY KAÇ
ziyaretçilerden galiba yarım düzünesinin
bile gitmediği bir nokta söyliyeyim:
Paris rasadhanesi... Sinemalarda, ro -
manlarda, resimlerde Fransız hükümet
merkezinin bin türlü manzarasını görür • sünüz. Fakat rasadhaneye hiç rastladınız mı? Galiba hayır!
Tuhaftır ki bütiin kâinat üzerine il * min çevirdiği bir tarassud evi olmasına rağmen Paris rasadhanesi kimsenin dik katine çarpmaz, dikkatine de rağbetine
de!. Orada asırlardanberi fennin gözt
namütenahiliği, kontrol etmeğe ça
balıyor. Feza dediğimiz ebediyet u-
çurumuna bakmak için en güzel gözlük * lerden biri oradadır. Rasadhanenin tarihi “hatırımda yanlış kalmamışsa- Dördüncü Flanri zamanına kadar çıkıyor.. Genişli- ye genişliye bugünkü haline gelen mües sese, vaktile bütün tabiat ilimlerinin hep sine bucak olmuş, mütevazı bir köşe idi. Şimdi rasadhanenin bahçesindeki nısfün- nehar dürbünü paviyonile gök fotoğrafi" leri almağa mahsus tesisat, sonra yer al tında otuz metre kadar derinlikte bulu nan kronometre dairesi pek güzeldir. Bi nanın yorucu merdivenlerini üşenmeden çıkalım. Büyük dürbünün bulunduğu mü
teharrik kubbeye varırız. V e karşımızda bir dev görürüz. Bu dev, oradaki en iri cüsseli rasad âletinin gövdesidir. Çünkü dürbünün riyaziyeci dilile yalnız (budü ihtirakı) sekiz buçuk metreden az değil dir.
Parisi son ziyaretimin en keyifli saat lerini burada geçirdim.. Arkadaşım, Türk grameri müellifi Mösyö Deniş idi.
Evet, bu anlatılamaz bir zevk ve sar hoşluktur. Gece bütün bir şehir, barların
da, tiyatrolarında, dansinglerinde filân
güzel bacaklara, ince endamlara iptilâ
püskürürken dört beş gök âşıkmın- son - suzlukla hasbihale girmesi....
Kehkeşane bakarsanız; milyarlarca
kilometre mesafe fethedersiniz. Zuhalin halkalarında sallanır, Jüpiterin etrafında
koşan peyklerle görüşürsünüz. Fakat?
Evet, fakat var. Çünkü bu bitmez zekâ
bayramından sonra kafalarımızı başka
bir humar sarar.
Acaba astronomların kâinat seyirle ” rinden anlıyabildikleıini sandıkları şey - ler doğru mu? Eğer öyleyse eyvah! Z% ra gene yandık demektir.. Malûm ya, insanlık vaktile gökte son bir rahmet ku
cağı arardı ve yeryüzündeki gamlı
ve süreksiz varlıktan sonra göklerde son suz bir saadet yurduna yükselebileceğini umardı, halbuki...
Evet, bugün toprak üzerinde sayısız şarta bağlı bulunan hayat, uzaktan selâm ladığımız diğer kardeş âlemlerde de bi - zimkinden pek halli olacak gibi görün müyor!..
Eskiden semaya çıkacağız, derdik.
Şimdi ise görüyoruz ki ne yapsak sema -
dan dışarıya çıkmamız kabil d eğil...
Bütün cihan duvarsız bir hapisane için de gibi.